Geçmişte uzun yıllar Türkiye’de de dersler vermiş İngiliz Gareth Winrow’un, “Türkiye’nin enerjideki arzularının gerçekleşmesi: Boru hattı hayalleri ya da gerçek projeler” çalışmasında.
Özetle... Winrow, dünyadaki enerji güvenliğinde Türkiye’nin oynadığı kritik role değiniyor, ardından halen tartışılan ve bazen birbirleriyle çelişen enerji projelerinin analizini yapıyordu. Enerjide bir geçiş üssü olmak isteyen Türkiye’nin önümüzdeki dönem karar vermesi gereken projeleri ise şöyle sıralıyordu: Azerilerin gaz projesi TANAP, Som Petrol’ün İran gazı projesi, Kürtlerin Kuzey Irak’tan çıkarmak istedikleri gaz, halen muğlak duran Türkmenistan gazı ve elbette İsraillilerin Akdeniz’den Avrupa’ya yollamak istedikleri Leviathan gazı.
*
RAPOR yayınlandı. Üç gün sonra yine Brookings Enstitüsü’ndeyim. Bu sefer kürsüde Amerikalıların eski Dışişleri Bakanı Madeleine Albright var. Ve onun da konuşmasının başlangıç bölümü aynı: Türkiye’nin enerji güvenliğinde oynadığı rol. Ve daha ilginci... Türkiye’nin önümüzdeki dönem bu konuda alacağı kararların önemine değinen iki konuşmanın da final kısmı aynı: Demokrasi. İlk bakışta alakasız görünen iki konuyu Winrow raporunda nasıl bağlamıştı, biliyor musunuz? Aynen şöyle: “Türkiye, yakın dönemde gaz ticaretinde bir geçiş merkezi olmayacak. Kontrat anlaşmazlıklarını çözmek için mekanizmalarıyla düzgün işleyen yasal ve düzenleyici bir çerçeve bulunmalıdır. Şeffaflık esastır. Hem içeride hem de Türkiye’nin bulunduğu bölgede istikrarlı bir siyasi ve ekonomik ortam zorunluluktur. Bunlar, ‘iyi’ bir enerji geçiş ülkesi için de önemli şartlardır. Yargı üzerindeki tartışmalar, yolsuzluk suçlamaları ve ihalelerde hükümet müdahalelerine dair haberler, Türkiye’de hukukun üstünlüğü ilkesinin etkinliğine dair ciddi soru işaretleri doğurdu.”
*
ALBRIGHT’ın Türkiye’deki demokrasinin aşınmasına dair yaptığı konuşmada olduğu gibi Winrow’un da harikulade özetlediği bu durum, işte Batı’nın önümüzdeki dönem yaşayacağı ikilemin de bana kalırsa mükemmel bir özeti. Enerjiye açsınız. Ama Rusya’ya alternatif diye düşündüğünüz bütün tedarikçileriniz neredeyse ondan beter. Azerbaycan’da işler çoktan ayyuka çıkmış. Türkiye’de aynı türden suçlamalar hukukun önüne gelemiyor. Kuzey Irak Kürtleri, gırtlağına kadar yolsuzluk ve nepotizme batmış bir liderin elinde. Türkmenistan bir diktatörlük. İran, uluslararası sorumluluklarını yerine getirmeyen sorunlu bir devlet. İsrail, barışa yanaşmayan, bölgenin kabadayısı. Ve siz, bu aktörlerden enerji güvenliğine katkı sağlayacak rasyonel kararlar çıkmasını bekliyorsunuz. Bu projelere karar verecek ülkelerin yöneticileri hiç rüşvet almayacaklar. Ve Harvard’da vaka inceler gibi verileri önlerine koyup öyle karar verecekler. Hah!
