Tekin Aral

Sen çok yaşa Yeşilçam!

17 Ekim 1997
Bu ara bizim kısmet Antalya'dan açıldı... Bildiğiniz gibi bir süre önce ''Golf Sporu''na hizmet olsun diye bir iki gün Antalya'da kalıp golf oynamış, yazdığım yazıyla da sizleri bu güzide sporumuz konusunda epey aydınlatmıştım...Geçtiğimiz hafta sonunu ise, ''Altın Portakal Film Festivali'' nedeniyle Antalya'da geçirdim... Hem ödül törenini izledim, hem de yıllardır bir araya gelemediğim meslektaşlarımla bol bol hasret giderdim...Bu arada meslektaşlarım derken, yukarıdaki resimde görülen Türk Sineması'nın unutulmaz yıldızlarını kastettiğimi anlamış, bir zamanlar benim de sinemanın ünlü jönlerinden biri olduğumu hatırlamışsınızdır herhalde!..Hani metazori sokulduğum bir artist yarışmasını kazanmıştım da, bana ''Kanun Der ki!'' adlı bir filmde kanunun açıklarından yararlanarak başrol vermişlerdi...Sonra da filmin bir kavga sahnesinde, dövmem gereken dokuz kişi rejisöre gidip, ''Orhan Günşiray, Ayhan Işık falan olsa neyse ama, bizim bir namımız var; bu bacak kadar çocuktan dayak yemeyiz!..'' deyip sukoyvermişlerdi de, film yarıda kalma tehlikesi geçirmişti...Hatırlayacaksınız canım; hani bir at sahnesi vardı... Filmin jeneriği için çekilecek bu sahnede atı koşturup şaha kaldıracaktım, daha sonra bu görüntü üstünde perdede adım yazacaktı da, ben rejisöre, ''Rejisör bey, at tek başına şaha kalksa da, perdede yalnızca atın adı yazsa olmaz mı?..'' demiştim...İşte film o film... Yukarıdaki fotoğraftaki sevgili arkadaşlarım da benim bu ''az ama öz'' sinema yaşamım nedeniyle meslektaşım oluyorlar...* * *Örneğin resimde gördüğünüz Tanju Gürsu da Tamer Yiğit de benim gibi ''kapak yıldızı''dırlar...Tanju o zamanların ünlü ''Artist'' dergisinin, Tamer ise gene ünlü ''Ses'' dergisinin artist yarışmalarını kazanmışlardı... Ama ben ''Kapak Yıldızı'' olarak ikisinden de daha kıdemliyimdir... Örneğin, bugün koskoca ''Altın Portakal'' sahibi Tanju Gürsu bana hala ''Hocam!'' der...Kapak Yıldızı olduktan sonra Tanju da Tamer de Türk Sineması'nın gerçekten birer yıldızı oldular... Ama bu Kapak Yıldızlığı şahsen bana hiç yaramadı... Şöyle ağız tadıyla bir ''N'ayır, n'olamaz'' bile diyemeden sinema yaşamım sona erdi... Kapak yıldızlığının bana bir şey getirmemesinin bir nedeni de benim hayatta kapaktan yana şansım olmamasından kaynaklanmaktadır...Yaşamımda onca kapak kazımışımdır, beleş bir kola bile kazanamamışımdır...Yusuf Sezgin'le 25 yıl kadar önce Fenerbahçe'deki ''Altın Raket'' kulübünde kavga ederek tanıştık...Sonra nasıl oldu bilmiyorum... Yusuf'la kavga ederken birden ikimiz bir olduk, bizi ayıranları dövmeye başladık...Sevgili Yusuf, Antalya'da bunu bana anlattığında da çok güldük...Fotoğrafta sağ yanımda gördüğünüz dünyanın en yakışıklı adamı Göksel Arsoy inanın şu an bu unvanı hala hak edecek durumda... Ama şu ara çok moda olan ve insanı yüze yaptığı iğnelerle adeta ütülenmiş bir duruma getiren o ünlü Fransız Doktor Drey ile bir teşriki mesai durumu var mı bilmiyorum... Sevgili Göksel affetsin ama, insan ne de olsa şüpheleniyor birader...Kuzey Vargın benim gencecik günlerimdeki çılgın arkadaşımdı... Adı Kuzey'di ama, kuzeyden mi, güneyden mi nereden eseceği belli olmazdı... Gene de yakışıklı ama, o günler cilet gibiydi...Kuzey'le birlikte dolaşırken her an bir olay çıkma ihtimaline karşı peşimizde sürekli polisler de olduğundan, sanki hep tutukluymuşuz gibi bir manzara arzederdik...Ekrem Bora'yı başrollerinin yanı sıra, filmlerdeki kötü kalpli ikinci jön rollerinden tanırsınız... Ekrem Bora kadar yüreği iyi birinin, o kötü kalpli kişi rollerini onca başarıyla oynaması ise onun ne denli iyi bir oyuncu olduğunun göstergesidir...Selda Alkor, Türk Sineması'nın çok önemli bir oyuncusuydu... O ünlü ''Kartallar Yüksek Uçar'' adlı televizyon dizisindeki çiftlik çabuk sahibi ''Hanımağa'' rolüyle, dizideki kartal kadar yükseklere çıktı...Daha sonra memlekette çiftlikler birtakım başka ''Hanımağa''ların eline geçti... Gerçek ''hanım''lık da ''ağa''lık da bitti...Sinemanın ünlü vampı Suzan Avcı'nın avı olmak için hepimiz neler vermezdik o yıllar...Ve koca çınar Fikret Hakan... Fikret, sinemaya, tiyatroya gerçekten yaşamını verdi... Çok başarılı roller oynadı... Ödüller aldı... Öyküler, şiirler yazdı... Hep sanatın içinde oldu... Koskoca Fikret Hakan oldu ama, neylersin ki bir B. Hakan olamadı... Bu da kader işte!..İşte yukarıda birlikte resmimizi gördüğünüz sevgili dostlar...Ha bu arada şunu da söyleyeyim... Türk Sineması'nın bu emektar yıldızlarını bugüne dek benden başka hiç kimse, hiçbir yapımcı bir araya getiremedi... Zaten getirse köşeyi dönerdi.Bu sevgili dostlarım, eski meslektaşları olmam nedeniyle sırf benim hatırım için böyle aynı film karesine girdiler...Kendi aralarında birbirlerine gırgırına ''Dinozor'' diyorlar... Daha doğrusu, yeni kuşak onlara öyle diyormuş...Ama Ayhan Işık'lar, Belgin Doruk'lar, Filiz Akın'lar, Cüneyt Arkın'lar, Erol Taş'lar ve yüzlercesi, onların sinemaya katkıları, Türk Sineması'nı yıllarca ayakta tutmaları, seyirciyle sinema arasındaki ilişkiyi kurmaları yadsınabilir mi?.. Onlarsız Türk Sineması olabilir miydi?..Bence, ''N'olamazzdı!..''FESTİVALAntalya'nın nemi bana müthiş dokunuyor... Bu nem ve rutubet nedeniyle tabii toprak da inanılmaz verimli... Bu verimlilik nedeniyle insanın bile suratında bazen patates yumruları çıkıyor, saçlarının arasında resmen taze soğan yeşeriyor...Antalya'da film izleyebilme durumları ve ödül gecesi dışında her şey gerçekten mükemmeldi...Ben Altın Portakal'ı kazanan ''Hamam'' filmini görebilmek için defalarca bayağı mücadele ettim... Fakat organizasyon bozukluğu nedeniyle bir türlü sinemalara girip ''Hamam''ı göremedim... Sonunda boşverip otelin hamamına gittem...Bu arada Türk futbolunu kurtaracağı söylenen ''Havuz Sistemi''nin, Antalya'da Türk Sineması adına uygulanmasına da şahit oldum... Zira festivale davetli neredeyse tüm oyuncular, panel manel her şeyi boşlayıp sabahtan akşama dek günlerini oteldeki havuza girerek geçirdiler...Antalya'da genç, pırıl pırıl sinemacılar, oyuncular tanıdım... İzlediğim filmler sonrası, sinemamız adına gerçekten umutlandım... Ödüllerin çoğunu da zaten bu genç sinemacılar aldılar...Yarışma ödüllerinin dağıtıldığı ''Ödül Gecesi'' ise festivalin de festivaliydi...Ödül alan kişilerin çoğu orada bulunmadığından, ödüller güya onları temsil eden bambaşka kişilere verildi... Kısa sinema geçmişime karşın biraz uyanık olsam, o gece oradan bir ödül de ben kapabilirdim...Bu arada sağolsun töreni sunan Tarık Tarcan öyle gaflar yaptı ki, ödül alan sanatçılar, Altın Portakal yerine ''Oscar'' ödülü sahibi bile olabilirlerdi!..Ödül gecesi sonrası otelde, biraz da Tanju Gürsu'nun en iyi erkek oyuncu ödülünü alması nedeniyle, Cüneyt Arkın'la, Taksi programlarından tanıdığımız genç oyuncu Güven Kıraç arasında ufak bir kavga çıktı...Cüneyt Arkın, daha sonra bu kavganın aralarındaki kuşak farkı nedeniyle çıktığını açıkladı...Zira, Cüneyt en yüksek derece tekvando karakuşak sahibiydi... Güven'de ise henüz kuşak muşak yoktu!..Tanju Gürsu'nun en iyi erkek oyuncu seçilmesine, özellikle de genç sinemacı arkadaşlar itirazda bulundular... Gerekçe olarak da filmde Tanju'yu başkasının konuştuğunu gösterdiler...Yahu sevgili arkadaşlar... Biraz insaf edin!..Bu memlekette kendi sesi, kendi ağzıyla konuşan, kaç tane adam kaldı ki?.. Asıl ödülleri toplayan, malı götüren hep bu iktidarların, şunun, bunun ağzı ve sesiyle konuşanlar değil mi?..Siz Tanju'yu bırakın, asıl onlara bakın!..
Yazının Devamını Oku

