Tekin Aral

Tekin Aral ‘Auto Show’da

11 Aralık 1997
Auto Show Otomobil Fuarı bugün bitiyor. Son dakikada yetişip akşam pazarından bir Ferrari, Lamborgini ya da Mercedes kapamazsanız enayiliğinize doymayın!...Otomobil şovİstanbul Dünya Ticaret Merkezi'nde düzenlenen ‘‘Auto Show Otomobil Fuarı’’ bugün bitiyor...Son dakika da olsa yetişip akşam pazarından bir Ferrari, Lamborgini ya da Mercedes alamazsanız, enayiliğinize doymayın...Ben bu ‘‘Auto Show’’u sizler için geçtiğimiz yıl da izlemiş, otomobillerle ilgili izlenimlerimi gene bu köşede yazmıştım...Artık bu otomobil fuarını bizzat yerinde görüp sizlere aktarmayı geleneksel bir olay haline getirmeye karar verdiğimden, ‘‘Auto Show’’a bu yıl da gittim...Şimdi bazılarınızın, ‘‘Bırak bu ayakları... Sen oraya arabaları değil, o manken kızları görmek için gidiyorsun...’’ dediğinizi duyar gibi oluyorum...Ama her kim ki böyle düşünüyor, inanın büyük haksızlık ediyor... Benim amacım, otomotiv sanayiindeki yenilikler konusunda sizleri aydınlatmak... Sizlere arabalardan söz etmek...Örneğin Fuar'ın kapıdan girer girmez hemen karşınıza gelen standında üst tarafı açık uzun saçlı sarışın bir araba vardı, gerçekten muhteşem, anlatılır gibi değildi... Ben şahsen hayatımda böyle şahane kaporta görmedim...Bunlar tabii işin şaka yanı... Ama tüm arabaları; arabanın içine, üstüne oturtulan, sağına soluna serpiştirilen birbirinden güzel ve de dekolte kızlar tanıttığından, insan arabaya mı, kıza mı baksın şaşırıyor... Araba mı daha güzel, kız mı daha güzel, her şey birbirine karışıyor...Zaten anladığım kadarıyla Fuar'ı gezenlerin bir bölümü arabaları görmek için geliyorlar... Bir bölümü ise mankenleri görmek için... Bence mankenleri görmek için gelenler çoğunlukta... Örneğin, şahsen ben de bunlardan bi...Yahu adama ne yazacağını da şaşırtıyorlar... Tövbe yarabbim...***Auto Show'da söylenenlere göre bu yılın favorileri Ferrari Spider, Rover serileri, Jaguar, Nissan, Honda, Saab vs. imiş...Çevreyi dolanırken bir ara gözüm, şöyle kapıları uzay araçları gibi aşağıdan yukarı doğru açılan inanılmaz lüks kocaman bir Hyundai arabaya takıldı.Arabanın arka tarafında, ortada duran bir sephada tabak, çanak, yemek takımları vardı...Sonunda demek bu ‘‘Arcopal’’ işi arabalara da sıçradı, arabayı alana bir de Arcopal yemek takımı veriyorlar herhalde diye düşünüyordum ki, Hyundai standındaki görevliden durumu öğrendim...Bu araba öylesine lüksmüş ki... Örneğin uzun yolda giderken şoförünüz size yemek servisi bile yapabiliyor, daha sonra hem yola devam ediyor, hem de yemeğinizi yiyormuşsunuz... Tabii bu arabayı aldıktan sonra, yemeğe verecek para kaldıysa...Yukarıda sizlere Auto Show'dagörev yapan birbirinden güzel manken arkadaşlardan söz etmiştim...Onların bir ikisiyle de söyleştim... Evlenme teklif edeninden, ‘‘Bu arabayı sana alayım, bu gece birlikte yemeğe çıkalım...’’ diyenine kadar bir alay abuk sabuk adamla karşılaşmışlar Fuar'da...***Otomobiller arasında dolanıp dururken, Nissan standının önüne geldim... Gerçekten güzel arabalar vardı... Hele bir spor olanı vardı ki, yan tarafımdaki iki delikanlıdan biri diğerine:‘‘Böyle bir araban olacak... Yolda rastladığın ne kadar kız varsa binmek için can atacaklar arabaya...’’ dedi.Delikanlıya şöyle bir baktım...‘‘İnşallah bir gün böyle bir araban olur... Ama sen sen ol, öyle her gördüğün her kızı alma arabana... Hele de araban Nissan'sa...’’ dedim...***Bir zamanlar benim de bir Nissan arabam vardı... O zamanlar çalıştığım gazete taksitle Nissan satıyordu... Ben de o kampanyadan almıştım...Yıllarca kullandığımız dünya güzeli Vosvos'tan sonra bu ikinci arabamızdı...Otostop modasının ülkemizde yeni yeni başladığı günlerdi... Özellikle lise ve üniversiteli öğrenciler ulaşım araçlarının hem yetersiz, hem de pahalı oluşundan, okullarına gidip gelirken otostopu kullanır olmuşlardı...Ben de denk düştükçe zaman zaman bu genç arkadaşları arabama alıyordum... Gerçi arada bazı ufak tefek olaylar olmuyor değildi ama, gene de o genç arkadaşlara yardımcı olmaya değiyordu...Örneğin, bir gün konsanvatuar öğrencisi bir genç kız, arka koltukta kemanını unuttu...O, Çiçek Pasajı'nda, ya da Kumkapı'da dolaşan kemancılar gibi, elimde keman kutusu, Belediye Konservatuarı benim, Devlet Konservatuarı senin dolanıp durdum... Sonunda kemancıyı bulup malını teslim ettim vs...Ama bir gün öyle bir şey oldu ki... İşte o gün bugündür hayatta arabama otostopçu almıyorum... Yukarıda sözünü ettiğim genç arkadaşa o öğüdü de zaten o yüzden verdim...O Nissan'lı günlerde bir gün çıkarmakta olduğum o zamanki Fırt dergisinden çıkmış, eve gidiyordum...Ben Göztepe'de otururum. Boğaz Köprüsü'ne girmek üzere Barbaros Bulvarı'nı tırmandım. Baktım sağda bir karaltı... Elinde bir şemsiye var. Durdum... Bir kadın koşarak kapıyı açtı, yanıma oturdu. Başörtüsü vardı ama, kılık kıyafetinden pek başörtüsü takanlardan olmadığı belliydi... Zaten ilk işi de başındaki örtüyü çıkarmak oldu.‘‘Ay size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Sırılsıklam olacaktım.’’‘‘Rica ederim’’ dedim, ‘‘Herkes birbirine yardımcı olmalı.’’Bu arada çantasından bir paket ciklet çıkardı. Ambalajını açıp bir tane de bana uzattı.‘‘Alır mıydınız acaba?..’’ dedi. ‘‘Sağolun almayayım...’’Ve çatada çatada çikleti çiğneyip arada bir ‘‘paaat’’ diye patlatarak koltuğa şöyle iyice yayıldı. Az sonra da taarruza geçti!..Bu arada köprü yoluna girmiştik ama, trafik çok olmasa da sıkışıktı.‘‘Ne iş yapıyorsun?..’’ Ben de saf saf:‘‘Gazeteciyim’’ dedim.‘‘Yani gazete mi satıyorsun?’’‘‘Yok, gazetede çalışıyorum.’’‘‘Ha öyle desene!..’’‘‘Peki siz ne iş yapıyorsunuz?‘‘Ben hostesim!..’’Kadına şöyle bir baktım. Benim bildiğim, daha doğrusu uçaklarda gördüğüm hostesler şöyle gençten, fıkır fıkır kızlardır... O da ne düşündüğümü anlamış olacak ki: ‘‘Ben yer hostesiyim’’ dedi... Ve suratıma doğru ‘‘paaat’’ diye bir çiklet daha patlattı!..‘‘Sen gerçekten hostes isen, mecburi yer hostesisin... Seni hangi pilot uçağa alır?’’ diye geçirdim içimden...Trafik yavaş yavaş da olsa gidiyor, köprüye doğru yol alıyorduk. Bu arada arabanın torpido gözünün üstündeki düğmeye basıyor, sürekli de oturduğu koltuğun yanındaki kapı kolu ile oynuyordu.‘‘Araba senin mi?’’‘‘Yok... Çaldım. Şöyle üçbeş tur atıp, münasip bir yerde terk edeceğim.’’‘‘Alınma canım’’ dedi. ‘‘Babasının arabasıyla hava atan züppeler var da...’’Karı beni ufak ufak tırlattırmaya başlamıştı.‘‘Evli misin?’’Artık ben de havaya girmiş, karının üstüne gitmeye karar vermiştim... Aslında arabayı durdurup indirecektim ama gerçekten öylesine kötü bir hava vardı ki...‘‘Evliyim... Ve şunu kafana koy ki, karımdan boşanıp seninle evlenmem...’’‘‘Amma da şakacısın!..’’Bu arada gene sürekli yanındaki kapı koluyla oynuyor, şak şuk onu aşağı indirip kaldırıyordu. Bütün umudum da zaten o kapının bozulup açılması, karının aşağı uçmasıydı.O sıralarda da artık ilerleye ilerleye köprünün ortalarına gelmiştik. Birden...‘‘Deminden beri seni gözlüyorum... Sende bir huzursuzluk var...’’ dedi kadın. ‘‘Ben huzursuz araba kullananlardan hoşlanmam. Beni bir müsait yerde indiriver...’’İşte o zaman dünyalar benim olmuştu. Zaten o sırada turnikeleri geçmek üzereydik...Parayı verdim, turnikeleri geçtik... Ve o dehşetengiz hatunu indirmek için arabayı sağa çektim, derin de bir soluk aldım... ‘‘Buyrun inin lütfen!..’’Önce bana baktı... Sonra arabanın içini inceledi bir süre. Ve şemsiyesini başörtüsünü alıp aşağı indi... Kapıyı kapamadan önce içeri eğildi:‘‘Şey, yahu sormayı unuttum. Bu araba ne markaydı?..’’‘‘Nissan...’’‘‘O zaman NİSSAN BİİİR!..’’Deyip tekrar arabanın içine atladı!..***Uzun sözün kısası, bir ‘‘Auto Show’’u daha milletçe böyle idrak eyledik...Yalnız bence bu ‘‘Auto Show’’da bir haksızlık yapıldı, bizim ünlü Susurluk Mercedes'inin hakkı yendi... Ben olsam onu tüm bu arabaların en baş köşesine oturtur, şeref konuğu yapardım...
Yazının Devamını Oku