*
ELBETTE öyle olmayacak. Ve başta Amerika, Batı dünyası meselelere şimdiki oportünizmiyle yaklaşmaya devam ettikçe de, en başta enerji güvenliği, uzun vadede mutlaka kaybedecek. Türkiye’deki demokrasi sorunlarına sadece Dışişleri Bakan Yardımcısı seviyesinde eğildikleri müddetçe... Her şeyin bir kişinin iki dudağı arasına bağlı olduğu öngörülemez bir ülkede kaybedecekler. Ankara’da hukuk üstünlüğünün aşınmasına aldırmadıkları sürece... Bütün bölgeye yolsuzluk ihraç eden Rusya’ya, demokrasinin olmadığı bir kalkınma modeli yaratan Çin’e karşı zemin yitirmeye devam edecekler. Ve yeni bir paradigma geliştirmedikleri her geçen zaman... Demokrasi değerlerinin, basın özgürlüğünün bütün dünyada gerilemeye devam etmesini önleyemeyecekler.
John Bass’i gördüm. Salata barının önünde... Ankara’daki Amerikan elçiliğinin önümüzdeki sonbahardan itibaren halkla ilişkiler müsteşarı olacak diplomatla ayaküstü konuşuyorlardı. Rahatsız etmek istemedim. Beş dakika sıra bekleyip bir sandviç aldıktan sonra kasaya giderken müstakbel Ankara büyükelçisini aynı yerde konuşurken görünce bu kez yanlarına gittim. Ve kendimi tanıttım. “Ankara’daki yeni dönemi konuşuyorsunuz sanırım” dedim. Güldü. “Hayır” dedi, “Kafkasları konuşuyorduk. Biz eskiden de Kafkaslar için beraber çalışmıştık.”
*
ANKARA’ya son 20 yıldır gelen Amerikan büyükelçilerine bakın. Önümüzdeki haftalarda Beyaz Saray’ın duyurusunu yapacağı yeni sefir Bass’in birçok açıdan farklı olduğunu görürsünüz. Evet doğru, tıpkı Marc Grossman gibi (1994-1997) o da Bakan’ın özel kalem müdürlüğü görevinden geçecek. Ama Grossman gibi Bakanlık’taki kariyer merdivenlerini hızla tırmanmış biri değil.
Evet, Robert Person (2000-2003) gibi onun da 2004’ten 2005’e dönemin Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin yanında edindiği bir Beyaz Saray tecrübesi var. Ama Pearson gibi Ankara’ya 57 yaşında değil, 40’larında görece genç gidiyor.
Kabul, Frank Ricciardone (2011- ) gibi o da İtalyanca ve Fransızca biliyor. Ama büyükelçi olmadan önce Türkiye’de iki kez görev yapmış Ricciardone’nin aksine, Bass Ankara’ya ilk kez gidiyor.
Ya da haklısınız, Jim Jeffrey (2008-2010) gibi o da 2008-2009 arası Ankara’ya gelmeden evvel Irak çalışmış. Ama ciddi bir Ortadoğu uzmanlığı olan Jeffrey’nin aksine Bass’in Irak’taki sorumluluğu politik değil, idariydi. Hadi diyelim ki onun da Ankara’ya gelmeden Bakü büyükelçiliğini üstlenmiş Ross Wilson (2005-2008) gibi Gürcistan’da 2009-2012 arası edindiği Kafkaslar’da bir büyükelçilik tecrübesi var. Ama Türkiye’ye uzun bir kariyerin ardından son durak olarak giden Wilson’ın aksine, o daha işin başında.
Ya da öyle olsun, o da tıpkı 1 Mart 2003 tezkeresi sonrası gelen Eric Edelman (2003-2005) gibi 17 Aralık operasyonu sonrası yaşananları düşünürseniz Türkiye’de anti-Amerikancılığın yükseldiği bir dönem görevi devralacak. Ama politik atama Edelman’ın aksine, onunki bir kariyer ataması.
59 dakika sürdüğü tespit edilen Dışişleri’ndeki 13 Mart tarihli Süleyman Şah toplantısının 27 Mart’ta servis edilen 13 dakikasında da tek bir Kürt lafı geçmiyor. Halbuki önünüze bir harita alın. Konuşmalara göre tank sokulması planlanan alana bakın. Sınırdan 35 km güneydeki türbeye ulaşmak için geçeceğin yer belli: Kürtlerin Suriye’de ilan ettikleri üç kantondan biri olan Kobani.
