Dört Arap devleti yani Suud, Mısır, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ama yandaşları da var.
Bu krizde ABD iki taraf üzerindeki patronajını sarsmamak için “Diyolagla çözün” diyor, iki tarafa da silah satıyor. Rusya keskin taraf olmaktan sakınıyor.
Türkiye ise krizin aktif bir tarafı!
Böyle bir krizde böylesine taraf olmamız gerekir miydi?
TÜRKİYE’YE HUSUMET
Dört Arap ülkesinin Katar’a dayattıkları 13 şarttan biri Türkiye’nin Katar’daki askeri üssünün kapatılmasıdır.
“Dostlarımızı artıracağız” derken maruz kaldığımız husumet!
Hatta yeni açıklamalardan öğreniyoruz ki, 15 Temmuz darbe ihanetini de BAE 1 milyar dolarla desteklemiş!
Artık o hale geldi ki, eğitim sorununu çözmenin yolu, “daha çok çalışmak” değildir; zihniyeti değiştirmektir.
Bu, daha çok çalışmaktan daha zordur!
Başarı neye göre? Tabii dünya ile mukayeseli olarak.
BAŞARININ SIRRI EĞİTİM
Rahmetli Turgut Özal 1980’li yıllarda “2000’li yıllara yetişmek” diye bir heyecan yaratmıştı. O zaman aldığım bir kitaba tekrar baktım: Paul Kennedy’nin 1993 basımlı “21. Yüzyıla Hazırlanmak” adlı kitabı.
Yaklaşık çeyrek asır geçti; Kennedy’nin yazdıklarından hareketle ”nereden nereye” diye bakalım.
Kennedy 21. yüzyılda Uzakdoğu’nun büyük bir ekonomik güç haline geleceğini yazıyordu. En büyük faktörün eğitim olduğunu vurguluyordu. Mesela:
“Tayvan’da 1989 yılında 20 kabine üyesinden tesadüfen 15 tanesi dışarıda doktora yapmış insandı.”
Önce isterseniz dünyadaki bilim yarışının neresindeyiz, ona bakalım. Aşağıdaki tabloyu SJR (Scientific Journal Rankings) verilerinden aldım. Tipik üç ülkede indekslere giren bilimsel yayınların dünya sıralamasındaki yerini gösteriyor:
Grafiğin en altındaki GENEL satırında tüm bilim dallarının toplamında ülkelerin sıralaması görülüyor; İran iki basamak önümüzde.
Yüzümüzü ağırtan tek dal, tıp.
İRAN BİLE...
Daha önce bir “İran bile bizi geçti” demiştim; bazı okurlardan “bile” dediğim için eleştiriler aldım. Asla İran’ı küçümsemem. Aksine, İran’ın tarihi birikimini bilirim. Zamanımızdaki başarısını da yazıyorum.
“İran bile” dememin sebebi, 1979-1980 devriminin ve izleyen savaşın İran’da bilim hayatını mahvetmiş olmasıdır.
Çok gerilerden gelip bizi geçtiler.
Nazlı Ilıcak ve Altan kardeşlerden tutun da Cumhuriyet gazetesi mensuplarına kadar hemen bütün tutuklu gazeteciler hakkında bu iddia var. “Terör örgütü” ve “yardım” kavramlarının aşırı geniş yorumlanması da haksız tutuklamalara yol açıyor.
SUÇ TANIMI
Ergenekon iddianamelerine göre, Genelkurmay’da açılan birtakım internet siteleri vasıtasıyla, aynen “darbeye zemin hazırlamak için kaos ortamı oluşturmak” amacıyla çalışmalar yapılmıştı. Bu çalışmalar “seçimle işbaşına gelen yürütme organını yasadışı yollardan devirmek için kara propaganda ve dezinformasyon” faaliyetleriydi.
Bunlar “Ergenekon terör örgütü”nün faaliyetleri sayılarak ilgililer tutuklanmış, müebbet hapislere çarptırılmıştı.
O zaman bunu eleştirdim. İnternet sitelerinde “kara propaganda” yapıldıysa bunun “örgüt” ve “darbeye teşebbüs” değil, olsa olsa “görevi kötüye kullanma” suçu olabileceğini yazmıştım. (22 Mart 2012)
Teori ve akıl yürütme metoduyla suç tanımı yapılamayacağını, somut delil gerekeceğini de belirtmiştim. (15 Şubat 2013)
ZEMİN HAZIRLAMAK SUÇU!