Sevgili öğretmenim

4 Aralık 1997
Geçtiğimiz hafta sevgili öğretmenlerimizin ‘‘Öğretmenler Günü’’nü kutladık...Bu arada yılda bir gün de olsa, bu günün şerefine televizyonlarda, gazetelerde öğretmenlerimizle söyleşiler yaptık, onların sorunlarını dile getirdik...Televizyon ekranlarına, pazarcılık yapan, dahası simit satan öğretmen görüntüleri falan geldi bu arada...Öğretmenlik, gerçekten yetkililerce öylesine sahiplenilmeyen bir meslek haline getirildi ki sonunda; bırakın öğretmenin simitçilik yapmasını, bir gün simitçiler kendi aralarında birbirlerine o simit satan öğretmeni gösterip, ‘‘Biliyor musun, simit satmakla geçinemediğinden gidip bir de öğretmenlik yapıyormuş’’ diyecekler neredeyse...Yalnız şunu da belirteyim... Bu simiti tezgahta değil de, zincir halinde açtıkları fırınlarda, pastanelerde satan öğretmenler de var bu arada...Bilge kişi bilgisini tabii değerlendirecek... Ama sağolsunlar birtakım öğretmen arkadaşlar, bu yabancı okullar ve Anadolu Liseleri'ne çocuk hazırlama nedeniyle, incesine kalınına, zenginine fakirine bakmadan, çocuğunu bir okula koyabilmek için çırpınan ailelere öyle bir vurdular ki, sesi ta Hint'ten, Çin'den geldi...Öğretmenin üçotuz paralık maaşının neredeyse yarısı vergiye giderken, trilyonların döndüğü, tek kuruşunun vergiye dönüşmediği garip bir piyasa oluştu... Dahası, tabii anladığımız anlamında değil ama, bu işin kendi çapında bir mafyası bile peydahlandı...Örneğin bizim Kadıköy yakasında bir ‘‘Garanti Ahmet’’ vardı... Söylenene göre çocuğuna, ‘‘Garanti Ahmet’’ten ders aldırdın mı, Ahmet öğretmen çocuğu garanti bir yere sokuyordu...Yalnız Garanti Ahmet'in de bir koşulu vardı... Garanti Ahmet, ‘‘garanti çocuk’’ istiyordu... Yani ders vereceği çocuğun garanti bir yeri kazanacağına Ahmet beyin de aklının yatması gerekiyordu...Yoksa bir çocuk ki, hem Ahmet Bey'den ders alacak, hem de bir koleje giremeyecek, Garanti Ahmet beyin kariyeri açısından bu olamaz bir şeydi...Bir tarihte bir arkadaşım ders vermesi için kızını Ahmet beye götürmüş... Tabii her ana baba gibi onlar da çocuklarının iyi bir okula girmesini istiyorlar...Fakat Garanti Ahmet kızlarını bir testten geçirdikten sonra, çocuğun kendisinden ders alacak seviyede olmadığını söylemiş...Daha sonra kızlarını Garanti Ahmet'ten ders alacak duruma getirmek için özel bir kursa yazdırmışlar... Kız kursu bitirmiş... Ve daha sonra Garanti Ahmet'ten ders almayı başarmış...***Sevgili öğretmenler... Şimdi sizlere aşağıda öğretmenlerimle ilgili bazı anılarımı anlatacağım... Ara ara bazı şeyleri belki abartacağım da...Ama sakın ola ki, bunlardan alınmayın...Bunlar tamamen keyif... Öğretmen öğrenci ilişkisi dediğin de yalnızca bilgi alışverişinden ibaret değildir ki zaten?..Ben, okuyabildiğim okulların tümünü yatılı okudum...Eski deyimiyle ‘‘tahsil’’ serüvenim hafif tertip zor durumdaki çocukların okuduğu Küçükyalı Pansiyonlu İlkokulu'nda başladı... Yaşamımda çok büyük yeri olan Darüşşafaka Lisesi'nde noktalandı...Şimdi sizlere kıyısından köşesinden bende iz bırakmış, (örneğin izlerin biri çenemin hafif alt tarafındadır) sevgili öğretmenlerimden söz edeceğim...Küçükyalı'da bizim için çok önemli iki öğretmenimiz vardı...Gaddar Aliço dediğimiz Ali bey ve Karındeşen Seyfi... Şimdi bu isimler size biraz acımasızca gelebilir ama, ne yapalım ki, o günlerde bizim çocuk kafamızla bulduğumuz isimlerdi bunlar...İkisinin bizim için önemli özellikleri, öğretmenliklerinin yanı sıra, aynı zamanda müdür muavini olmalarıydı... Yani bir gün biri, bir gün diğeri nöbetçi olduklarından, gece gündüz onlara emanettik...Ali beye ‘‘gaddar’’ denmesinin nedeni, gerçekten biraz gaddarca olduğu içindi...Boyu bir doksanın üzerindeydi... Tenis raketi büyüklüğünde elleri vardı... Şöyle bir backhand çekti mi, feleğini şaşırtırdı adama... Boyu çok uzun olduğundan, fazla eğilemez, çok kez ıska geçirdi ama, bu açığını alttan yaptığı slise vuruşlarla kapatırdı...Karındeşen Seyfi ise aslında sürekli güleç yüzle dolaşan bir öğretmenimizdi... Müşfik görünümüne bakan, öğrenci marizleyebileceğine asla inanmazdı...Ali bey, ne kadar boyuna ise, Seyfi bey de öylesine enine idi... Onun özelliği alttan mideye, karaciğere çalışmasıydı...O zamanlar bizim beşinci sınıf öğrenciler neredeyse bayağı sakallı bıyıklı çocuklardı... Karındeşen Seyfi bir beşinci sınıf öğrencisini tepelemeye kalktığında, öğrenci de eskivler falan yaptığından, ortaya resmen bir boks maçı görünümü çıkardı...Biz nöbet günleri sırasında Gaddar Ali beyden mi, yoksa Karındeşen Seyfi'den mi daha çok hasara uğradığımız konusunda tereddütlüydük...Ama bir gün kantin yönetimi konusunda ikisi arasında bir meydan kavgası çıktı...Seyfi bey, karın boşluğuna çalışıp Ali beyi yere serince, adamımızı öğrendik... Karındeşen Seyfi, Ali beyden daha tehlikeliydi. Gaddar Ali beyin daha çok nöbetçi olmasına dua ettik hep...Yaşıyorlarsa, ikisine de daha da uzun ömürler diliyorum... Aramızda değillerse de, ikisine de rahmet olsun!..***Darüşşafaka Lisesi'ndeki coğrafya hocamız Kurukafa ihsan namıyla maruf İhsan Tok hocamız onun öğrencisi olmuş tüm Darüşşafakalılar'ın unutamayacağı bir öğretmendir...İhsan hocamızın bir özelliği vardı... Onun yaptığı yazılılarda kitap açmak, haritaya bakmak serbestti...İhsan Hoca bu konuda, ‘‘Hiçbirinizin ders çalışmadığınızı biliyorum... Hiç değilse yazılılarda kitap okuyup haritalara bakın diye böyle yapıyorum...’’ derdi...***Anımsadıklarımdan, gene Küçükyalı'da bir Safinaz öğretmen vardı... Marifeti kulak çekmek, ama kulağı çekerken tırnaklarını da kulağa geçirip kulakta delik açmaktı...Şimdi günümüzde, bazı gençlerde küpe takma modası var...Bizim Safinaz öğretmen belki de bugünleri görerek kulakları o günden bu küpe modası için deliyordu.Darüşşafaka'da orta son sınıftayken sınıfımıza, okulundan yeni mezun, çiçeği burnunda bir kimya hocası olan Meral hanımı atadılar... Bugünkü mankenlik mesleği o zaman olsa, inanın Meral hanım o günün en kral mankeni olurdu...Okulda kaloriferin çok fazla yandığı bir gün, sınıfta Meral hanım bayıldı...Biz o dünya güzeli Meral hanımı revire, tüm sınıf, yani 34 çiçeği burnunda delikanlı, birbirimizi itip kakarak hep birlikte götürdük...***Bunca şey yazdıktan sonra, bizim gene ilkokuldaki bir başka öğretmenimiz ve yöneticimiz olan ‘‘Makastar Muhittin hoca’’dan bahsetmemek de olmaz tabii...Muhittin hoca, saçı biraz da olsa uzamış öğrencileri kollar, cebinde taşıdığı makasla olur olmaz yerde onların saçlarını keserdi... Bu işi de gayet sessizc yapardı... Örneğin, öğrenci etüt saatinde sınıfta oturmuş ders çalışıyor... Muhittin öğretmen ayaklarının ucuna basarak sınıfa girer, öğrencinin arkasına dolanıp makasını çekerek anında yolunmuş kaza çevirirdi öğrenciyi...Bir gün okula bir müfettiş gelmişti... Oldukça da ufak tefek bir adamdı... Önce sınıfları falan gezdi... Öğle yemeğinde de yemekhaneye gelip aramıza oturdu. Bir yandan yemek yiyor, bir yandan da bizlerle söyleşiyordu...İşte o sırada sessizce yemekhanenin kapısı açıldı ve içeri Muhittin öğretmen girdi... Sağa sola bir göz gezdirdi... Derken gözü müfettişe takıldı...Arkadan sessizce yaklaştı... Sonra ani bir hareketle makasını çekti... Hepimizin şaşkın bakışları arasında:‘‘Lan ben size uzun saç yok demiyor muyum ha!..’’ deyip müfettişin saçlarını kırpmaya başladı...***Hepimizin yaşamı öğretmenlerimizle ilgili bir alay anıyla doludur... Tüm öğretmenlerimize sevgi, selam olsun...
Yazının Devamını Oku