Biraz Beyoğlu biraz Tiyatro

9 Ekim 1997
Geçen gece ‘‘Beyoğlu'nu Güzelleştirme Derneği’’nin Çiçek Pasajı'nda düzenlediği geceye gittim...Beyoğlu’nu Güzelleştirme Derneği, halen başkan olan Vitali Hakko öncülüğünde kurulmuş bir dernek...Bay Vitali bildiğiniz gibi Vakko'nun sahibi... Vakko, temiz, bakımlı görünümüyle, Beyoğlu'nun o köhnemiş, eprimiş halini sanki perdelemek, örtmek ister gibi o eski yerinde aynı heybetiyle duruyor...‘‘Beyoğlu'nu Güzelleştirme Derneği’’nin amacı, Beyoğlu'nu ‘‘Lahmacun Cumhuriyeti’’ görünümünden kurtarıp, olabildiğince çekidüzen vermek, dahası bir kültür beldesi haline dönüştürmek...Derneğin üyeleri arasında birçok işadamı, sosyetemizin ünlü hanımları var... Ben düzenlenen geceye, epeydir gitmediğim Beyoğlu'nda biraz turlamak için erken gittim... Beyoğlu'nda dolanmaya, sokaklarına girip çıkmaya başladıktan sonra da buranın Beyoğlu değil, artık başka birilerinin oğlu olduğuna karar verdim...Eskiden Beyoğlu'nda gezilirdi... Şimdi insanlar Beyoğlu'ndan sanki geçiyorlar!Çok sevdiğim, bende çok anısı olan eski Yeni Melek Sineması sokağına girdim... Akşamın daha o saatinde yerde, o daracık sokağa enlemesine uzanmış zilzurna biri yatıyordu... Kenardan, ayak ucundan dolanacak gibi oldum...‘‘Atlasana üstümden!.. Biz burada niye yatıyoruz lan!..’’ diye bağırdı. Bir maraza çıkmasın diye herifin üstünden atlayıp yürümeyi sürdürdüm...Mc Donald's'lar, bir alay burgerler etrafımızı sarmadan önce, Yeni Melek Sineması'nın hemen karşı köşesinde, dünyanın en leziz hamburgerlerini yediğimiz ‘‘Yuva’’ adlı bir dükkan vardı... Onun önüne geldim.Ama Yuva'nın da yuvası çoktan yapılmış!.. Bir yandan bizim de yuvamızı yapmaya çalışan sarıklı, sakallı takımı burada pilav döner ticaretine başlamış...Ben öyle, ‘‘Ahh lan, nerede o eski enginarlar!’’ diye salya sümük ağlayanlardan değilimdir... Yenisi daha güzelse, keyfini çıkarmaya bakarım... Ama aksini savunanlar da olsa, benim için Beyoğlu'nda eskisinden daha güzel pek bir şey yok...Biraz daha dolandım... Sonra gecenin düzenlendiği, bir zamanlar dünyanın en güzel meyhanelerinin bulunduğu ‘‘Pasaj’’a gittim...Çiçek Pasajı, artık bildiğimiz o eski Pasaj değil... Üzerinde yenip içilen o güzelim fıçılar, mermer masalar kalkmış, onların yerine 8 yıllık eğitim nedeniyle olacak, mektep sırası gibi sıralar konmuş...Gece'de, birçok ünlü işadamımız, Türkan Şoray'dan Erol Evgin'e, Mustafa Sandal'dan Gönül Yazar'a, Halit Kıvanç'a, sinema, müzik ve televizyon dünyasının ünlüleri, sosyetenin birbirinden şık hanımları vardı...Mustafa iki şarkı söyledi... Altıncı kocasından boşanıp ayağının tozuyla geceye gelen Gönül Yazar mini konserini verirken gözleriyle çaktırmadan yedinci kocayı aradı vs.Beyoğlu'nu güzelleştirmeye ne kadar katkımız oldu bilmiyorum ama, o gece kafayı çektik, gerçekten eğlendik... İşin şakası bir yana, Beyoğlu'nu güzelleştirebilmek, Beyoğlu'na bir şeyler verebilmek adına gerçekten maddi, manevi özverilerde bulunduklarını bildiğim ‘‘Beyoğlu’nu Güzelleştirme Derneği’’ne naçizane bir iki önerim var...Bence, Beyoğlu böyle açıktan, üst düzeyde sahiplenmekle değil, Beyoğlu'nda oturanı, esnafı, barda çalışan kadını vs.'nin de katkılarıyla, onların da sorumluluk altına sokulmalarıyla güzelleşir. Beyoğlu'nu gizli gizli güzelleştirmek gerçekten olası değil...Bunun için de yapılacak şey, yılda bir gün yapılan ‘‘Pasaj Gecesi’’ni çeşitli etkinliklerle tüm Beyoğlu'na yayılacak belki bir hafta sürecek bir ‘‘Beyoğlu Şenliği’’ne dönüştürmek, Beyoğlu'nda yaşayan herkesi bu şenlikte görevlendirmektir...Bu arada o gece aklım bir şeye daha takıldı... Geceye katılan Beyoğlu’nu Güzelleştirme Derneği üyesi hanımlar, o kadar şık, güzel ve bakımlı idiler ki, kendilerini güzelleştirmekten vakit bulup Beyoğlu'nu nasıl güzelleştirecekler ona aklım ermedi...YAŞASIN TİYATRO!..Geçtiğimiz haftanın önemli bir olayı da Tiyatro sezonunun açılmasıydı...Özel tiyatrolar tiyatrolarını, ekonomik güçlükler nedeniyle biraz ‘‘Açmaam, aaçaamaam!’’ şarkısıyla açarlarken, İstanbul Şehir Tiyatroları da perdelerini çeşitli tiyatrolarda oynadığı 19 oyunla açtı...Şehir Tiyatroları denince, benim aklıma hep, bizim Üsküdarlı Pehlivan Remzi'nin tiyatro hikayesi gelir... Size şimdi onu anlatacağım... Zaten anlatmazsam da çatlarım...Pehlivan Remzi, Üsküdar'da deniz kıyısında, kendi eliyle yaptığı küçücük tahta bir kulübede yaşardı...Lakabının Pehlivan olmasına karşın, hayatta kendisini güreşirken gören olmamıştı... Ama o bize hep şampiyonluklarından söz eder, ballandıra ballandıra pehlivanlık hikayelerini anlatırdı... Cahil ama müthiş espri yeteneği olan gırgır biriydi Remzi...Geçimini sandal boyamak, evlere boya badanaya gitmekle sağlardı.Bu olayı bana bizzat Remzi'nin kendisi anlattı...Bizim Üsküdar'da bir Sunar Sineması vardı. İşte bir tarihte Sunar Sineması'na şehir tiyatrosu gelmiş. Gerçi epey bir zamandır Üsküdar'da şehir tiyatrosu var ama, o zamanlar yoktu tabii. Şehir tiyatrosu, İstanbul'un çeşitli yerlerine turnelere çıkar, temsiller verirdi.Tiyatro galiba Shakespeare'den bir oyun oynuyormuş. Remzi'nin de ‘‘Köfte’’ lakaplı bir arkadaşı var. Sunar Sineması'na tiyatro geldiğini duyan Köfte, tutturmuş Remzi'ye ‘‘İlle de tiyatroya gidelim’’ diye.Ve o gece kalkıp gitmişler tiyatroya. Tabii öyle bilet almak falan yok. Sinemanın müdürü ve sahibi, Pehlivan Remzi'yi tanıyor ve seviyorlar... Çok kere Remzi sinemanın bazı ufak tefek boya işlerini yapıyor, masraf dışında beş kuruş da para almıyormuş.Remzi ile Köfte'ye hem de en ön sıradan birer numara vermişler. Bizimkiler de gidip yerlerine oturmuşlar. Derken, oyun başlamış. Bu arada şunu da belirtelim: Remzi hayatında ilk kez tiyatroya gidiyor. Oyun gayet ağır tempolu bir oyun. Remzi sıkıldıkça sıkılmış, 10 dakika, 20 dakika, yarım saat derken, sıkıntıdan patlayacak duruma gelmiş. Tam Köfte'ye ‘‘Hadi kalk çıkalım’’ diyecek... Birden gözü sahnede bir şeye takılmış.Sahnede oyun gereği kraliçeye yemek getiriyorlar. Yemek de tavuk. Remzi birden ayağa fırlamış. Kraliçeye tavuğu getiren saray hizmetkarına seslenmiş:‘‘Hey baksana, bir dakika hemşerim... O getirdiğin sahici tavuk mu?’’Sahnedekiler ne olduklarını anlayamışlar... Ama, gene de bozuntuya vermeyip oyunu sürdürmüşler.‘‘Yuh be yuh! Ayıp... Utanmıyor musunuz milleti kazıklamaya! O tavuk hakiki tavuk değil, sahte!..’’Sonra da geriye seyircilere doğru dönmüş...‘‘Paraları geri isteyin... Sizi kandırıyorlar’’ diye bağırmaya başlamış.Derken ortalık karışmış. Oyun durmuş. Vezirlerden biri (Tabii oyundaki vezirlerden) Remzi'ye doğru yürümüş:‘‘Rica ederim kardeşim susun’’ demiş, ‘‘Yoksa sizi dışarı attırırım.’’‘‘Kim, sen mi beni dışarı attıracaksın?’’Ortalık daha da bir karışmış. Sinema görevlileri koşmuşlar. Rica, minnet, Remzi'yi dışarı çıkması için ikna etmişler. Remzi ve Köfte kalkmışlar, dışarı çıkarken Remzi gene sahneye dönüp sahnedekilere seslenmiş:‘‘Yarın akşam gene geleceğim... Millete gene sahte tavuk yutturmaya kalkın, o zaman görürsünüz’’ demiş. Ve ertesi gece Pehlivan Remzi ile Köfte gene gelmişler. Uslu durmaları konusunda kendilerinden söz alıp, yine içeri buyur etmişler bizimkileri.Oyun başlamış... Tavuk sahnesi gelmiş... Remzi kalkmış, bu defa tavuk, gerçek tavuk... Hem de nar gibi kızarmış.‘‘Yarın gece geleceğim dedim ya... Korktular. Lokantadan gerçek tavuk getirtmişler.’’ demiş Remzi.Derken bu defa da başka bir şeye takılmış Remzi'nin gözü. Masada şamdanlar var, şamdanlarda mum ışığı biçiminde ampuller yanıyor.Remzi narayı koyvermiş:‘‘Yuh be!.. O zamanlar elektrik var mıydı? Şuraya bak, milleti ne biçim kazıklıyorlar?’’Ve gene ortalık karışmış. Öylesine ki... Remzi bu defa işi biraz da fazla uzattığından oyun durmakla kalmamış. Sinemanın ışıkları bile yanmış. İlgililer Remzi ile Köfte'yi yine dışarı çıkarmışlar. Ama bu defa öyle rica ile filan değil, yaka paça...Remzi kargatulumba çıkarılırken sahnedekilere bağırmış:‘‘Yarın gece görüşürüz!’’Ve ertesi gece gelip çatmış
Yazının Devamını Oku

