CIA, 1999’da Abdullah Öcalan’ı Türkiye’ye teslim ettiğinde Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın politika planlama masasında istihbaratla ilgileniyordu. Kürt meselesi ise en önemli uzmanlık alanı. Şimdi Lehigh Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler dersleri veriyor. Obama Yönetimi’nde Türkiye çalışan bazı kilit isimlerle de halen çok yakın. IŞİD’in haziranda Musul’u almasının ardından bölge karışınca ve bağımsız Kürdistan sesleri hiç olmadığı kadar çok çıkmaya başlayınca Barkey ile konuşmak istedim.
Bağımsız Kürdistan kuruluyor mu?
- Bağımsız bir Kürdistan gelecek ama kısa ve orta dönemde bunun ortaya çıkması büyük hata olur.
Neden?
- Bunun hem Irak hem de kurulacak bir Kürdistan açısından iki temel sakıncası var. Birincisi, Irak açısından bakarsak, belki uzun dönemde bu imkânsız ama şu anda Irak’ın bir bütün olarak kalması şart. Çok paradoksal biçimde Irak’ı beraber tutan unsur ise Kürtler. Herkesle iyi geçinmesini bilen Cumhurbaşkanı Talabani’nin de becerisiyle Şiiler ve Sünnilerin birbirlerinden fazla uzaklaşmalarını Kürtler önlüyordu. Ve sırf bu denge, Kürtlerin Irak içinde kalmalarını mecbur kılıyor.
Irak’ın şu anda dağılmasının ne sakıncası var?
- Çünkü eğer bu, IŞİD’in Musul’da başlattığı sürecin etkisiyle olursa onlarca yıl sürecek bir mezhep savaşı başlar. Çatışmalar da Kürtler dahil herkesi girdabın içine çeker. Kimse durduramaz.
Mezhep savaşı Suriye’de zaten başlamadı mı?
Biri Netanyahu’ysa diğeri de Erdoğan. “İsrail soykırım yapıyor” dedikçe kınıyorlar Erdoğan’ı. Tel Aviv Yönetimi’ne Nazi benzetmesi yaptıkça, “provokatif” diye suçluyorlar. Ama Hamas ve İsrail ateşkes yapacaksa anahtarın Türkiye’de olduğunu da kabul ediyorlar. Peki nedir sorun? Madem filmin esas oğlanları Amerikalıların bölgedeki en yakın müttefikleri... O zaman niye ateşkes olmuyor? Çünkü iki taraf da kazandığını düşünüyor da ondan. İki taraf da normalleşmeyi Washington’ın zoruyla yürütürken, aslında birbirlerine hiçbir zaman güvenmediler de ondan. Birbirlerini devirmek için çekişiyorlar. Ve olan çocuklara oluyor.
Bunu cuma günü İsrailli üst düzey bir yetkiliye sorunca itiraz etti hemen. “Hamas niye ateşkesi kabul etmiyor” dedim. “Hayır” dedi, “Hamas kazandığını zannediyor ama aslında askeri açıdan amaçlarına ulaşamıyorlar.”
Tamam da ya işin psikolojik savaş boyutu? Hamas, Mısır’da Mursi varken, sınırdan geçirerek edindiği mühimmatı büyük oranda yitirdi, kabul. Ve şimdi Sisi varken bir daha asla o seviyeye ulaşamayacaklar. Ama ya İsrail’in öldürdüğü masumların dünyada yarattığı etki? Zihinlere kazınan o korkunç fotoğraflar?
*
İsrail'in Gazze saldırısından sonra 2011'de başlayan tartışma yeniden gündeme gelince aktarmak istedim.
Eylül'den sonra çıkacak, Başkan Obama ve Başbakan Erdoğan'ın ilk telefon konuşmalarını yaptıkları 16 Şubat 2009'dan Türkiye'deki Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turu 10 Ağustos 2014'e kadar olan 2000 günü kapsayacak kitabımda bununla ilgili bir bölüm var.
Malatya Kürecik'e konulan radardan alınan bilgiler ABD tarafından elbette İsrail'in güvenliğini de sağlamak için kullanılıyor.
