Tekin Aral

Müzisyen dediğin

18 Ocak 1998
Müzik adına bir alay genç insanla coşkuları, yitirdiklerimizle de kaçınılmaz o hüznü yaşıyoruz...Geçtiğimiz günler, Türk müziğinin Safiye Ayla'sını, sevgi müziğinin Yaşar Güvenir'ini yitirdik...Aslında ben sizlere bu hafta bu köşede yayımlanacak yazıyı hazırlamıştım...Ama yazıyı son anda değiştirdim...Bu köşeye üç yıl önce yazdığım bir yazıyı koydum... Nedenini yazının sonunda bulacaksınız...***Bizim ailecek müzikle aramız iyicedir. Babam çok iyi keman çalardı... Ağabeyim gerçek bir bağlama ustasıdır... Ben de neden ve nasıl olduğunu hala anlayamam, elime geçen her sazdan ses çıkarmasını beceririm...Aslında herkes biraz müzisyendir. Bizim Hakkı gibi...Yıllar önceydi. Yirmili yaşlardaydım... Hakkı isminde bir arkadaşımla birlikte, Taksim'de bir pansiyon odasında oturuyorduk.Nasıl olduysa bilmiyorum. Hakkı bir gün durup dururken akordiyon çalmaya merak sardı ve bir akordiyon aldı.Önceleri gidip bir yerlerde ders falan alıyordu galiba... Evdeki gıcırtıyı onun için pek fark etmedim.Akordiyon çalmayı öğrenmiş olduğuna hükmedip, çalışmalarını evde sürdürmeye başlayınca, işin rengi değişti.Gecenin taa bilmem kaçlarına kadar, boynunda çocukların mama önlüğü gibi akordiyon asılı, çalıp duruyor, nasıl buluyorsa hayrettir, akordiyondan müzikte olmadığına emin olduğum sesleri bulup çıkarıyordu.Bir de akordiyonuyla cebelleşirken, iki de bir dürtüp soruyordu:‘‘Hişşt... Bak bak, neyi çalıyorum... Ne bu?’’Benim tahminim pek kuvvetli değildir. Tabii ne çalmak istediğini tahmin edemediğimden sallıyordum bir şey:‘‘Yeşil ördek gibi daldım göllere...’’‘‘Çüşş... Ne alakası var be! Ulan bir de klasik müzik sever geçinirsin... Bach'ın Tokata'sı, enayi...’’Oysa bana kaldırıp bir tokat atsa, çaldığından daha çok benzerdi Bach'ın Tokata'sına!..Sonra tekrar çalmaya başlıyordu.‘‘Peki bu ne?’’‘‘Ne olduğunu bilmiyorum da sen şunu biraz yavaş çal, duyan içerde adam boğazlıyorlar zannedecek...’’Arada bir de gönlümü almak için, benim o zamanlar çok sevdiğim ‘‘Love is a many splendored thing’’ adlı parçayı çalmaya çalışırdı...Çalabildiğine kendi inanırdı, ama ben de iyice anlayayım diye arada bir ‘‘Lav is e meni splendırd tiiink’’ diye ağzıyla da söylerdi...İşin daha felaketi, asıl hevesi piyanoydu... Bir yandan da piyano için para biriktirmeye çalışıyordu...‘‘Şu akordiyonu iyice bir sökeyim, piyanoya geçeceğim Tekin...’’‘‘Sen zahmet etme... Bir gün sen evde yokken elime bir tornavida alıp, ben sökeceğim o akordiyonu...’’Bir gün eve sevinçle geldi... Ağzı kulaklarına varıyordu:‘‘Bugün ilk işimi aldım. Akşam bir yerde sünnet var... Sünnete gidiyorum.’’‘‘Ulan sen daha sünnet olmadın mı?’’Bozulurdu, ama çaktırmazdı:‘‘Bırak dalgayı be!’’ dedi, ‘‘Akordiyon çalacağım... İşi, bizim müzisyenler kahvesinde bağladım.’’SÜNNET DÜĞÜNÜUzatmayalım... Sonunda birlikte gitmeye razı oldum... Ve kalktık gittik... Yolda birkaç kez kendisini bu işten vazgeçirmeye uğraştımsa da başaramadım... Ve düğünün yapıldığı yere geldik.Düğün bir evin bahçesinde yapılıyordu. Kapıdan girer girmez, çevremizi hemen bir alay çocuk çevirdi.Hakkı'nın elinde akordiyon çantası... Ben de yanında duruyorum. Bizi karşılayan orta yaşlı bir adamcağız Hakkı'ya:‘‘Siz hokkabaz olacaksınız herhalde!..’’ dedi.Hakkı biraz diklenerek, ‘‘Hayır, müzisyenim’’ dedi.‘‘Çok affedersiniz... Hoş geldiniz...’’ Bu defa adam bana döndü:‘‘Şey... Siz de müzisyen misiniz? Berabersiniz herhalde?..’’Adama, ‘‘Hayır ben müzisyen değilim. Arkadaşım dayak yerken onu kurtarmak için geldim’’ diyeceğim, ama... Olacak iş değil...‘‘Hayır’’ dedim, ‘‘Müzisyen değilim... Aslında o da müzisyen değ... Şey pardon... Beraberiz...’’Ben şimdi şeyi hesap ediyorum... Bu Hakkı'nın şöyle adam çıldırtmadan çalacak üç parçası var... Onlar da bilemedin onbeş dakikada biter... Sonra ne olacak? Ben bu herifi nasıl zaptedeceğim ve buradan yakayı nasıl kurtaracağız?..Bizi içkisi bol bir sürü adamın oturduğu bir masaya buyur ettiler. Az sonra düğün sahibi olduğunu sandığım, bizi karşılayan zat Hakkı'nın sırtını sıvazlayıp: ‘‘Eee... Hadi bakalım, Hakkı Bey...’’ dedi. ‘‘Başlayalım artık.’’Hakkı akordiyonu kutusundan çıkardı ve omuzlayıp pist olarak bırakılmış ortadaki ufak yere dikildi... Kasap Havası ile de programına başladı...Kasap Havası, Hakkı'nın çalabildiği üç parçanın en iyisi olduğundan, şimdilik pek tehlikeli bir durum yoktu. Vaziyet iyiydi... Derken Hakkı, ikinci parçaya, sonra da üçüncüye geçti... Yani Komparsita'ya... Bende de hafiften ter başladı...Millet dans ediyor, Hakkı da kendini kaptırmış, akordiyonun altından giriyor, üstünden çıkıyor.Uzatmayalım, Hakkı'nın repertuvarı benim için bitti... Ve ondan sonra Hakkı müzikte olmayan seslerden oluşan ‘‘özel repertuvarına’’ geçti.Ben dikkatle, bir yandan oturanların yüzlerine bakıyor, bu arada kapıyı kolluyorum... O akordiyonu böğürtüp duruyor...Bir süre sonra etraftan mırıldanmalar başladı... Bu arada Hakkı da nihayet durumun vehametini anlamış olacak ki, ufak ufak terliyor, kızarıp bozarıyordu...KURTULUŞ KASAP HAVASI'NDAHayatımda yapmadığım şeydir ama... O anda can havliyle, nasıl olduysa yanımda oturan düğün sahibini kolundan yakalayıp, ortaya fırladım... Bir de peçete kaptım... Başladık Kasap Havası'na...Birden Hakkı'nın gözlerinde kıvılcımlar çakıp, yüzünde güller açtı... Bir avaza başladı Kasap Havası çalmaya... Bu arada bize başkaları da katıldı... Yorulan