Golfü benden öğrenin

3 Ekim 1997
ClInton'u bile solladımAmerika Başkanı Clinton dünyanın iyi golfçülerinden... Ama resimlere biraz dikkatli bakarsanız, duruş, vuruş tekniği, kostüm, dekor vs. bakımından Clinton'u nasıl solladığımı görebilirsiniz...Geçen hafta sonunu Tat Golf International Golf Club'ın çağrılısı olarak Antalya'da geçirdim...Bir kısım Medya olarak hem ‘‘Golf’’ sporuyla ilgili ilim irfan sahibi olduk, hem de sanki rehabilitasyonla tedavi oluyormuş gibi bol bol golf oynadık...Bu golf denen şey, bizim çocukluğumuzda oynadığımız misketle, çelik çomak arası bir şey...Çocukluk günlerimizde küçük bir çukur kazar, misket dediğimiz küçük bilyaları uzaktan bir yerden, parmaklarımızla yaptığımız atışlarla bu deliğe sokmaya çalışırdık...Misketini en az sayıda vuruşla, en önce deliğe sokan, oyunu kazanıp diğerlerinin misketini alır, yani onları ‘‘üterdi’’...Bu ‘‘Golf’’ de işte bizim bu misket oyununun aynısı... Misket yerine kullanılan o küçük golf topunu deliklere en az vuruşla en çabuk sokan, oyunun galibi oluyor... Yalnız Golf'te vuruşlar farklı olarak özel sopalarla yapılıyor... Bu da hafif tertip bizim çelik çomak oyununu andırdığından, yukarıda da söylediğim gibi Golf, bizim misketle çelik çomak arası bir oyun oluyor...***Golf, bizim çelik çomak ve misketten çok önce onbeşinci yüzyılda İskoçya'da ortaya çıkmış...Delinin kuyuya taş atması örneği, İskoçyalı James adlı biri, bir deliğe bir top atmış, milyonlarca aklı evvel de onun peşine takılmış... İskoçya, İngiltere, Amerika derken daha sonra bu iş tüm dünyaya yayılmış... O gün bugündür de sürüp gidiyor...Tabii bu arada, ellerinde sopa, delik peşindeki bu aklı evvelleri gören uyanık takımı da boş durmamış... Top, sopa, kılık kıyafet, golf sahası, golf turizmi vs. derken, bu işin katrilyonlara varan cirolardaki sanayiini kurmuşlar...O bir tek delikten yola çıkıp, köşe üstüne köşe olmuşlar...Biz ise; cep delik, cepken delik milyonlarımızın kıçındaki pantolon delik, sokaklar delik deşik bir durumda bulunmamıza ve de bunca delik sahibi olmamıza karşın, hala sürünmekteyiz!..***Golf sporu ‘‘yürüme’’ üzerine kurulmuş bir spor...Zaten bu yüzden olacak, Golf'ü daha çok, Allah'ın ‘‘yürü ya kulum’’ dediği zengin takımı oynuyor...Golf sahasının makbulü, büyük ve çok delikli olanı...Yani aslında bizim delik deşik olan İstanbul sokakları, dünyadaki en kral Golf sahasına beş basar ama, biz kıymetini bilmiyoruz... Ayrıca Golf ruhumuz yok!..Tat Golf Club'ın Golf alanı, kaldığımız Paradise Tatbeach Hotel'in beş dakika uzağında, bir yanı deniz, yüzküsur dönümlük, yemyeşil, gerçekten güzel bir yerdi...Oradaki yetkili arkadaşlara söylemedim ama, benim uzaktan gördüğüm ve tecrübelerime dayanarak söyleyeceğim bir şey var:Benim bildiğim gecekonducu takımı her yere olduğu gibi, yakında buralara da maydanoz olur...Düşünün, örneğin bir Alman dünyanın parasını harcayıp oraya golf oynamaya gelmiş...Topa vuruyor... Top da gidip, golf alanındaki bir gecekondunun camını kırıyor...Ondan sonra Alman'ı gecekonducunun elinden alabilene aşkolsun!..***Benim günde yürüdüğüm mesafe ortalama 70-80 metreyi geçmez... 10 metre daha fazla yürüdüğümde kendimi resmen spor yapmış kabullenirim!..Gittiğimiz günün akşamı, bizi davet eden kulüp yetkilileri, ertesi sabah golf alanına gidip hep birlikte golf oynayacağımızı söyleyince, hayatım kaydı, dünyam karardı...Ertesi sabahın köründe de bir kısım medya olarak otelin önünden ‘‘bagi’’ denilen golf arabalarına binip golf alanının yolunu tuttuk...Yanları açık bu ‘‘bagi’’ler aynen lunaparklardaki çarpışan arabalara benziyor... Onların büyükleri gibi... Ama her yolda gidiyorlar...Aslında bu bagiler tam İstanbul'da kullanmak için... Yanları açık olduğundan birileri arabayla üstüne doğru geldiğinde her an aşağı atlayıp kazadan yırtmak, canını kurtarmak mümkün...Bildiğiniz gibi Golf sopalarla oynanıyor... Bu sopalar da numaralı... Topa yapacağın her vuruş için, yerine göre ayrı sopa kullanıyorsun...Farklı boyları posları, şekilleri olan bu sopaları da, golf alanı içinde yürürken uzun, fiyakalı bir çantada sırtında taşıyorsun...Çoğu deriden yapılma bu çantaların fiyatları 2 bin dolardan, 20 bin dolara, hatta daha da fazlasına kadar değişiyormuş...Bizim o Nişantaşı'ndaki, Akmerkez'in oralardaki çanta kapıcılar, bu golf alanlarını mesken tutsalar, kısa zamanda hepsi köşe olurlar!..***Uzatmayalım, golf alanına geldiğimizde içinde böyle numaralı bir alay sopa olan çantalardan bize de birer tane verdiler... Sonra da bizi golf dersine başlayacağımız ‘‘practice area’’ dedikleri bölgeye götürüp, bir Alaman golf hocasının müşfik kollarına teslim ettiler...Golf'te en önemli şey, topa vurmadan önceki duruş...Önce bacaklarını iyice kırıyorsun; sonra sopayı havaya kaldırıp kıçını iyice dışarı çıkarıyorsun...Aslında sen bu topa vuruş pozisyonundayken biri arkadan gelip kıçına bir tekme atsa, toptan iki misli daha uzağa gidersin...Gazeteci arkadaşlarla birlikte bir süre topa vurma çalışması yaptık... Fakat sürekli ıska geçip yerden çimleri söktüğümüzden, o güzelim yeşil alanı patates tarlasına çevirdik... Golf sahasının bir bölümünü resmen ‘‘sürdük...’’ Hani ekimden önce tarlalar sürülür ya, alanı aşağı yukarı elbirliğiyle aynen o hale getirdik...Daha sonra da, içlerinde o numaralı sopaların bulunduğu çantaları sırtlayıp araziye çıktık...Aslında bu sopa çantasını sırtına vurup, şehirde, sokaklarda gezeceksin bu çantayla!..Zira memlekette öyle çok sopalık adam varki...Rastladığın yerde, adamın çevirdiği numaraya göre seçeceksin numaralı sopayı, Allah ne verdiyse girişeceksin...Golf altı çivili ayakkabılarla oynanıyor... Ben çocukluktan çivili ayakkabıya alışkın olduğumdan, yabancılık çekmem sandım ama, o çivili golf ayakkabısını bir türlü giyemedim... Zira bizim çocukluğumuzda alıştığımız çivili ayakkabının çivisi, dışarıda değil, hep içerdeydi!O gün golf alanında, elimizde sopa, sırtımızda çanta, o delik senin bu delik benim dolanıp durduk...Sahada golf oynayan bir alay turist vardı, arada bir de onları seyrettik...Bu arada, bu deliğe top sokma işini en iyi becerenlerin hep yaşlılar olduğunu farkettim.Zaten bu tüm dünyada böyleymiş... Dünyanın en iyi golfçüleri hep yaşlı insanlarmış...Konstrasyonun çok önemli olduğu golfte, demek insan başka deliklere ilişkiyi kesip, yalnızca golf deliğine konsantre olunca, başarılı oluyor!***Antalya'da Paradise Tat Golg Club'ta dolu dolu golfle geçirdiğimiz iki günün sonunda, kuruluşun başkanı Norbert Gratzel bize birer de ödül verdi...Tam ben, ‘‘Biz bu moku böyle oynarız işte!..’’ diye kasılırken, arkadaşlardan biri kulağıma eğilip:‘‘Abi bize bu ödülü, golf sahasında kimseyi sakatlamayıp, birbirimizi telef etmediğimiz için veriyorlar...’’ dedi.
Yazının Devamını Oku