*
HAFTA içi ABD’nin görevden yeni ayrılan Şam Büyükelçisi Robert Ford’un WINEP’deki konuşmasını dinledim. Önemli gördüğüm iki not. Birincisi... Ford, Suriye’deki Kürt unsurlarından bahsederken PYD ya da onun silahlı kolu YPG’yi kullanmıyor. Direkt PKK diyor. İkincisi de, soru üzerine verdiği bir cevaba göre Suriye’nin geleceğinin kantonlara ayrılmak olduğunu düşünüyor.
Yine de PKK değil de Suriye’deki Kürtlerin tercih ettiği terminolojiyle konuşurşak... YPG Genel Komutanı Sipan Hemo’nun cuma günü Firatnews.com’da yayınlanan söyleşisini okudum. Biz Süleyman Şah işine gömülmüş ve Türkiye’nin IŞİD’le gireceği olası bir çatışmayı tartışıyorken... Hemo, YPG’nin 10 Mart’tan beri (yani Dişişleri toplantısından üç gün önce) Kobani’de IŞİD kuvvetlerine karşı Suriye’deki iç savaşın başından bu yana Kürt unsurlara yönelik başlatılan en kapsamlı harekâta karşılık vermeye çalıştıklarını anlatıyor. Ve sıkı durun... Bu çatışmalar sırasında da IŞİD gruplarının Akçakale üzerinden Türkiye’ye girip Kobani’ye (Ayn el-Arap) saldırdıklarını iddia ediyor. Yayın kuruluşları Kurdistan24.org’da buna kanıt olan bir video da var.
*
NEDİR Kobani’nin önemi? Bunu Türkiye’deki üst düzey Kürt siyasetçilerden biriyle konuştum. Kobani’nin Kürtlerin Suriye’de ilan ettiği diğer iki kanton Afrin ve Cizire’ye göre hem taban hem de operasyonel boyutta PKK’yı en fazla temsil eden yer olduğunu söyledi. Ancak daha önemlisi, benimle şubat ayında İmralı’da yapılan Öcalan görüşmeleri sonrası tutulan notlardan da bir bölüm paylaştı. Ve Öcalan’ın, kendisini ziyaret eden BDP mensuplarına “Türkiye’nin Suriye’deki Kürtlere karşı tutumu, çözüm sürecinin bir parçasıdır” dediğini aktardı. Siyasetçi, gerçekte neyi amaçladığı halen net olmayan Süleyman Şah’a olası bir harekâtın da biraz bu açıdan ele alınması gerektiğini söyledi.
*
Ancak Washington üzerine kalem oynattıklarında, bu isimler bazen yaşanan gelişmeleri bambaşka bir perspektiften ele alırlar. Örneğin Davutoğlu Washington’a gelir ve Kerry ile görüşür. Biri “İyi geçti, Türkiye durumu toparladı” der. Öteki ise “Toplantılarda Amerikalılardan ağır laflar işitti” der. Niye? Çünkü analiz etmeye çalıştıkları yönetim yapısı o kadar büyük ve çok parçalıdır ki, hiçbiri kendi bakış açısına uygun bir argüman bulmakta zorlanmaz. Aslında bu argümanların hepsi hakikaten geçerlidir de. Ama mesele...Yönetimin politika oluşturma sürecinde çarpıştırdığı bu argümanlardan hangisine ne zaman dayanacağı sorusudur. Ve bazen öyle anlar vardır ki...Hepsi birden geçerli olabilir. Birbirlerine zıt olasalar bile. Son haftalardaki gelişmelerden somut örneklerle göstermeye çalışacağım.
*
KONGRE’nin Senato kanadında bu hafta Ermeni Soykırım tasarısı ele alındı. Ve Dış İlişkiler Komitesi tasarıyı kabul etti. 18 üyeli komitenin 10 Demokrat Partili üyesi blok olarak “Evet” dedi. İtiraz ise beş Cumhuriyetçi Partili’den geldi. Sebep? 1915 Olaylarının bir soykırım olduğuna inanmadıkları için değil, Türkiye ile stratejik ilişkilere zarar vermek istemediklerinden.