Londra üstü az Pirelli

27 Kasım 1997
Geçtiğimiz hafta, şu yeri yerinden oynatan ünlü Pirelli takvimlerinin tanıtım balosu nedeniyle Londra'daydım...Dünyanın birçok ülkesinden gelen basın mensuplarına 1998 takviminin yanı sıra, bu yılki takvime anadan üryan poz veren ünlü mankenler de tanıtıldı...Gerçi manken takımı herhalde, sarıkart cezalıları ve sakatlıklar nedeniyle olacak hayli eksikti ama, duruma biraz bozulmakla beraber biz de mevcutlarla ıslahi nefs ettik...Ben şahsen hayatımda daha önce hiç takvimle tanışmadığımdan, takvimle tanışmanın keyfine tam varamadım ama, birkaçıyla da olsa, mankenlerle tanışmak beni gerçekten son derece mutlu etti!..Sanırım geçen pazar günü dünyanın en ünlü mankenleriyle Hürriyet'te çıkan resimlerini görmüş, izlenimlerimi okumuşsunuzdur...Ama gazetede bu resimlerin çıkması benim adıma pek iyi olmadı... Tersine, sinirlerimin bozulmasına neden oldu...O gün bugündür kimi görsem, kime rastlasam, herkes af buyrun, sanki muhabbet tellalıyla konuşur gibi:‘‘Kızlar nasıldı kızlar?..’’, ‘‘Anlatsana şu kızları biraz...’’, ‘‘En güzeli hangisi?..’’ diyor... Adamın tepesini attırıyor!..Bu arada badem yeri geldi, size biraz bu manken kızlardan söz edeyim...Allah sizi inandırsın, hepsi iskelet gibiydi...Üstlerinde taşıdıkları et manken başına 3-4 kiloyu geçmezdi... Şöyle sinirlerini de ayırırsan 2-2.5 kilo yani...Zaten o balonun, dinozor iskeletlerinin bulunduğu ünlü Naturel History Museam'da yapılma nedeni de; kızlar da hafif tertip iskeleti andırdığından görüntülerinin müzeyle uyum sağlayacağı düşüncesinden kaynaklanıyordu sanırım...***Biliyorum şimdi, ‘‘Kedi uzanamadığı mankene mundar der...’’ diyeceksiniz... Ama bu gerçek değil... En kısası 1.85 olduğundan, gerçi biraz zor oldu ama, ben bu mankenlere bal gibi uzandım... Onlarla birlikte çıkan resimlerim de bunun ispatı... Ama itiraf edeyim... Mankenlerle ilgili yukarıda söylediklerim konusunda ben biraz da, gelmiş geçmiş en büyük manken uzmanı ve otoritesi olan sevgili arkadaşım Hıncal'ın (Uluç) etkisinde kaldım...Gündüz yapılan basın toplantısında ve geceki baloda herkes mankenleri seyrederken, yanlış bir şey yapmayayım diye ben hep Hıncal'ı seyrettim...Hıncal bir mankene burun kıvırdığı zaman ben de kıvırdım... Hıncal, ‘‘Bunda da iş yok!..’’ anlamında başını salladığı zaman aynen ben de başımı salladım...Bana, adama feleğini şaşırtacak bu hatunlara, ‘‘iskelet gibi kızlar’’ dedirten Hıncal'dır anlayacağınız!..Hıncal geçen gün köşesinde de yazmıştı...Dinozorlar müzesi ana salonunda, kocaman dinozor iskeletlerinin altında yediğimiz balo yemeğinde, iki Babıali dinozoru olarak Hıncal'la ikimiz resmen bir aile yemeğinde gibiydik...Dinozor fosillerinin altında yemek yemek gerçekten çok garip bir duygu... insan tabağındaki eti yerken, kendini sanki dinozor eti yiyormuş gibi hissediyor... Bu nedenle tabağımdaki ete elimi sürmedim...Bu arada size Hıncal Uluç'tan çokça söz ettim... Tabii şimdi haklı olarak tanımayabilir, ‘‘Yahu kim bu Hıncal?..’’ diyebilirsiniz...Hıncal, benim 35 yıllık arkadaşım... Sabah Gazetesi'nde yazıyor... Köşesinde yazdığı yazıda benim için ‘‘Tekin ailemizden sayılır’’ dediği ölçüde de yakınım gerçekten...Ama ben bunca yıl içinde, Hıncal'la ilk kez birlikte yolculuk yaptım... Ve Hıncal'ı yıllar sonra bir kez daha tanıdım...Gerçekten inanılmaz ince, insana keyif veren bir yol arkadaşıydı...***Şimdi takvimi falan boşverelim, gelelim Londra'ya...Londra benim gerçekten çok sevdiğim bir kent...Buradaki tek şikayetim, Londra'nın beni anlamaması...Serde Darüşşafakalı'lık olduğundan ve de dünyaya gelmiş en iyi İngilizce öğretmeni Gönül Soysallıoğlu'nun öğrencisi olduğumdan, üstünüze afiyet benim İngilizcem iyidir...Ama ne var ki, ne kadar perfect bir İngilizce'ye sahip de olsan Londra'da meramını anlatmak o kadar kolay iş değil...Bir kere, İngilizce'nin feriştahını bilsen, konuşurken ağzını sağa sola çarpıtmazsan, sokakta, lokantada, takside, seni bir Allah'ın kulu anlamıyor...Bu nedenle ben her Londra dönüşü, bu konuşurken ağzımı çarpıtma olayı nedeniyle memlekete sanki hep felç geçirmiş de ağzım çarpılmış gibi dönüyorum...Ben bu lisan konusunda bir de şunu anlamıyorum...Örneğin birine, ‘‘Lisan biliyor musun?..’’ diye soruyorsun... ‘‘Eh derdimi anlatacak kadar bilirim...’’ diyor...Yani öyle dertli bir milletiz ki, lisanı bile derdimizi anlatmak için öğreniyoruz...Düşünün şimdi, kurslara falan gidip, ‘‘derdinizi anlatacak kadar’’ İngilizce öğrenmişsiniz...Kalkıp İngiltere'ye gidiyorsunuz... İngiltere'ye varır varmaz ilk gördüğünüz İngiliz'e, ‘‘Üç aydır ev kirasını veremedim... Karıyla hergün kavga ediyoruz... N'olacak bu cimbomun hali?..’’ falan diye derdinizi anlatıyorsunuz... İşte, ‘‘derdini anlatacak’’ kadar lisan bilmenin avantajları da bunlar...Benim İngilizcem, yukarda sözünü ettiğim gibi canavar gibidir...Yalnız bende nasıl oluyorsa, İngiliz konuşurken aradabir dil sürçmesi vs. gibi şeyler oluyor... Bazı karışık durumlar ortaya çıkıyor...***Yıllar önce o zamanki Fırt dergisinin Almanya baskı ve dağıtım anlaşmasını yapmak için Frankfurt'a gitmiştim.O gece Frankfurt'ta dolanıp durdum... Bir İspanyol lokantasında kafayı çektikten sonra da kaldığım Park Otel'e döndüm...Park Otel'in, duvarlarını o ünlü filmin afişleninin süslediği ‘‘Kasablanka’’ adlı güzel bir barı vardı...Yatmadan önce oraya gidip oturdum... Kendime bir içki söyledim... Çerez olarak da ‘‘parrot’’ ısmarladım...Barmen önce bana, sonra da sağa sola baktı...‘‘Şey, bizde parrot yok’’ dedi...‘‘Yahu koskoca barda nasıl parrot olmaz ki?..’’ Dedim barmene... ‘‘Bizde en baş mezedir parrot... Parrot'u şöyle alırsın, ince ince dilimlersin... Sonra da limon suyuna koyup, içki içene ikram edersin...’’Bizim barmen faltaşı gibi açılmış gözlerle bir süre beni dinledi... Yardımcısına, güya bana çaktırmadan birşeyler söyledi... Sonra da resmen kaçtı...Ben, ‘‘Ulan koskoca otelin barında adamın önüne bir limonlu havuç bile koyamıyorlar...’’ diye biraz bozuldum... Sonra da gidip yattım...Ve gerçek, ertesi gün ayılınca kafama dank etti...İngilizce'de ‘‘parrot’’ papağan, ‘‘carrot’’ havuç demektir... (Af buyurun bilmeyenler için söylüyorum...)Ben o bizim barmenden havuç yerine, ince ince kesilmiş ve de limon suyuna batırılmış papağan istemişim ısrarla...Yani müthiş sadistik birşey... Bizim barmen de ondan kaçmıştı...Size birşey söyliyeyim mi?..Zaten bu yaşam dediğin şey de ‘‘parrot’’la, ‘‘carrot’’ arasında gidip geliyor!..
Yazının Devamını Oku

Biraz Hollanda, biraz müzik...