bırakıyor, fakat ben bir türlü oturmuyor, gidip başkalarını yakalayarak, piste onları sürüklüyordum.Belki bir saate yakın bu iş böyle devam etti... Ben oynuyorum, Hakkı çalıyor. Artık dizlerim tutmaz olmuştu. Tam yığılmak üzereyken:‘‘Hadi Hakkı’’ dedim... ‘‘Bu kadar yeter... Toparlan gidiyoruz...’’Dışarı çıktığımızda ise Hakkı: ‘‘Nasıldım ama?’’ dedi. ‘‘Bir de beni beğenmiyordun inek...’’Günler geçiyor, Hakkı durmaksızın akordiyondan canhıraş feryatlar çıkarmayı sürdürüyordu.Bir gün eve geldiğimde bir baktım... Bizim cama yapıştırılmış koca bir kağıt... Üzerinde ‘‘Akordiyon dersi verilir’’ yazıyor... Daha fazlasına yüreğim dayanamadı ve Hakkı'dan ayrılışım böyle oldu...Aradan sekiz-on yıl geçti... Bir akşam Çiçek Pasajı'nda arkadaşlarla oturmuş içiyorduk. Gürültü arasında da, devamlı bir akordiyon sesi geliyordu kulağıma... Sonra ses daha yakından gelmeye başladı. Bir süre sonra başımı kaldırdım... Karşımda biri, hem bana bakıyor, hem de akordiyon çalıyordu... Dondum kaldım... O muydu yoksa?.. Yüzü sanki benzemiyordu... Ama akordiyonu ‘‘çalıyor da, çalamıyor’’ hali öylesine onun gibiydi ki... Elimde olmadan:‘‘Hakkı...’’ dedim.Gülerek yaklaştı... Sarıldık...‘‘Ben seni görür görmez tanıdım’’ dedi... ‘‘Yarım saattir, gözünün içine baka baka’’, 'Lav iz e meni splendirid tink' çalıyorum...''Oysa ben ne çaldığını gene anlayamamıştım... Sonra oturduk, saatlerce dertleştik...Çok erkek, ‘‘Love is a manny splendored thing’’ şarkısıyla, eski bir aşkını, eski bir sevgilisini hatırlar... Bense ne gariptir... Bu şarkıyla bir erkeği, Hakkı'yı hatırlarım...Çok müzisyen tanıdım, ama Hakkı'nın yeri bende bambaşkadır.***İki gün önce beni arayan müşterek bir arkadaşımız, Hakkı'nın öldüğünü, cenazesinin de sessizce kaldırıldığını söyledi...Bu yazıyı da tekrar o nedenle koydum zaten...Hakkı, tabi bir Safiye Ayla ya da Yaşar Güvenir değildi...Ama, o benim müzisyenimdi...
Yazının Devamını Oku

Az biraz Bodrum!

12 Ocak 1998
Yeni yıl nedeniyle önceki haftanın üç gününü Bodrum'da geçirdim...Ben kesinlikle öyle ‘‘Bodrumkolik’’ falan değilimdir... Hayatımda Bodrum'a toplasanız dört, bilemediniz beş kez gitmişimdir...Dahası, 25 yıl önce Bodrum'da bir kooperatife girmiştim... Evin yapımı 5 yıl kadar önce bitti...Görmeye gittiğimde, binlerce ev arasında evi bulamadım... Sonra da o bulup göremediğim evi gene görmediğim birine bir komisyoncu aracılığıyla sattım...Bu alışveriş gerçi biraz Kalemli işi oldu, ama inanın aynen de böyle oldu... Benden evi alan arkadaş gidip bizim kooperatif evini bulabildi mi bilmiyorum, ama para verip aldığına göre mutlak bulmuştur...Bizim çok sevdiğimiz, birlikte olmaktan mutluluk duyduğumuz bir arkadaş grubumuz var... Böyle mana ve ehemmiyeti olan tatil zamanlarında onlar bir şeyler ayarlıyorlar, biz de onlara takılıyoruz... ‘‘İskitamet şurası...’’ diyorlar, oraya gidiyoruz...Bazen gittiğim yerlerin adını bile gittikten sonra, ertesi gün sabah kalktığımda öğreniyorum...Ama sağolsunlar sayelerinde bugüne dek birçok yer gördüm... Hayatımın en güzel kazık... pardon yemeklerini hep bu arkadaşlarım sayesinde yedim...Beni hayatla kaynaştıran bu sevgili arkadaşlarıma huzurlarınızda bir kez daha teşekkür ediyorum...GELELİM BODRUM'ATalep fazla olduğu için THY yılbaşı öncesi Bodrum'a ek seferler konduğundan, biraz zorlanarak da olsa yer bulduk, en önemlisi normal koşullarda gittik... Normal koşullarda diyorum, zira THY'nin yaz aylarında talebin yoğun olduğu Bodrum seferlerinde uyguladığı bir ‘‘perde’’ numarası vardır... Mevsiminde zaten kapalı gişe oynayan THY bu ‘‘tiyatro perdesi’’ sayesinde hasılatı ikiye katlar...Sözünü ettiğim ‘‘perde’’ numarası da şu...Bilirsiniz, uçakların ön bölümlerindeki sekiz on sıra, ‘‘Business’’ sınıf adıyla, normal bilet fiyatının neredeyse iki misline satılır...İşte, az önce de söylediğim gibi yazın talep çok olduğundan sağolsun havayolumuz, Bodrum uçaklarında ön ve arka sıralarda konum da bir fark olmamasına karşın bu perdeyi sürekli gerilere doğru çekip neredeyse uçağın tamamını, çift tarife olan ‘‘Business’’ yapar... Köşeyi döner...Bodrum'a gittiğim bir defasında da bu ‘‘Business’’ perdesi o kadar geriye çekilmişti ki...Uçağın en sonunda, normal yolcu için dört kişilik yer kalmıştı... Araya tanıdıklarını falan sokup o dört yerden ikisini torpille zor aldım...Ayrıca biliyorsunuz ‘‘Business’’ İngilizce ‘‘iş’’ demek... Zaten uçaklardaki bu bölüm, ‘‘İşadamları biraz fazla para ödesinler, ama işlerinden güçlerinden kalmasınlar, uçakta bile çalışabilsinler, biz de onlara hizmet edelim’’ diye onlara öyle ayrılmış...Ama ben bu ‘‘Business’’ bölüme uçaklara binip inerken hep göz atıyorum; çok kişiyi tabi ayırıyorum ama, tanıdığım ne kadar işsiz güçsüz adam varsa hep bu ‘‘Business’’ bölümünde!..Neyse, bu uçak işini sanırım fazla uzattık... Gelelim Bodrum'a...***Bodrum'a şöyle tepeden baktığında, milyonlarca alelacele çırpıştırılmış ev, bir o kadar da inşaat görüyorsun...Zaten Bodrum'da herkes koltuğunun altında bir torba çimento, elinde kazma, kürek ve mala ile dolaşıyor... Gözüne kestirdiği ilk yerde de inşaata başlıyor...Dahası, Bodrum'da örneğin şöyle bir yerde otururken, yanındaki o kazma kürekli arkadaş size bir kıç atıyor... ‘‘Hemşerim şöyle biraz öteye git... Burada inşaat başlayacak...’’ diyor...KÜBAYılbaşı gecesinin bir bölümünü, kaldığımız, bize gerçekten çok iyi hizmetler veren İzer Otel'de hafif sıyrıklarla atlattıktan sonra Küba'ya gittik...