Tekin Aral

Karavan

14 Ağustos 1997
Benim hayattaki en büyük tutkularımdan biri, içinde yatılıp kalkılan o ev gibi karavanlarla geziye çıkmak, nerde akşam orda sabah, dilediğimce gezip tozmaktı...Dahası, yıllardır gördüğüm filmlerin etkisiyle olacak, bu karavan gezisini şöyle Amerika'da falan yapmaktı...Bunu yıllar önce, karım, kızlarım ve damadımla gittiğimiz ilk Amerika gezimde de denemeye kalktım...Ama, görüşmek üzere gittiğimiz karavan kiralayan şirketin otoparkından, daha biz konuşurken iki adet karavan araklanınca, bu maceradan vazgeçtim... Hevesim kursağımda kaldı...Ama bu tutkum bitmiş değil... Bu işi birgün mutlaka gerçekleştireceğim...Hele şimdi öyle karavanlar var ki, otomobilli apartman katı gibi valla...Gir içine, yerleş, gez, toz hayatını yaşa... İnanıyorum, böyle bir karavan birgün bana da nasip olacak...Neyse, gelelim şimdi, size anlatmak istediğim karavan macerasına...* * *Orhan, çok eski, delikanlılık arkadaşımdır... Ama pek sık görüşmeyiz Orhan'la...Benim işlerim başımdan aşkındır... Orhan'ın ise hem işleri, hem de karısı başından aşkındır...Sağolsun Orhan'ın karısı, Orhan'a soluk aldırmaz... Bu yüzden zavallı Orhan neredeyse, devamlı şnorkerle gezer...İşin şakası bir yana, karısı üzerinize afiyet biraz kıskançtır... Orhan'ı insan içine çıkarmamasının, pek ortalıklarda dolaştırmamasının nedeni aslında budur...En büyük dileği, Orhan'ın iki gözünün kör olup etrafı görmemesidir...Bu dilediğini de ‘‘İki gözün kör olsun inşallah!..'' diye her fırsatta yineler.Gittikleri her yerde gözü kulağı Orhan'ın üstündedir. ‘‘Tutti Frutti'' var diye eve kablolu yayın bile bağlatmamıştır...Oysa bizim gariban Orhan'ın bu taraklarda zerrece bezi yoktur ama, bunu da karısına bir türlü anlatamaz...Yaz tatillerinde gittikleri seyahatlerden, Orhan kadınlara, kızlara bakıyor diye yarıda döndükleri, sinemalardan kadınlar dekolte ya da soyunuyor diye çıktıkları çok olmuştur...İlk kavgayı ise, evlendikleri gün nikah dairesinde, Orhan'ın bayan olan nikah memuruna yan gözle baktığı gerekçesiyle etmişlerdir...Şimdi gelelim, ortalığı birbirine katan, Orhan'ın hayatını kaydıran ‘‘Karavan'' olayına...* * *Yıllar önce, Orhan'ın Almanya'da çalışmakta olan ve olayın olduğu günlerde kesin dönüş yapan kardeşi Erdoğan, gelirken satmak üzere bir de karavan getiriyor...Karavan, o günlerde o arabaların arkasına bağlanan cinsten bir karavan... Orhan, karavanı çok beğeniyor... ‘‘Kardeşimle nasıl olsa anlaşırız...'' deyip karavanı almaya karar veriyor...Bu karavan dalgası, aynen benimki gibi, öteden beri düşlediği bir şey...Durumu karısına açıyor... Karısı önce karşı çıkar gibi oluyor ama, daha sonra ‘‘Tatile bununla çıkar, öyle üstsüz turistlerin falan olduğu otellere, tatil köylerine gitmekten kurtuluruz...'' diye düşünmüş olacak, razı oluyor...Ve Orhan'ın kardeşiyle pazarlığa oturuyor, karavanı alıyorlar...Sonra da başlıyorlar karavanın içini halılarla, minderlerle döşemeye... İçinde zaten birçok şey var ama, tam ev gibi daha da bir güzel yapıyorlar karavanı...Bir hafta sonra da, Orhan müdürlük yaptığı şirketten yıllık iznini alıyor...Karavanı arabalarının arkasına takıp, iki çocuklarıyla birlikte tatile çıkıyorlar...Gariban Orhan karısının yüzünden yıllardır şöyle ağız tadıyla bir tatil yapamamış...