Bugün de Nazlı Ilıcak, Altan kardeşler, Ali Bulaç, Ahmet Turan Alkan gibi yazarlar ve Cumhuriyet’ten Kadri Gürsel, Murat Sabuncu ve diğer gazeteciler hakkındaki iddianamelerde de aynı mantığı görüyoruz.
31 Mart günlü yazımda “Hiç bu kadar geciken tedbirli ve benzer bir dava olmuş mudur?” diye sormuştum. Hâlâ cevap alabilmiş değilim ama dava sonuçlandı.
Önce olayı hatırlayalım isterseniz.
MHP’de bir grup delege olağanüstü kongre istedi. Genel Merkez reddetti. Sulh hukuk mahkemesi olağanüstü kongre talebini yasalara uygun buldu. Yargıtay da 24 Mayıs 2016’da onayladı. Muhalifler bunun üzerine olağanüstü kongreyi yaptılar...
TAM BİR YIL SÜRE
23 Haziran 2016’da Genel Merkez yanlısı bir delege, muhaliflerin yaptığı kongrenin iptali için dava açtı. Aynı zamanda “tedbiren durdurma” talebinde bulundu.
Davayı kime karşı açtı? Kongreyi yapan Çağrı Heyeti’ne karşı açması gerekirken, zaten kongreyi geçersiz sayan MHP Genel Merkezi’ne karşı açtı.
Davacı da davalı da aynı tarafta yani.
Mahkeme anında kongre çalışmalarının
İngiliz polisi ve Londra’nın seçilmiş Müslüman Belediye Başkanı Sadık Han olayı “terör saldırısı” olarak niteledi.
Amerika’da da Virginia eyaletinde sahur sonrası camiden çıkan cemaatle tartışmaya giren birisi, Nabra Hassanen adlı Müslüman genç kızı öldürdü. Polis bunun “nefret cinayeti” olabileceğini söylüyor.
Bu olaylar İslamofobik duyguların ne tür cinayetlere, terör saldırılarına yol açabileceğini gösteren alarm niteliğindedir.
İKİ GERÇEK
Fakat sadece Batı’daki İslamofobik tezahürlere bakarak “Haçlı ittifakı, Haçlı saldırısı” falan gibi tek yanlı bir hükme varmak çok yanlış olur.
Unutmayalım ki, İngiltere, ülkesindeki Müslümanlara aile hukuku alanında
Neyse ki iktidar OHAL yetkilerini kullanarak bu yürüyüşü yasaklamadı bari. Yasaklama çok daha büyük gerilim yaratırdı.
Bu tabloya Başbakan Binali Yıldırım’ın şu sözlerini de eklemek lazım:
“Adalet sokakta bulunmaz, adalet sokakta aranmaz. Adaletin olacağı yer mahkemelerdir.”
Doğru fakat adaleti mahkemede bulmanın önşartı, yargının bağımsız ve tarafsız olmasıdır.
DREYFUS DAVASI
Fransa’da masum Binbaşı Alfred Dreyfus 1894 yılında casusluk ve vatana ihanetten mahkûm edildiğinde çok büyük bir tepki doğmuş, ünlü romancı Emile Zola “İtham Ediyorum!” başlıklı yazısıyla mahkemeye böyle bir karar verdirten Genelkurmay’ı suçlamıştı.
Çeşitli dönemlerde başbakanlık yapan ünlü politikacı Clemenceau da kampanyaya aktif destek vermişti.
Zola faili meçhul bir cinayette hayatını kaybedecek fakat uzun mücadeleler sonunda sivil mahkemede yeniden yargılanan Dreyfus 1906’da beraat edecekti.
Çok doğru fakat kendilerinin daha düne kadar Anayasa Mahkemesi hakkında bile neler söylediklerini hatırlatmaya gerek var mı?
İktidarın yargı bağımsızlığından ne anladığına bakalım.
YARGIYA BASKI SUÇ DEĞİL!
Türk Ceza Kanunu’nun 277. maddesine göre, ister savcılık aşamasında, ister mahkeme aşamasında “yargı görevi yapanlara emir veren veya baskı yapan veya nüfuz icra eden” kimse suç işlemiş sayılırdı.
Emir, nüfuz, baskı denildiğine göre, bu tür makamlarda bulunanların kastedildiği açık.
Fakat iktidar 18 Haziran 2014’te kanunu değiştirdi, bu cümle kanundan çıkarıldı!
Artık soruşturma aşamasında “yargı görevi yapanlara emir vermek veya baskı yapmak veya nüfuz icra etmek” Türkiye’de suç değildir.
Peki ne suçtur?