Ben aslında gece hayatımı evde; televizyonun karşısındaki koltuk, kitaplık ve müzik setinin önündeki şilte, belli saatlerde mutfak ve yatak odasındaki yatağın 1/2'sindeki mekanlarda sürdürmeye gayret ediyorum...Ama neylersiniz ki, kaderin, daha çok da sağolsunlar, arkadaşların cilvesi sonucu, zaman zaman gece hayatımın başka mekanlara da kaydığı oluyor...Şimdi sizlere geçtiğimiz gecelerde mekan tuttuğum bazı yerlerden bölük pörçük anı ve da izlenimler aktaracağım...ZİHNİ BARZihni Bar, Kuruçeşme'de, ünlü Pasha'nın hemen karşısında... Yüksekçe bir yerde bulunduğundan, harika bir Boğaz manzarası var...Ama Zihni'de herkes ‘‘Bakalım ortalıkta kimler var?..'' diye etrafı kolladığından ve gözünü dikip pür dikkat birbirini dikizlediğinden, kimse dönüp manzaraya bakmıyor... Böylece o güzelim Boğaz manzarasının da hiçbir kıymeti harbiyesi kalmıyor...Ben Zihni'nin Nişantaşı'ndaki kışlık otobüsüne arasıra binerim... Pardon, yani kışlık barına arasıra giderim...Affedin, dalgaya düşüp otobüs dedim... Zira, bir de ‘‘Şoförle konuşmak yasaktır!..'' levhası olsa, Zihni gerçekten tam belediye otobüsü manzarası arzedecek... Öylesine tıklım tıkış...Barda, oturacak yer sayısı 35, ayakta duracak yer sayısı ise, kafayı ille de o gece Zihni'ye girmeye takanların durumuna göre, 3550 ile 7000 arasında değişiyor.Ama asıl mesleği dekoratörlük olan barın sahibi Zihni, bara gelen bu kalabalık malzemeyi, biraz üst üste de olsa iyi dekore ediyor... Herkes bu kıçkıça dekorasyonda mutlu bir şekilde yerini alıyor...Zihni'nin bir iyi tarafı, ne kadar kafayı çekersen çek, sarhoş olup yerlere yuvarlanma durumu yok... Zira yukarıda da söylediğim gibi, her bir yandan sırt sırta ve göğüs göğüse desteklenmiş durumdasın...Size böyle anlatıp duruyorum ama, metrekareye 20 kişinin düştüğü Zihni'ye girmek öyle pek kolay değil...İçeri girebilmek için, maç kuyruğu gibi kuyruğa giriyorsunuz önce...Kapıdaki bodyguardlar size üniversite sınavına girer gibi test usulü sorular soruyor, sizi tutturduğunuz puan durumuna göre, içeri alıyorlar...Kuzenimin oğlu Ali bu yıl Koç Üniversitesi'ni kazandı, oraya girdi...Ama hala mutsuz... Çünkü, dördüncü cumartesi gecesi olmuş, eleme sınavını kazanıp hala Zihni'ye girememiş...Ha bu arada, bodyguard dedim de... Benim aklım hep bu arkadaşlara takılıyor... Body ‘‘badi'' diye okunur... Yani bu arkadaşların aslında şöyle 1.55 boylarında, badi badi kişiler olması lazım... Bir üfleyeceksin yıkılacaklar... Ama bu tip yerlerde nedense bunların en kısası 1.85'ten başlıyor... Yani bence kurallara uyulmuyor!..Zihni'ye ‘‘damsız'' erkekleri, arada bir de olsa ‘‘kavalyesiz'' kızları içeri almıyorlarmış...Ama içeri girdiğinizde görüyorsunuz ki, içeride bir alay hatunla erkek, odalarını ayırmış karı-kocalar gibi ayrı ayrı oturuyorlar...İnsan, ‘‘Yahu bunlar buraya birlikte geldi de, aralarında hır çıktı, burada mı ayrıldılar acaba?..'' diye şaşırıyor!..Bir de aklınızda bulunsun... Hani, ‘‘sudan ucuz'' diye bir söz vardır... Zihni'de de içki öyle!.. Bir arkadaşımın oğlu sırf bu nedenle içkiye başlamış...Herhalde Zihni, Kuruçeşme'de olduğundan, yani su kıt olduğundan olacak, oğlan bir şişe suya dünyanın parasını vermiş... Sonra da suyu bırakıp, daha hesaplı diye içkiye dönmüş...Ama Zihni, gerçekten güzel yer... Gerek içerideki, gerekse dışarıdaki manzara insanın resmen zihnini bulandırıyor... Zihni'de zihni bulanan bir arkadaşım o gece benimle sabaha kadar ‘‘Turgut'' diye konuştu!..CAFE de THEATRESBu ülkede şapkasıyla ünlü iki kişi vardır...Biri Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'dir... Diğeri de Hıncal'ın deyimiyle ‘‘Şapka Ertekin''dir...Yaşamını politikaya adamış Süleyman Bey, zaman zaman nasıl politikadan şapkasını alıp gittiyse, Şapka Ertekin de, birçok kulüpler, restoranlar açtığı, yaşamının önemli bölümünü verdiği ‘‘gece hayatından'' zaman zaman şapkasını alıp gitmek zorunda kalmıştır...Ama şu an Süleyman Bey'in oturttuğu ve şapkayı alıp gitmenin ufukta görünmediği bir Çankaya olayı var...Otuz yıl önce İzmir'deki ‘‘Key Clup''tan bildiğim Ertekin'in de oturttuğu, Ortaköy'deki bir ‘‘Cafe de Theatres'' işi var...