‘‘Güney'e gidelim... Bodrum, Marmaris, şimdi şahanedir'' diyor karısına...Karısı ise, ‘‘Oraları şimdi çok kalabalıktır, bir sürü üstsüz turist kaynıyordur... Biz şöyle Ayvalık taraflarına, tenha sakin yerlere gidelim...'' diyor...Ve Ayvalık'a doğru yola koyuluyorlar... Derken Ayvalık sahillerine geliyorlar... Geliyorlar ama, ortalık ana baba günü... Gerçi karavanı çekecek yer var ama, etrafta kadın-kız kaynadığından, Orhan'ın karısı oralarda konaklamalarına razı olmuyor...Dönüyorlar dolaşıyorlar, bir başka yer buluyorlar... Deniz kenarında, çok da güzel, püfür püfür bir yer...Orhan'ın karısı bakıyor, kendilerininki gibi daha birçok karavan var... Hemen hemen hepsi de yabancı...Bir alay kadın-kız da var ama, önceki yerlerdeki kadar fazla değil... Zaten artık hava da karardığından karısı ses etmeyip razı oluyor... Karavanı bulabildikleri en tenha, kendilerinden başka yalnızca bir karavanın daha bulunduğu bir yere çekiyorlar...Ertesi sabah Orhan arabayı karavandan ayırıyor... Karısı ve çocuklarını karavanda bırakıp Ayvalık'a alışverişe gidiyor...Gayet güzel günler geçiriyorlar... Deniz, güneş, nefis bir doğa... Orhan'ın karısı müthiş keyifleniyor bu karavan işinden... Balık bile tutup pişiriyorlar mangalda...Tabii tüm bunlar olurken karısının iki değil, dört gözü Orhan'ın üzerinde... Diğer karavanlara doğru başını bile çevirmesine izin vermiyor...Denize girerlerken de her seferinde neredeyse yarım gün yürüyüp, buldukları kimsenin olmadığı, tenha yerlerde denize giriyorlar...* * *Uzatmayalım, bir hafta kalıyorlar orada... Dönüş günü gelip çatıyor... Orhan'ın karısı ortalığı topluyor, karavanı falan bir güzel temizliyor... Karavan'ın kapılarını kilitliyorlar. Sonra da az ilerdeki arabalarına gidip, yerleşiyorlar...Daha sonra Orhan geri geri geliyor... Arabadan iniyor... Biraz uğraştıktan sonra karavanı arabaya bağlıyor... Yola koyuluyorlar...Giderken Ayvalık'a uğrayıp zeytin vs. alıyorlar... Tekrar yola çıkıp, bir iki saat sonra bir kır gazinosunun önünde duruyorlar. Kır gazinosu, yerli yabancı, kadınlı erkekli mola veren bir sürü insanla dolu...Orhan'ın karısı kır gazinosundaki hatunlara bakıyor... Sonra da, ‘‘Şurada bir çay içelim ama, arabanın içinde içelim... Hem arkada da karavanda termos olacaktı... Ona da çay koyduralım yolda içeriz'' diyor...Orhan'dan karavanın anahtarını alıyor, termosu almak üzere aşağı iniyor... Kapıya anahtarı sokuyor... Bakıyor, kapı zaten açık...‘‘Herhalde iyi kilitleyemedik'' diye düşünüyor. Kapıyı açıp içeri giriyor...İçeri girmesiyle de, etrafı inim inim inleten çığlığı basması bir oluyor...İçerde sarışın bir turist kız var... Koltuğa uzanmış, uyuyor... Üzerinde de hiçbir şey yok... Anadan üryan yani!..‘‘Bana bunu da mı yapacaktın Orhaaan!'' diye narayı patlatan Orhan'ın karısı fırlıyor dışarı... Sonra ne olduğunu anlamayıp, merakla otomobilden fırlayan Orhan'ın çöküyor başına!.. Ve Allah ne verdiyse, eline ne geçirdiyse girişiyor Orhan'a...Bir yandan da yırtınırcasına bağırıyor:‘‘Bunca yıl yaptıkların yetmiyormuş gibi, şimdi de elin gavur karısını eve götürmeye kalkarsın ha!.. Ben zaten senin oralarda birileriyle iş pişirdiğini anlamıştım!..''Ve hala durumdan bir şey anlamayan Orhan'a sille tokat veriştirmeyi sürdürüyor...Derken etraftan koşuşturuyorlar... Orhan'ı karısının elinden güç bela alıyorlar... Kadın o ara şak diye düşüp bayılıyor zaten!..Mesele de o arada anlaşılıyor...Bizim Orhan, yola çıkarlarken kendi karavanı diye arabaya kendilerininkine çok benzeyen, hemen yanlarındaki karavanı bağlamış...İçindeki kız ise dumanı biraz fazla kaçırdığından, oraya gelene kadar uyanmayıp, durumu farketmemiş...Biliyorum... Şimdi hep bir ağızdan, ‘‘Hadi ya, böyle şey olur mu?'' diyeceksiniz... Tamam da...Ben size bugüne kadar, bu köşede hiç yalan bir şey yazdım mı?..Bu olay tıpkısının aynısı, olmuş, sapına kadar gerçek bir olaydır!..Ha, belki arkadaşımın gerçek adı Orhan değildir...İzin verin o kadarını da söylemeyip, gizleyeyim zaten!..