Şimdi Küba'ya gittik deyince, bundan Castro'nun Küba'sına gittiğimiz anlaşılmasın...Sözünü ettiğim bu Bodrum'daki Küba'ya girebilmek, vize vs. sorunları olmasına karşın inanın gerçek 'O' Küba'ya girmekten daha zor...Burası, şu an Bodrum'un en ünlü ve de revaçta olan diskosu... Bizim gittiğimiz o yılbaşı gecesi Küba'nın nüfusu, Allah sizi inandırsın bildiğimiz Castro'nun Küba'sından daha kalabalıktı...İte kaka, itiş boğuş girdiğimiz Küba Disko tahmin edeceğiniz gibi aslında yazlık bir mekan...Ama kulübün patronu ‘‘İstanbul tafiesi şu yılbaşı gecesi mahzun olmasın...’’ diye kulübü hizmete açmış, bahçeye millet üşümesin diye resmen sobalar kurdurmuştu...O gece, yüzelli kişilik yerde tıklım tıkış ikibinbeşyüz kişi bulunduğundan kimse üşümedi... Ayrıca tanıdık tanımadık tüm Küba sakinleri olarak, popo popoya yanak yanağa çok samimi bir yılbaşı gecesi geçirdik...***Ertesi gün, Bodrum'da evi olduğunu söyleyen yıllardır görmediğim bir arkadaşım ısrar kıyamet bizi evine davet etti...Kıramadık, arabasına binip yola koyulduk... Birbuçuk - iki saat gittikten sonra da uçsuz bucaksız tepelerde bir eve geldik...‘‘Lan sen buna Bodrum'da evim mi var, diyorsun Nusret?..’’ dediğimde...‘‘Yahu haklısın... Gerçi burası Bodrum değil, Denizli sayılır ama, bu Bodrum öyle moda olup kıymete bindi ve de öyle yer kalmadı ki, artık Artvin'deki arazileri bile 'Bodrum'a şuracıkta hemen bin kilometre yakınlıkta' diye satıyorlar...’’ dedi arkadaşım...***Ve o gün akşamüstü, gezide birlikte olduğumuz arkadaşımız, Devlet Sanatçısı ünlü piyanist Gülsin Onay bizi Bodrum'daki evine içkiye davet etti... Piyanosuyla bizlere nefis bir Chopin ziyafeti çekti... Gerçekten olağanüstüydü.Bu dünya çapındaki sanatçımız sevgili Gülsin'in 6 Şubat'ta, sanırım Lütfi Kırdar'da konseri var... Kaçırmayın...***Ve o gece yemeği Yalıkavak'ta, Melek Boz hanımın yerinde yedik...Melek hanımın, sözünü ettiğim Yalıkavak'ta denizin kenarında, inanılmaz güzel meze ve yemeklerin olağanüstü bir servisle sunulduğu bir yeri var...Çok zarif ve güzel bir hanım olan Melek Boz, servisi çok kez sessiz, sakin kendi yapıyor.Yalıkavak'tan söz açılınca tabi başkan Ali Şen'den söz etmemek olmaz...Ali Şen'in Yalıkavak'ta etrafını çitlerle çevirdiği muazzam bir arazisi var...Arazinin etrafı tellerle çevrili... İlgililer Ali Şen'in bu tedbirleri Hıncal Uluç'un hain bir baskını (!) yapabilme olasılığına karşı aldığını, söylüyorlar!..Bu da tabi işin şakası...***Neticei kelam işte size üç günlük bir Bodrum öyküsü...
Yazının Devamını Oku

Salacak’ta yılbaşı

8 Ocak 1998
İyisiyle, kötüsü vs. ile bir eski yılı daha geride bıraktık... Ben sizlere bu yeni yıla nasıl girdiğimi yazamıyorum... Bu yazıyı yazdığım şu an, zaten yeni yıla girmiş değilim... Yani bu yazıyı önceden yazıyorum...Arkadaşların itelemesiyle yılbaşı için Bodrum'a gittiğim o iki günü sizlere daha sonra zaten kesin olarak anlatacağım... Doğrusunu isterseniz, eskisinin daha iyi olduğuna kesin olarak emin olduğumdan, yine yıla girmek de istemiyorum...Ama sizlere bir yılbaşı öyküsü anlatmak da boynumuzun borcu...Bu öykü bir ‘‘Salacak’’ öyküsü... Çünkü bana, her gün yüzlerce telefon ve faks geliyor... Bu faks ve telefon sahiplerinin çok büyük bölümünü Kablolu Yayınzedeler, bir bölümünü de benden ‘‘Salacak Öyküleri’’ isteyen ‘‘Salacakkolik’’ okurlar oluşturuyor...İşte ben de isteyenleri kırmamak için, sizlere son kez bir Salacak Öyküsü sunuyorum.Üstelik bir ‘‘Yılbaşı’’ öyküsü...‘‘Bi daha’’ yapmam... Çünkü Ocak ayında kitabı çıkıyor...* * *Yılbaşına iki gün vardı. Piç Yavuz, Camgöz Taci ve Tilt Mahmut, Nihat'ın kahvesinde oturuyorlardı.Bir ara kahveci Nihat:‘‘Yılbaşı gecesi n'apıyorsunuz lan Yavuz?’’ dedi...‘‘Valla arkadaşlarla biz o konuyu konuşuyorduk Nihat abi... Bizim Camgöz'ün annesi falan İzmir'e akrabasına gittiler. Ev boş... Biliyorsun Camgöz'lerin evi geniştir. Şöyle hep birlikte toplanıp, birlikte eğlenelim, diyoruz. Herkes bir miktar para verir... Bir iki hindi, meyve falan alırız... Şöyle kendimize bir güzel ziyafet çeker, eğleniriz... Hindileri ben valideye pişirtirim... Bizim valide şahane hindi dolması yapar ki, hem de kestaneli...’’Bu arada Camgöz Taci girdi lafa:‘‘Hatta katılan arkadaşlar çok olur, iyi para toplayabilirsek, Sulukule'den iki çalgıcı ile bir dansöz bile getiririz...’’Haber Salacak'a çabuk yayıldı... Zaten bunlar konuşulduğu sırada kahvede bulunanların çoğu fikri daha o zaman beğenmişlerdi...Aynı gün akşam üstü paralar toplanmaya, liste hazırlanmaya başladı... Camgöz'lerin evindeki eğlenceye katılmak isteyenler, parayı yatırıyor, listelere adlarını yazdırıyorlardı...Salacak Plajı'nın sahibi, bizim hergele takımının baş düşmanı Talat Bey bile:‘‘Ben çoluk çocuğu bırakıp gelemem ama, belki gecenin bir vaktinde uğrarım’’ deyip yüz kağıdı bastırdı. 100 lira o zaman için çok paraydı.Paralar kahveci Nihat'ta toplanmıştı. Katılacak olanlar yirmi yirmibeş kişiyi bulmuştu. Daha fazlasını eve sığmayız diye kabul etmediler...Yılbaşı sabahı Piç Yavuz, Nihat'ın kahvesine geldi...Oturup paraları saydılar, gerçi ekip kalabalıktı, ama iyi para toplanmıştı. Sonra oturup alınacakların listesini yaptılar bir güzel...Kahveci Nihat:‘‘İsterseniz alınacakların bir kısmını ben alayım’’ dedi.‘‘Yok abi’’ diye cevap verdi Yavuz, ‘‘Sen işinden olma... Biz her şeyi hallederiz...’’Ve paraları alıp, kahveden çıktı...