‘‘Cafe de Theatres'', Ortaköy'ün hemen ortalık yerinde güzel bir mekan...Mekanın adı Türkçe olarak ‘‘Tiyatro Kahvesi'' anlamına geliyor... Ama Ertekin, Cafe'nin bir bölümünü çadır malzemesiyle oluşturduğundan, buraya ‘‘Çadır Tiyatrosu Kahvesi'' de denebilir...Burada içkinizi içiyor, muhabbetinizi ediyor, çeşidi az ama keyifli, özel yemekler yiyorsunuz...Buranın tek mahsuru, Hıncal'ın, o da yetmiyormuş gibi üstüne üstlük Erman Toroğlu'nun mekanı oluşu...Düşünün, buraya sevgilinizle birlikte gelmişsiniz... Sevgilinizin elini tutmuş, arada bir çaktırmadan da öpücükler konduruyorsunuz...Yan tarafta, Hıncal'la Erman'ın oturduğu masadan sesler:- Erman Hocam sence bu pozisyon doğru mu?- Kesinlikle yanlış... Bence kızı elinden değil, belinden tutması lazım... Onsekize girmeden de yere yatırması lazım ki, penaltı olmasın!..Cafe de Theatres'a Sezen, Mustafa Denizli gibi şöhretler geliyormuş sürekli... Yani şöhretengiz bir yer gibi görünüyor aslında ama, halka ve bir gün şöhreti yakalamak isteyen herkese de açık!..VE ‘‘TAŞLIK DANS BAR''Deniz Adanalı çok sevdiğim, kendimize zaman ayırmamız, yaşamın keyifli yanlarından da yararlanmamız için bizi hep dürtükleyen, sevgili bir arkadaşımızdır. İnsanların ‘‘Kendilerinden başka kuş tanımadığı'' ortamımızda, kendini insan ilişkilerine, insanların birlikteliğine adamıştır... Yani işi budur...Ama bir gün sakat kalırsam, inanın ki bunun sorumlusu bu sevgili arkadaşımız Deniz Adanalı olacaktır...Babalar Günü'nde beni Beykoz Konakları denen yerde, ‘‘Off Road'' adlı bir etkinliğe davet etti...Bir cipe tıkışıp, çok lazımmış gibi dağ boyu parendeler attığmız bu ‘‘Off Road'' etkinliğinden öyle etkilendim ki, off'laya, off'laya evde iki gün yattım...İşte bu Deniz Adanalı beni ve eşimi geçenlerde bir gece, nostaljik dansların yapıldığı ‘‘TAŞLIK DANS BAR''a davet etti...Taşlık Dans Bar, Metin Bey ve eşi Zerrin Hanım'ın işlettiği, Swissotel'in havuz, yani Dolmabahçe'ye yakın tarafında, insana piknikte imiş duygusunu veren, çimenler üstünde nefis bir yer...Buranın özelliği; eski nostaljik dans parçaları çalınıyor... Ortadaki pistte, özellikle de orta yaşlılar tango, slow, mambo, rock'n roll, cha cha cha ile dans edip, kurtlarını döküyorlar...Ben Rock'n Roll'da çok iddialıyımdır... Sizlere daha önceki bir yazımda da anlatmıştım... Bağlarbaşı Sineması'nda ‘‘Rock Around The Clook'' filmini seyrederken rock'n roll yapıp, sandalyeleri kırdığım için, roc yüzünden ülkede ilk dayağı yiyen de, benimdir...Neyse... O gece ‘‘Dans Bar''da süklüm püklüm otururken... Birden, sevgili arkadaşım Mine Vargı'nın da davetli olduğunu ve geldiğini görünce, keyiften ağzım kulaklarıma vardı... Neşem hemen yerine geldi... Rock çaldıkça, durumuma bakıp hüzünlenen karım da rahat bir nefes aldı...Mine, genelde tüm dansları kocası Ömer'le yapar... Ama Rock'n Roll deyince, akan sular durur... Benim melül melül bakmama dayanamaz...‘‘Hadi parçamız çalıyor!..'' diye önümde reverans yapar, beni dansa kaldırır...Mine'yle, bu Rock'n Roll dans ilişkimizin nedeni, maçın, pardon dansın 5. dakikasında, Mine'nin beni sırtlayacak ve durumumu etrafa çaktırmayacak kadar güçlü kuvvetli olmasıdır.Dans Bar'da Rock'n Roll çalmaya başlayınca, o gece de Mine önüme geldi...Kazablanka filminde kızın piyaniste ‘‘Bir daha çal Sam!..'' demesi gibi, bana hınzır hınzır:‘‘Parçamız çalıyor Tekin!'' dedi.Kendimi piste fırlattım... Gerisini de çok hatırlamıyorum zaten...Yalnız, Mine'nin ‘‘Şu pistin sol tarafına fazla yaklaşmayalım... İnsanlar yemek yiyorlar, zarar vermeyelim'' dediğini hatırlıyorum...Bir de Mine beni, ‘‘Dönüş yapmayalım... Bazen ters dönüyorsun, kafa kafaya vuruşuyoruz, sakatlık oluyor...'' diye ikaz etti...Mine'yle bir süre pistte boğuştuk... Yoruldum.Biliyorsu