Yazının Devamını Oku

Bir ‘‘Salacak’’ öyküsü

7 Ağustos 1997
İki hafta önce bahçe sinemalarıyla ilgili bir yazı yazmış, yazıda Salacak bahçe sinemasının adı geçtiğinde, ‘‘Salacak adını duyunca, peşin parayı görmüş gibi nasıl da ağzınız kulaklarınıza vardı... Ama söz, sizlere burada birkaç Salacak öyküsü anlatacağım’’ diye yazının arasına bir parantez açmıştım...Bu konudaki okur ilgi ve istekleri müthiş oldu... Hele de bu tatil sayımızda benimle söyleşi yapan sevgili Gülden Aydın sorularına ‘‘Salacak Plajı’’ ile başlayınca, sizlere bu hafta bir Salacak öyküsü anlatmak kaçınılmaz bir durum vaziyetine geldi!..* * *Şimdi çok kişi inanmayacak ama, bir zamanlar İstanbul sahillerinden denize girilirdi... O zamanlar billur gibiydi İstanbul'un denizi!.. Özellikle de bizim Salacak Plajı!..Bizim Salacak Plajı'nın bir denizi vardı... Nasıl temiz, nasıl pırıl pırıl anlatsam inanmazsınız. Örneğin plajın çok kalabalık olduğu günler, plajda şişe suyu bittiğinde, plaj sahibi şişeleri denizden doldurur, millet farkına varmadan tatlı su niyetine afiyetle lıkır lıkır içerdi.Tabii, bu plajda hiç mikrop yok demek değildi!..Piç Yavuz ve avenesi Camgöz Taci, Tilt Mahmut gibi ‘‘mikropların’’ yanında, dünyadaki bilumum mikroplar hava kalırdı... Bu iflah olmaz hergele takımıyla plaj sahibi Talat Bey arasında, müthiş bir savaş vardı... Yıllardır yaptıkları türlü çeşitli rezaletle Talat Bey'i neredeyse tımarhanelik hale getirmişlerdi...* * *Piç Yavuz'un Camgöz Taci'yi Salacak Plajı açıklarına salıp, suyun içinde onu bunu ısırttırarak ‘‘Salacak Plajı'nda köpekbalığı var’’ söylentilerinin çıkmasına neden oluşu, plaj sahibi Talat Bey'e gerçekten pahalıya mal olmuştu.Olayların olduğu günler, halkın plajdan elini ayağını çekmesi yüzünden Talat Bey o zamanın parasıyla önemli miktarda içeri girmişti...Bu arada Camgöz Taci, köpekbalığını yakalamak için denize açılan Talat Bey'in adamları tarafından kıçından zıpkınlanıp bir hafta yattı.Yavuz ise gene bir süre ortalıktan toz oldu ve bu sayede Üsküdar karakolunda yiyeceği ananevi sopadan, bu defa yakayı sıyırdı.Aradan bir iki hafta geçti. Yavuz, Taci ve Mahmut tekrar ortalıkta voltalamaya başladılar.Yavuz, arada bir Talat Bey'le Nihat'ın kahvesinde karşılaşıyor, fakat çaktırmadan başını çevirip, Talat Bey'i görmezlikten geliyordu.Günlerden bir gün Salacak'ta film çevrileceği haberi yayıldı.Zamanın tanınmış film şirketlerinden biri, yapmakta olduğu bir filmin hem de uzunca bir bölümünü Salacak Plajı'nda çekecekti...Söylenene göre filmin başrollerini devrin ünlüleri müthiş ikili Ayhan Işık'la Belgin Doruk oynayacaktı. Film çekileceği haberini duyanlar, merakla beklemeye başladılar. Ve aradan birkaç gün geçti. Gerçekten bir gün plaja tanımadığımız birkaç adam geldi.Bunlar filmin rejisörü ve yardımcılarıydılar. Ellerinde bazı kağıtlar, dosyalar vardı. Plajın her yanını dolaştılar, çeşitli zaviyelerde durup, dikkatle çevreye bakarak bazı notlar alıyorlardı.Hemen akşama kadar plajda kaldılar. Tabii Talat Bey de yanlarındaydı hep. Arada bir Talat Bey'e bazı şeyler soruyorlardı. Giderken de Talat Bey'le uzun uzun konuştular.Adamlar gittikten sonra, hepimiz Talat Bey'in etrafını sardık.‘‘Çekim ne zaman acaba Talat Bey?’’‘‘Çekim, öbür gün başlayacak. Ama yarın tekrar gelip, plajda seçim yapacaklar. Burada çekilecek sahneler için değişik tipli, kabiliyetli gençlere ihtiyaçları varmış. Yarın onları seçecekler. Öbür gün de filme başlayacaklar.’’Haber tüm Salacak'a hemen yayıldı. Değişik tipli ve de kabiliyetli gençler seçecekleri haberi tabii.Ertesi gün de sabahın köründen itibaren plaj yükünü almaya başladı.Başta, semtin en kral vücutçuları Demirhan ve Pelvan Remzi olmak üzere, Salacak'ta eli yüzü düzgün ne kadar adam varsa, plajda voltalamaya koyuldular.Filmciler, öğleye doğru geldiler. Önce, bir süre Talat Bey'in, plajın hemen girişindeki odasında oturdular. Sonra da dışarıda toplanmış kalabalık arasında bazı gençlerle konuşmaya başladılar.Olayı Piç Yavuz, Camgöz ve Mahmut da duymuşlardı tabii. Duymuşlardı ama faydası yoktu. Çünkü son köpekbalığı olayından sonra, Salacak Plajı'na tekrar giremez olmuşlardı. Yoksa, filmde oynamak gönüllerinde yatan, rüyalarına giren bir işti ki, hem de ne biçim!Plajın yan tarafındaki Kürt Hasan'ın bahçesinde oturmuş, kara kara düşünüyorlar, arada bir de çaktırmadan plajda olup biteni gözlüyorlardı.Mucize, akşamüstü oldu. Talat Bey'in adamı büfeci Yusuf, Kürt Hasan'ın bahçe kapısından girip, doğru Yavuz'un yanına geldi.