Öğleye doğru, Piç Yavuz, Camgöz Taci ve Tilt Mahmut kahveye birer hindi ile girdiler. Bayağı besili olan hayvanlar çırpınıyor, bizimkiler de onları zaptetmeye çalışıyorlardı...‘‘Aferin, iyi iş becermişsiniz... Gerçekten iyi hindiler’’ dedi kahveci Nihat.‘‘Daha gidip kestireceğiz, göresiniz diye getirdik’’ dedi Yavuz.Çıkıp gittiler.Akşam üstüne doğru Piç Yavuz tekrar göründü. Nihat'a:‘‘Bi sorun çıktı... Dansöz için Sulukule'ye gittik... Çok para istediler, geri döndük... Ya biraz daha para toplayacağız, ya da dansöz dalgasından vazgeçeceğiz...’’Tekrar para toplandı... Orada olmayanların yerine nihat parayı kendi verdi...YILBAŞI GECESİYılbaşı akşamını saat sekize doğru eğlenceye katılmak için para verenlerin hemen hepsi kahvede buluşmuştu. Aralarında Talat Bey yoktu. O zaten bir fırsatını bulup geleceğini söylemişti. Bir de bir iki kişi eksikti... Camgöz'ün evine gideceklerdi.Evin önünde birkaç kişi vardı. Üniversitede gösteri yapar gibi bir yandan bağırıp çağırıyor, bir yandan da kapıyı tekmeliyorlardı. Bunlar kahveye gelmeyip, doğrudan Camgöz'ün evine gidenlerdi...Kahveci Nihat fırladı önden...‘‘N'oluyor be? Ne tekmeliyorsunuz kapıyı?..’’‘‘Ne tekmelemesi var mı?.. Görmüyor musun kapı duvar, içeride incin top oynuyor. Dolandırdı bizi namussuzlar...’’Gerçekten evde kimse yoktu. Zaten evin ışıkları de sönüktü... Tartışmaya, kavgaya başladılar.Bu sırada yandaki evden bir pencere açıldı. Camgöz'lerin komşusu manav Yusuf:‘‘Taci'yi mi arıyorsunuz?.. Piç Yavuz ve Tilt Mahmut'la Maksim Gazinosu'na gittiler. Taci benden ödünç bir kravat almaya gelmişti, o zaman söyledi...’’ dedi.Hepsi donakaldılar. Bir süre daha tartışıp, Nihat'ın kahvesine döndüler...Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu... Hepsi dokunsan ağlayacak durumdaydılar... Bir süre sessiz oturdular.Sonra birden Nihat:‘‘Yürüyün ulan Maksim Gazinosu'na gidiyoruz...’’ dedi.Bir kısmı söylene söylene evlerinin yolunu tuttular... Başta kahveci Nihat ve sobacı Hüseyin olmak üzere sekiz kişi de, Taksim'deki ünlü Maksim Gazinosu'na gitmek üzere vapur iskelesine doğru yola koyuldular...MAKSİM'DE FAÇA MASAGazinoya girdiklerinde onları hemen gördüler... Piç Yavuz'la Tilt Mahmut pistin hemen yanında bir masada oturuyorlar, Camgöz Taci ise pistte dansözle birlikte göbek atıyordu...Nihat:‘‘Sakın herifleri bu kadar kişinin önünde dövmeye kalkıp başımıza iş açmayın’’ dedi. ‘‘Siz işi bana bırakın, eğlenmenize bakın...’’Sonra şef garsonu buldu Nihat... Adama bir yüzlük tosladı... Birkaç dakika içinde bir masa hazırlandı, oturdular. Gazino tıklım tıklım dolu olduğundan, masa biraz arkalarda bir yerlere konmuştu ama önemli değildi...Sonra da başladılar yiyip içmeye... Mezenin biri geliyor, biri gidiyor, içki su gibi akıyordu.Şarkıcı, türkücü, dansöz derken vakit geçti... Program bitti... Gazino yavaş yavaş boşalmaya başladı...Nihat garsonu çağırdı, hesap istedi. Az sonra da garson hesap getirdi...Nihat garsona:‘‘Şu pistin kenarında oturan üç kişi var ya... Biz o arkadaşların davetlisiyiz’’ dedi. ‘‘Şimdi bu hesabı lütfen onlara götürün...’’Garson, Piç Yavuz'ların masasına gitti. Masada bir kaynaşma oldu. Sonra garson geri döndü:‘‘Bu hesabı kabul etmiyorlar beyim...’’Sonra kahveci Nihat arkasında sobacı Hüseyin ve yılbaşı zedelerden Pehlivan Remzi, en arkada garson, tekrar Yavuz'ların masasına gittiler...Nihat gözleri faltaşı gibi açılmış olan Yavuz'a:‘‘Bizim paralar sizde değil mi lan?’’ diye bağırdı...‘‘Şey... Bizde Nihat abi...’’‘‘Hadi bakalım öyleyse ödeyin hesabı...’’Ve gazinodan çıkıp gittiler.Piç Yavuz, Camgöz Taci ve Tilt Mahmut, Salacak'a ocak ayının ancak üçünde dönebildiler... Hem de kafa göz sarılı olarak.[Ana Sayfa] [Gündem] [Ekonomi] [Dünya] [Yaşam] [Dizi] [Spor] [Yazarlar] [Ekler] [Standart karakterler]
Yazının Devamını Oku

‘Yazının’ derisi ile gerisi makbuldür

31 Aralık 1997
Benim deri hakkında bilgim Türk Hava Kurumu vs.'ye bağışlanan kurban derilerinden ibarettir...Bu nedenle, ‘‘2. DERİ GİYSİ TASARIM YARIŞMASI’’na jüri üyesi olarak davet edilince, beni davet eden yetkili arkadaşlara, bunun nasıl bir şey olduğunu sordum...Yarışmayı organize eden yetkili arkadaşlar, bu yarışmanın genç Türk deri tasarımcılarını, yani modacılarını teşvik amacıyla yapıldığını, deri konusunda artık Batı'ya kafa tutmamız gerektiğini söylediler...Bu konuda ben de kendilerine yürekten katıldım, bunca yıldır ‘‘derimizi yüzen’’ Batı'ya artık dur demenin zamanının geldiğini söyledim...Ve anlatılana göre bu yarışma bir defile şeklinde olacak, ünlü mankenler sahnede bu tasarımcı arkadaşların modellerini sunacak, biz de onlara puan verecekmişiz...Tabii ben ünlü mankenleri duyunca olaya daha bir ısındım...Deriden pek anlamasam da hiç değilse mankenden anlıyorum... Hatırlarsınız, Pirelli Takvimleri balosu nedeniyle Londra'ya gitmiş, orada dünyanın en ünlü mankenleriyle sarmaş dolaş resimler çektirmiştim... Bu resimler de Hürriyet'te yayınlanmıştı...Uzatmayalım, yarışmanın yapılacağı Hilton Exhibition Center'a gittim... Jürideki yerimizi aldık...Salon hayli kalabalıktı... Ben jüri üyesi olarak Beymen'in eski genel müdürü sevgili Nur Akgerman'la birlikte pistin tam önünde, ortada oturuyordum...Yarışmayı sunan Cüneyt Türel, konuklara ilk olarak biz jüri üyelerini takdim etti... Kırkbeş dakika süren bu takdim töreninde anladım ki, benim daha önce sözünü ettiğim salondaki o kalabalığın dörtte üçü jüri üyesidir... Konuklar ise geri kalanlardır...Nur Hanım'a, ‘‘Bizi değil de konukları takdim etseler, hiç değilse zaman kazanırdık’’ dedim...