Suriye için Türkiye gibi komşulara sağlayacağı destekle oluşturacağı çok taraflı politikayı. Ertesi gün Pentagon’da üst düzey bir yetkiliden Türkiye’nin oynayacağı rolü öğrenmeye çalışıyorum. Ankara’nın Suriye’deki radikal unsurlara yaklaşımından Washington’da en çok Amerikan Savunma Bakanlığı rahatsızdı. “Bu konuda Türkiye ile işbirliği nasıl” dedim. “Harika bir işbirliği halindeyiz” dedi. “Farklılıklar vardı” dedim. “Son birkaç aydır iletişimimiz olağanüstü” dedi. “Ne değişti” dedim. Türkiye’nin Suriye’ye giden yabancı savaşçıları daha sıkı takip ettiğini anlattı. Ve tek bir olumsuz laf etmedi.
*
BU sefer bir paneldeyim. Düşünce kuruluşu CSIS’te Suriye’deki yabancı savaşçılar konuşuluyor. FBI terörle mücadele direktörü Andrew McCabe, yabancı savaşçıların hepsinin Suriye’ye Türkiye’den geçtiğini söyledi. Bu durumu konunun birinci derece sorumlusu bir Amerikalı yetkiliye sorduğumda ise aynen şöyle dedi: “Suriye krizinin Türkiye’yi nasıl zor durumda bıraktığını biliyoruz. El Nusra gibi bizim terörist saydığımız örgütlerle ilişki de bu açıdan çok karmaşık. Türkiye’yi anlıyoruz. Uzaktan eleştiri getirmeyeceğiz.” Halbuki bundan bir yıl önce Başbakan Washington’a geldiğinde konuşulanları hatırlıyorum. Nasıl sert eleştirdiklerini...
*
Türkiye’nin Petrol Boru Hattı Anlaşması’nı (1973’te imzalandı 2010’da yenilendi) ihlal ettiğini... Ve Bağdat’ın onayı olmadan uluslararası piyasalara Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nden (KBY) aldığı petrolü sevk ettiğini söylüyorlar.
ICC ne işe yarar, bağlayıcılığı ne net değil. Ama ben şimdi mahkemelik olan bu Kürt petrolü için asıl önemli olan, Amerika’daki süreci anlatmaya çalışacağım.
*
BU iş Haziran 2012’den beri sürüyor. KBY, zaten neredeyse iki yıldır kamyonlarla Türkiye’ye Kürt petrolü taşıyor. Bu yöntemle 1.5 yılda bölgeden Türkiye’ye toplam en az 10 milyon varil petrol getirildiği, bunun da 20 gemiyle dışarıya satıldığı bilgisi var. En az 1 milyar dolarlık bir ticaret.
Ancak asıl önemlisi, geçen sene sonunda başlayan, Kürt petrolünün Türkiye’ye günlük kapasitesi 420 bin varil olan ayrı bir boru hattıyla nakledilmesi işi ki, Amerika ayağı da ondan sonra devreye giriyor. Boru hattına pompalanan petrolün kaynağı belli. Çoğu İngilizlere ait şirketler. Örneğin Şaykan’da çalışan, Bermuda’da kurulu, İngilizlerin yönettiği Gulf Keystone. Ama ya alan?
İş öyle bir hale geldi ki, artık hemen her yerden çıkıyor.
Gezi olur, bir kabine üyesi (Beşir Atalay) "Yahudi lobisi" der.
Yolsuzluk soruşturması başlar, danışmanından basınına, "Yahudi parmağı var" lafı en kabul gören açıklama olur.
Basın özgürlüğü raporu çıkar, "Yazan Yahudi" derler.
Soma'da canlar yok olur, "Damat Yahudi" diye manşet atarlar.
Korkunç bir antisemitizm dalgası gelişiyor Türkiye'de.
Ve en kötüsü, bu durum daha önce Türkiye'de benzeri görülmemiş biçimde uluorta ve çekinmeden, sıkılmadan yapılıyor.
Türkiye'nin geçmişinde kolektif nefret suçları yok mu?
AMERİKAN Yönetimi’nin son dönem Türkiye’de yaşanan hukukun üstünlüğü ve ifade özgürlüğü alanlarındaki sorunlara nasıl yaklaştığını gösteren kusursuz bir örnek aktaracağım.
En son yaşanan Soma olayı üzerinden.
“İnsan hakları konularındaki evrensel ilkelere bağlılığımı vurgulamalıyım. Ama bunu yaparken yakın müttefiğimin liderini de sinirlendirmemeliyim. Bunu nasıl başarabilirim?”
İşte Washington’ın bu denklem için şimdilik bulduğu formül:
*
Dün Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın günlük brifinginde kürsüdeki kişi Sözcü Jen Psaki.
Brifingin sonları.
Ve konu Türkiye.
ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden Kıbrıs’a neden gidiyor?