‘‘Talat Bey sizi istiyor!..’’Filmciler, plajdaki gençler arasında pek öyle istedikleri gibisini bulamamışlardı. Özellikle kavga sahneleri için kimseyi beğenmemişlerdi.Ve Talat Bey'in aklına hemen, Yavuz, Camgöz ve Tilt Mahmut gelmişti. Bunu da filmcilere söylemişti. Şimdi onları çağırıyordu.Ayrıca adamına, ‘‘Söyle onlara çekinmesinler. Ben onların babası sayılırım, hepsini affettim!..’’ demişti.Yavuz ve takımı önce kulaklarına inanamadılar. Sonra kalkıp, kasılarak plajın yolunu tuttular.* * *Ertesi gün de çekim başladı.Plaj, tıklım tıklımdı. Filmcilerin adamları, devamlı kalabalığı geriye itiyor, çekimin yapılacağı yeri boşaltmaya çalışıyorlardı. Oyuncular arasında, bir karakter artisti hariç, tanınmış pek kimse yoktu. Filmin jönü, yakışıklı fakat yeni biriydi. Kız da çok güzeldi, ama o da yeniydi.Yavuz, Taci ve Tilt'e ise o gün bir iş verilmedi. Bütün gün Talat Bey'in yanında çekimi seyrettiler. Ertesi gün, sabahın erken saatlerinde çekim tekrar başladı. Plaj gene taklım tıklımdı.Yavuz ve takımına gene bir iş vermediler. Ama artık herkes, tam ‘‘Bugünkü çekim herhalde bitti’’ derken, Piç Yavuz, Camgöz ve Tilt meydana çıktılar.Filmin rejisörü az önce iskele önünde bir sandal sahnesini bitirmiş, Talat Bey'in odasına çekilmişti. Kameranın yanında, reji asistanı olduğunu sandığımız adam vardı. Yanında da filmin bir iki sahnesinde görünen bir başka kız.Adam, Yavuz'a döndü: ‘‘Arkadaşlar’’ dedi, ‘‘Önemli bir kavga sahnesi çekeceğiz. Senaryo icabı bu hanım kumda yatarken beş altı kişi onu rahatsız edecek. Siz bu hanımın ağabeyleri olduğunuzdan, adamlarla kavgaya tutuşacaksınız. Tamam mı?’’Sonra, reji asistanı arkaya doğru seslendi. Ve kabinelerin arka tarafından o güne kadar hiç görmediğimiz çam yarması gibi 6 tane adam çıktı.Yavuz, Taci ve Mahmut birbirlerine bakıyor, kalabalık da merakla çekimin başlamasını bekliyordu.Bu arada Talat Bey, Yavuz'un yanına gelip, sırtını sıvazladı ve:‘‘Hadi bakayım’’ dedi. ‘‘Göreyim sizi... Beni utandırmayın.’’Herkes nefeslerini tutmuştu. Kız geldi kuma uzandı. Sonra da o 6 çam yarması gelip kızın başına dikildiler. Birden reji asistanının gür sesi duyuldu:‘‘Dikaaaat!.. Çekiyoruz... Başlaaa!..’’Önde Yavuz, arkasında Camgöz ve Tilt, adamlara doğru yürümeye başladılar. Yavuz geldi, en öndeki ızbandudu şöyle kasılarak göğsünden itti. Herif Yavuz'a bir kafa geçirdi. Yavuz'un önce yerden ayakları kesildi. Sonra havada yarım parende atıp Camgöz'ün üstüne yuvarlandı.Bu defa Tilt Mahmut girdi devreye. Diğer adamın kolunu tutacak oldu. Bu defa da bu diğer çam yarması bir tekme oturttu Tilt'in beline. Tilt acıyla ikiye katlandı, debelenmeye başladı.Bu arada Yavuz'un sesi duyuldu:‘‘Yahu, Talat Abi bunlar sahici vuruyor be!’’Reji asistanı, ‘‘Bir şey yok, bir şey yok’’ diye cevap verdi. ‘‘Çok güzel, hakiki imiş gibi oluyor, bravo!..’’Derken biri geldi, Yavuz'un sırtına oturdu. Sonra da başladı bacağını arkaya doğru bükmeye. Ama Allah'tan ki Camgöz Taci yetişti. Hem de nereden bulduysa elinde koca bir kalas vardı. Kalası herifin beline koymasıyla adamın yıkılması bir oldu.Ama ne de olsa adamlar kalabalıktılar. En iri yarı olanı Camgöz'e bir çift daldı, havada iki tur döndürüp Camgöz'ü tepe üstü kuma çaktı.Ve iş iyice ciddileşmeye başladı. Kalabalık yavaş yavaş geriye kaçıyor, herkes anlamaz gözlerle birbirine bakıyordu. İş iyice meydan kavgasına dönüşmüştü. Ayrıca ortalıkta o kumda yatan kız filan da kalmamıştı.Yavuz, can
Yazının Devamını Oku

Aluuu!