***Ve yarışma başladı... Birbirinden güzel mankenler birbiri ardına, sırtlarında deri giysilerle podyumda dolanmaya başladılar...Benim deri konusundaki bilgim, yazının başında da dediğim gibi, kurban derisinden ibarettir...Bir de ‘‘Tavuğun derisi ile gerisi makbuldür’’ derler, onu bilirim...Mankenin üçü gidip, beşi gelmeye, biz de önümüze konan kağıtlarda bu deri giysilere not vermeye başladık...Ben sizlere burada sözün gelişi deri giysi diyorum ama, ortada yani kızların üzerlerinde pek öyle giysi falan yoktu... Kızlar defileyi valla öz be öz kendi derileriyle yapıyorlardı... Maksat hasıl olsun diye, oralarına buralarına bir miktar deri serpiştirilmişti...Bundan böyle siz siz olun, kurban derilerinizi Türk Hava Kurumu'na falan değil, bu deri defilesine çıkan mankenlere bağışlayın...Onların o ‘‘Ne üstte var, ne başta...’’ halleri resmen içimi parçaladı...Yarışmayı sunan mankenler çok başarılıydılar...Gerçi ben kendisini daha önce hiç görmedim ama, örneğin Eyşan Özhim'de büyük gelişme vardı... Yani ben öyle tahmin ediyorum...Podyumda salına salına pervasızca yürüyen Eylem Çeliker ise insanı resmen eyleme teşvik ediyordu...Deniz Pulaş ise gerçekten şahaneydi... Bizim Uğur Cebeci, Deniz'e televizyondaki ‘‘Kokpit’’ programının sunuculuğunu yaptırıyor... Yahu bu Deniz'in havaalanlarında falan ne işi var... Bu kız resmen uçak düşürür be!..Yazının bu mankenlerle ilgili bölümünü sırf Hıncal Uluç'tan aşağı kalmayayım diye yazdım... Aslında ‘‘Ben bu işlerin acemisiyim... Mankenlerle ilgili neler yazayım?..’’ diye Hıncal'a soracaktım ama, aradım bulamadım...***Yılbaşı durumları ne alemde?..Bildiğiniz gibi üç gün sonra Yılbaşı... Etrafta ne olup bittiğini gözlemlemek için biraz turaladım...Önce Akmerkez'e gittim... Akmerkez bu yıl hayli sakin görünüyor...Dikkat çeken tek şey, İstanbul'un tüm diğer alışveriş merkezlerinde olduğu gibi, ‘‘Noel Baba’’ yoğunluğu... Nereye gitseniz, her bir yanda insanların üstlerine Noel Baba'lar hücum ediyor...Şimdi sizlere kesinlikle, bu Noel Baba'lardan yola çıkıp ‘‘Mafya babası’’, ‘‘Şapka Babası’’ esprileri yapacak değilim...Ama size bu konuda küçücük bir anektool anlatayım... Mağazalar bu Noel Baba'ları bazen kendi personellerinden, ama genelde üçbeş gün çalışacak işsiz insanlardan seçerlermiş...Ve bu arkadaşlardan bir bölümü hayatta giydikleri en iyi kıyafet olduğundan, yaz kış aylarca şapka hariç, o Noel Baba kıyafetiyle dolaşırlarmış...Noel Baba denince benim aklıma kesinlikle arkadaşım Sami gelir...Yıllarca önce Sami, eşi, ben, eşim, çoluk çocuk yılbaşına bir arkadaşımın Levent'teki evinde girecektik...Sami çok muzip, insanlara sürprizler yapmaktan hoşlanan bir arkadaştır...O akşam bizlere, ‘‘Siz gidin, ben sonradan geleceğim...’’ dedi. Hepimiz arkadaşımızın evinde toplandık... Saatler ilerledi... Sami hala ortada yoktu... Sami'yi beklerken, o Levent'teki evine gittiğimiz arkadaşın şöminesinden önce inlemeler, sonra da canhıraş feryatlar duyuldu...Meğer Sami Noel Baba kılığında, elinde hediyeler, o sözünü ettiğim arkadaşın evinin bacasından girmeye çalışmış ve de sıkışıp kalmış...Sami'yi, sağolsunlar Levent İtfaiyesi sayesinde kurtardık...***N'apiim, söz Noel Baba'dan açılınca, ben de bu Sami'nin hikayesini anlatmadan dayanamıyorum... Akmerkez'e gitmişken, yılbaşı gecesi çevredeki restoranların durumlarını falan da bir soruşturayım, dedim...Akmerkez'e en yakın restoran Paper Moon... Yakın demek zaten yanlış olur, Paper Moon Akmerkez'in dış cephesini kaplayan muazzam bir restoran... Bu arada şunu da söyleyeyim, bu muazzam restoranlar, aynı zamanda dış cephe kaplaması olarak da kullanılıyor...Benim iki kez gittiğim; ve on dakika erken ya da geç gidip restoran sahiplerini çok zor durumda bıraktığım Paper Moon, bu yılbaşı için özel bir uygulama yapıyor... Geç gelen her müşterisini ceza olarak geç geldiği saat kadar tek ayak üzerinde bekletiyor... Bunu da sırf yılbaşı hatırına yapıyor... Başka zaman olsa, zaten içeri bile almıyor...Yılbaşı sofralarıBu yılbaşı turları arasında Çırağan Oteli'ne de uğradım...Çırağan Oteli'nde, bir ‘‘YILBAŞI SOFRALARI’’ sergisi var...Yani, Yılbaşlarında nasıl bir sofra kuracağınıza karar veremiyorsanız, bu sergiyi gezip bilgi sahibi oluyorsunuz!..Ve bu sofraları, yani bu masa donanımlarını, sosyete hanımları gerçekleştirmişler...Zaten sofraların üstünde de, bu sofraları düzenleyen hanımların adları var...Ama size şu kadarını söyleyeyim... Çırağan'da sofra kuran bu hanımlar, hayatlarında evlerinde bir gün sofra kurmuşlarsa şerefsizim bileklerimi keserim...Örneğin bir servis tabağı yığması yapmışlar, üst üste öyle tabak yığmışlar ki çorba içtiğinizde saçlarınızın çorba tabağının içine girmemesi olanaksız... Yani saçınızı Rejois şampuanıyla yıkar gibi, çorbanızı içecek ve çıkacaksınız...İkinci yemek olan et tabağı, ‘‘Allah gözünü doyursun...’’ der gibi tam göz hizasında...Hepsini boşverin, masalar, tabak, çanak, şamdan vs. ile öylesine tıklım tıkış doldurulmuş durumda ki, masaya yemek getirmenin zaten imkanı yok...İlgililer, sosyete mensubu düzenleyicilerin, bu yılbaşı masalarını, rejimde olan arkadaşlarını düşünerek ‘‘dizayn’’ ettiklerini söylediler...Yılbaşıyla ilgili daha çok izlenimlerim var ama, şimdi beni kötü kötü söyletmeyin!..
