O sabah denize çıkmayı hiç istememiştim. Nedenini bilmiyorum. Yola çıktığımda marinaya gideceğimi de bilmiyordum doğrusu; pastaneden bir şeyler almaktı niyetim. Gazetelerle birlikte uzun bir pazar kahvaltısı. Sonra, hayatımı yeniden fişe takıp canlandırma niyeti. Ama belki. Bakalım...
Otomatik pilota bağlanmış gibi önce deniz kenarına sonra teknenin önüne geldim. Şehrin ancak pazar ve bayram sabahlarına özgü sakinliğinde gaz-fren, kırmızı ışık-yeşil ışık. Sakin, sessiz, sinirlenmeden... Kendinin ve etrafının farkında olmama hali; tanıdık bir hal, arada bana olur.
Güzel bir sonbahar günü. Hafif bir poyraz. Çivi gibi hava.
Benden önce gelen ve ne yaptıklarını benden daha iyi bilen birkaç kişi tekne havuzluklarında oturmuş kahvaltı ediyor. Arada, rüzgárın ürperttiği tahta-liman denizin üzerinde kaydırılan yassı dere çakılları gibi sekip sekip sekip gelen insan sesleri; ‘Şeker ister misin, koyu mu açık mı, poğaça sıcak soğumadan ye...’ Küçük ve dikkatli kahkahalar.
Karşı teknedeki adam yine kaykılmış, yine kitap okuyor. Merhaba desem mi? O neden demiyor? Kaç defadır demiyor. Hep yalnız. Denize de çıkmıyor. Kimin nesi? Neden merhaba demiyor? Bakmıyor bile. Yalnız bir adam. Ben de yalnızım...
Tekneye adım atıyorum. Tanıdık bir hareket; baş sallar gibi, varlığımın farkına varır ya da varlığımı onaylar gibi. Hareket denizi de canlandırıyor. Duyulur duyulmaz bir şıpırtı ama çok sürmüyor.
Halki’den söz etmiyorum. Bugüne dek hiç adım atmadığım bir tekne bu. Denizci bir tekne. Yabancı bir tekne.
*
Palamar istemeden ayrılıyorum. Hafif yol ileri. Koltuk halatlarını her zamanki panikten eser olmaksızın geriye savuruyorum. Tonozu çözüyorum, yine paniksiz ve tekne yavaşça ilerlemeyi sürdürüyor. Kendi kendine gidiyormuş gibi düz bir rotada sessizce. Sağa, sola çarpmayacağımdan emin gibiyim; neden emin gibiyim, bilmiyorum. Çarpmıyorum da.
Marinanın çıkışı her zamanki gibi. Keskin bir iskele ve Çakar karşımda; arkasında Adalar. Marmara’nın üzerine hep tül bir perde gibi inen pus ortalıkta yok daha. El değmemiş çok net bir manzara; sanki ilk defa ben görüyorum. Ortalıkta başka tekne de yok. Garip.
Makineye yol veriyorum. Makine homurdanarak titriyor, yaşlı olmalı ama tekne hızlanıyor.
Sancak tarafımda Moda; ötesinde Kadıköy, karşıda eski İstanbul. Ayasofya ve Sultanahmet Camii’nin kubbeleri. Onların sağında, Süleymaniye ki, ona, Fener sırtlarından, Yavuz Selim Camii’nin avlusundaki ahşap imam evinin ve kış rüzgárlarında çatırdayan ulu selvilerin kara gölgesinde ve gün doğumunda bakmak inanılmazdır.
Denizi incitmeden yarıp giden teknede dümen tutmak çok kolay. Rotasında dümdüz gidiyor. Peki rotayı kim çiziyor?
*
Denizin ürperdiği yere gidiyorum. Rüzgár orada beni bekliyor. Makineyi durdurup yelken basacağım. Günün güzelliğini, bekleyen rüzgárı kaçırmak olmaz.
Ürperen deniz, ben yaklaştıkça uzaklaşıyor. Yakalayamıyorum bir türlü, serap gibi, var da yok, ya da, yok da var. Dedim mi bilmem: Her şey garip bugün.
Giderek uzaklaşırken, şehrin hayatıma çizilmiş silueti silikleşip geride kalıyor. Makinenin hızlı, gürültülü ve ritmik sesi her şeyi boğuyor, öylesine baskın. Boşa alıp, eğilip makineyi kapatıyorum. İsteksiz de olsa makine susuyor, uskur duruyor. Tekne yavaşlayarak ilerlemeyi sürdürüyor. Karinanın suya değerken çıkarttığı ses ve kalbimin atışları, mutlak sessizlik. Ürperen deniz üstüme geliyor. Rüzgár beni arıyor.
Sanki tekneyi yıllardır tanıyormuşum gibi direk dibine gidip, ana yelkeni basıyorum rahatça. Sonra da genovayı. Yüzüme vuran rüzgár yelkenleri de dolduruyor ve tekne kanatlanıyor.
Şehir arkamda kalıyor. İlerde ufuk çizgisi bomboş.
*
Yolculukların en iyisi, bilmediğiniz zamanlarda, tanımadığınız limanlara yabancı teknelerle yaptıklarınızdır. Ben arada deniyorum, güzel oluyor.
Gülümseten yelkenciler dehşetin seyir defteri
Mike Peyton İngiltere’nin en önemli karikatürcülerinden biri. Özellikle tekne ve yatçılarla ilgili karikatürler çizen ve bunlar yıllardır başta Yachting Monthly olmak üzere yelken dergilerinde yayınlanan Peyton’un 50 yıllık yelkencilik yaşamını anlattığı kitabı Kaliteli Zaman, 80 karikatürü ile birlikte yayınladı.
İlk teknesini uzun yıllar önce 200 sterline alan Peyton, danışmadan yaptığı bu alışveriş nedeniyle eşinin büyük tepkisini çekmiş. Ama eşini asıl kızdıran teknenin alınmasından çok, sekiz metrelik küçük yelkenlisi ile çok meşgul olan Peyton’un, yaptığı vırvırın farkına bile varmaması olmuş.
Peyton, yeni yayınlanan kitabında, sahibi olduğu tekneleri ve denizcilik yıllarını anlatırken, çoğumuzun bilmediği bir döneme ışık tutuyor; GPS’in olmadığı, cihazların şimdiki kadar güvenilir olmadığı ve güvensizliğin hákim olduğu dönemi anlatıyor. Kitapta, adının da ele verdiği gibi, kaliteli zaman kavramının yelkenciler açısından hayli tartışmalı olduğunu anımsatıyor. Karikatürleri de bu tartışmayı yansıtıyor.
Ataköy Marina Yat Kulübü tarafından yayınlanan kitabın adı Dehşetin Seyir Defteri. Hamburg doğumlu Alman yazar Klaus Hympendahl’in bu kitabı, tanıtım notuna göre, ‘Titizlikle toplanmış verilerle, gerçek bir öyküye dayanan, ustaca kurgulanmış, gerilim dolu bir roman.’
Áli San’ın daha önceki çevirilerinin kalitesinin bu kitapta da hemen göze çarptığını söylemeliyim. En sıkı cinayetlerin okyanuslarda işlendiğini düşünen biri olarak bu romanı okumaya büyük bir merakla hemen başladım ama baskıya girdiğimiz saatlerde henüz kitabı bitirememiştim.
Apollonia yatında yaşanacakları merakla bekliyorum. Size de anlatacağım.