52 yıl sonra adaya ilk ayak basacak Amerikan Başkan Yardımcısı, tam da Kıbrıslı Rumlar ve Türkler arasındaki müzakereler 11 Şubat’ta yeniden başlamışken bu ziyaretiyle neyi amaçlıyor?
İşte Beyaz Saray’dan üst düzey bir yetkili, Ukrayna krizi devam ederken bu hafta önce Romanya’ya ardından Kıbrıs’a geçecek Biden’ın ziyaretiyle ilgili detayları, gazeteciler için düzenlenen bir telekonferansta ilk kez açıkladı.
Ve sürpriz bir şekilde, barış görüşmelerini en arkaya atıp ziyaretin ana gündem maddesinin ABD ve Kıbrıs Cumhuriyeti (Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti) arasındaki ikili ilişkilerin güçlendirilmesi olduğunu söyledi.
Sonra Suriye’deki kimyasal silahların imhasını söyledi.
Sonra Ukrayna krizinden bahsetti.
En son olarak da barış görüşmelerini vurguladı.
Ve öyle ki, Rum tarafının şimdiden tepki gösterdiği, KKTC tarafında Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile Biden arasında yapılacağı düşünülen toplantıdan hiç bahsetmedi.
Amerikan Hazine Bakanlığı’ndan üst bir yetkiliyle geçen ay görüştüğümüzde söylemişti. İran Hükümeti’nin uluslararası yaptırımları delen Babek Zencani’yi halen hapiste tutuyor olmasını sorduğumda, “Yaptırımların bu çapta sonuç verdiğini görmek bizim için de sürpriz oldu” dedi.
Kim bekliyordu ki! İran’da geçen ağustos Ruhani Cumhurbaşkanlığını devralınca, ülkenin Amerika’yla masaya oturacağını kim tahmin edebilirdi!
Sarraf serbest dolaşırken, yeni İran’ın bugün Washington’dan nasıl gözüktüğünü bölgedeki ülkelerden birinin temsilcisi görüştüğümüzde çok güzel özetledi: “Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda mart ayında yapılan oylamaya bakın. Kırım’daki Rusya yanlısı referandumun tanınmasını reddeden o tasarıya normalde evet demesi beklenen İsrail’le normalde sırf ABD istiyor diye hayır diyeceği düşünülen İran’ın ikisi de çekimser kaldılar. İsrail Washington’dan uzaklaşıyor, İran Washington’a yaklaşıyor.”
*
SÜRECİN Türkiye’yi de ilgilendiren iki boyutu var. Birincisi yaptırım meselesi. İran’dan sonra Ukrayna’dan Sudan’a artık hemen her krizde gördüğümüz, yaptırımlar artık uluslararası ilişkilerin en önemli araçlarından biri haline geldi. Silah yok. Asker yok. Ama sadece karaliste kararlarıyla bir ülkeyi sıkıştırmak Amerika için artık zor değil.
1) Bu iddia ilk ne zaman gündeme geldi?
Seymour Hersh, Suriye’deki 21 Ağustos saldırısını rejimin değil muhaliflerin yaptığını ilk kez 19 Aralık 2013’te yazdı. “Kimin sarini” başlıklı makale, yine London Review of Books’ta çıktı. Hersh, o yazısında aslında saldırıyı Türklerin organize ettiğini söylemiyordu. Ama saldırıdan aylar önce hazırlanan Amerikan istihbarat raporlarına göre ABD’nin Aralık 2012’de terör örgütü olarak kabul ettiği rejim muhalifi El Nusra Cephesi’nin kimyasal silah üretme kapasitesine sahip olduğunun anlaşıldığını ama Amerikan Yönetimi’nin 21 Ağustos saldırısını incelerken bunu göz ardı ettiğini öne sürüyordu. İşi Türklere uzandırması ise 6 Nisan 2014 tarihli son makalesinde oldu. “Kırmız Hat ve Gizli Hat (kaçakçılık hattı)” başlıklı yazısında, ABD’yi Suriye’de savaşa çekmek, böylece Esad’ın devrilmesini hızlandırmak isteyen Türkiye’nin bir “false flag” (başkası yapmış süsü verilen eylem) operasyonu tasarladığını iddia etti. Buna göre Türk istihbaratı önce kendisine yakın El Nusra mensuplarına kimyasal silah sağladı. Sonra da El Nusra’nın düzenlediği saldırıya, bunu rejim yapmış süsü verdi. Böylece Obama’nın Suriye’de belirlediği kırmızı çizginin aşılmasını sağlayıp ABD’lileri savaşa çekmeye çalıştı.
2) İddianın temeli ne?