Ama aynı hafta, Kongre’nin Temsilciler Meclisi kanadı, eskiyen Amerikan savaş gemilerinden bazılarının müttefik ve ortaklara verilmesine dair bir yasa tasarısı oyladı. Tayvan, Tayland ve Meksika’ya onay çıktı. Ama Senato’ya gönderilen taslakta Pakistan ve Türkiye’nin üstü çizildi. Suriye’deki radikallerle olan ilişki ve İsrail’la bir türlü tamamlanmayan normalleşme nedeniyle.
Böylece ne oldu? Ermeni tasarısında stratejik ilişkiye açık kapı bıraktılar. Ama fırkateyn işinde de “cezalandırdılar”.
*
SURİYE’de yabancı savaşçılara karşı yeni bir inisiyatif başlattılar. Ve Türkiye’den de buna destek bekliyorlar. O yüzden...Örneğin Amerikan Dışişleri Bakanlığı Suriye-Türkiye sınırında radikallerin eline geçen Ermeni köyü Keseb’te yaşananlardan ötürü iki hafta önce bir kınama yayınladı. Ama o köyün, El Kaide bağlantılı El Nusra cephesinin 21 Mart’ta rejime karşı İslami Cephe ile ortaklaşa başlattığı harekât sonucu ele geçirilmesinin, Türklerin 23 Mart’ta o radikallerle savaşan bir rejim uçağını düşürmesinin doğal sonucu olduğuna hiç değinmedi. Hatta şimdi Türkiye’nin sınıra yaklaşan Suriye rejimine ait her uçan cisim için F-16 kaldırıp El Nusra’ya nefes aldıran bir fiili uçuşa yasak bölge yaratmış olmasına da girmedi.
Her şey, Gezi Olayları, Mısır Darbesi, Suriye krizi, İsrail ile bir türlü başlamayan normalleşme süreci derken…
İkili ilişkilerin buz gibi geçtiği 6 ay 10 günlük bir aradan sonra Obama ve Erdoğan’ın 19 Şubat’ta tekrar telefonda konuşmalarıyla başladı.
17 Aralık Rüşvet Operasyonları sonrası Türkiye’nin yay gibi gergin olduğu sırada Ankara’nın bastırmasıyla olan görüşmede ise daldan dala her şey konuşuldu.
İşte zaten bıçak sırtı bir istişareyle karar verilen ve Türk tarafının ricası sonrası özellikle ABD Dışişleri Müsteşarı Bill Burns’ün bastırmasıyla yapılan konuşmadan sonraki ilk anlaşmazlık da konuşmanın duyurulmasında yaşandı.
*
Beyaz Saray, Washington’da Erdoğan hükümetine yönelik hukukun üstünlüğü ve basın özgürlüğü kaynaklı endişelere rağmen, görüşmeye dair yumuşak bir bilgi notu yayınlamıştı.
Ancak buna rağmen, Obama’nın görüşmede “Türkiye’nin geleceğine yönelik menfaatler için hukukun üstünlüğüne dayanan sağlam politikaların önemine değindiğini” herkese ilan etti.
Peki aynı görüşmeye dair Ankara’da Başbakanlık ofisinin yayınladığı
19 Şubat 2014’te. O gün Fas ve Hollanda, Türkiye’nin ABD ile eşbakanlığını üstlendiği Küresel Terörle Mücadele Forumu’nda sessiz sedasız bir alt komite kurdular: Yabancı Savaşçılar Projesi.
Washington bu konuda uzun süre bir açıklama yapmadı. Ancak 26 Mart’ta, Obama Avrupa’yı gezerken Beyaz Saray yeni inisiyatifi ilk kez duyurdu. Ve böylece Suriye’nin, ükedeki cihatçılar nedeniyle şubat başında Amerika tarafından açıkça ululsal güvenlik tehdidi olarak sayılmasından sonra, yabancı savaşçılar meselesi ilk kez uluslararası düzeyde bir girişime konu oldu.