17 Temmuz 1997
Ben bir şey keşfeden, bir şey icat edip insanlığın hizmetine sunan herkese hayranımdır... Hepsinin kulu kölesi olurum...Düşünün, Kristof Kolomb Amerika'yı keşfetmese, Amerika'ya gidebilecek, sağa sola ‘‘Geçen hafta Amerika'daydım'' diye hava atabilecek miydik?..Ama ben, yaşamımızdaki belki en önemli araçlardan biri olmasına karşın, ‘‘telefon''u icat eden Graham Bell'i affetmiyorum... Bu aleti özellikle biz Türk toplumunun başına sardığı için şiddetle kınıyorum...Rivayete göre Graham Bell, bir gün yolda yürürken yerde bir jeton görmüş... Telefonu, bulduğu bu jeton ziyan olmasın diye icat etmiş...Diğer bir rivayete göre de kendisine ‘‘Sizi telefondan arıyorlar Bay Graham!..'' denilmesinden çok hoşlanıyormuş, bu yüzden icat etmiş telefonu...Geçmiş yıllarda telefonda aradığını bulmak, aradığın kişiyle konuşabilmek öyle her babayiğidin harcı değildi...İstanbul'dan, Ankara'dan, İzmir'den, nerden kimi ararsanız arayın, tüm telefonlar mutlaka her nedense önce Adana'ya bağlanır; Adana'da hiç tanımadğınız, kel alaka insanlarla görüşürdünüz... Size telefonu bağlayan santral memureleri, ‘‘Aloo, Adanaaa, çık aradan!..'' diye ciyak ciyak bağırırlardı ama, aradığınız kişiden önce de, Adana'dan biriyle konuşmak kaçınılmazdı...Örneğin, Ankara'daki nişanlısını ararken, telefonda Adanalı biriyle tanışan, nişanlısını terk edip, onunla evlenen çok kişi olmuştur...‘‘Adana çık aradan!..'' sözünün, telefon terminolojisinde, önemli bir yeri vardır...***Aslında telefonun yaşamımız için ne denli önemli bir araç olduğunun tartışılacak hiçbir yanı yok...‘‘Tak'' diye dünyanın öbür ucunda bir numara çeviriyorsun... ‘‘Şak'' diye karşına çıkıyor, dilediğinle konuşuyorsun...Nereden nerelere geldik... Eskiden, hele de şehirlerarası biriyle konuşmak için, iki gün önceden rezervasyon yaptırmanız gerekir, santral kıza ‘‘N'olur cuma gününe kadar kendisiyle mutlaka görüşmem gerekiyor...'' diye bir de yalvarırdınız...İki gün sonra, o aradığınız kişi size bağlandığında ise, kim olduğunu, onu aslında sizin aradığınızı unutur, ‘‘Yanlış numara!..'' diye telefonu kapatırdınız...Sonra teknoloji gelişti... Adamı tam tırlattıracak yeni saçmalıklar çıktı ortaya...Örneğin, diyelim bir yere telefon ediyorsunuz... Karşınıza bir hatun sesi çıkıyor...Ve size, daha kimi, neden aradığınızı sormadan, kulağınıza dayıyor teybe alınmış o sesi...‘‘Aradığınız kişinin dahili numarasını biliyorsanız, 1'i... Göbek adını biliyorsanız 2'yi... Hangi yemeği sevdiğini biliyorsanız 3'ü... Kaç beden pantolon giydiğini biliyorsanız 4'ü tuşlayın...'' gibi ipe sapa gelmez bir alay lafı sıralayıp, Türk Telecom hesabına, yığınla parayı böyle cukkalıyor sizden...Ve, sözümona teknoloji adına yapılan, bu ve buna benzer bir sürü numara, sizi ayran budalası gibi telefon başında bekletirken, o gaddar Telecom da arkanıza dolanıp puanları alıyor, faturanızı kabartıyor...Ayrıca bu telefonlarda bir de müzik muhabbeti var...Birini arıyorsunuz... Telefona çıkan hanım, ‘‘Bir saniye bağlıyorum...'' deyip, sizi bir müzikle başbaşa bırakıyor...Sonra o hanımı bir daha ara ki bulasın da derdini anlatasın...Beş on dakika kadar müzik dinledikten sonra kimi aradığını bile unutup telefonu kapatıyorsun... Şayet sevdiğin bir parça çalıyorsa, bu süre on onbeş dakikaya kadar bile uzuyor...Hatta olur a, aradığın adamı o ara bağlarlarsa, insan kendini kaptırıp, karşısındakini ‘‘Yahu çıksana aradan kardeşim... Duymuyor