18 Kasım 1997
Geçen haftanın iki gününü davetli olarak MTV Müzik Ödülleri törenini izlediğim Hollanda'da geçirdim...Geçen gün Hürriyet'te de yazdığım gibi, Spice Girls'den Jon Bon Jovi'ye, Oasis'ten The Prodigy'ye, U2'den Backstreets Boys'a kadar müziğin birçok kalantoru oradaydı...Dünyanın birçok ülkesinden gelen binlerce genç ise, ödül töreninin yapılacağı Rotterdam sokaklarını tıklım tıklım doldurmuştu...Kalacağım otelin önüne geldiğimde, beni otele getiren arabanın çevresini birden onlarca genç sardı...Bazı şarkıcı ve gruplar da bu otelde kalacağından, müzik yıldızlarını yakından görmek ve imza alabilmek için günlerdir burada kamp kurmuş, bekliyorlarmış...Ben arabadan indiğimde, ellerinde kağıt kalemlerle üzerime doğru hamle ettiler...Sonra beni bir şeye benzetemeyince, hepsi ters yüz geri döndüler...Aslında ses bizde de var olmasına ama, çocuklar bilmiyorlar tabii...Bu durum ağırıma gitti, kendime yediremedim... Sonra otelin girişindeki kaldırımın ortasında durup ‘‘Arabası vaar... Güzeel mi güzeel...’’ diye şarkıya başladım ama, kimse yemedi... Çilli suratlı bir kız limon yemiş gibi yüzünü buruşturup ‘‘Iıh!..’’ diye kafasını çevirdi...Bavulu alıp otele girdim...***Biz Hollanda'yı vakti zamanında daha çok futbolundan ve de ünlü futbolcuları Cryuff'larından tanırız...Bu Cryuff, Ajax takımıyla İstanbul'a da gelmişti... Fenerbahçe ile oynadıkları maçta, bizim Ercan ile rahmetli Yılmaz Şen, ‘‘Lan sakatlayacaksan böylesini sakatlayacaksın ki namın yürüsün...’’ deyip ‘‘Sarı Fare’’ lakaplı bu Cryuff'a 90 dakika tekme sallamış, bir tekini bile tutturamamışlardı... Cryuff kendisine musallat olan Ercan ve Yılmaz'dan kurtulmak için 90 dakika çekirge gibi zıplaya zıplaya oynamış, bizim Fener'in canına okumuştu...Bu Hollandalılar'ı bir de bizim laleleri araklamalarından tanıyoruz... Bu uyanık takım, 400 yıl önce bizim memlekette ne kadar lale varsa, yükleyip götürmüşler... Lale adına bize kala kala Laleli kalmış...Hollanda'da dağ taş lale... Özellikle de turistlere, bir çuval soğan fiyatına bir tek lale soğanı satıp dünyanın parasını kazanıyorlar...Hollanda'nın Rembrandt, Van Gogh, Mondrian gibi ünlüleri de var ama, onlar bizi pek tanımadıklarından biz de onları ‘‘tanımayruz...’’Hollanda'nın biliyorsunuz bir de inekleri meşhur... Gerçi bizim de ‘‘meşhur ineklerimiz’’ var ama, bizimkiler verimsiz... Millet orada bu inekleri sağarken, bizde tersine bizim inekler, bizi sağıyorlar...Hollanda, Avrupa'nın refah seviyesi en yüksek ülkelerinden biri... Tabii sözünü ettiğim refahın bizdeki Refah'la ilgisi yok... Onlar daha oralara gelememişler!..Ben hayatımda böylesine sürekli bir şeyler yiyip içen bir milleti ne gördüm, ne de duydum...Yolda, parkta, trende, tramvayda, yürürken, dururken, herkes mutlak bir şey tıkınıyor, sandviç, hamburger, patates, domates, bir şeyler yiyor... Anlaşılan bu durum ülkedeki refahın bir göstergesi...Şimdi, ‘‘Ya ne var bunda?.. Biz de her Allah'ın günü her zaman, her yerde ve durumda birbirimizi yiyoruz!..’’ derseniz ona da söyleyecek bir şey yok tabii...Hollandalılar gerçekten ilginç insanlar... Boylar 1.85'ten başlıyor, 3.5 metreye kadar gidiyor...Kızlar inanılmaz güzel... Ben bu inanılmaz güzellikteki kızlara bakacağım diye iki günde dört kez kafayı oraya buraya vurdum...Bu arkadaşların bir diğer özellikleri de, yedisinden yetmişine rastladığınız herkesin ‘‘küpeli’’ olması... Yani herkesin kulağında bir küpe var...‘‘Deli deli tepeli, kulakları küpeli...’’ sözü belli ki Hollanda'dan çıkmış...Hollanda'ya gidecekseniz, sakın küpesiz gitmeyin... Adama hötöröfmüş gibi bakıyorlar... Bu da kulağınıza küpe olsun...Biz uçakla Amsterdam'da indik... Amsterdam'la Rotterdam arası trenle 40 dakika...Hazır gelmişken de biraz Amsterdam'da dolandık...Bu Hollanda şehirlerinin alayı, deniz, nehir, göl devamlı sular içinde... Dolaşırken bunca suyu görünce, insanın beş dakikada bir resmen çişi geliyor...Amsterdam sokaklarında dolaşırken, birden üzerinde ‘‘Seks Müzesi’’ yazan bir bina gördüm, ilgimi çekti, oraya doğru seğirttim...Yalnız, yanlış anlaşılmasın... Bundan seks konusunda müzelik hale geldiğimiz falan gibi bir anlam da çıkarılmasın... Tam tersine, seks müzesinde yer alan ne kadar hatun varsa, resimde de gördüğünüz gibi üstüme hücum ettiler!..Trabzonlu yönetici arkadaşların elden çıkarmak için günlerce kafa patlattıkları (!) ve sonunda kapının önüne koydukları Şota, şu anda Ajax'ın, dahası Hollanda'nın kralı... Amsterdam'daki spor mağazalarının vitrinleri, Şota'nın resimleriyle dolu... Bizim Trabzonspor ise hala, baba tarafından laz olmak koşuluyla yabancı futbolcu arıyor!..***Bu Hollanda'da bir tren tutkusu var... Şehrin içinde, dışında her bir yere trenle gidiyorlar... Yani bunca ileri bir ülke olmalarına karşın, karayolunu hala keşfedememişler... Bu nedenle yollarda her Allah'ın günü öyle bir kalemde kırk elli kişi telef olmadığından, Hollanda televizyonlarında müthiş bir haber sıkıntısı var...Hollanda'da resmi 350 bin Türk işçisi var... Bunların geleni gideni, ığdısı dığdısıyla, Hollanda'daki Türk nüfusu 600 bini buluyor. Ve bu vatandaşlarımız, Türkiye'de olup bitenler konusunda bizlerden çok daha duyarlılar... Televizyonda Türkiye'nin sorunlarıyla ilgili bizim işçilerin katıldığı bir program izledim. Ülkeden uzaktalar ama, inanın sorunlara bizlerden daha sağlıklı bakıyorlar.***MTV Avrupa Müzik Ödülleri töreni Avrupa'nın en büyük müzikholü olan Rotterdam'daki 10 bin kişilik Ahoy Stadium'da yapıldı.Öylesine müthiş bir dekor, özellikle öyle bir ışıklandırma sistemi vardı ki, bu tören bizde yapılsa, enerji darboğazına girdiğimiz şu günler kullanılan ışık miktarı nedeniyle, en az 6 ay karanlıkta kalırdık. Ben konuk olduğum için, bana tribünde ayrılan yeri boşverip, ödül törenini sahnenin önünde yer alan ve çığlık çığlığa bağıran gençler arasında izledim.Bu gençlerin öyle çığlık çığlığa bağırma nedenleri, müzik aşklarından çok, o tıklım tıkış kalabalıkta birbirlerinin ayaklarına basmalarından.Ödül töreni sonrası inanılmaz çılgın bir parti yapıldı. Bu partiye tüm müzik starları da katıldılar... Bir ara Jon Bon Jovi ile karşılaştım. Bana, ‘‘Seni burada görmek ne güzel Tekin...’’ dedi. Daha sonra bana İbo ile Müslüm'ü sordu. Onlara selamlarını gönderdi...
Yazının Devamını Oku

Ciğersöken Ziya!