Yazının Devamını Oku

Bir nefes sıhhat

26 Aralık 1997
Ağabeyim Oğuz Aral arada bir sağlık konusunda yazdığı yazılarda sürekli diline beni doluyor... Yazılarının içinde bir punduna getirip beni sizlere hastalık hastası imişim gibi tanıtmaya çalışıyor... Örneğin geçen hafta yazdığı yazıda da gene bu temayı işledi... Gene benimle ilgili bir alay gerçek dışı şey söyledi...Oysa şu an biraz böbrek sancısı (sanki iri bir taş var gibi), midede ağrı (ülsere benziyor namussuz), herhalde aşırı göz yorgunluğundan olacak biraz bulanık görme (beyindeki tümör ve sorunlar da bu arazı gösterir) dışında Allah'ıma şükürler olsun hiçbir sağlık sorunum yok... Aslanlar gibiyim... Tabii hiçbir insan, hele de elliyi çoktan devirmiş bir insan, bu denli kusursuz olamaz...Biraz soluk alma sorunu var... Örneğin gazetenin asansörleri beni müthiş zorluyor...İçine gireceksin, düğmesine basacaksın, zırt diye dört beş kat birden çıkacaksın, daha bir alay şey...Ama bünye sağlam olduğundan, asansör bile vız geliyor icabında...Aslında Oğuz Aral'ın söylediklerinde biraz da olsa gerçek payı yok değil... Ama inanın benim o halim tamamen eskidendi... O yıllar beni o hale getiren de Müjdat Gezen'di...Yirmibeş küsur yıl önceydi... Ben Müjdat'ı, ismen tanıyordum ama, yüzyüze gelmemiş, tanışmamıştık...O yıllar yeni yeni yapılmaya başlanan Antalya Film Festivalleri'nden birine davet edilmiştim... Kalkıp gittim...O günün koşullarında, konukların zaten sayıları az olan otellerde, ikişer kişi kalmaları gerekiyordu. Benim kaderime de Müjdat düştü...Müjdat odaya iki büyük bavulla geldi...Birinci bavulda giysileri, yatağının başucuna dizdiği aile fotoğrafları vs. vardı... O koca ikinci bavul ise ağzına kadar silme ilaç doluydu...Önce, ‘‘Çocuk ne de olsa genç bir tiyatrocu... Geçinebilmek için herhalde aynı zamanda ilaç propagandistliği de yapıyor...’’ diye düşündüm. Acı gerçeği ise, sonra anladım...BİR ADAM TANIDIM, HAYATIM DEĞİŞTİDerken odada oturduk, birbirimizle tanışmaktan ne kadar mutlu olduğumuz konusunda falan keyiflice söyleştik...Bir ara gözlerini dikkatle yüzüme dikti...Durduk oturduk yerde, ‘‘Yahu senin safrakesenle ilgili bir sorunun var mı?’’ dedi...‘‘Anlamadım yani... Nereden çıkardın ki bunu?..’’‘‘Tabii yanılıyor olabilirim ama, ne bileyim sanki bana rengin biraz yeşilmiş gibi geldi... Ayrıca gözlerinin içi de sarı... Saman sarısı olsa bir önemi yok da, sitron, yani limon sarısı... Bu da safrakesenin safra salgılamadığını gösterir... Neyse sen gene de pek kafana takma bunları... İstanbul'a döndüğünde bir doktora görünürsün olur biter... Yalnız ihmal etme...’’İşte o namussuz Müjdat hayatıma böyle girdi...Ondan sonra başladım her sabah aynanın karşısına geçip ‘‘Açık yeşil mi, koyu yeşil mi, vermillon yeşili mi?..’’ diye suratıma, ‘‘yumurta sarısı mı, civciv sarısı mı, cart sarı mı?..’’ diye gözlerimin içine bakmaya... Resim de yaptığımdan, yeşilin, sarının bir sürü tonunu biliyorum, aynanın karşısında renkten renge giriyor, herbirinden de ayrı anlam çıkarıyorum...Sonunda ben Müjdat Gezen'in hastalık hastası bir üşütük olduğunu anladım ama, iş işten geçmiş, illeti bana da bulaştırmıştı...İş bu kadarla kalsa iyi... Gerçek iki dost olduğumuz daha sonraki yıllar beni öyle hale getirdi ki...Karşılıklı oturur, dikkatlice birbirimizin yüzüne bakar, ‘‘Ölüyor muyuz yoksa?..’’ diye sarılışıp ağlaşmaya başlardık...* * *Yalnız Müjdat'la benim aramda çok önemli bir fark vardır... Bu tip pozisyonlardan sonra o yıldırım hızıyla, zaten sürekli hazır durumda onu bekleyen muhtelif doktorların birine koşar...Bense kafamda binbir şüphe kendi kendime kalırım... Zira hayatta en çok korktuğum şey doktor ve hastanedir...Çünkü doktorların gerçekleri tüm çıplaklığıyla yüzüme söylemelerinden korkarım...Bu yüzden birkaç kez hastanelerden kaçtım...Yıllar önce bacağımda bir sorun oldu... Bu iş için Londra'ya, üstelik zor randevu alınan bir doktora gittim... Bir durum çıkmasın, canım sıkılmasın diye adama hep şikayetimin kolumdan olduğunu söledim... Daha sonra sorunu çözmek için aynı doktora aylar sonra ikinci kez gitmek zorunda kaldım...Benim bir de gittiğim doktorları lafa tutma, oraya neden geldiğimi unutturma taktiğim vardır...Daha doktorun karşısına oturur oturmaz, sinemadan maça, politikadan borsaya aklıma ne gelirse konuşmaya başlarım ki, doktor fırsat bulamasın, bana ‘‘Şikayetiniz neydi?..’’ diye soramasın...Bir defasında bir tahlil için idrar alma sırasında, kendiminkini biraz koyuca bulup beğenmemiş, çaktırmadan oradaki bir başka şişe ile değiştirmiştim... İdrarda had safhada üre çıktı... Beni yaka paça hastaneye yatırırlarken, gerçeği anlatıp yakayı zor kurtardım...Ama sizlere bu konuda öyle bir olay anlatacağım ki, böylesini hayatta bir daha duyamazsınız...