AK Partili olduğu için şu sözleri daha bir önemli:
“Aslında şimdiki sistem bizim daha çok işimize yarar. Yasama bizim elimizde, yürütme bizim elimizde, yargı bizim elimizde.”
Ardından Adalet Bakanı Bekir Bozdağ “Ensarioğlu hukukçu değil, sürçülisan etti” diyerek düzeltmek istedi.
Ensarioğlu Bakan’ın sözlerine karşılık şunları söyledi:
New York Times muhabiri James Risen 2006 yılında “Savaş Devleti, CIA ve Bush Yönetiminin Gizli Tarihi” adıyla bir kitap yazdı. İran’ın nükleer programını sabote etmek için CIA’in gizli çalışmalarını anlatıyordu.
Başkan Bush tabii ki çok öfkelendi. Soruşturma açıldı. Ardından Obama yönetimi soruşturmayı sürdürdü. Dava açıldı. Kim hakkında? Soruşturma da dava da gazeteci hakkında değil, bu bilgileri sızdırdığından şüphelenilen eski CIA görevlisi Jeffrey Sterling hakkında... Bunlar normal.
Hukuken asıl ilginç süreç bundan sonra başladı.
3 Nisan’da Başbakan “PKK 2013 Mayıs’ına dönerse her şeyin konuşulabileceğini” söyledi. PKK’nın “tümüyle silahlarını terk edip sınır dışına çıkması” halinde “her şey konuşulabilir”di.
Cumhurbaşkanı ertesi günü şöyle konuştu:
“Ya teslim olup adaletin vereceği karara razı olacaklar ya da kıstırıldıkları deliklerde birer birer etkisiz hale getirilecektir!”
Cumhurbaşkanı “üçüncü yol kalmamıştır” diye de ekledi.
“Dindarlığın içinin boşaldığını” samimi dindarlar ıstırapla anlatıyor, yazıyorlar.
Bu sorunları “üst akıl, dış güçler, gizli düşmanlar” gibi esrarengiz ve muhayyel komplolara bağlamak maalesef temeldeki faktörü görememekten öteye, çatışma duygusunu körükler.
Halbuki körüklenmesi gereken araştırma ruhudur.
Nedir “temeldeki sebep” dediğim? Bunu Hayrettin Karaman hocamız çok net biçimde yazdı.
Aslında resmi adı “Diyanet Center of America” yani Amerika Diyanet Merkezi...
“Kültür ve Medeniyet Merkezi” tanımını Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez yaptı, hemen benimsendi.
Bunun Müslümanlardaki derin bir bilinçaltını yansıttığını düşünüyorum.
Çok değerli bir eser, emeği geçen herkesi kutluyorum. Mimar Sinan’ın üslubunu ve Osmanlı mimarisini Amerika’ya taşıdığı için de alkışlıyorum.
Hatta gecikildi bile.
Dahası, Ortadoğu ve Afrika’ya açılmak isabetliydi fakat “eksen kayması” tartışmalarına meydan vermeden yapılabilmeliydi bu.
Şimdi NATO’yu daha çok önemseyen, AB ile Brüksel’deki göçmen ve vize anlaşmasını “tarihi gün” olarak niteleyen bir Türkiye var.
Arap Baharı’ndan Mısır’daki İhvan iktidarı gibi Türkiye’ye dost rejimlerin çıkacağı ümidiyle “Yüzyıllık parantezi kapatıyoruz, tarih coğrafyayı değiştiriyor” sözleriyle ifade edilen bir heyecan dış politikayı çok etkiledi.
Bu kuruluşlar arasında hayli önemli ve etkili “Anti- Defamation League” de var.
Cumhurbaşkanı daha önce de Ankara’da yine önde gelen bir Amerikalı Yahudi heyetini sarayda kabul ederek görüşmüştü, görüşme yine çok iyi geçmişti.
Türkiye geçen ocak ayında dış dünyada imaj çalışması için Amerika’daki Yahudi şirketleriyle ticari sözleşme imzaladığında, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu şu açıklamayı yapmıştı:
“Yurtdışında bazı lobi şirketleriyle anlaştık, AK Parti için değil, Türkiye’nin imajı için yaptık. Hıristiyan olunca iyi, Musevi olunca mı kötü?” (11 Şubat 2016)
Şehit sayısının 300’ü, öldürülen terörist sayısının 3 bini geçtiği ifade ediliyor.
Bir yıl önce nasıldık? Çözüm süreci bir umuttu. Başbakan, “Ortadoğu’da çözüm süreci tek başarı hikâyesidir” diyordu. Cumhurbaşkanı, mesela Elazığ konuşmasında hem başkanlık sistemi hem çözüm süreci için destek istiyordu.
Kürt hareketindeki iyimserlik de daha az değildi. Bu iyimserliği yansıtan Selahattin Demirtaş “Türkiye toplumu HDP’ye büyük şans verdi” diyordu, “KCK yöneticileri akıllıdır” diye vurguluyor, teröre başvurarak bu iyi gidişi bozmayacaklarını söylüyordu.
Bugün nasıl bir ortamda bulunduğumuzu anlatmaya gerek yok.