İddia somut bilgilere dayanmıyor. Hersh, ABD’lilerin 21 Ağustos saldırısından sonra Suriye’yi vurmaya karar verdiklerini ama saldırıyı Türklerin yaptığını “telefon dinlemeler ve diğer verilerle” tespit ettiklerini savunuyor. Ama dinlemelere ilişkin bir bilgi yok ve diğer verilerin de ne olduğu net değil. Hersh’e bu konuda bilgi veren “eski yetkililer” de isimlerini açıklamıyor. Bunun dışında Türk basınında çıkmış, geçen Mayıs Adana’da sarin gazıyla yakalanan El Nusra bağlantılı kişilerle ilgili hazırlanan iddianameden bilgiler ve 27 Mart’ta internete sızan Türk Dışişleri’ndeki gizli Suriye toplantısına ilişkin bilgiler var. Yani somut kısımlar, açık kaynak bilgileri ki, orada da örneğin sızan kasette Hakan Fidan’ın Başbakan’la konuştuğu yazılmış. Maddi hatalar var. Ancak yine de yazıyı yazanın ABD’lilerin Vietnam’da yaptıkları My Lai (1969) katliamını ve Irak’taki Ebu Garip Cezaevi’nde (2004) işledikleri işkence suçlarını ortaya çıkaran gazeteci olduğunu unutmayın. Yarın doğum günüymüş. 77 olacak. Ama halen kaynakları Washington’da en sağlam gazetecilerden.
3) Amerikan Yönetimi’nin yazıya ilk tepkisi ne oldu?
Yalanladılar. Yazı çıkar çıkmaz, Beyaz Saray Sözcüsü Caitlin Hayden soru üzerine Hürriyet’e bir açıklama yolladı. Şöyle diyor: “Sayın Hersh’ün, sadece adı açıklanmayan kaynaklara dayanan ve Suriye’deki 21 Ağustos kimyasal silah saldırısıyla ilgili tamamen asılsız sonuçlara varan son hikâyesini gördük. Bu konuda Sayın Hersh’ün veri doğrulayıcısına da (“fact checker” denilen, önemli ve tartışmalı hikâyelerde yayından önce verileri kontrol etmekle görevli yayın temsilcisi) Ulusal İstihbarat Direktörü Sözcüsü Shawn Turner ve Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcüsü Caitlin Hayden tarafından on-the-record olarak verileri çürüten açıklamalar gönderilmişti.”
4) Peki ABD’li yetkililer, somut olarak Hersh’ün hangi verilerini çürüttüklerini söylüyorlar?
Çünkü 2012’de biri büyükelçi dört Amerikalı’nın öldürüldüğü Bingazi saldırısı için Temsilciler Meclisi’nde bir araştırma komisyonu kuruldu. Şimdi muhtemelen o dönemki Dışişleri Bakanı Hillary Clinton da komisyonda ifadeye çağrılacak.
Neden? Çünkü Cumhuriyetçiler olayı aydınlatma çabasının ötesinde, bu durumu 2016’daki başkanlık seçiminde adaylığa soyunacağı artık neredeyse kesinleşen Hillary Clinton’ın aleyhine kullanmaya çalışıyor da ondan.
Çünkü daha 2.5 yıl olmasına rağmen, bir hafta öne Beyaz Saray Muhabirleri Derneği’nin gecesinde bir espriyle Hillary’nin adaylığını haber veren Başkan Obama’nın yaptığı gibi... Ya da Clinton’ın başkan adaylığını resmen desteklediğini açıklayan eski Beyaz Saray Genel Sekreteri, şimdiki Chicago Belediye Başkanı Rahm Emanuel gibi iki milyon kişi şimdiden Hillary’nin kampanyasına kaydoldu da ondan.
Tam da sağlıklı bir demokraside olması gerektiği gibi... Ülkeyi yönetmeye talip insanların aylar öncesinden ıncığını cıncığını çıkartıyorlar de ondan.
*
HALBUKİ Türkiye’ye bakın. İlk tura üç aydan az kalmış. Ülke ilk kez bir cumhurbaşkanını halk oyuyla seçecek. Ve kimin aday olacağı hâlâ belli değil. Cumhurbaşkanı belirlenince Başbakanlık da yenilenecek. Orada da ne olacağından kimsenin haberi yok. Çünkü kimler aday, hangi özellikleri sayeseninde adaylar, bu aday olanlar nasıl insanlardır, hayatlarını nasıl yaşarlar, aileleri nasıldır, çocukları kimlerdir, bunları bilmeye kimsenin hakkı yok.
Her şey son dakikaya bırakılacak. Birileri sürenin dolmasına birkaç gün kala çıkacak. Sonra halkın önüne alelacele bir sandık konulacak. Ve ne olduğunu bile anlamadan “Bas bakalım birinin üstüne mührü” denilecek. Amerika’da yaşanan sürecin aksine... Bu konuda gazetelerde kapsamlı hiçbir şey okuyamadan, televizyonlarda bu adayları tartışırlarken hiç göremeden, kendi öykülerini kendi ağızlarından dinleyemeden geçip gidecek.
*