musun, müzik dinliyoruz!..'' diye azarlayabiliyor bile...Aslında, bundan böyle müzik dinlemek için öyle müzik setleri falan edinmenin hiç gereği yok... Herhangi bir yere bir telefon yeterli...Düşünün, ellerinizde içkileriniz, sevgilinizle oturup, çevirmişsiniz bur numara, başbaşa müzik dinliyorsunuz... Yanınızdaki hanım yeni tanıştığınız biri de olsa, müziği aynı telefon ahizesinden dinlemek zorunda olduğunuzdan, bu başbaşalık durumu zaten kendiliğinden oluşuyor... Bu da telefonun size bir hizmeti oluyor...Ayrıca biliyorsunuz artık ‘‘görüntülü telefonlar'' çıktı... Bu görüntülü telefonlar iyice yaygınlaşacak... Bundan böyle birini aradığımızda, artık müzik dinleme yerine giderek ‘‘klip'' izleyeceğiz.***Ama bu medeniyet canavarının en tehlikelisi ve en dehşetengizi, tabii ki şu ‘‘cep telefonları...''Ve bu cep telefonları nedeniyle ‘‘Beni cepten ara!..'' sözü, son yıllarda yaşamımıza girmiş en abuk, sabuk söz...Aslında biz, yıllardır başta devletten, bakkala çakkala vs.'ye kadar hep ‘‘cep''ten aranmaya alışık bir toplumuz...Ama bu deyim, gene de insana ters geliyor...Ben bu cep telefonundan tam üç tane kaybettim... Şu anda dördüncüsü var...Doğru dürüst hiç kullanmadığım halde, karım herhalde ‘‘yerim belli olsun'' diye olacak, her kaybedişimde yılmıyor, bir yenisini alıyor... Namert şey pahalı da...Bazen, ‘‘Artık hanıma da ayıp oluyor... Şuna bir ip geçirip, ilkokulda silgi astığımız gibi boynuma asayım, kaybetmeyeyim...'' diye düşünüyorum... Sonra, pek hoş bir manzara olmayacağından vazgeçiyorum...Bu cep telefonu işi memleketimizde tam gemi azıya almış manyaklık mertebesine ulaşmış bir durumda...Herifin cebi delik, adam gibi cebi yok... Ama cep telefonu var!..Geçen gün bizim mahalle bakkalından öteberi alıyorumdum... Üstü başı, kireç, toz, toprak içinde bir inşaat işçisi arkadaş, cep telefonuyla ‘‘Lan Hüsiin bakkal veresiye vermiir...'' diye inşaattaki arkadaşlarıyla konuşuyordu... Adamın peynir ekmek alacak parası yok... Ama cep telefonu var...Eskiden normal telefonlardaki hat karışmaları, yanlış numara düşmeleri de, bu cep telefonlarında ayyuka çıkmış durumda...Örneğin, bir gün cep telefonuyla damadım Savaş'ı arıyorum...‘‘Alo, Savaş!..''Karşıdan cevap: ‘‘Savaşma barış!..''Tekrar tuşluyorum numarayı...Karşıdaki biraz gırgırını geçtikten sonra, ‘‘Hangi Savaş?..'' diye sorduğunda, bu kez ben bozuluyorum:‘‘Üçüncü Dünya Savaşı!..'' deyip telefonu kapatıyorum...Ercan Saatçi'nin ‘‘Tam ondört saat oldu... Telefonum hiç çalmadı!..'' diye bir şarkısı var...Yatsın, kalksın da dua etsin... Telefonu çalsa, o ondört saate kimbilir ne abuk sabuk kişilerle, ne abuk sabuk şeyler konuşacaktı!..Bu cep telefonlarında bir de ‘‘mesaj'', yani haber bırakma servisi var...Kızı yurtdışında okuyan bir arkadaşım, kızı tatile geldiğinde telefonunu ona veriyor, giderken alıyormuş...Daha sonra da telefonda, ‘‘Sizi cuma günü ağdaya bekliyoruz...'' falan gibi mesajlar bulup, tırlatıyormuş...Cep telefonlarının, uçak düşürme vs. gibi birçok yan etkileri var... Ama ben onlardan korkmuyorum...Firmalar bu telefonları bir rekabet halinde her geçen gün giderek o kadar küçültüyorlar ki!..Zaten taşırken abuk sabuk yerlerimize sokuşturduğumuz bu telefonlar sonunda cebimizden kıçımıza kaçacak... Birbirimizle adam gibi konuşup anlaşmaya en çok gereksinim duyduğumuz şu günlerde, gene birbiriyle kıçından konuşan bir toplum olacağız...Ben ondan korkuyorum!..