* * *Gazeteci ve eski turizm bakanlarından Barlas Küntay çok sevdiğim, gençliğimde çalıştığım gazetelerde kader birliği yaptığım, çok çok yakın bir arkadaşımdır...Barlas, eskiden gerçekten komple bir sporcuydu... Lisanslı yüzücü ve yelkenciydi... Futbol oynardı... Her sporu yaptı...Ama sağlam yapısı ve güçlü bünyesine karşın, sekiz on yıl önce kalbinden sakatlanıp by-pass ameliyatı olmak zorunda kaldı... İşte anlatacağım olay da o sırada geçiyor...Barlas'ın gerçekte çok sevdiği, en önemlisi çok güvendiği Kayhan isminde, benim de çok sevdiğim, bir çocukluk arkadaşı var. Gerçekten vefakar, cefakar bir arkadaş.Barlas, Amerika'ya ameliyata gideceği zaman Kayhan Barlas'ı yalnız bırakmadı, Barlas'la birlikte Amerika'ya gitti.Amerika'ya gittikten sonra Barlas'ı hastaneye yatırıyorlar. Kayhan da aynı odada yanında refakatçi olarak kalıyor. Bu arada da Kayhan, geldikleri günden itibaren hastaneye yatana kadar durmadan koşuşturuyor, yapılacak işleri yapıyor. Hastaneye yattıktan sonra da koşuşturmayı sürdürüyor.Derken günler geçiyor... Tüm hazırlıklar tamamlanıyor. Ve Barlas'ın ameliyat olacağı gün gelip çatıyor.O akşam doktorlar son kez geliyorlar... Barlas ve Kayhan'a yapılacak şeyleri anlatıyorlar. Barlas'a erkenden uyuması gerektiğini söyleyip gidiyorlar.Tabii bizim Barlas'ı uyku falan tuttuğu yok... Aslında gerçekten cesurdur ama bu iş başka iş... Daha sonra yaptığının muziplik de olduğunu söylese korkuyor ne de olsa... Kayhan ise gene bütün gün koşuşturduğundan Barlas'ın karşısındaki refakatçi yatağında daha kafasını yastığa koyar koymaz uyuyor.Derken aradan biraz zaman geçiyor... İçeri bir zenci hastabakıcı giriyor... Elindeki bir makine ile ameliyata hazır olsun diye Barlas'ın göğsünü tıraş ediyor.Saatler geçiyor. Artık yavaş yavaş ameliyat saati yaklaşıyor... Tabii Barlas'ta uykunun zırnığı yok. Kayhan ise beşinci uykuda.Ve sabahın altısında Barlas'ın oda kapısında sedye ile iki zenci görünüyor.Zenciler içeri giriyorlar... Yatağın içinde oturmakta olan Barlas'a, ameliyat olacak olanın kim olduğunu soruyorlar... Ve işte ne oluyorsa o zaman oluyor. Barlas zencilere birden karşısındaki yatakta yatmakta olan Kayhan'ı gösteriyor... Çam yarması gibi iki zenci de Kayhan'ı kuş gibi alıp sedyeye koyuyorlar... Kapıdan çıkıp gidiyorlar... Kayhan bu arada elini kolunu falan oynatıyor, ama çok derin uyuduğundan uyanmıyor. Ve Barlas'ın bu arada kafasına dank ediyor... Bakıyor işin şakası falan yok. ‘‘Durun, murun’’ diye arkalarından bağırıp, odadan dışarı fırlıyor... Bir bakıyor, adamlar oda kapısının hemen yanındaki asansöre binip çoktan yok olmuşlar bile...Barlas'ı alıyor bir telaş... Hastanede bir alay ameliyathane var. Hangisine gittiklerini bilmiyor...Sağa sola koşturuyor... Yakaladığı bir iki hemşireye durumu anlatmaya çalışıyor... Hemşireler durumu kavrayamıyorlar. Bu arada zaman da geçiyor... Artık iyice telaşa kapılıyor, çıldıracak gibi oluyor ki, birden asansörün kapısı açılıyor, şaşkın ve kızgın iki zenci ile sandalyedeki Kayhan görünüyorlar kapıda.Kayhan ameliyathanede, ‘‘Durun, ameliyat olacak hasta ben değilim’’ diyormuş... Doktorlar ise, ‘‘Buraya her ameliyata gelen böyle söyler’’ diyorlarmış...K
Yazının Devamını Oku

İbrahim Müteferrika’yla yılın röportajı

18 Aralık 1997
Gazete tirajları tüm çabalara karşın toplam 3.5 milyonu zar zor aşabiliyor... Bu rakamın içine farklı fiyatlarda satılan büyük promosyonlu gazeteler de dahil... Zaten gazetelerde promosyonlar kalktığı zaman bu rakam da hemen aşağı düşüyor...Bu da toplum olarak gazete okumaktan çok, gazetenin ‘‘cabası’’na, yani üste verdiği öteberiye meraklı olduğumuz gerçeğini ortaya koyuyor...Aslında milleti gazete okumaya alıştırmak için tersini yaparak, öteberi satıyormuş gibi yapıp, gazeteleri de sanki promosyonmuş gibi yanında vermek lazım... Bakın o zaman promosyon oldukları için gazeteler nasıl rağbet görüyorlar!..Çok kişice belki kınanıyor ama, uyuşturucu vs. vermedikçe, okur da kandırılmadıkça ben kişisel olarak promosyona karşı değilim...Bugün yüzbinlerce okuyucu, gazeteler sayesinde ansiklopedi sahibi olmuştur. Dahası, bu nedenle evlerde bu ansiklopedileri koymak için ucundan kenarından küçük kitaplıklar oluşturulmuştur...O hafife aldığımız tabak çanak, masa örtüsü vs. promosyonlarının, yirmibirinci yüzyıla yaklaştığımız şu günlerde aynı kaptan yemek yiyen ailelerimizin bir bölümüne belki de yararı olmuştur, kimbilir?..Ayrıca size bir sır vereyim... Gazeteler yalnızca okurlarına değil, çalışanlarına da promosyon veriyorlar... Örneğin bana her otuz günün sonunda kupon falan biriktirmeden maaş veriyorlar... Bunu maaş olarak düşündüğümde kafam bozuluyor ama, sanki gazetenin bana verdiği bir promosyonmuş gibi düşündüğümde bayağı hoş bir duyguya kapılıyor, gazeteme minnettar bile oluyorum...* * *Bu promosyon işi aslında yeni bir şey değil...