14 Kasım 1997
Susurluk rezilliği hala kabak gibi ortalık yerde duruyor... O Mercedes kazası, ülkedeki dümen, üçkağıt, katakulli, arsızlık, yüzsüzlük, hırsızlık, canilik piyasasını birkaç günlüğüne durgunlaştırsa da tekrar açılan piyasa, faaliyetini daha da bir coşkuyla tam gaz sürdürüyor... Gelişiyor, semiriyor...Hukukun yelkenleri suya indirdiği ülkemizdeki hukuk boşluğu, işbirilir erbabınca hemen anında dolduruluyor...Kör tuttuğunu öpüyor... Alacaklar, özel mafya ‘‘tahsilatçılarıyla’’ tahsil ediliyor... Özellikle de bu sektör gittikçe gelişiyor vs...İşte geçenlerde ben böyle bir ‘‘tahsilatçı’’ ile tanıştım... Neredeyse tek başına bir mafya örgütünün tamamına bedel...Alacağınızı kesinkes borçludan kurtaran, en kısa zamanda getirip trink diye avucunuza sayan biri...Evet, sözünü ettiğim kişi, Ciğersöken Ziya...Şimdi sizlere onu tanıtacağım... Belli olmaz, hayat bu... Bakarsınız bir gün bir alacak durumu olur; başınız sıkışır, çaresiz kalırsınız falan... Tabii vatandaşın hakkını söke söke alan yasalar (!) dururken, bunun sözü bile edilmez ama, ne bileyim Ciğersöken Ziya, gene de aklınızın bir köşesinde bulunsun...Ben Ziya'yı, tekstille uğraşan çocukluk arkadaşım Esat'ın yanında görüp tanıdım...Geçtiğimiz yaz bir pazar günü eşimle Çengelköy'de her zaman gittiğimiz balık lokantasına gitmiştik... Orada rastladım Esat'a... Yanında hanımı vardı... Bir de bu Ciğersöken Ziya... Lokanta çok kalabalık olduğundan aynı masaya oturduk... Epeydir görüşmediğimizden bu hoş bir rastlantı olmuştu...Yemeklerimizi söyleyip sohbete başladık...Derken Esat, bana Ziya'yı gösterip:‘‘Hayatta adamın oldu mu böylesi olacak’’ dedi... Sonra da Ziya'nın sırtını sıvazladı... ‘‘Aslanım, koçum benim!..’’‘‘Diyelim bir yerlerden üçbeş milyar alacağın var ve alamıyorsun... Hemen Ziya'ya söyle, bitirsin işi... Bu Ziya en batak yerlerden paranı kuruşuna kadar öyle bir söküp alır ki, aklın durur... Adamın ciğerini söker şerefsizim... Zaten ona Ciğersöken Ziya denmesinin nedeni de budur... Biliyorsun piyasanın durumu malum... Birbirine takan takana... Kimsenin kuruş ödediği yok... Çeklerin, senetlerin alayı dönüyor... Ama Allah bana Ziya'yı gönderdi de yırttım kefeni... Artık kimsede tek kuruşum kalmıyor...’’Bu arada yemeklerimiz geldi... Ben de çaktırmadan Ziya'yı incelemeye başladım...***Ziya, olsun olsun biraltmış, biraltmışbeş boylarında, ufak tefek, zayıf bir adamdı...Ama bu dünyada demek kimin ne olduğu belli olmuyor... Aslında korkacaksan da böylelerinden korkacaksın zaten...Samsunlu olan Ziya, belli ki son derece sinirli, gözünü budaktan esirgemeyen biriydi... Yüzündeki yara izleri, bere ve çizikler ne kadar kavgacı olduğunu gösteriyordu zaten...Hiç konuşmadan öyle oturuyor, sanki her an ortalığı dağıtacakmış gibi sürekli etrafı süzüyordu...Ciğersöken Ziya'yı, Esat'a bir arkadaşı tavsiye etmiş... Söylediğim gibi Ziya, yıllardır tahsilat işleriyle uğraşıyor, borçlarını ödemeyen borçlulardan ne yapıyor ediyor, parayı alıyormuş... Sen de bu hizmetine karşılık Ziya'ya tahsil ettiğin paradan bir yüzde veriyormuşsun...‘‘Sultanhamamı'nda birine beş altı milyarlık mal vermiştim... Tam yedi ay paramı alamadım...’’ diye sürdürdü konuşmasını Esat...‘‘Ama işi Ziya'ya havale ettiğimizin haftasına trink diye geldi para... Bir de İzmit'te bir herif vardı, tüm çekleri karşılıksız çıkmıştı... Sağolsun Ziya, herifte kuruş bırakmadı... Ciğerini söke söke aldı adamdan parayı...’’Esat anlattıkça ben çaktırmadan gene Ziya'yı süzüyor, içimden, ‘‘Belli canım, herif her tarafıyla bela...’’ diye düşünüyordum...Ciğersöken Ziya, gene tek kelime edip konuşmuyor, dalgın gözlerle sürekli bir yerlere bakıyordu...Arada, birden sanki bir şeyden irkilmiş gibi titreyip oturduğu yerde dikiliyor... Bir süre sonra gözlerini tekrar uzaklara daldırıp öyle oturuyordu...Beni en çok da sürekli ceket cebinde tuttuğu sol eli rahatsız ediyordu... O sol elinde belli ki bir tabanca falan tutuyordu...Aslında ailecek böyle bir adamla birlikte aynı yerde bulunmaktan müthiş huzursuz olmuştum... Ama durumu onca zamandır görmediğim arkadaşım Esat'a belli etmek de istemiyordum... Allah'tan bu arada hanımlar kendi aralarında sohbete dalmışlar, bizimle pek ilgilenmiyorlardı...Bir ara, ‘‘Ziya Bey pek göstermiyor, ama herhalde vurduğu yerden gerçekten ses getiren bir arkadaş... Ufak tefek gibi görünüyor ama, ne kadar gözüpek olduğu, duruşundan, bakışlarından belli... Zaten yumuşak atın çiftesi pek olur, derler...’’ dedim.‘‘Ne diyorsun!.. Anlatsam aklın durur...’’ dedi Esat... ‘‘Bu namussuz Ziya herifleri öyle bir perişan ediyor ki, bak anlatayım da dinle...’’Sonra da, ‘‘Öyle değil mi lan Ziya?..’’ diye Ciğersöken Ziya'nın ensesine bir şaplak indirdi...Ziya boş bulunduğundan, Esat'ın şaplağı üzerine birden irkilip yerinden fırladı... Gözlerinde bir dehşet ifadesi belirdi...Ben, ‘‘İster misin şimdi sol elini cebinden çıkarsın!..’’ diye telaşlanırken, Ziya sakinleşti... Tekrar yerine oturdu...Sonra da Esat anlatmaya başladı...***‘‘Sana daha önce sözünü ettiğim Sultanhamamı'ndaki o heriften altı milyar alacağım vardı... Ama adam parayı bir türlü vermiyordu... İşte bu Ziya'yı bana o sırada getirdiler... Anlaştık, herifin üzerine saldım Ziya'yı... Ziya gidiyor geliyor... Bana arada bir uğrayıp 'Parayı yarın, yarın olmazsa, öbür gün alacağız abi' diye haber getiriyordu...’’Bu arada Ziya bir gün gözü şişmiş, bir gün dudağı patlamış geliyormuş ama, ‘‘Herifleri benzetip ortalığı dağıtırken tabii birkaç tane de o yiyor herhalde...’’ diye düşünüyormuş Esat...İşin ilginç yanı, herhalde bileğine fazla güveniyor olacak, Ciğersöken Ziya tek başına çalışıyormuş... Öyle adamı falan da yokmuş...Aradan bir hafta geçmiş... Çatır çatır almış Ziya heriften parayı...Sonra İzmit işine göndermiş Ziya'yı Esat...Daha önce sözünü ettiği, o çekleri karşılıksız çıkan herife...Ziya bir iki sefer gidip gelmiş İzmit'e...Son gelişinde ise bir kolu alçıdaymış...Esat, ‘‘Geçmiş olsun... Zorlu mu çıktı herifler?..’’ diye sormuş Ciğersöken Ziya'ya...Ziya, herif ve iki adamıyla kapışmışken dört beş kişi daha gelmişler falan ama...Ziya, ‘‘Önemli değil, parayı en geç üç gün içinde alırız abi...’’ demiş Esat'a...‘‘Üç gün sonra ise bir telefon geldi’’ diye anlatmasını sürdürdü Esat... ‘‘Ziya, İzmit Devlet Hastanesi'nde yatıyormuş... Kalktım, gittim. Bir de ne göreyim?.. Bu Ziya yatakta yatıyor ki, her tarafı sarılıp sarmalanmış, bir tek gözleri açıkta... Ziya böyleyse, herifler kimbilir ne durumdadırlar diye düşünüyordum ki, olanı biteni o zaman öğrendim... Herifler hiçbir durumda değillermiş... Ziya'yı hastanelik etmekten karakolluk olmuşlar yalnız... Bir de Ziya parayı almış... Meğer Ciğersöken Ziya paraları hep böyle alırmış zaten... Dayak yiyerek yani... Para alacağı kişinin bürosuna, fabrikasına her sabah çöker, öldür Allah gitmezmiş... Defolup gitsin diye her gün dünyanın dayağını atarlarmış ama, bizimki yılmazmış... Sonunda bakarlarmış ki, geberip başlarına kalacak... Çaresiz parayı verip kurtulurlarmış...’’İşte bu yüzden Ziya nereye gitse, ‘‘Ciğersöken Ziya geldi’’ dendi mi de milletin ödü kopar, herkes kaçacak delik ararmış...‘‘Olur a bir gün bir yerlerde bir takıntın olursa, bizim Ziya'yı ara... Hemen bitirsin işi...’’ diye sözlerini bitirdi Esat...Sonra da ‘‘Öyle değilmi lan Ziya?..’’ deyip Ziya'nın ensesine bir şaplak indirdi...
Yazının Devamını Oku

Şu bizim Nişantaşı!