Salacak'ta rezalet

25 Eylül 1997
Bu yıl yazdan bir şey anlayan varsa beri gelsin... Bu ne biçim yazdır, ben şahsen hiçbir şey anlamadım... Rüzgar gibi geldi geçti...Üstelik de bir de hazırlıksız yakalandık... Koskoca yazda (!) ne kayak yapabildik, ne de kartopu oynayabildik!..Ama sular seller altında geçen bu yazın bize bir yararı oldu... Örneğin, denizin pisliğinden yıllardır denize giremeyen İstanbullular, sokaklarda bol bol yüzdüler, eski günleri, eski İstanbul plajlarını hatırladılar...Yaza mendil salladığımız şu günler, biz de sizlere gene ‘‘isteyin yazalım’’ programı çerçevesinde Salacak Plajı'ndan bir sezon sonu öyküsü anlatalım...***Katır Seyfi, Salacak Plajı'nda her gün oturduğu kumluğun yanındaki betona uzanmış çevreyi gözlüyor, bir yandan da ‘‘Lakur lukur foşurt’’ gibi sesler çıkarıp gazozunu içiyordu.Katır Seyfi'yi herkes Salacak Plajı'nda birkaç haftadır görüyordu...Seyfi'yi plaja, plajın sahibi Talat Bey getirmişti...İri yarı, çam yarması gibi bir herifti... Söylenene göre ‘‘katır’’ lakabı, vurduğu zaman insanı katır tepmiş gibi yapmasından ileri geliyordu...Kimine göre Bostancılı idi... Kimine göre Talat Bey, İzmit taraflarında bir yerlerden bulup getirmişti kendisini...Ama Piç Yavuz'a bakılırsa, Talat Bey Seyfi'yi, Ankara Atatürk Orman Çiftliği ya da Gülhane Parkı hayvanat bahçelerinin birinden çıkarıp getirmişti...Plajda bir nevi bekçilik, fedailik yapıyor, plajın düzenini sağlıyordu...Ama herkes biliyordu ki, Katır Seyfi'yi aslında Yavuz, Camgöz Taci ve Tilt Mahmut için getirmişti plaja Talat Bey... Çünkü artık iyice azgınlaşan Piç Yavuz ve takımıyla baş edemez olmuş, çıldıracak hale gelmişti...Sezon bitip plajın kapanacağı şu son günlere kadar da bayağı rahat etmişti...Seyfi'nin geldiği ilk günler; Yavuz, Camgöz ve Tilt Mahmut, Katır Seyfi'yi pek iplemediler...Ama bir gün, Yavuz ve Camgöz, plajın yanındaki ünlü Kırmızı Yalı'da misafir olan ve her gün plaja gelen iki Fransız kızına sarkmaya başlayınca, Katır'dan hatırı sayılır bir meydan dayağı yediler... Ondan sonra da uzun süre plajda görünmediler...Olayın üzerinden on onbeş gün geçmiş, Piç Yavuz ve takımı süklüm püklüm olmuşlardı...Plaja gelmesine gene her gün geliyorlardı ama, bir kenara çekiliyor, gıklarını çıkarmadan oturuyorlardı... Talat Bey de çok memnundu durumdan... Keyiften ağzı kulaklarında dolanıyordu ortalıkta...***O gün öğleden sonra da plaja gelmişler, sessiz sedasız yanyana kumlara uzanmışlardı...Katır Seyfi gazozun birini bitirip arada ‘‘gark gurk’’ ederek, öbürünü kafaya dikiyor, gözlerini ise bizimkilerden ayırmıyordu...Camgöz Taci, bir ara yerinden doğrulup Yavuz'a döndü:‘‘Lan bu herifin anasını bilmem, ama babası mutlaka gerçek bir katır ya da ayıydı... Kesinlikle başka bir şey olamaz!..’’Tilt Mahmut, ‘‘Herif konuşuyor da ordan kurtarıyor... Yoksa kimse insan olduğuna inanmaz şerefsizim...’’Yavuz ise pek oralı değil gibiydi... Dalgın dalgın denize bakıyor, plajın kapanacağı şu günler, Seyfi'den yediği o dayağın acısını çıkarmayı planlıyordu...Akşamüstü plajdan çıkarken çaktırmadan pis pis Katır Seyfi'ye baktılar...Katır Seyfi giyinmiş, kapının yan tarafındaki ipe mayosunu asıyordu...Katır Seyfi'nin mayosu, o zamanlar çok moda olan, halis merserizeden yapılma örme bir mayo idi... En pahalısından ve de çok fiyakalıydı... Her sabah plaja geldiğinde o mayoyu giyiyor... Akşam plajdan çıkarken mayoyu kuruması için aynı yere, az önce astığı o ipe asıyordu...Seyfi kapıdan çıkarken, Yavuz mırıldandı:‘‘Göstereceğim lan ben sana!..’’***Ertesi gün günlerden pazardı... Yavuz, Camgöz Taci ve Tilt Mahmut sabahın köründe damladılar plaja... Katır Seyfi daha gelmemişti...Yavuz önce Camgöz ve Mahmut'u bir kenara çekip onlara hararetli hararetli bir şeyler anlattı... Sonra Katır Seyfi'nin mayosunun asılı olduğu yere gitti...Sonra hep birlikte kumlara uzandılar... Sohbete başladılar...Aradan zaman geçmiş, pazar günü de olduğundan plaj iyice yükünü almıştı... Sezonun son günlerinden yararlanmak isteyen millet, plajı doldurmuştu...Tabii bu arada Seyfi de gelmiş, gene o betondaki yerine uzanıp çaktırmadan bizimkileri göz hapsine almıştı...Birden Piç Yavuz ayağa kalktı... Seyfi'ye doğru yürüyüp herkesin duyabileceği bir sesle:‘‘Hey Katır, baksana buraya!..’’ diye bağırdı.Seyfi önce ne olduğunu anlamadı... Yavuz tekrar bağırınca, öfkeli öfkeli yerinden kalkıp Yavuz'un yanına geldi...‘‘Bir şey mi var?..’’‘‘Bir şey var tabii... Tımar saatin geldi, gel de tımarını yapalım...’’Katır Seyfi, önce kulaklarına inanamadı... Sonra faltaşı gibi açılmış gözlerle Yavuz'a eğildi...‘‘Yoksa bana mı söylüyorsun?..’’‘‘Tabii sana söylüyorum lan!.. Burada senden başka katır var mı?..’’Ve ne olduysa da ondan sonra oldu zaten... Katır Seyfi, Yavuz'a müthiş bir yumruk salladı... Tetikte bekleyen Yavuz eğilince yumruk boşa gitti... Katır bir yumruk daha salladı... Yavuz bunu da savuşturup:‘‘Çifte at lan çifte!..’’ deyip, sonra da başladı kaçmaya... Seyfi de Yavuz'un peşine düştü, kovalamaya başladı...Yavuz plajdakilerin arasından yılan gibi kıvrılarak koşuyor, ağzından köpükler saçarak peşinden giden Katır Seyfi de Yavuz'u yakalamaya çalışıyordu...Ama en önemlisi, bu arada bir şey daha oluyordu...Katır Seyfi'nin arkasında da Camgöz Taci vardı...Camgöz, Seyfi'nin mayosunun üst yanından sökülmüş bir ipliği elinde tutuyordu... Ve Seyfi koştukça bu iplik uzuyor, Seyfi'nin belinden aşağı doğru mayosu sökülüyordu... Seyfi olanın farkında değil, Yavuz'u kovalamayı sürdürüyordu... Elindeki iplik artık yumak oluşturmaya başlamış Camgöz de peşinde tabii...Ve çevredeki kahkahaları duyan, ortalıkta bir anormallik olduğunu gören Katır Seyfi, durumun farkına vardı sonunda... Vardı ama, olan olmuş, iş işten geçmişti...Kadınlar çığlıklar atıp arkalarını dönüyorlar, çocuklarının gözlerini kapatıyorlardı...Artık mayo iyice sökülmüş, Katır dötü başı açık, ortalıkta anadan üryan kalmıştı... Bu arada görevi bitmiş olan Camgöz de elindeki o iplik yumağıyla birlite ortalıktan toz olmuştu...Katır Seyfi artık Yavuz'u kovalamayı bırakmış, elleriyle orasını burasını kapamaya çalışıyor, bir yandan da çığlıklar atıp, küfürlerle karışık birtakım anlaşılmaz sesler çıkarıyordu...Önce kabinelere doğru kaçmak istedi... Etraf çok kalabalık olduğundan vazgeçti...Sonra birden balıklama yere atladı... Kendini kuma gömmeye başladı...Kadınlar kaçışmayı, bağırışmayı sürdürüyorlar, diğerleri ise Katır Seyfi'nin etrafını çevirmiş gülmekten yerlere yatıyorlardı...Daha sonra Seyfi kumlar içinde debelenmeyi bıraktı, nasıl akıl ettiyse fırladı, orasını burasını elleriyle kapatarak kendini yıldırım gibi denize attı...Bu arada kapağı plajın üstündeki gazinoya atan ve durumu oradan izlemekte olan Yavuz, Camgöz ve Tilt Mahmut'a döndü:‘‘Gördünüz mü, ben böyle yaparım işte adamı!.. Kafamda ışık, o kerestenin örgü mayosunu görünce yandı... Mayonun bir ucunu daha o giymeden gidip söktüm...’’ dediSonra da aşağı plajdakilere, ‘‘Bu herife havlu ya da mayo götüreni duman ederim şerefsizim!..’’ diye bağırdı.Katır Seyfi o gün, plajdan el ayak çekilinceye kadar suyun içinde kaldı...Akşam olup sudan çıktığında tirtir titriyor, bir yandan da garip, anlaşılmaz sesler çıkarıyordu...Katır Seyfi'yi bir daha da gören olmadı zaten...
Yazının Devamını Oku

Geçen haftaki etkinliklerim!

