Gerilimin ne boyutlara tırmandığının örneğidir.
Kavga eden milletvekillerine oy veren kitlelerin ne kadar gerildiğini bu kavgada da görmek mümkün.
Türkiye’yi sakinleştiren, tansiyonu düşüren esaslı gelişmelere ihtiyacımız olduğu halde sürekli gerilimi tırmandıran olaylar yaşıyoruz.
Dokunulmazlıkların kaldırılması teşebbüsü bunun son örneğidir ve Meclis tarihindeki büyük kavgalardan birinin çıkmasına sebep olmuştur.
Türkiye’nin “Anayasada İslam olsun, hayır olmasın” tartışmasına sürüklenmesinin nelere yol açabileceğini bir düşünün.
Anayasa deyince asıl konuşulması gereken devletin esas teşkilatı ile birey hak ve hürriyetleri gibi konular kenarda kalırdı, anayasa sorunu bir itikat ve laiklik kavgasına dönerdi.
Erdoğan, anayasada neyin olması ve olmaması gerektiğini de doğru ortaya koydu:
“Devletin tüm inanç gruplarına eşit mesafede olması esas alınıyorsa, özellikle İslam’a vurgu yapmaya ne diye ihtiyaç olsun? Ben bir Müslüman olarak inancımı istediğim gibi yaşıyorsam mesele bitmiştir.”
11. Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül’ün resmi gezisini izlemek üzere Mart 2012’de Tunus’a gitmiştik. İslamcılar ve laik partiler arasında çok medeni münasebetler ve uzlaşma havası vardı. Abdullah Gül’ün şu sözlerini bu sütunda yazmıştım:
“Anayasalarını bizden kolay yapacaklar!” (Hürriyet, 10 Mart 2012)
Tunus İslamcılarının bilge lideri Gannuşi ile görüşmüştüm, itidal ve uzlaşmayı vurgulamıştı.
Mısır’da ise nasıl gerilimli bir süreç yaşandığını biliyoruz.
Evvela, sonradan tevil etse de sorumsuz bir beyandır. Şahsen öyle düşünebilir fakat TBMM Başkanı sıfatıyla konuşurken anayasanın dört temel ilkesinden hiçbirini dışlayamaz. Meclis Başkanı tarafsız ve birleştirici davranmak zorundadır. İkincisi ve daha önemlisi, Türkiye için laiklik ilkesinin vazgeçilemez olmasıdır. Hukukun laikleşmesi daha Osmanlı zamanına başlamıştı, gerekli olduğu için.
İKİ LAİKLİK
Bizde ve Fransa’da laikliğin çok otoriter uygulandığı travmatik dönemler oldu. Raymand Aron, Fransız laikliğinin “devlet dini” gibi algılandığını, Katolikliğin ise devlete hükmetmekten vazgeçmediğini, bu yüzden kavganın çok sert ve uzun sürdüğünü anlatır. Sonunda devlet demokratik özgürlükleri kabul etti, kilise siyasi hâkimiyet iddiasını bıraktı, Fransa normalleşti.
Bizde de benzer bir süreç gelişiyordu. TESEV’in araştırmalarına göre 1997 yılında “şeriata dayalı din devleti”ne evet diyenlerin oranı yüzde 26 idi. Şer’i cezalar sorulduğunda yüzde 10’un altına iniyordu fakat 28 Şubat’ın baskı döneminde kavram kulağa hoş geliyordu.
Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını özellikle 2010’dan önce çok eleştirmiş bir kalem olarak belirteyim ki, Türkiye’de Anayasa Mahkemesi maalesef “darbe mahkemesi, gayrimilli, vesayetçi” hatta vatan haini gibi yakışıksız sözlerle hücumlara maruz kalabilmektedir.
Hukukun üstünlüğünü benimseyen bir kültürde mahkemeler eleştirilir fakat böyle aşağılanmaz.
OTORİTER HUKUK
AYM Başkanı Zühtü Arslan’ın “paradigma değişikliği”ni yani temel hukuk anlayışındaki değişikliği vurgulaması özellikle önemlidir. Arslan’ın deyişiyle, yeni paradigma “insanı ve onun hak ve hürriyetlerini önceleyen bir yaklaşımı ifade etmektedir... Bireysel başvuru da doğası gereği ‘hak eksenli’ yaklaşımı zorunlu kılmaktadır.”
İkincisi 19 Mart 1920, Ankara’da Mustafa Kemal Paşa Büyük Millet Meclisi’nin açılacağını bildiren ve bunun için seçimler yapılmasını isteyen genelgesini yayınladı.
Mustafa Kemal Paşa ile telgrafla mülakat
-18 Ekim 1919 günlü Tasvir-i Efkâr gazetesinde Ankara’daki Mustafa Kemal’le yapılan mülakat fotoğraflı olarak yayımlandı.
Henüz hiçbir askeri zaferi bulunmayan Milli Kurtuluş Hareketi Sivas Kongresi ile öyle bir siyasi güç haline gelmişti ki, Damat Ferit 31 Eylül 1919’da istifa etmek zorunda kalmıştı... İzleyen olayların akışı şöyle.
KUVAYI MİLLİYE
Bu davada da Balyoz davasında da kuruların yanı sıra birçok yaş da yakılmış, adil yargılama yapılmamıştı.
Yargıtay’ın bozma kararında bir konu üzerinde bilhassa durmak istiyorum. Bu, Genelkurmay Başkanı’nı yargılamada “özel yetkili mahkemelerin”, bugün ağır ceza mahkemelerinin yetkisiz olduğu, yargılamanın ancak Yüce Divan’da ve Başbakan’ın izniyle yapılabileceği hususudur.
Sayın İlker Başbuğ tutuklanınca ben şöyle yazmıştım:
Ben bu yazımda Başbakan’ın yeni anayasa üzerine söylediklerini ele almak istiyorum. Türkiye’de iktidar “yerli ve milli anayasa” kavramıyla propaganda yaparken, Başbakan’ın Strasburg’da Avrupalı parlamenterlere “evrensel demokratik değerler” vurgusu yapması ve “Bunun garantisini veriyorum” demesi elbette üzerinde durulması gereken bir konudur.
Bu meseleyi siyasi polemik yapmadan anayasa hukuku açısından ele alacağım.
Evvela Türkiye’nin sivil bir anayasa yapması gerektiği kesinlikle doğrudur. Başbakan “özgürlükçü anayasa” diyor, bu da elbette doğrudur.