6 Kasım 1997
Nişantaşı, bildiğiniz gibi İstanbul'un en mutena semtlerinden biridir... Ben bu mutena semt sözünü ilk kez yıllar önce, sinema ve radyolardaki banka reklamlarında duymuştum... Müşterilerine çekilişlerle ikramiye olarak apartman dairesi veren bankalar, özellikle Nişantaşı'ndan ‘‘seçkin’’ anlamına gelen ‘‘mutena semt’’ diye söz ederlerdi...Ben Salacaklı'lığım yanısıra, aslında çeyrekkan da Nişantaşlı sayılırım. Hem gençliğimin, delikanlılığımın birkaç yılı Nişantaşı'nda geçti... Hem de daha sonraki yıllar bir süre Topağacı'nda oturdum...Bu arada sizlere Nişantaşı'yla ilgili bir de gerçeği açıklayayım: Herkes başka bir şey söylüyor, rivayetler muhtelif ama, Nişantaşı'na ‘‘Nişantaşı’’ denmesinin nedeni, bana göre biraz da benden dolayıdır... Gerçi buranın adı eskiden beri Nişantaşı'dır ama, bu daha sonraları benimle daha da pekişmiştir...Nişantaşı'nda oturduğum o delikanlılık yıllarımda, biz semtin gençleri, dörtyol ağzında, tam köşedeki adını semte veren ünlü tarihi taşın önünde mevzilenir, gelen geçen kızlara oradan musallat olurduk...Ben o dikilitaşın önünde dikile dikile sonunda bir gün bir kız tavlamayı başardım...Yalnız, adı Nursan olan kız sokaktan geçenlerden değildi... Taş'ın hemen yanındaki kitapçının bulunduğu apartmanda oturuyordu...Ben gecenin bir vakti taşın önünde nöbete dikilir, Nursan'ı orada beklerdim... Bir yolunu bulup evden tüyen Nursan'la orada buluşurduk...Nursan'ı beklediğim ilk geceler, birinin sanki kafama bir şeyler attığını hisseder gibi oldum, ama pek önemsemedim...Daha sonraki geceler fark ettim ki, biri bir yerlerden kafama fındık, fıstık, leblebi vs. yağdırıyor... Bunların nereden atıldığını karanlıkta bir türlü sökemedim... Ama daha sonra taşı da siper edip kendimi kollamaya başladım... Bu fındık ve leblebiler boş bulunursam arada bir kafama, ama daha çok o tarihi taşa geliyordu...Sonunda bir gün bunu Nursan'a söylediğimde, ‘‘Boşver kafana takma... Benim 90 yaşında bir dedem var... Yirmidört saat pencerenin önünde oturur... Seninle burada buluştuğumuzu görüp sana kızdığından o atıyor leblebileri...’’ dedi.İşte köşedeki o ünlü taşa Nişantaşı denmesinde, daha önce de söylediğim gibi, Nursan'ın dedesinin bana nişan alıp alıp attığı o leblebilerin, fıstıkların da büyük payı vardır inanın...***Nişantaşı, Topağacı, Teşvikiye ve Şişli, TSK yani Türk Sivaslı Kuvvetleri'nin çıkartmalarını yaptığı ilk İstanbul semtleridir...Yalnız sakın ola ki Sivaslı yurttaşlarım bu sözlerimden alınmasınlar...Tam tersi, büyük şehir yaşamından bunalmış biri olarak, Topağacı'nda oturduğum yıllar onlar sayesinde yaşadığım o köy hayatını unutamam...Sabahları kapıcımız Muhlis'in tavuğunun sıcak yumurtasını yer, boş olan 3 numarada çaktırmadan beslediği ineğinin sütünü içerdik...Daha sonra bilumum Muhlis'ler yedi sülalelerini de köyden taşıyınca, işin iyice moku çıktı...Birine, ‘‘Nişantaşlıyım’’ ya da ‘‘Şişliliyim’’ dediğinde, ‘‘İçinden misin?..’’ diye sormaya başladı...Ben arada bir Nişantaşı'na uğruyorum...Geçen gün eşimle birlikte gene gittik... Teşvikiye'de bir işimiz vardı... Önce oraya gidelim, bir yer bulup arabamızı da oraya bırakalım dedik...Park yeri ararken yanımıza elinde cep telefonu, gençten bir arkadaş geldi... Bizi ite kaka bir park yerine soktuktan sonra da ‘‘Abi sizde benim telefonum yok mu?..’’ deyip bize cebinden çıkardığı kartını verdi...Genç arkadaş oranın kahyasıymış... Gelmeden önce telefon ediyormuşsun, sana park yeri ayırıyormuş... Ayrıca park yerinin bulunduğu yerdeki AFM sinemalarından istediğin seansa bilet alıyormuş...***Bildiğiniz gibi Nişantaşı tam bir alışveriş merkezi... Bu alışveriş merkezi olma durumu, zaman zaman Etiler tarafına, zaman zaman ise gene Nişantaşı'na kayıyormuş...Alışveriş merkezleri kayıyor ama, bu kaymalar alışverişlerde (af buyurun) biz kayılanlar için pek birşey fark etmiyor!..Vakti zamanında Nişantaşı'ndan, Teşvikiye'den ta Osmanbey'e kadar öyle mağaza falan filan yoktu...Bu işi ilk akıl edip, o büyük cadde üzerinde ilk mağazayı açmaya soyunan VePa'nın sahibi sevgili ve eski arkadaşım Vedat Öztarhan'dır...Vedat bu fikri bize açtığında öyle coşkuyla karşıladık ki, mağazanın dekoratörünü bulmayı biz üstlenip Vedat'a, bu ülkenin belki gelmiş geçmiş en iyi dekoratörlerinden biri olan sevgili arkadaşımız Oktar'ı tanıştırdık...Oktar, Vedat'a gerçekten nefis bir mağaza yaptı... Fakat Oktar yaptığı işi öylesine ince eleyip sık dokuyan, yaptığını beğenmeyip en iyisi olana dek öylesine tekrar tekrar yapan biriydi ki, sonunda Vedat'ın mağazası Rumeli Caddesi'nde açılan 42. mağaza oldu!..Bizim Emlak Dergisi'nin son sayısında Nişantaşı'nda yaşayanların nüfusu 25 bin kişi olarak görülüyor... Ama benim gördüğüm, bırakın 25 bini, en azından 125 bin kişi Nişantaşı'nın lokanta, bar ve kafelerinde mevcut... Üstelik bu kişilerin aşağı yukarı hepsi de yerlerinde sabit... Arada bir rotasyona çıkıyor, yalnızca lokanta ve barlarını değiştiriyorlar...Örneğin geçen akşam, buranın ünlü İtalyan lokantalarından Bice'ye gittim... Bir yıl önce makarna yerken gördüğüm bir çift, gene aynı masada makarna yiyorlardı... Ya makarnaları geç gelmişti, ya da az önce dediğim gibi sabit bir durumda her akşam o lokantadalardı...İtalyan lokantaları şimdi çok moda... Nişantaşı'ndaki Bice, Mezzaluna vs. yanı sıra, İstanbul'un her bir yanında daha bir alay İtalyan lokantası var... Spasso, La Toretta, Bellini, Vito, İl Padrino, Monteverdi ve birçoğu...Benim bir arkadaşım bu İtalyan lokantalarına gide gide resmen İtalyanca öğrendi... Ama İtalyanca konuştuğu zaman herkese yemek isimleriyle hitap ediyor, örneğin gene İtalyanca konuşurken biri kendisine ‘‘Nasılsın?..’’ diye sorduğunda, biraz ‘‘Acılı makarna gibiyim’’ anlamına gelen ‘‘Spaghetti Arabiata...’’ falan diyor...Nişantaşı'nda lokantaların yanı sıra, bir alay da bar ve kafe var... Cafe Keyif, Bella Cafe, Cafe Inn, All Sports Cafe bunlardan birkaçı... Bunların bazılarının da ilginç dekorları var...Örneğin All Sports Cafe tamamen spor malzemeleriyle dekore edilmiş bir mekan... Olası bir hesap anlaşmazlığına karşı kasada oturan patronun bile ellerinde boks eldiveni var!..Nişantaşı'nda sandviçin bile en bi Fransız'ı var... Hani, ‘‘Bugünü de sandviçle idare edelim...’’ diye bir laf vardır. Nişantaşı'ndaki bu Fransız sandviççisine ödediğiniz parayla değil o günü, onbeş günü idare edersiniz!..***Nişantaşı'nda dünyanın en ünlü mağazaları, en büyük markaları da mevzilenmiş durumda...Örneğin dünyanın en ünlü çantacısı Louis Vuitton'un da Nişantaşı'nda şubesi var...Louis Vuitton çantaları kadar bavullarıyla da ünlü... Padişah Abdülhamit bavullarını hep bu Louis Vuitton'a yaptırırmış... Zaten buradan bir şey alabilmek için ancak padişah olmak lazım!.. Zira, örneğin buradan bir bavul almak için, buraya içi para dolu üç bavul vermek gerek!..Bir sürü mağazanın yanı sıra, özellikle kadın çamaşırlarıyla ünlü Mark's and Spencer'in de burada bir mağazası var... Onlar da bu mağazayı, bizim milletçe çamaşır defilelerine olan ilgimizi görerek açmışlar...Hasılı kelam... Beymen'iyle, Vakko'suyla, Derimod'u, Derishow'uyla, Nişantaşı cıvıl cıvıl...Ha, deri mağazalarından söz edince aklıma geldi; siz onlara pek kulak asmayın... En iyi deri insanın, kendi naturel derisidir... Zira gidişata göre üstte başta bir şey kalmadığında, sonunda bizi tabliata, ele güne karşı koruyacak olan gene o, kendi derimizdir!..Nişantaşı böyle işte...Ben gene böyle zaman zaman semtleri belediye zabıtası gibi denetlemeyi sürdürecek, fırsat buldukça da sizlere yazacağım...
Yazının Devamını Oku