11 Eylül 1997
Mazbut bir erkek olarak geceleri evimde paşa paşa otururken, nasıl oldu bilmiyorum, kendimi sokaklara bir attım; pir attım... Günlerdir geceyarılarına dek o gösteri senin, bu bar benim sokaklarda sürtüp duruyorum... Artık neredeyse aradabir üstbaş değiştirmek için eve uğruyorum...Tüm bunları da ekmek parası uğruna yapıyorum...Yalnız, gösteri, bar deyince sözlerim yanlış anlaşılmasın; ekmek parası için orda burda gösteri yapıp, barlarda çalıştığım sanılmasın...Ben bu mekanları arada bir burada yazmak, sizlere anlatmak için dolaşıyorum...Gazetemiz Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, benim böyle evsiz yurtsuz insanlar gibi ortalıkta dolanıp durmamdan çok hoşlanıyor...Bana sürekli, çevrede ne kadar ‘‘etkinlik'' varsa bir ‘‘araştırmacı gazeteci'' olarak gidip görmemi ve yazmamı telkin ediyor...Ve bana oradan buradan, akla hayale gelmedik yerlerden davetiyeler yollattırıyor... Üstüne üstlük, davet edildiğim yere mutlaka gelmemi rica eden telefonlar da alıyorum...Bazen bu telefonları sesini değiştirerek kendisinin ettiğinden de şüpheleniyorum ya, neyse!..Uzatmayalım...İşte size son günlerdeki sokak yaşamımdan seçmeler!..***Geçtiğimiz günlerde bir gece karımla, Sezen Aksu'nun Açıkhava Tiyatrosu'ndaki gösterisine gittik...Gösteriyi, incelik gösterip bizi de davet eden Mustafa Oğuz düzenlemişti...Ünlü Rumelihisarı konserlerini de düzenleyen Mustafa Oğuz bu alanda gerçekten çok başarılı...Gösteride adı geçen bir başka Oğuz daha vardı... Yıllardır kendine şöyle esaslı bir iş bulamayan ağabeyim Oğuz Aral'ın da bu gösteride de tuzu bulunuyordu... Sezen'e gösterinin özellikle oyun bölümlerinde yardımcı olmuştu...Sezen de herhalde iki Oğuz'u karıştırmamak için Mustafa'ya ‘‘Senin adın bundan böyle Mustağa Oğuz olsun...'' demiş, sevgili Mustafa Oğuz da böyle Mustafa Oğuz olmuştu!..Olmazsa olmazmış gibi gösteriye konulan aradaki politik göndermeleri pek saymazsak, Sezen'in gösterisi çok başarılıydı... Sezen gerçekten müthişti... Oyunculuğu da hani neredeyse şarkıcılığıyla yarışır düzeydeydi...Evliliklerini anlattığı bölümler keyifliydi ama, evlilik sayısı biraz kabarıkça olduğundan, gösterinin neredeyse yarısını aldı götürdü...Sezen şarkı söylerken bir ara arkamda biri, ‘‘Yahu bu kadarcık kadından bu ses nasıl çıkıyor, hayret...'' dedi.Adama dönüp, ‘‘Yahu sen onun ne kadarcık olduğunu nerden biliyorsun ki?..'' diyecektim, vazgeçtim...Sezen aslında kısa boylu değildir... Belki pek yukarlardan bakmaktan hoşlanmadığından, kısa boylu taklidi yapar...Birtakım evliliklerden sonra, benim de tanıdığım sevgili Sinan ve Ahmet gibi 1.90'lıklarla evlenme nedeni, görüş mesafesi dışında kalıp hır çıkmasını olabildiğince önlemek içindir sanırım!..Sezen Aksu'yu ilk keşfedenlerden, ‘‘Haydi Şansım'' adlı ilk kırkbeşlik plağını alıp onu hayata atılması için sermaye sahibi yapanlardan biri benimdir...‘‘Haydi Şansım'' Sezen'e sanıyorum şans getirdi ama, bana pek getirmedi...Plağı aldığımın ertesi günü Topağacı'nda oturduğum evden o plağı çaldığım Dual marka plak araklandı!..Ben Sezen Aksu'yu 1980'li yıllarda yazar da yaptım.O zamanki Günaydın gazetesinde pazar günleri Lak Lak harika bir mizah eki veriyorduk... Sezen'i oraya baş yazar yaptım... Ve Sezen orada nefis yazılar yazdı... Çok da kolay yazardı... Yazının yetişmesine ramak kala gazeteye gelip oturur, saçını bıyık gibi dudağının üstüne kıvırıp şıpınişi yazardı yazısını... Yazıyı evirir çevirir, hemen beğenmez gibi yapardım ama, gerçekten keyifli yazılar yazardı...Mithat Can'ı da o sıralar doğurdu zaten... Hiç unutmuyorum, hastaneye gittiğimde minik Mithat Can diye Sezen'i kucağıma almıştım!..***Tabi insanın gezmekten yana talihi böyle açık olunca, gittiği yer de hep Açıkhava oluyor...Geçtiğimiz salı gecesi de Pamukbank'ın davetlisi olarak gene Açıkhava'ya İngiliz Northern Bale Tiyatrosu'nun gerçekten enfes ‘‘Romeo Jüliet'' gösterisine gittik...Girerken kapıda herkese içine girilecek, şöyle insan boyu naylonlar dağıtıyorlardı...O sıralar gazete ve televizyonlarda şu ‘‘ceset torbası'' haberleri çıktığından, tam ‘‘Demek hemen uygulamaya başladılar!..'' diyordum ki bunların yağmurluk olduğu, Banka'nın büyük bir incelik gösterip, yağmur yağma olasılığına karşı konuklara yağmurluk dağıttığı anlaşıldı...Az sonra da yağmur başladı zaten... Gösteri süresince de durmadı...Romeo Juliet, ünlü ‘‘Singin The Rain'' gibi biraz ‘‘Romeo Jüliet In The Rain'' oldu ama, o nefis olayı, o yağmur altında kimse yerini terketmeden izledi...Yağmur nedeniyle orkestranın canlı olarak çalamadığı ve müziğini banttan izlediğimiz gösteride sahnenin üstü nispeten kapalı olmasına karşın, sahnedeki oyuncular bile ıslandılar!..Ama iyi oldu...Romeo ile Jüliet birbirlerine zaten aşıktılar, bu sayede sırılsıklam aşık oldular!..***Arada, geçen pazar günü Alkent, Çekmece Belediyesi ve Kürek Federasyonu'nun tertiplediği Büyükçekmece Gölü kıyısında yapılan Oxford, Cambridge, Boğaziçi üniversiteleri Kürek Yarışları vardı ama, Cumartesi gecesi oldukça hasarlı geçtiğinden, çok istememe karşın ona yetişemedim...Dünyanın popüler üniversitelerinden olan İngiliz Oxford ve Cambridge Üniversiteleri arasındaki ananevi kürek yarışları, bizim Boğaziçi Üniversitesi'nin de katılımıyla bir süredir ülkemizde de yapılıyor...Bu ülkemizin tanıtımı açısından son derece hoş bir olay...Aslında bizim de karşı bir jest olarak buna cevap vermemiz... Örneğin Kırkpınar'ı her yıl bir de Londra'daki ünlü Hyde Park ya da Regent Park'ın o geniş çimleri üzerinde yapmamız lazım...***Geçen hafta katıldığım son etkinlik ise; beni, takla atan cip, dans barda rock roll yapmak gibi hep sakatlık çıkaracak işlere davet eden Deniz Adanalı'nın bu defa sevgili Leyla Üstel'le bir olup davet ettikleri Boğaz gezisiydi...Geziyi ‘‘Lüfer'' adlı, içine minderler yerleştirilmiş sandalye masa konmuş, çok şirin bir balıkçı teknesiyle yaptık...Benim daha önce bir kez daha bindiğim, bu Lüfer'ler 3 tane... Anadoluhisar'lı balıkçı bir aile çalıştırıyor Lüfer'leri...Nefis yemekler yapıyorlar... Yemeğinizi yiyip içkinizi içerken size kıyı kıyı nefis bir Boğaz turu yaptırıyorlar...Bu teknelerde düğün yapanlar bile varmış...Yalnız bu teknelere binebilmek için aylar önceden yer ayırtmak gerekiyormuş...O gece Lüfer'le tüm Boğaz'ı dolaştık... Kıyı kıyı, yalıları (!) seyrettik...Yalı diyorum ama, bakmayın... O bildiğimiz eski, güzel yalıların çoğu, işbilir erbabı tarafından ketenpereye getirilmiş, yerlerini abuk sabuk, görgüsüzlük örneği villalar, apartmanlar almış...Beni en çok, küçük, onarımsız eski yalılar etkiledi... Onların içleri, dışlarından da güzeldi...İçlerinde oymalı kakmalı aynalar, yuvarlak çerçeveli resimler, dededen, babadan kalma evinde koltuğuna oturmuş televizyon seyreden, bir son kuşak vardı...Uzatmayalım... Keyifli bir gezi yaptık...Yalnız, iki Köprü'nün altından geçerken, her an yukardan biri atlayabilir diye hepimiz gözümüzü yukarı diktik, hayli tedirgin olduk!..Sahildeki Boğaz lokantalarının önünden geçerken birbirimize en çok kazıklandığımız lokantaları gösterdik...Yeniköy'de bir yalının önünden geçerken de, ne olur ne olmaz diye hafif açıktan aldık!..***Beni bu etkinlikler biraz fazla ‘‘etkinliyor!'' ama size bunları arada bir gene yazacağım...
Yazının Devamını Oku

Yaşasın moda!