Tartışmaya katkı sağlayabileceği düşüncesiyle işte o bölüm.
ALINTI//////////
Sonuçta o yaz Washington’daki en büyük dış politika konularından biriydi Türkiye.
Durum sakin. Geçen sene Dışişleri Bakanı olmadan dört yıl Senato Dış İlişkiler Komitesi’ni yöneten John Kerry’nin bütün ağırlığını koyduğu öyle belli ki... Ermeni meselesinin en büyük takipçileri, komite başkanı Senatör Robert Menendez ve Barbara Boxer hiç gelmemişler bile. İçeride sadece beş senatör var. Demokratlar’dan, oturum başkanı Chris Murphy ve iki kişi. Cumhuriyetçiler’den de John McCain ve biri daha. Kerry’nin Ankara’ya büyükelçi göndermek istediği sağ kolu John Bass’i sıkıştıracak kimse yok gibi.
*
SORU-cevaplara geçildi. Murphy başladı. Türkiye’deki Amerikan karşıtı komplo teorilerini sordu. Sonra Ron Johnson konuştu. Bağımsız Kürdistan’ı sordu. Jeanne Shaheen, Kıbrıs’la girdi. Tim Kaine, “Suriye” dedi. Ve son senatör McCain’e gelindiğinde, hiçbir Ermeni meselesi sorusu olmadan, Bass’i görevi sırasında zorlayacak Türk Hükümeti’ne yönelik ciddi hiçbir eleştirisi olmadan hikâyenin büyük bölümü atlatıldı. İçerisi de Ermeni lobisinin temsilcileriyle dolu bu arada.
*
TAM bitti derken başladı McCain. Ve Bass’in sonunda “Bu (otoriterlik) doğrultuda bir kaymadır, evet” dediği 3 dakika 25 saniye tutan diyalog da o sırada yaşandı. Tam çaprazımda Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın Kongre irtibat sorumlusu oturuyor. Bakanlığın Kongre onayı gerektiren işlerini takip eden görevli. Bu diyalog olunca kafasını sallayıp söylenmeye başladı. Sonra aynı anda yerimizden kalkıp ikimiz de dışarı çıktık. Ben gazeteyi aradım, “Önemli bir olay oldu. Şehir baskısına yetiştireceğim” dedim. O da biraz uzağımda Blackberry’sinden birileriyle mesajlaşmaya başladı. Krizi haber veriyordu.
*
NEYDİ bu Bass olayı peki? Ahmet Davutoğlu’nun sonra bir televizyon mülakatında iddia ettiği gibi “ABD’nin AK Parti’ye karşı bir kampanyası” mı? Elbette değil... Ama Yönetim’in Türkiye’de yaşanan hukukun üstünlüğü ve basın özgürlüğü gibi sorunların ikili ilişkilere etkisini en aza indirip uzun süredir “transactional” denilen al-vere dayalı bir politika yürütmesine... Türkiye’de yaşanan demokrasi sorunlarına göstermelik yapılan çıkışlar dışında aslında önem vermiyor oluşuna Washington’da uzun süredir gösterilen tepkinin bir dışa yansımasıydı bu.
*
Şimdi Kanada’daki Simon Fraser Üniversitesi’nde tarih profesörü. Uzun süredir Washington’daki Yönetimlerle herhangi bir bağı yok. Ancak düşünceleri halen takip ediliyor. Ve özellikle Irak’ı, radikal İslami hareketleri çok iyi biliyor. Musul’da yaşananlardan sonra o yüzden Fuller’la konuşmak istedim. Üstelik iki ay önce çıkan “Arap Baharı ve Türkiye” kitabında özellikle halifelikle iligili bir bölüm olunca…. IŞİD’in ilan ettiği halifeliği sordum.
Irak’ta son bir aydır yaşananları nasıl görüyorsunuz?
- Bence Irak’ı son 10 yıllık bir bağlamda değerlendirmek önemli. ABD, işgal ve askeri güçle Saddam’ı devirdi. O zamandan beri de bir güç mücadelesi var. Şimdi gördüklerimiz de, Şii Hükümetin, ülkedeki Sünni menfaatlere yeterince dikkat etmediğini düşünen Sünnilerin öfkesi.