Yazının Devamını Oku

Az biraz Antalya!..

10 Temmuz 1997
Geçen hafta sizlere ‘‘UÇAK KORKUSU'' başlıklı bir yazı yazmış, bir zamanlar uçaktan nasıl korktuğumdan, bu yüzden uçaklara nasıl zilzurna bir durumda bindiğimden falan söz edip, başımdan geçen bir iki de olayı anlatmıştım...Ve hatırlarsanız, bu arada da iki günlüğüne Antalya'ya gideceğimi söylemiş, yazının sonunda, ‘‘Acaba uçağı boşverip, paşa paşa arabayla mı gitsem Antalya'ya?'' diye bir de espri yapmıştım...‘‘Malum oldu...'' derler ya!.. İşte aynen öyle oldu... Antalya uçağı hayatımızı kaydırdı, bunca yıl güçbela edindiğim üç kuruşluk cesaretim vardı, onu da gene duman etti!..Önceki hafta cuma günü, sözünü ettiğim o ‘‘Uçak Korkusu'' yazısını bitirdikten sonra Antalya'ya uçmak üzere soluğu Havaalanı'nda aldım...Uçak kalktığında yazdığım yazıyı düşünüyor, bir yandan da ‘‘Ulan bir zamanlar uçaktan gerçekten de amma korkardım ha!'' diye kendi kendime söyleniyordum...Bindiğimiz uçak THY'nin şu en büyük, en baba uçaklarından biriydi...Dışarıda hava ve manzara nefisti... Ama uçağın içindeki hava ve manzara dışardakinden de nefisti...Çünkü uçakta Antalya'ya bir defile için giden birbirinden güzel manken kızlarımız vardı... Benim yanımda da manken kızlarımız kadar güzel, şık ve de zarif bir hanım oturuyordu...Uçakta her şey yolunda gitti... Anonslar yapıldı, Antalya'ya inmek üzere alçalmaya başladık...Ben cam kenarında oturuyordum... Şöyle bir dışarı baktım... Uçak ha indi, ha inecekti... Piste beş on metre kalmıştı...Ne olduysa da ondan sonra oldu zaten!..Birden yanımdaki hanım bir çığlık attı... Sonra boynuma sarılıp, beni kollarında sıkmaya başladı...Ben ne olduğunu anlamadığımdan, ‘‘Tamam... Eninde sonunda cazibeme kapılacağını biliyordum zaten!..'' diye kasılırken, dışarı şöyle bir baktım... Uçak burnunu kaldırmış yukarı doğru gidiyor, sanki yeni kalkmış gibi yeniden yükseliyordu...Derken, iniş takımlarında bir arıza olduğuna, bu yüzden pas geçilip, inişin bir süre sonra tekrar deneneceğine ilişkin pilotun anonsu duyuldu...Ve bu defa yanımdaki hanım çığlıklarını iki perde daha yükseltip bana daha da sıkı sarılmaya başladı...Uçakta korkmuş, renkleri yemyeşil olmuş birbirlerinin ellerini tutan, birçok kişi vardı ama... Biz biraz sarmaş dolaş bir durumda olduğumuzdan, balayına çıkmış yeni evliler gibi bambaşka bir manzara arzediyorduk...Bir şey değil, uçaktakiler bu sarmaş dolaş durumumuza bakıp, bu iniş takımı işini benim ayarladığımı zannedeceklerdi!..Havada dolanıp durmaya başladık...Bir yandan da, son yazdığım yazının başlığının ‘‘Uçak Korkusu'' olduğunu düşündükçe aklıma abuk sabuk ‘‘rastlantılar'' geliyor, soğuk soğuk terliyorum...Allah korusun bir iş olursa, gözümün önüne bizim gazete geliyor:‘‘Hazin bir rastlantı... Arkadaşımızın son yazısının konusu, uçak korkusuydu!..''Neyse, yarım saati aşkın bir süre havalarda dolandıktan sonra uçağın anamızı belleyen takımları dışarı çıktı... Uçak Antalya'ya indi...Tabii bu arada, balayındaki çiftler gibi oturduğumuz, o boynuma sarılan hanımla ikimiz de bir celsede ayrıldık...Hanım hiçbir şey olmamış gibi ayağa kalktı... Beni terk edip, uçağın kapısına doğru, yürüdü gitti...*Uçaktan indiğimizde şehir sıcaktan yanıyordu... Korkunç da nem vardı... Antalya'da insanlar terden popoları sırılsıklam, sanki altlarına kaçırmış gibi dolaşıyorlar...Ben Antalya'ya denk düşmemiş, bir iki yıldır gitmemiştim... Tatil köylerinin sayısı, neredeyse Türkiye'deki köy sayısına yaklaşmış...Bizi o iki günü karımın önceden ayarladığı Phaselis Princess adlı otelde geçirdik... Biraz reklam gibi oldu ama, ayrıca olsun da valla... Zira otel her şeyiyle mükemmeldi...Otelde kalanların, çoğu Alman olmak üzere, hemen tamamı yabancıydı...Bu tatil köyü ve otellerde yemekler hep açık büfe... Herkes dilediğini dilediği kadar alıyor... Hele bu Alaman taifesi ayrıca çantalarına, ceplerine de dolduruyorlar!..Bu arkadaşlar otelden kahvaltı ve akşam yemeği olmak üzere yarım pansiyon alıp ona göre para ödüyorlar...