2 Eylül 1997
Geçtiğimiz günler Yeşilköy Dünya Ticaret Merkezi'nde açılan Moda Fuarı'na gittim...İçersi anababa günüydü... İşin ilginç yanı, kalabalığın üçte birini Fuar'ı gezmeye gelenler, üçte ikisini ise ortalıkta dolanıp duran mankenler oluşturuyordu...İnanın ben ülkemizin bu manken durumuyla iftihar ediyorum...Memlekette üretimin yeterli olmadığını söyleyenler, tüm ülkeleri sollayıp duman ettiğimiz şu manken üretimimize bakıp utansınlar...Ülkemin verimli topraklarından adeta manken fışkırıyor... Memlekette fert başına düşen manken sayısı, fert başına milli gelirden düşen payı üçe beşe katlıyor...İnsan akşam evde pantolonunun ceplerini boşaltırken, cebinden neredeyse manken çıkıyor...Şimdi manken kuruluşları, bazı manken arkadaşlar bu sözlerime bozulacaklar biliyorum ama; neylersiniz ki vaziyetin durumu da bu!.. Beş hanıma ne iş yapıyorsun diye sorsam, dördü ‘‘mankenim'' diyor.Bence tez zamanda, nüfus planlaması yapar gibi bir manken planlamasına gidilse ülke yararları açısından iyi olacak...Aslında şu ölümlü dünyada övünmek gibi olmasın benim de mankenliğim var... Size daha sonra anlatacağım... Ama ne bileyim, hani bu mankenlik işleri ilerde başımıza bir iş açmadan, yol yakınken bir düzene sokulsun istiyorum!..Neyse, dönelim gene Moda Fuarı'na...Fuarda öyle pek adını duyduk, bildik firmalar yoktu...Standlarda tabi bir sürü giyecek de teşhir ediliyordu ama, asıl teşhir edilenler, o fuarı hıncahınç dolduran mankenlerdi...Zaten fuar salonunda dakkabaşı ‘‘Mankenlerimiz... Az sonraa bu standda, 'transparanlarını' sunacaklardıır!..'' diye anonslar yapılıyor, bizim modayı yakından takipeden (!) millet de, ses hangi yandan geliyorsa, hurraa oraya hücum ediyordu...Zaten bizde bu mankenlik işi de bir garip... Manken dediğin giyinir, üstündekini teşhir eder... Bizde üstündekini başındakini en çok fora edip anadan üryan kalan, mankenin iyisi, makbulü oluyor...Memlekette hiç yapılmıyorsa senede birkaç yüz tane çamaşır defilesi yapılıyor...Gazetelerde çıkan resimlere, televizyonlardaki görüntülere bakın; bu defilelerin izleyicilerinin neredeyse tamamı da erkekler...Dışardan bakan biri bu memlekette bütün erkeklerin kadın çamaşırı giydiğini zanneder...Bizde bu çıplaklık işini, mayolarını kapış kapış tüm dünyaya satan ama, kazandığı tüm parayı o ‘‘Top Model''lere kaptırıp sürekli içeri giren Zeki Triko'nun sahibi Zeki icadetti...Gazetelerde, televizyonlarda, Zeki'nin o ünlü mankenlerini sürekli çıplak gören bizim kızlar, Top Model olabilmek için üstte başta ne var, ne yok soyunup dökünmeye başladılar...* * *Moda ‘‘İnsanın giydiğini kendine yakıştırmasıdır...'' derler!.. Doğrudur...Örneğin, para yok... Pederin sana verdiği, kolları otuz santim uzun gelen, etekleri palto boyu gibi duran eski ceketini giymişsin... Aynaya bakıp, kendine yakıştırıyor musun, yakıştırmıyor musun, mesele o!.. Yakıştırıyorsan işte moda da bu!..Bilmem modayı anlatabildim mi ?..Bir de modayı takipetmek diye bir kavram var...Modayı kesinlikle takip etmeyeceksin!..Çünkü moda, ‘‘Rica ederim peşimi bırakın, muhitimize geldik!..'' dediğinde mahçup olur, kös kös geri dönersin...Zira onun muhitinde takım elbise 180 milyon, tek pantolon 60 milyondur...Ayrıca neden takibediyorsun ki modayı?..Bırak o seni takip etsin, peşinden gelsin... Yerlerde sürünüp, ‘‘Beni takip et!'' diye yalvarsın arkandan!..Bu arada, ‘‘Gel sen ona uyma!..'' diyeceğim ama, tut ki modaya uymaya kalktın...Bir ceket beğenirsin bu defa moda, yani ceket sana uymaz, büyük gelir... Mağaza görevlisi de kalan o tek ceketi sana kakalamak, elinden çıkarmak için türlü şaklabanlık yapar... Orasını burasını çekiştirip, ‘‘Size gerçi biraz büyük gibi duruyor ama, daha iyi 'zengin gösterir'...'' der...Diyelim ki o ceketi aldın... Bu defa da ‘‘Herif zengin olmuş...'' diye, ne kadar alacaklı varsa peşine düşer...Gerçek zenginlere bakın, ‘‘zengin göstermesin!'' diye, hep üstlerine bir beden ufak, daracık elbiseler giyer öyle gezerler!..Şimdi gelelim, sizlere yazının başında da söz ettiğim ‘‘mankenliğime!..''Yıllar önceydi... Ama şöyle epey bir yıllar önceydi...Vakko, ülkede ilk kez danslı, müzikli, tiyatrolu, showlu, herbir şeyli büyük bir defile yapmayı planlamıştı... Daha sonra bu defile gerçekten çok büyük ses getirdi...Cem Hakko'nun derlediği Vakko'nun öyküsünü anlatan kitapta Vitali Hakko bu defileden ve başarısından uzun uzun söz eder zaten...Bu defilenin yönetim ve sahne işini nasıl, nereden olmuşsa ağabeyim Oğuz Aral sarmıştı başına...Hani ‘‘Ne iş olsa yaparım abi...'' diye bir laf vardır... İşte onun gibi, karikatürcülükten bağlama çalmaya, tiyatro yönetmenliğinden pandömimciliğe, çizgi filmciliğe her işi yapan Oğuz Aral, kariyerinde defile sahnelemeyi eksik görmüş olacak, bu defa da bu işe sardırmıştı...Bana da bu defilenin dekorlarını çizme görevi düşmüştü...Defilede, bugün hepsi çok sevdiğim arkadaşlarım olan, Başak Gürsoy, Yelda, Fatoş, Nilgün, Semra vs. öyle fıstık mankenler vardı ki... Değil dekor çizmek, bana bu defilede ne bileyim patates soyma, yerleri silme gibi işler de verseler, gene balıklama atlardım...* * *Daha sonra tüm yurdu dolaşan gösteriler İstanbul'da Hilton Oteli'nde yapılıyordu...Ve sunucu kimdi biliyor musunuz?..Halit Kıvanç... Tabii o zamanlar, saçları daha koyu beyazdı...Gösteriler birbirini izledi... Gerçekten müthiş beğenildi...Ve defilenin son günü geldi çattı... Herkes çok keyifliydi... Son gün olduğundan ufak ufak sululuklar bile yapılıyordu gösteri sırasında...Ben ekibe pek sokulmuyordum... Ama, çizdiğim dekorların mürüvetini görmek, daha doğrusu kızları görmek için, arada bir provalara falan gidiyordum...O gün son gün olduğundan, dekorları (!) daha bir yakından görmek için kulise girmiştim... Sahnenin önünü ve arkasını oradan izliyordum...Kızlı erkekli mankenlerin biri girip, biri çıkıyor, salon alkıştan yıkılıyordu...Bir ara mankenlerin üzerinde dolaştıkları podyum denilen yer boş kaldı...Halit Kıvanç elinde mikrofon sahneye gelecek mankeni bekliyordu... İşte ne olduysa da o zaman oldu zaten...Ben oralarda dolanırken, biri beni arkamdan sahneye bir itti... Bir baktım, o podyum denen yerin ortasındayım... Ağzına kadar dolu salon bana bakıyor... Üstüne üstlük bir de çılgınca alkışlıyorlar...Halit Kıvanç ise ağzı bir karış açık, o tutulması olanaksız olan dili tutulmuş, şaşkın şaşkın bana bakıyor...Biran olduğum yerde kazık gibi çakılı kaldım... Ben öyle şaşkın, kazık gibi durunca alkışlar da kesilir gibi oldu...Sonra baktım yapacak bir şey yok... Önce bir iki adım attım... Sonra da hafif koşar gibi de olsa başladım podyumda yürümeye...Derken durumu anlayan Halit Kıvanç da kendini toparladı... Eliyle beni gösterip mikrofona, ‘‘Ve şimdi de huzurlarınızda... Yazlık nefis bir kostümle manken Hüsamettin!..'' dedi.Allah'tan üzerimde temizce bir elbise var... Gerçi iki üç yıllık ama, tek elbisem olduğundan gözüm gibi bakıyorum...Yaz kış giydiğimden, yazlık mı, kışlık mı onu da bilmiyorum... Turu tamamladım. Sonra da kan ter içinde kulise döndüm...‘‘Çok iyiydin...'' dedi, ağabeyim Oğuz Aral...Ve gerçeği o zaman anladım... Yazar çizerlik yapıp kendisine rakip olmayayım diye beni aktör olmam için ta Ankara'lara gönderen, o da yetmiyormuş gibi artist yarışmalarına sokan Oğuz Aral, bu defa manken olmamı planlamış, beni arkadan podyumlara itmişti...İş bu kadarla kalsa iyi...Defile bittiğinde, Vakko'nun satış müdürü heyecanla kulise girdi, bana:‘‘Senin elbise çok beğenildi... Müthiş talep var...'' dedi.‘‘Yani bu ne demek?..''‘‘Elbiseyi derhal çıkar... Sipariş almak için hemen kalıbını almamız, renk, desen tespiti filan yapmamız lazım...''‘‘Peki, ben buradan nasıl gideceğim?..''‘‘İçerde, defilede gösterdiğimiz bir sürü elbise var... Git en beğendiğini al, sırtına giy git... Yeter ki şu elbiseyi çıkar!..''Yıllardır giyip, gözüm gibi baktığım elbesemi
Yazının Devamını Oku