IŞİD bu denklemin neresinde?
- IŞİD, bu Sünni memnuniyetsizliğinin avantajından yararlanıyor. Sünnilerin bu hareketi baskın biçimde desteklediklerini düşünmüyorum. Ama aynı zamanda şimdiki hükümete de çok bağlılıkları yok
Irak’ın bütünlüğü bu olaydan sonra korunabilir mi?
- İnsanlar çok büyük hatalar yapmaya devam etmedikleri müddetçe bence mümkün. Irak epey uzun süredir bir ülke olarak bir arada kalmaya devam ediyor. Osmanlı dönemlerinde bile. Sünni ve Şiiler, uzun süre hep beraber yaşadılar. Ama siyasi ve sosyal düzeni yok ettiğin an, yeni kontrol için gruplar arasında kavgalar olur. Bahreyn’de, Suriye’de de olan aynısı.
Hatta bunun olmadığı Türkiye gibi ülkelere de “Aman ha! Muhakkak sağlayın yoksa kalkınamazsınız” diye akıl veren Amerika’da bir akademisyenin sorduğu provokatif bir sorunun bedeli nedir? Mesela o soru yüzünden işini kaybedebilir mi? Nedir özgürlüğün sınırı?
*
MAYIS sonu oğlunun mezuniyet töreni için gittiği Harvard Üniversitesi’nde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yaptığı konuşmada olanları hatırlıyorsunuz. Harvard Tıp Okulu’nda mikrobiyoloji ve immünobiyoloji çalışan Emrah Altındiş, tam da Gezi Olayları’nın yıldönümüne denk gelen panelde ağır bir soru sormuştu Gül’e. Ve “Türkiye’de insanlar ölürken geceleri nasıl uyuyorsunuz?” demişti.
Sonra yaşananların Türkiye ayağında şaşırtıcı bir durum yok. Tehditler aldı Altındiş. Hatta bu tehditlerin birçoğu, dönüp iş bulmaya çalıştığı Türkiye’deki akademi çevrelerinden geldi. Eğitim-Sen, Türk Tabipleri Birliği ve DİSK ise üst üste Altındiş’e destek mesajları yayınladılar. Ancak Türkiye’deki özgürlük bilinci ayrışmasını da yansıtan bu kamplaşmanın ötesinde, daha önce bu kadar açık biçimde tanık olmadığımız, bambaşka bir durum daha oluştu... Ve akademik özgürlük tartışmasına dair, Altındiş Olayı’nın Türkiye sınırlarını aşan utanç verici bir boyutu daha ortaya çıktı.
*
Medya ve akademinin Türkiye’nin nükleer enerji projesine ne denli sorgulayıcı yaklaşması gerektiği açık. Herkes tetikte olmalı. Ben de İstanbul’da katıldığım, Amerikan Bilim ve Sanat Akademisi’nin düzenlediği “Ortadoğu’da Kitle İmha Silahları ve Nükleer Enerji” çalıştayına bu gözle yaklaştım. Ve düşünce kuruluşları Stanley Foundation ile CNS’in de dahil olduğu toplantılarda Türkiye açılı notlar topladım. Yürüttüğü nükleer enerji çalışmaları için bugün Türkiye’nin cevaplaması gereken çok kritik sorular var.
1- Suudi Arabistan, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Mısır, Türkiye... Ortadoğu’da bu ülkelerin hepsi nükleer enerji peşinde koşuyor. Ama hiçbirinde bunun için yeterli uzman yok. Harvard’da nükleer silahsızlanma çalışan Ariane Tabatabai, örneğin BAE’de sadece tek bir kişi olduğunu söyledi. Suudi Arabistan’da da yine sadece tek bir uzman var. Türkiye teknik açıdan nispeten daha iyi. Konferansa katılan değerli hocalardan Necmi Dayday gibi Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nda (UAEK) üst düzey görevler almış akademisyenler var. Ama örneğin işin güvenlik ve silah kontrolü boyutuna eğilen üst düzey tek öğretim üyesi Prof. Dr. Mustafa Kibaroğlu. Türkiye’de akademi kendini bu işe hazırlıyor mu? Türk Hükümeti, Dışişleri’nden Genelkurmay’a kadrolarını kuruyor mu?