Ses yarışması

30 Ekim 1997
Geçen hafta, bir plak şirketiyle Aksaray'daki bir müzik dersanesinin birlikte düzenledikleri bir ses yarışmasında jüri üyeliği teklifi aldım...Gerçi musiki konusundaki engin kültürümden şüphem yok ama, bu teklifin bana yapılma sebebi hikmetini de tam olarak çıkaramadım...Ve bu inceliği gösterip beni jüri üyesi yapmak isteyen arkadaşlara, bu jüri üyeliklerini prensip olarak kabul etmediğimi, yıllar önce Caddebostan gazinosunda jüri üyeliği yaptığım bir dans yarışmasında nasıl dayak yediğimi anlattım... Kendilerinin affını istedim...Ama bu arada ‘‘Ses yarışması’’ bahis konusu olunca, sizlere aşağıdaki hikayeyi anlatmam da kaçınılmaz hale geldi...***Gene böyle bir sonbahar mevsimiydi... Ünlü Salacak gazinosunda amatörler arasında büyük bir ses yarışması vardı...Devrin ünlü sanatçılarının konserler verdiği bu gazinoda arada bir ses yarışmaları düzenlenir, kazananlara ödüller verilirdi... Bunların aralarında daha sonra profesyonel şarkıcılığa başlayanlar bile olurdu...Piç Yavuz, Camgöz Taci ve Tilt Mahmut, Nihat'ın kahvesinde oturmuş kağıt oynuyorlardı...Piç Yavuz, Camgöz'e:‘‘Ses yarışmasını kazanana yüklü bir para veriyorlarmış... Ayrıca kazananı ses sanatçısı yapacaklarmış’’ dedi.Tilt Mahmut da Camgöz'ün sırtına bir şaplak indirdi...‘‘Lan sendeki ses bende olsa, bir saniye düşünmem, girerim yarışmaya şerefsizim... Ama Allah bize değil de senin gibi kerize vermiş o sesi...’’Bu arada az ötedeki ocakta bardaklara çay doldurmakta olan kahveci Nihat girdi söze:‘‘Vay anasını... Demek bu Camgöz'de böyle marifetler var da bizim haberimiz yok... Yahu ben senin hiç şarkı söylediğini duymadım bugüne kadar... Bir şarkı söyle de dinleyelim bakalım...’’‘‘Nasıl bilmezsin be Nihat abi?..’’ dedi Yavuz... ‘‘Bu Allah'sızda bir ses var, ne kadar şanlı şöhretli şarkıcı varsa, bu Camgöz'ün yanında sinek vızıltısı gibi kalır... Hadi lan patlat bir şarkı da milletin kulağının pası gitsin...’’Camgöz Taci önce ‘‘Hık mık’’ etti... Kahvede diğer oturanlar da üsteleyince, önce şöyle bir gırtlağını temizledi... Sonra da başladı şarkıya...Geceleeer yaarim olduuuu...Anam anaaam garibeeem...Yavuz, ‘‘Bırak lan şimdi garibemi filan... Şöyle oynak bir şey söyle de ruhumuz şenlensin...’’Kurufasulye yedibuçuk lirayaaa...Hem kaaaynasın, hem oooynasın...Camgöz Taci, bir yandan etinden et koparılıyormuş gibi avaz avaz bağırıyor, bir yandan da elleriyle masanın üzerinde tempo tutuyordu...Şarkı bittiğinde kahveci Nihat:‘‘Aşkolsun valla Camgöz...’’ dedi. ‘‘Helal olsun sana... Yahu insan böyle sesi olur da saklar mı?..’’Sonra da Yavuz'a döndü, ‘‘Bunu mutlaka sokun yarışmaya... Böyle adam birinci olmayacak da kim olacak be!.. Yalnız yarışma için şöyle fiyakalı bir kostüm falan lazım... Onu nereden bulacaksınız?..’’‘‘Bir çaresine bakacağız’’ dedi Yavuz... ‘‘Üsküdar Musiki Cemiyeti'nde şarkı söyleyen birkaç arkadaş var... Ya onların birinden bir smokin bulacağız... Ya da bir yerden kumaş ayarlayıp terzi Server abiye yalvar yakar bir şeyler diktireceğiz...’’***Ertesi gün de hemen işe koyuldular... Aslında, biraz boğazlanan adam sesini de andırsa, Camgöz Taci'nin sesi gerçekten fena değildi... Ama Camgöz'de müzik deyimiyle, ‘‘kulak’’ yoktu... Üstüste on ayrı şarkı söylese, dinleyen hep aynı şarkıyı söylüyor sanırdı... Yani öyle yarışma kazanması falan olacak iş değildi, ama dolduruşa gelmişti bir kez... Ayrıca bayağı da heveslenmişti...Camgöz eve kapandı... Sabahtan akşama kadar avaz avaz bağırıp şarkı söylüyor, sözümona çalışıyordu... Yavuz ve Tilt Mahmut ise Camgöz'ün yarışmada giyeceği kostümün peşine düştüler...Ve yarışmanın yapılacağı pazar günü geldi çattı... Bu arada Yavuz, Camgöz'ün giyeceği kostümü ayarlamıştı... Bu biraz eskice siyah bir smokindi... Söylediği gibi, Üsküdar Musiki Cemiyeti korosunda şarkı söyleyen Hüsnü adlı bir arkadaşından almıştı smokini... Hüsnü'ye de babasından kalmıştı... Camgöz'ün bu smokinin içine girmesi biraz zor olacaktı, ama başka çare de yoktu...Camgöz ise kendi deyişiyle ‘‘yarışmaya hazırdı...’’ Geçen günler, Camgöz Taci'yi öylesine doldurmuşlardı ki, Camgöz artık yarışmayı kazanacağına mutlak gözüyle bakıyordu...Ve yarışma saati geldi... Sezon artık bitmiş olmasına karşın Salacak gazinosu tıklım tıklım doluydu...Camgöz Taci'nin yarışmaya katılacağı tüm Salacak'a yayılmış, herkes merakla gazinoya koşuşturmuştu...Saz heyeti sahnede yerini aldı... Önce yarışmayla ilgili bir konuşma yapıldı... Sonra da yarışmacılar sırayla sahneye çıkmaya başladılar... İstanbul'un her yanından katılanlar vardı... Şarkısını söyleyen sahneden çekiliyor, bazı ses ve saz sanatçılarından oluşturulan jüri de yarışmacılara puan veriyordu...***Derken sahneye Camgöz Taci çıktı... Ve ortalık bir anda birbirine girdi... Gazino alkıştan inliyor, seyirciler ‘‘Camgöz... Camgöz...’’ diye tempo tutuyorlardı...Taci selamını verdi... Saz heyeti de şarkının giriş nağmesine başladı... Bu arada Camgöz elinde mikrofon profesyonel şarkıcılar gibi sahnede dolaşıyor, etrafa gülücükler dağıtıyordu... Göstermemeye çalışıyordu ama, belli ki çok heyecanlıydı.Üzerindeki smokinin paçaları ayak bileklerinde, kolları da neredeyse dirseklerindeydi...Saz hayatı taksimini bitirdi... Camgöz Taci şarkısına başlamak üzere sahnenin ön tarafına doğru yürüyüp mikrofonu ağzına götürdü...Ve işte o sırada inanılmaz birşey oldu...Hoparlörlerin hepsinden ‘‘Aaaiii... Aaaiii!..‘‘ diye eşek anırması sesleri çıkmaya başladı... Gazino, ‘‘Aaaiii... Aaaiii!’’ sesleriyle inliyordu adeta...Hoparlörler sahneye uzak olduğundan Camgöz Taci şarkı söylerken yalnızca kendi sesini ve arkasındaki sazın sesini duyuyor, şarkısını söylemeyi sürdürüyordu... Ama o her ağzını açıp kapayışta ‘‘Aaaiii... Aaaiii!..’’ sesi sürüyor, dışarıdan bakıldığında Camgöz Taci resmen eşek gibi anırıyordu...Derken önce jüri masası karıştı... arkadan da gazino... Millet olana bitene şaşkın şaşkın bakıyor, bir yandan da gülmekten yerlere yatıyordu...Durumu neden sonra fark eden Taci, elindeki mikrofonu yere fırlattı... Sonra da ağzından köpükler saçarak sahnenin arkasına koştu...Sahnenin arkasında, amplifikatörlerin, sigortaların falan olduğu yerde Piç Yavuz elinde bir mikrofon, bir takım kordonları falan fişe sokup takıyor, Tilt Mahmut da ona yardım ediyordu...Camgöz'ü karşılarında görünce ellerindekileri yere fırlatıp sahnenin çıkış kapısına seğirttiler... Camgöz Taci de eline bir demir çubuk geçirip arkalarından fırladı...Yavuz, Camgöz sahneye çıktığı zaman gazino elektrikçisi Erol'un arkadaşı olmasından yararlanıp elektrik odasına girmiş, asıl mikrofonu devreden çıkarıp, yedek mikrofonu devreye sokmuştu... ‘‘Aaaiii... Aaaiii!..’’ diye oradan bağırıyordu...Camgöz bir hafta Salacak'a çıkamadı... Ama Camgöz'ün korkusundan Yavuz ve Tilt Mahmut da çıkamadılar...
Yazının Devamını Oku

Rakıyı huplet, arabayı gümlet!..