*
SORUN, zannedildiğinden çok daha büyük. 20 Mart’ta Türkiye’de olanları hatırlayacaksınız. Suriye’den gelen ve yabancı savaşçı tanımına uyan üç kişi, Niğde’de girdikleri çatışmada bir astsubay ve bir polisi şehit ettiler. Yani ABD’den önce bir defa bu Türkiye’nin ulusal güvenlik meselesi. O yüzden Türkiye de yeni kurulan bu yapının en önemli ayaklarından biri. Nasıl?
Meseleyi konuştuğum, Amerikan Dışişleri Bakanlığı Terörle Mücadele masasından Rhonda Shore, Türkiye ile bu konuda çok yakın bir koordinasyon yürüteceklerini söyledi. Suriye sınırında bu konuda herhangi bir merkez kurulacak mı ya da hangi somut adımlar atılacak, henüz belli değil. Ancak Ankara, mücadelenin göbeğinde.
*
PEKİ niye Hollanda ve Fas? Yabancı savaşçı akışının Avrupa ve Kuzey Afrika ayağını kontrol etmek için. Shore, geçen hafta 2-3 Nisan’da Fas’ın başkenti Rabat’ta yapılan Küresel Terörle Mücadele Forumu toplantısında da konunun kapsamlı biçimde ele alındığını anlattı. Ve söylediği şu oldu: “Suriye’de hem içeriden dışarıya hem de dışarıdan içeriye olan yabancı savaşçı akışından endişeliyiz. Anahtar rolü taşıyan ortak hükümetlerle amaca odaklı çabalara angaje olduk.”
Fakat en başta şaşırdığım... Suriye’nin konuşulduğu güvenlik zirvesinin sızmasına verilen tepkinin tek taraflılığı.
Ülkede ciddi hukuk sorunları yaşanıyorken... Sızdırmalar Türkiye’de yürütmenin önündeki tek mekanizma haline gelmişken...
Ve son sızdırma sayesinde de belki ciddi bir savaş riski bertaraf edilmişken... Çoğunluk bu kazanımın önemi yokmuş gibi sızdırmanın ortaya koyduğu ulusal güvenlik açığından bahsediyor.
O da var elbette...
Fakat Snowden Olayı’nda gördünüz. Tek bir kişi, sızdırdığı belgelerle Amerika’yı dönüştürdü.
Yönetim, artık Amerikalıların telefon dökümlerini arşivleyemeyecek.
Ve evet, Cumhuriyetçiler arasında da Snowden’ın bir vatan haini olduğunu iddia edenler var.
Sahibi belli olmayan medya grupları... Kime verildiği belli olmayan petrol ve gaz ticareti imtiyazları... Tek kişinin kararına bırakılmış arazi satışları...
Şimdi bunlara bir örnek daha ekleyeceğim. Ve size son yıllarda Türkiye’nin nasıl İran’ının offshore bölgesi haline geldiğini göstermeye çalışacağım.
Paravan şirketler, hissedar haline gelen sekreterler ve örtülü ticari faaliyetler üzerinden...
*
İLK örnek, Aralıktan beri İran’da hapis tutulan Babek Zencani. 90’larda İran Devrim Muhafızları’na giren, İran Merkez Bankası Başkanı’nın şoförü olan, sonra özel sektörde görevlendirilen Zencani, Ahmedinejad’ın 2005’te cumhurbaşkanı olmasından sonra Türkiye’deki ilk şirketini 2007’de kuruyor: Kont Kozmetik.
Şirket, nükleer programı yüzünden İran’a yönelik uluslararası yaptırımların zirve yaptığı 2011’de Tacikistan’da bir banka kuruyor. Ve değerli madenden petrol ticaretine, swift işlemlerine yaptırımları aşmada kilit rol üstleniyor.
Zencani, 22 Ağustos 2012’de Kont Kozmetik’e ait Kont Alüminyum diye başka bir şirket kuruyor. Şirket müdürlüğüne de yanında çalışan Semra Esma Nayman’ı atıyor. Ancak 2012 sonunda yaptırımları aşındırmaktan AB tarafından karalisteye alınıyor. Bunun üzerine hemen üstündekileri boşaltmaya başlıyor.