Öğle yemeğini ise kahvaltıda çaktırmadan çantalarına tıkıştırdıkları nevale ile hallediyorlar... Yani öğlenleri kendi açık büfelerini sağda solda, otelin muhtelif yerlerinde kendileri kuruyorlar...Otelde haftada bir gece Türk Gecesi yapılıyormuş ... Bizim gittiğimiz gece de, Türk Gecesi'ne rastgelmişti...Ben o geceki kadar yemeği hayatımda bir arada görmedim... Akla gelecek ne kadar yiyecek varsa otelin bahçesine yayılmış, kuzular bile çevriliyor, turistler manzarayı şaşkınlık ve hayranlıkla izliyorlardı...İçimden, ‘‘Şimdi bunları alıp, şöyle sade bir vatandaşın evine götüreceksin, o zaman görecekler gerçek Türk Gecesi'ni...'' dedim...Sonra da ‘‘Bizleri böyle yediğimiz önümüzde, yemediğimiz arkamızda bir millet olarak bilmeleri, kuyruğu dik tutmamız açısından daha iyi'' diye düşündüm...Aslında büyüklerimiz de arada bir vatandaşlar için böyle Türk Geceleri yapsa da, millet sebeplense ne iyi olur!..*Buralarda sahiller göğüsler fora bir durumda güneşlenip, denize giren hatunlarla dolu... Hepsi, sanki para yetmemiş de mayonun üst tarafını alamamış gibiler...İnsan sahilde dolaşırken televizyonda Tutti Frutti programını seyrediyor gibi oluyor... Bu da çok hoş bir duygu!..Size bu anadan yarı üryan hatunlarla ilgili gerçekten çok matrak bir olay anlatayım...Yıllar önce gene Antalya'da Salima Tatil Köyü'ndeydik...Nur içinde yatsınlar, Adnan Kahveci ve eşi Füsun da çocuklarıyla birlikte oradaydılar...Turist hatunların bu sütyen düşmanlığı durumlarına o yıllar yeni yeni şahit oluyorduk... Salima'da da böyle birkaç tane vardı...Ama sarışın, uzun boylu, iri yarı ve de son derece havalı bir Alman kızı vardı ki, sütyeni fora edip güneşlenmeye başladığında tatil köyündeki tüm erkek milletine feleğini şaşırtıyordu...Bir gün rahmetli Adnan, Füsun, çoluk çocuk hep birlikte havuz kenarında oturmuş güneşleniyor, bir yandan da laflıyorduk...O sözünü ettiğim Alman kızı da az ötede, gene üstsüz bir durumda etrafını ciğerci kedisi gibi kuşatmış hayranlarının bakışları altında, gözlerini kapatmış güneşleniyordu...Biz laflamayı sürdürürken birden canhıraş bir feryat duyuldu... Bir kadın etinden et koparılmış gibi çığlık çığlığa bağırmaya başladı...Bir baktık; az önce ayaklarımızın dibinde düşe kalka dolanıp duran, Adnan'ın o sıra iki ikibuçuk yaşındaki küçük oğlu Cihan, bir yandan ‘‘memme memme!..'' diyor, bir yandan da Alman hatunun memesine yapışmış emmeye çalışıyordu...O sıra uyuklamakta olan ve durumu birden anlayamayan kızı güçbela sakinleştirdik... Cihan'ın elinden de zar zor kurtardık!..*Antalya'da tüm otel ve tatil köyleri hemen hemen dolu gibi... Bu yıl 9 milyon turist, turizmden 6.5 milyar dolar da gelir bekleniyormuş...Bunları söyleyen orada tanıştığım bir turizmci.‘‘Aslında bu gelir iki katı olur ama, ah şu misafirperverliğimiz yok mu, misafirperverliğimiz!..'' dedi.Geçenlerde bir gece Antalya'daki bir restorana 30 kişilik bir turist grubu götürmüşler...Tüm turistlerin hesabını, restoranda bir arkadaşıyla kafayı çekmekte olan ve ikide bir turistlere kadeh kaldıran bir vatandaşımız ödemiş...‘‘Onunla kalsa iyi... Adam bu arada dansözle göbek atan turistlerin alınlarına da dünyanın parasını yapıştırdı... Turistler üçbeş kuruşunu dansöze verdiler... Gerisini de ceplerine attılar...'' diye anlattı turizmci.İşte size az biraz Antalya!.. Eee, kısa günün Antalya'sı bu kadar olur!..
Yazının Devamını Oku