Plaj büfesi

25 Ağustos 1997
Sizlere daha önce bu köşede birkaç ‘‘Salacak'' öyküsü anlatacağımı söylemiş, bunlardan ilkini de üç dört hafta önce anlatmıştım...Okurlardan, özellikle de Salacakkolik'lerden öylesine keyif verici mesajlar aldım ki, beni gerçekten çok mutlu etti...Şimdi bu ‘‘İsteyin Yazalım'' programı çerçevesinde, sizlere bu hafta sapına kadar gerçek bir Salacak öyküsü daha anlatıyorum...Lafı uzattığım falan yok, anlatıyoruz işte, dinleyin!..***Salacak Plajı sahibi Talat Bey Nihat'ın kahvesine girdiğinde hayli düşünceliydi...Aslında Talat Bey, plajın açık olduğu yaz sezonu boyunca Piç Yavuz ve ekibi yüzünden daima düşünceli olurdu... Zira yıllardır plajda yapmadıklarını bırakmamışlar, adamı giderek neredeyse tımarhanelik hale getirmişlerdi...Kahveci Nihat, Talat Bey'in çayını verirken sordu:‘‘Hayrola Talat Bey, gene pek düşüncelisin... Bir şey mi oldu?..''‘‘Henüz bir şey olmadı ama, olacağından korkuyorum... Bu defa tutturmuşlar plajın büfesini istiyorlar... Onlara verseymişim de onlar çalıştırsalarmış büfeyi...''‘‘Yavuz'un takımı mı?''‘‘Kim olacak başka? O namussuzlar tabii... Koca büfeyi bu çulsuz hergelelere kiralacakmışım... Nasıl veririm büfeyi be!.. O büfe benim elim ayağım... Plajdan aldığımın üç mislini ben o büfeden kazanıyorum... O büfe olmasa plaj batar zaten!..''‘‘Demek işi buraya kadar vardırdılar'' dedi Kahveci Nihat. ‘‘Oysa son zamanlarda aranız ne güzel de düzelmişti...''Talat Bey, çayını bitirip yerinden kalktı...‘‘Ama yağma yok!.. Göstereceğim onlara günlerini... Talat Bey kimmiş anlasınlar bakalım!..''***O gün plaja gelenler, plajda bir değişiklik gördüler...Ortalıkta, sırtlarında atlet fanilası, ayaklarında postal üç adet ızbandut dolaşıyordu...Bunlardan biri herkesin tanıdığı Sultantepeli meşhur Ayı Celal idi... Diğer ikisini kimse tanımıyordu... Söylentiye göre Talat Bey onları özel olarak Tophane'den getirtmişti...Plaja gelenler böyle çamyarması gibi üç görevlinin plajda bulunmasından bir bakıma memnun olmuşlardı... Hır gür çıkmayacak, herkes rahat edecekti... Ayrıca herkes bu üç ızbandutun oraya Piç Yavuz, Camgöz Taci ve Tilt Mahmut için getirildiklerini biliyordu...Yavuz ve takımı nedense birkaç gün ortalıkta hiç görünmediler... Bu nedenle Talat Bey'in keyiften ağzı kulaklarına varıyordu...Plajın büfesi de tıkır tıkır çalışıyordu... Zaten Salacak Plajı'nın büfesi meşhurdu...Özellikle ekmek içini koyduğu köftesini millet kapışır, kalabalık günlerde bu köfte için kavgalar çıkardı...Sonraki günler Yavuz, Camgöz ve Tilt Mahmut plaja gelmeye başladılar...Bir kenara çekilip sessizce güneşleniyorlar, denize girip gidiyorlardı...Zaten Ayı Celal ve diğer iki çamyarmasının gözleri sürekli üzerlerindeydi... Bir olay çıkardıkları anda tepelerine binmek üzere hazır bekliyorlardı.***Derken bir gün beklenen olay patlak verdi... Büyük bir kavga çıkmıştı...Kavgayı çıkaranlar, Yavuz, Camgöz ve Mahmut'tu... Ama ne var ki, bu defa başkalarıyla değil, kendi aralarında kavga ediyorlardı...Camgöz Taci, Mahmut'u kıskıvrak kollarından yakalamış bırakmıyor, Yavuz da Mahmut'a Allah ne verdiyse veriştirip duruyordu...Mahmut ise, ‘‘İmdaaat!.. Talat abi yetiş, beni öldürüyorlar!..'' diye avaz avaz bağırıyordu...Ayı Celal ve arkadaşları derhal olay yerine koştular... Onlar da sillet tokat Yavuz'la Camgöz'e giriştiler... Daha sonra ikisini de aldılar sürükleyerek plajın kapısına getirip, dışarı attılar...Bu arada Talat Bey de müdüriyet odasından fırlamış, yerde kıvranmakta olan ve burnu kanayan Mahmut'u ilkyardım odasına götürmüştü...‘‘Sağol Talat abi, namussuz herifler az daha öldüreceklerdi beni...''‘‘Ulan it iti ısırmaz derler... Siz nasıl oldu da dalaştınız ha?..''‘‘Bunlar bana her zaman bunu yapar Talat abi... Ah ah!.. Bir işim gücüm olsa bu adi heriflerle dolaşır, arkadaşlık yapar mıyım sanıyorsun?.. Ayağının altını öpeyim abi, bana şurada bir iş ver de, kurtar beni bu heriflerin elinden...''Talat bey gözlerini Tilt Mahmut'a dikti... Yavuz'un takımı içinde kavga çıkması, takımın bölünmesi, aslında onun için müthiş bir şeydi...Zaten öteden beri nedense bu Mahmut'a, yediği tüm haltlara karşın öbürlerine kızdığı kadar kızmaz, onun aslında saf biri olduğuna, ötekilerce yoldan çıkarıldığına inanırdı...‘‘Peki ulan!..'' dedi Mahmut'a, ‘‘Sana bir iş versem o hergelelerle selamı sabahı keser, adam gibi çalışır mısın?''‘‘Tövbe keserim, Talat abi... Bir daha yanlarına sokulur, onlarla tek kelime konuşursam, nah iki gözüm önüme aksın...''Ve Mahmut'u plajın büfesine verdi Talat bey... Zaten büfede de iki adama gereksinimi vardı... Özellikle, cumartesi-pazar günleri büfedekiler işe yetişemiyor, adam sıkıntısı çekiyorlardı...Aradan üç beş gün geçti... Piç Yavuz ve Camgöz Taci plaja hiç gelmediler... Zaten gelseler de Ayı Celal ve iki tayfasının onları plaja sokacağı şüpheliydi... Bu arada Tilt Mahmut büfede azimle çalışıyor, oradan oraya koşuşturup duruyordu... Talat bey ise durumdan çok memnundu...***Bir pazar günüydü... Plaj iyice yükünü almıştı, tıklım tıklımdı. Öğleye doğru herkes büfeye akın etmeye başladı.Millet köfte ekmek almak için itişip kakışıyor, kuyrukta birbirinin yerini kapmaya uğraşıyordu. Büfedekiler arı gibi çalışıyorlar, müşterilere köfte ekmeği zor yetiştiriyorlardı... Bu arada Talat bey de kargaşayı önlemeye, müşterileri sıraya sokmaya çalışıyordu. Böyle olacağını düşünmüş, Allah'tan bu pazar köfteyi her zamankinden çok yaptırmıştı...Derken öğleden sonra plajda bir şeyler olmaya başladı...Önce yüzleri yemyeşil olmuş üç beş kişi karınlarını tutarak plajın tuvaletlerine doğru koşmaya başladılar. Daha sonra onlara başkaları da katıldı. Plajın içi bir anda karınlarını tutup inleyerek oradan oraya koşturan insanlarla doldu.Tuvaletlerin önü kıvranan, bağıran kişilerle ana baba gününe dönmüştü. Millet tuvaletlerin kapılarını omuzluyor, içerdekileri yaka paça dışarı çekip birbirini ezerek kendisini içeri atmaya çalışıyordu.Bir bölümü de plajın biraz gözden uzak kıyı köşe ne kadar yeri varsa oralara koşturuyor, çökecek bir yer bulamayanlar soluğu denizde alıyorlardı. Aralarında Talat beyin öğle yemeği olarak verdiği köfte ekmekleri yiyen Ayı Celal ve adamları da vardı...Odasından fırlayan Talat bey önce ne olduğunu anlamadı. Ama ‘‘Sen milleti zehirleyip öldürecek misin ulan?'' diye bir iki kişi yakasına yapışınca, durumu kavrayıp yerinden fırladı. Büfeye doğru koştu.Tilt Mahmut büfede yoktu. Az önce gitmişti. Talat bey olduğu yerde yığıldı kaldı.Kavga falan hep numara idi. Yavuz büfeyi kendilerine vermeyen Talat beyden intikam almak için bu dümeni çevirmiş, Tilt Mahmut'u plajın büfesine yerleştirmişti. Sonra gidip eczaneden 5 tüp müshil ilacı almışlardı. Mahmut da bunları ezip o günkü köftenin kıymasına karıştırmıştı.Polisler Piç Yavuz, Camgöz Taci ve Tilt Mahmut'u iki gün sonra bir akşam üstü iskelenin yanındaki Kürt Hasan'ın kahvesinde yakaladılar. Doğruca karakola başkomiser Fazıl'a götürdüler.Az sonra karakola Talat bey de geldi. Mahmut'un üzerine atlamak istedi, ama polisler engel oldular.Başkomiser Fazıl bizimkilere iyi bir zılgıt çektikten sonra:‘‘Bu defalık sizi gece yatısına alıkoymayacağım...'' dedi.Sonra çekmecesini açtı... İki kutu müshil hapı çıkardı.‘‘Yalnız şimdi gözümün önünde bu haplardan onar tane içeceksiniz.''***Yavuz ve takımı piyasaya ancak bir hafta sonra çıktılar. Avurtları çökmüş, suratları bembeyaz olmuştu.Bu arada Salacak Plajı'na gelenler, uzun süre büfeye yanaşmadılar. Yemeklerini sandviçlerini beraberlerinde dışarıdan getirdiler.
Yazının Devamını Oku

Ah geceler!