Örneğin yirmi küsur yıl çalıştığım bir zamanların ünlü Günaydın gazetesindeki bir promosyonu anımsıyorum... Ben promosyon diye ona derim işte...O günler Günaydın Gazetesi olarak her gün 50 aileye, köfte, şiş, pirzola ve biftekten oluşan ‘‘karışık ızgara’’ verdik... Bunu sakın bu kampanyayı küçümsediğim biçiminde almayın... Tersine bence bugüne dek yapılmış en gerçekçi promosyon kampanyasıdır... Biliyorsunuz gazete okurunun kalbine giden yol, biraz da midesinden geçer!.. Ve şimdi gelelim bu müthiş kampanyanın nasıl akla geldiğine...O zamanki Günaydın'ın patronu Haldun Simavi, okurun nabzına göre gazete vermesini bilen gerçekten müthiş bir gazeteciydi...Pay Kuponu vs. adı altında, basında ilk promosyonları da o yapmıştı.Ünlü lokantacı ve yemek uzmanı Beyti ise Haldun Bey'in yakın dostuydu...Beyti her nedense o aralar Günaydın'a fazlaca gelip gitmeye başladı... Ve sevgili Beyti'nin ortalıkta fazla dolanıp durmasından, Haldun Bey'in kafasında yeni bir promosyon şimşeği çaktı...Gazete arası köfteye o günler işte öyle başladık...Bir sabah gazeteye erken gelmiştim... Yazıişlerinde dolanıyordum... Telefon çaldı. Açtım, arayan bir okurdu...‘‘Gazetenizden şikayetçiyim...’’ dedi. ‘‘Acaba gazetede yanlış bir haber falan mı çıktı?’’ diye düşünürken de, ‘‘Dün gelen köfteler iyi pişmemişti...’’ deyip kapattı telefonu...* * *Ben basında epeyce eskiyimdir... Zaten bizden önceki kuşak da İbrahim Müteferrika kuşağıdır...İşte ben hem ‘‘bir kısım basın’’ olarak bugünkü durumumuza ışık tutmak, hem de eski yıllardaki basının durumu hakkında sizleri aydınlatabilmek için, ülkemizde matbaayı ilk kuran, ilk gazeteleri, dergileri yayımlayan İbrahim Müteferrika ile sizler için bir söyleşi yaptım...Tabii bugüne dek hiç tanışmadığım Sayın Müteferrika ile bir araya gelebilmek için, geçmişimizden sorumlu sevgili Murat Bardakçı'nın yardımını istedim...Sevgili Murat beni kırmadı... Bizi İbrahim Bey'le bir araya getirdi...Şimdi sizlere, İbrahim Müteferrika ile yaptığımız söyleşiyi, virgülüne dokunmadan sunuyorum...Yalnız bir hatırlatma olarak sizlere küçük de olsa Sayın Müteferrika hakkında bazı bilgiler vermek istiyorum...Aslen Macar olan Müteferrika, 1674 yılında doğmuş... Macar kralının Osmanlılar'a isyanı üzerine çıkan savaşta İstanbul'a kaçıp Müslümün olmuş ve İbrahim Müteferrika adını almış... Bab-ı Ali'de ilk matbaayı açan Müteferrika, 16 üniteli tam otomatik kurutmalı bir Goss makina getirtmiş... Fakat makineyi çalıştıramamış... Ve sonunda bizim Hürriyet'in baskı şefi Raif ustanın büyük dedesi kendisine yardımcı olmuş... İlk matbaa ülkemizde faaliyete geçmiş...* * *İyi günler Sayın Müteferrika... Siz çok ünlü ve tecrübeli bir matbaacı ve yayımcısınız... Bize biraz eski günlerden söz eder misiniz?.. Sizin zamanınızda gazeteler nasıldı?.. Örneğin kağıt bugünlerde olduğu gibi, o zamanlar da böyle pahalı mıydı?..- Biz gazeteleri kağıda değül, üçüncü hamur keçi derisine kasar idük... Şimdiki adı selüloz ve kağıttan gelen SEKA'ya o devirler SEKE denir idü...Yani selüloz ve keçi... Ve SEKE her Allah'ın günü zam üstüne zam eyler, derimizi soyar idü...Peki Sayın Müteferrika, o günlerde gazetelerin satışları nasıldı?- Be hey cahil çocuk!.. Bu da sual olunur mu?.. Tabii ki günde onbeş milyon satar idü... Benim çıkardığım cerideler padişahımız efendimizin idü... Her kim ki ceride almayıp 'kelle kuponu' biriktirmez, kellesi gider, her ay otuz kupon biriktirip getiren kelleyi kurtarır idü...Sanırım o zamanki tüm gazeteler, yani cerideler Bab-ı Ali'de çıkar idü... pardon... idi.- Önceleri Bab-ı Ali'de çıkar idü... Sonra nasıl olduysa birden Mısır çöllerine taşındık... Zaten o Ehram dedikleri yapılar aslında bizden kalmadır... Asıl adları da 'Ehram ül Towers', 'Ehram Plaza', 'Ehram Center'dır...Dilerseniz biraz da gazetelerin o günlerdeki ilan durumundan söz edelim... İlan gelirlerinin gazeteler için ne denli önemli olduğu malum... Sizin zamanınızda da ilan var mıydı?.. Ne tür ilanlar vardı?..- O günlerde tüm cihanda herkes birbirine savaş ilan ettiğinden, bizim ceridelerde tam sayfa, yarım sayfa bol bol savaş ilanları olur idü... Ayrıca küçük savaşlar için de 'Küçük ilan' sayfalarımız mevcut idü...Peki sizin ceridelerde de güzel hatun resimleri neşrolunur muydu?..- Önceleri neşrolunur idü... Fakat Devletlumuz ceridenin arka sayfasında gördüğü ol hatunları haremine kapatır olunca, elde hatun kalmadı...Ve size son sorum Sayın Müteferrika... Biliyorsunuz biz bugün okurlarımıza adına promosyon dediğimiz, Arcopal sofra takımı, televizyon vs. veriyoruz... Sizin zamanınızda da gazeteler okurlarına böyle şeyler veriyorlar mıydı?..- Ah evlat ah!.. Vermez olur muyuz?.. Şu sizin verdiğiniz Arcopal takımı, 'sahan takımı' olarak o devirler önce biz verdik... Derken iş büyüdü... İşler iyi gitmeyince okurlara önce Eflak ve Boğdan'ı verdik... Arkadan Suriye, Mısır, Sırbistan derken ipin ucu kaçtı... Osmanlı İmparatorluğu da böyle battı zaten... Neyse sen beni daha fazla lafa tutma da ben gidip şu televizyon kuponlarını yatırayım...Size bu söyleşi için çok çok teşekkür ediyorum Sayın İbrahim Müteferrika...
Yazının Devamını Oku