2- Uzman olsa bile Türkiye’nin diğer sorunu, kurulacak nükleer santrallerin denetimi için gerekli yasal altyapısı yok. Örneğin regülasyondan sorumlu olacak Türkiye Atom Enerjisi Kurumu aynı zamanda uygulayıcı. Ayrıca TAEK’in Rus şirket Rosatom’un sahip olacağı Akkuyu Santrali’nde alacağı kritik kararlarda hangi ölçüde etkili olacağı net değil. Örneğin diyelim bir kaza oldu. Rus şirket kendi mülkünü düşünerek mi yoksa halk sağlını dikkate alarak mı karar verecek? Ve TAEK bu karar sürecinin neresinde olacak? Fukushima’da da yaşandı. Şirketin karşı çıkmasına rağmen sahadaki mühendis kazadan sonra tesisi deniz suyuyla soğutup facianın etkisini azalttı ama tuzlu su yüzünden tesisteki donanım da kullanılamaz duruma geldi. Türkiye’deki regülasyon bu senaryolara hazırlıklı mı?
3- Akkuyu için Ruslarla 2010’da yapılan anlaşmanın bir sürü açık noktası var. Türk toprağında bir Rus malı olacak santral. Ama Kibaroğlu ve Dayday’la konuştuğumda, Akkuyu’da UAEK’nın “safeguard” denilen güvence denetimleri için başvuruyu kimin yapacağının dahi net olmadığını anladım. Ruslar inşaata başlayacak. Peki UAEK denetim için ne zaman devreye girecek? Ruslar ne zaman isterse o zaman mı? Amerikalı bir üst düzey nükleer enerji uzmanı, “Nükleer tesislerin üst düzey güvenlik ağı da dikkate alındığında Akkuyu ile birlikte artık Türkiye’de bir Rus üssü olduğunu varsaymak mümkün” dedi. Türk Hükümeti işin güvenlik boyutunda gerekli çalışamalarını yaptı mı?
4- Nükleer enerjinin nükleer silaha dönüşmesindeki en kritik halka yakıt kısmı. Ancak Çiğdem Bilezikçi Pekar’ın Türkiye’nin en iyi çalışan düşünce kuruluşlarından EDAM’dan geçen ay çıkan raporuna göre Ankara’nın nükleer güç santrallerindeki kullanılmış yakıtla ilgili nasıl bir rejim uygulayacağı halen belirsiz. Türkiye, yeniden işleme uygulamasından sonra yüksek derecede radyoaktif kullanılmış yakıtı eninde sonunda kendi topraklarında depolamak zorunda kalacak. İşin çevre boyutu dışında bir de nükleer silahsızlanma kısmı var. Nasıl olacak? Niye kimse bilgi vermiyor?
5- Stanford Üniversitesi’nden Scott Sagan nükleer silah edinme ve demokrasi arasında harikulade bir sunum yaptı. Bir grafik. Ülkelerin Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi (NPT) anlaşmasını imzaladıktan sonra nükleer silah programlarının nasıl şekillendiğini gösteriyor. Ve İsviçre, İsveç, Avustralya gibi demokratik ülkeler NPT’yi imzalar imzalamaz hiç hile yapmadan programlarını sonlandırırken, İran, Kuzey Kore, Suriye gibi demokratik olmayan ülkeler devam ediyor. Biliyorum, bu çok daha geniş bir tartışma. Ama Türkiye nükleer enerjiye doğru ilerlerken, bu süreci denetleyecek kurumların oluşması açısından demokratikleşmesini de aynı oranda sürdürebiliyor mu? En önemli aktörler özgür basın ve sivil toplumun bu süreçteki eksikliği nasıl giderilecek?
* * *
SOMA’dan sonra... Otoriterleşme eğiliminden sonra... Nükleerde de güvenmiyorum. Ve bundan sonra da konuyla ilgili öğrendiklerimi yeri geldikçe aktarmaya çalışacağım.