21 Ağustos 1997
Ben aslında gece hayatımı evde; televizyonun karşısındaki koltuk, kitaplık ve müzik setinin önündeki şilte, belli saatlerde mutfak ve yatak odasındaki yatağın 1/2'sindeki mekanlarda sürdürmeye gayret ediyorum...Ama neylersiniz ki, kaderin, daha çok da sağolsunlar, arkadaşların cilvesi sonucu, zaman zaman gece hayatımın başka mekanlara da kaydığı oluyor...Şimdi sizlere geçtiğimiz gecelerde mekan tuttuğum bazı yerlerden bölük pörçük anı ve da izlenimler aktaracağım...ZİHNİ BARZihni Bar, Kuruçeşme'de, ünlü Pasha'nın hemen karşısında... Yüksekçe bir yerde bulunduğundan, harika bir Boğaz manzarası var...Ama Zihni'de herkes ‘‘Bakalım ortalıkta kimler var?..'' diye etrafı kolladığından ve gözünü dikip pür dikkat birbirini dikizlediğinden, kimse dönüp manzaraya bakmıyor... Böylece o güzelim Boğaz manzarasının da hiçbir kıymeti harbiyesi kalmıyor...Ben Zihni'nin Nişantaşı'ndaki kışlık otobüsüne arasıra binerim... Pardon, yani kışlık barına arasıra giderim...Affedin, dalgaya düşüp otobüs dedim... Zira, bir de ‘‘Şoförle konuşmak yasaktır!..'' levhası olsa, Zihni gerçekten tam belediye otobüsü manzarası arzedecek... Öylesine tıklım tıkış...Barda, oturacak yer sayısı 35, ayakta duracak yer sayısı ise, kafayı ille de o gece Zihni'ye girmeye takanların durumuna göre, 3550 ile 7000 arasında değişiyor.Ama asıl mesleği dekoratörlük olan barın sahibi Zihni, bara gelen bu kalabalık malzemeyi, biraz üst üste de olsa iyi dekore ediyor... Herkes bu kıçkıça dekorasyonda mutlu bir şekilde yerini alıyor...Zihni'nin bir iyi tarafı, ne kadar kafayı çekersen çek, sarhoş olup yerlere yuvarlanma durumu yok... Zira yukarıda da söylediğim gibi, her bir yandan sırt sırta ve göğüs göğüse desteklenmiş durumdasın...Size böyle anlatıp duruyorum ama, metrekareye 20 kişinin düştüğü Zihni'ye girmek öyle pek kolay değil...İçeri girebilmek için, maç kuyruğu gibi kuyruğa giriyorsunuz önce...Kapıdaki bodyguardlar size üniversite sınavına girer gibi test usulü sorular soruyor, sizi tutturduğunuz puan durumuna göre, içeri alıyorlar...Kuzenimin oğlu Ali bu yıl Koç Üniversitesi'ni kazandı, oraya girdi...Ama hala mutsuz... Çünkü, dördüncü cumartesi gecesi olmuş, eleme sınavını kazanıp hala Zihni'ye girememiş...Ha bu arada, bodyguard dedim de... Benim aklım hep bu arkadaşlara takılıyor... Body ‘‘badi'' diye okunur... Yani bu arkadaşların aslında şöyle 1.55 boylarında, badi badi kişiler olması lazım... Bir üfleyeceksin yıkılacaklar... Ama bu tip yerlerde nedense bunların en kısası 1.85'ten başlıyor... Yani bence kurallara uyulmuyor!..Zihni'ye ‘‘damsız'' erkekleri, arada bir de olsa ‘‘kavalyesiz'' kızları içeri almıyorlarmış...Ama içeri girdiğinizde görüyorsunuz ki, içeride bir alay hatunla erkek, odalarını ayırmış karı-kocalar gibi ayrı ayrı oturuyorlar...İnsan, ‘‘Yahu bunlar buraya birlikte geldi de, aralarında hır çıktı, burada mı ayrıldılar acaba?..'' diye şaşırıyor!..Bir de aklınızda bulunsun... Hani, ‘‘sudan ucuz'' diye bir söz vardır... Zihni'de de içki öyle!.. Bir arkadaşımın oğlu sırf bu nedenle içkiye başlamış...Herhalde Zihni, Kuruçeşme'de olduğundan, yani su kıt olduğundan olacak, oğlan bir şişe suya dünyanın parasını vermiş... Sonra da suyu bırakıp, daha hesaplı diye içkiye dönmüş...Ama Zihni, gerçekten güzel yer... Gerek içerideki, gerekse dışarıdaki manzara insanın resmen zihnini bulandırıyor... Zihni'de zihni bulanan bir arkadaşım o gece benimle sabaha kadar ‘‘Turgut'' diye konuştu!..CAFE de THEATRESBu ülkede şapkasıyla ünlü iki kişi vardır...Biri Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'dir... Diğeri de Hıncal'ın deyimiyle ‘‘Şapka Ertekin''dir...Yaşamını politikaya adamış Süleyman Bey, zaman zaman nasıl politikadan şapkasını alıp gittiyse, Şapka Ertekin de, birçok kulüpler, restoranlar açtığı, yaşamının önemli bölümünü verdiği ‘‘gece hayatından'' zaman zaman şapkasını alıp gitmek zorunda kalmıştır...Ama şu an Süleyman Bey'in oturttuğu ve şapkayı alıp gitmenin ufukta görünmediği bir Çankaya olayı var...Otuz yıl önce İzmir'deki ‘‘Key Clup''tan bildiğim Ertekin'in de oturttuğu, Ortaköy'deki bir ‘‘Cafe de Theatres'' işi var...‘‘Cafe de Theatres'', Ortaköy'ün hemen ortalık yerinde güzel bir mekan...Mekanın adı Türkçe olarak ‘‘Tiyatro Kahvesi'' anlamına geliyor... Ama Ertekin, Cafe'nin bir bölümünü çadır malzemesiyle oluşturduğundan, buraya ‘‘Çadır Tiyatrosu Kahvesi'' de denebilir...Burada içkinizi içiyor, muhabbetinizi ediyor, çeşidi az ama keyifli, özel yemekler yiyorsunuz...Buranın tek mahsuru, Hıncal'ın, o da yetmiyormuş gibi üstüne üstlük Erman Toroğlu'nun mekanı oluşu...Düşünün, buraya sevgilinizle birlikte gelmişsiniz... Sevgilinizin elini tutmuş, arada bir çaktırmadan da öpücükler konduruyorsunuz...Yan tarafta, Hıncal'la Erman'ın oturduğu masadan sesler:- Erman Hocam sence bu pozisyon doğru mu?- Kesinlikle yanlış... Bence kızı elinden değil, belinden tutması lazım... Onsekize girmeden de yere yatırması lazım ki, penaltı olmasın!..Cafe de Theatres'a Sezen, Mustafa Denizli gibi şöhretler geliyormuş sürekli... Yani şöhretengiz bir yer gibi görünüyor aslında ama, halka ve bir gün şöhreti yakalamak isteyen herkese de açık!..VE ‘‘TAŞLIK DANS BAR''Deniz Adanalı çok sevdiğim, kendimize zaman ayırmamız, yaşamın keyifli yanlarından da yararlanmamız için bizi hep dürtükleyen, sevgili bir arkadaşımızdır. İnsanların ‘‘Kendilerinden başka kuş tanımadığı'' ortamımızda, kendini insan ilişkilerine, insanların birlikteliğine adamıştır... Yani işi budur...Ama bir gün sakat kalırsam, inanın ki bunun sorumlusu bu sevgili arkadaşımız Deniz Adanalı olacaktır...Babalar Günü'nde beni Beykoz Konakları denen yerde, ‘‘Off Road'' adlı bir etkinliğe davet etti...Bir cipe tıkışıp, çok lazımmış gibi dağ boyu parendeler attığmız bu ‘‘Off Road'' etkinliğinden öyle etkilendim ki, off'laya, off'laya evde iki gün yattım...İşte bu Deniz Adanalı beni ve eşimi geçenlerde bir gece, nostaljik dansların yapıldığı ‘‘TAŞLIK DANS BAR''a davet etti...Taşlık Dans Bar, Metin Bey ve eşi Zerrin Hanım'ın işlettiği, Swissotel'in havuz, yani Dolmabahçe'ye yakın tarafında, insana piknikte imiş duygusunu veren, çimenler üstünde nefis bir yer...Buranın özelliği; eski nostaljik dans parçaları çalınıyor... Ortadaki pistte, özellikle de orta yaşlılar tango, slow, mambo, rock'n roll, cha cha cha ile dans edip, kurtlarını döküyorlar...Ben Rock'n Roll'da çok iddialıyımdır... Sizlere daha önceki bir yazımda da anlatmıştım... Bağlarbaşı Sineması'nda ‘‘Rock Around The Clook'' filmini seyrederken rock'n roll yapıp, sandalyeleri kırdığım için, roc yüzünden ülkede ilk dayağı yiyen de, benimdir...Neyse... O gece ‘‘Dans Bar''da süklüm püklüm otururken... Birden, sevgili arkadaşım Mine Vargı'nın da davetli olduğunu ve geldiğini görünce, keyiften ağzım kulaklarıma vardı... Neşem hemen yerine geldi... Rock çaldıkça, durumuma bakıp hüzünlenen karım da rahat bir nefes aldı...Mine, genelde tüm dansları kocası Ömer'le yapar... Ama Rock'n Roll deyince, akan sular durur... Benim melül melül bakmama dayanamaz...‘‘Hadi parçamız çalıyor!..'' diye önümde reverans yapar, beni dansa kaldırır...Mine'yle, bu Rock'n Roll dans ilişkimizin nedeni, maçın, pardon dansın 5. dakikasında, Mine'nin beni sırtlayacak ve durumumu etrafa çaktırmayacak kadar güçlü kuvvetli olmasıdır.Dans Bar'da Rock'n Roll çalmaya başlayınca, o gece de Mine önüme geldi...Kazablanka filminde kızın piyaniste ‘‘Bir daha çal Sam!..'' demesi gibi, bana hınzır hınzır:‘‘Parçamız çalıyor Tekin!'' dedi.Kendimi piste fırlattım... Gerisini de çok hatırlamıyorum zaten...Yalnız, Mine'nin ‘‘Şu pistin sol tarafına fazla yaklaşmayalım... İnsanlar yemek yiyorlar, zarar vermeyelim'' dediğini hatırlıyorum...Bir de Mine beni, ‘‘Dönüş yapmayalım... Bazen ters dönüyorsun, kafa kafaya vuruşuyoruz, sakatlık oluyor...'' diye ikaz etti...Mine'yle bir süre pistte boğuştuk... Yoruldum.Biliyorsu
Yazının Devamını Oku