22 Ekim 1997
Özellikle de alkollü otobüs şoförlerinin neden oldukları trafik kazalarında her gün onlarca kişi yaşamını yitiriyor... İş öyle duruma geldi ki, insanın televizyon haberlerini izlemek içinden gelmiyor...Bu arada şoförleri sarhoş olan, kaza yapan otobüs firmalarının adları falan açıklanıyor ama, bunun da bir yararı olmuyor, sarhoş şoför bildiğini okuyup gene katliamı sürdürüyor... Ve bunun önü de bir türlü alınamıyor... Şoförlerin sarhoş olduğu ise nedense, hep her şey olup bittikten sonra saptanıyor.Bu sarhoş takımı daha otobüsün direksiyonuna oturmadan, ya da yoldayken enselenemiyor!..Oysa trafik polisleri, ellerindeki o alkol kontrolü yapan üfleme tüpleriyle, boğaz lokantalarının daha kapısında biniyorlar lokantalardan çıkanların tepelerine... Aslında buna kimsenin diyecek bir şeyi olamaz... Çok da iyi ediyorlar, tamam da...Bu kontrolleri o sarhoş katillerin fink attığı şehirlerarası yollarda neden yapmıyorlar birader!..Tabii ciddi firmaları kastetmiyorum ama, görünen de o ki, tüm bu olan biten bu şoförleri çalıştıran otobüs firmalarının da pek ipinde değil...Allah bilir, bu firmalarda çalışan otobüslerin şoförleri, yolculuğa çıkmadan önce park yerlerinde beklerlerken, birbirlerinin otobüsüne akşamüstü içkisine falan gidiyorlardır...***Bu yolcu otobüsü kazaları yalnızca bu günün işi değil... Bu durum aslında uzun yıllardan beri olagelen bir durumdur... Şimdi televizyonlar falan olduğundan, olanı biteni daha çok duyuyoruz, görüyoruz...Ben otuz küsur yıl önce, yaşamımın beş yıllık kadar bir bölümünü Ankara'da geçirdim... Bu arada İstanbul'a sıkça gidip geldiğimden ve uçağa binmeye takatim olmadığından, bu şehirlerarası otobüslere de fazlaca binerdim...Şimdikilere şükredecek halimiz yok ama, inanın o günkü durum bugünkünden de beterdi...Hani o, yolculuk sırasında verilen ‘‘çaylar şirketten’’ molaları vardır... Gece yolculukları sırasında onların çoğu ‘‘demlenme’’ molalarıydı!..Hele yemek molalarında bazı şoför arkadaşlar, kendilerine resmen masa donatırlardı...Örneğin akşam otobüste giderken, şoför tam yemek molası için bir lokantanın önünde duracak, muavin ‘‘Abi burada yemeyelim... Burası mezeleri iyice bozdu...’’ diye şoförü uyarır, şoför arabayı başka bir lokantaya sürerdi...Şimdi belki inanmayacaksınız ama, yemin ederim doğru söylüyorum... O, otobüs şoförü arkadaşlardan biri bir gün otobüste dansöz bile oynattı...Bir gece Ankara'dan İstanbul'a gidiyorduk... Gerede'de o ünlü yemek molalarından birini verdik...Yemekten sonra otobüse binerken baktım, bizimle birlikte otobüse binen üç kişilik bir saz takımı ile dansöz kılığının üstüne bir pandösü giymiş bir de dansöz kız var... Yemek yediğimiz lokantanın üst katındaki düğünde işlerini bitirmişler, İstanbul'a dönüyorlarmış... Bizim şoför de, otobüste boş yer olduğundan onları da almış...Hepimiz otobüse bindik... Beş on dakika sonra da hafif kelle bir durumda şoförle muavini geldiler...Yola koyulduktan bir süre sonra, bir ara şoför yanına sazendelerden birini çağırıp bir şeyler söyledi... Kıyamet de ondan sonra koptu... Herifler otobüsün içnide bir avaza çalmaya başladılar... Dansöz de sırtındaki perdösüyü fora edip otobüsün aralığına attı kendini... Başladı şakır şukur oynamaya... Şoför de arada bir direksiyonu bırakıp el çırpıyor... Yani bir iş olsa öbür tarafa tam güle oynaya gideceğiz...Neyse, aramızdan birkaç aklıevvel çıktı... Dansözü derdest edip şoförün tepesine bindiler, canımızı öyle kurtardık...Ben yazıda sürekli, şoför deyip duruyorum... Şimdi nasıl bilmiyorum ama, eskiden bu arkadaşlara, herhalde bazen havada uçtuklarından, bazen de otobüsle denize düştüklerinden olacak ‘‘kaptan’’ denirdi...Bu arada işini adam gibi yapan tüm otobüs şoförü arkadaşlarımın da bu anlattıklarımla ilgisi olamayacağını belirtirim... Zaten onlar da, kimlerden söz ettiğimi bilirler...Bu içkili araç kullanmanın yanı sıra, bir de direksiyonda uyuma olayı vardır... Direksiyonda uyuma işi, taşımacılık az personelle daha ilkel koşullarda yapıldığından, sözünü ettiğim o yıllar çok daha fazla rastlanan bir olaydı... Kazaların bir büyük nedeni de buydu...Hatta, gene bir Ankara-İstanbul yolculuğunda, yanımdaki koltukta oturan biri, ‘‘Arkadaşım, bizim şoför ceketin altına pijama giymiş, belli ki yolda uyuyacak... Gel inelim bu otobüsten...’’ demişti de, kalkmadan inmiştik otobüsten!..***Trafik ekiplerinin alkollü araç kullananları enselemek için sürdürdükleri ‘‘üfleme’’ kontrolleri şu aralar hayli yoğunlaştı...Ehliyetlere el konuyor, cezalar yazılıyor... Ama tüm bu çabalar ne kadar işe yarıyor, bilmiyorum...Yıllar önce, abimin nur içinde yatsın şimdi aramızda olmayan, gerçekten aslan gibi bir şoförü vardı...Tek kusuru, arabada içki içmesiydi... Hem de tabağı çanağı, mezesi, meyvesi vs.'si ile... Biz arabaya bineceğimiz zaman, yer açmak için resmen sofrayı toplardı!..Geçenlerde gazetede bir arkadaş anlattı... Bir gece bir taksiye binmiş... Şoför hafif çakırkeyif gibiymiş ama, gideceği yer yakın olduğundan üzerinde durmamış...Birden şoför dolanıp durmaya, ara sokaklara dalıp çıkmaya falan başlamış... Arkadaş şoför onu kestirmeden götürüyor zannetmiş... Meğer herif açık tekel bayii arıyormuş!..***Trafik ekipleri Boğaz'da bir lokantanın az ilerisinde arabaları durdurmuşlar, alkol kontrolü yapıyorlarmış...Sıra bir sürücüye gelmiş... Polisin uzattığı çubuğu almış üflemiş... Polis çubuğu alıp bakınca hayretle, ‘‘Vay canına... Yüzde yüzelli alkol... Siz en az bir büyük rakı içmişsiniz!..’’ demiş...Bu sırada arabanın yanında sırtında beyaz ceketi, elinde hesap pusulası bir garson belirmiş...‘‘Ayıp ayıp’’ demiş adama... ‘‘Az önce, ben büyük değil, bir küçük rakı içtim diye hesaba itiraz edip lokantada kavga çıkarmıştın... Şimdi ver bakalım birbuçuk milyon lira daha!..’’Size daha önce de anlatmıştım sanırım...Alkol kontrolü yapan memur arkadaşlar bir gece beni de durdurdular...O gece tek yudum içki içmememe karşın, genç bir polis arkadaş ağzıma aletin birini sokup birini çıkarmaya başladı... Alette alkol görünmeyince de ‘‘Bu da bozuk herhalde...’’ deyip, aletin bir başkasını çıkarıyor, ‘‘Bir de bunu üfleyin lütfen’’ deyip duruyordu...Sonunda bozuldum, dayanamadım...‘‘Sen şuradan bana bir büyük rakı ile biraz beyaz peynir al... Onbeş dakikada dut gibi olayım, sen de rahatla, ben de rahatlayayım’’ dedim!.. Öyle kurtuldum elinden...***Trafik ekipleri gene arabaları durdurup, sürücüleri alkol muayenesi için sıraya sokmuşlar. Uzun bir kuyruk oluşmuş... Kuyrukta bir gazinoda beraber içip, evlerine arabalarıyla ayrı ayrı dönen iki de arkadaş varmış. Aradan on dakika, onbeş dakika derken yarım saat geçmiş. Alkol muayenesi sırası bir türlü onlara gelmiyormuş.Biri diğerine dönmüş:‘‘Anlaşılan daha çok bekleyeceğiz... Sen gidip şuralardan bir yerden bir şişe konyakla biraz leblebi al da sıra gelene kadar atıştıralım bari!..’’Ve, alkol kontrolünde direksiyondaki adam polisin ağzına doğru uzattığı çubuğu alıp bardak gibi kafaya dikmiş...Ardından, ‘‘Ulan son günlerde bu rakıları da amma da bozdular ha!..’’ demiş...Uzun sözün kısası... İflah olmaz bir milletin vesselam!..
Yazının Devamını Oku