4 Eylül 2006
ÖNCEKİ yazımda, merkez sağın durumunu Mesut Yılmaz’la da konuşacağımı yazdım. Yılmaz, bana bu fırsatı Bodrum’daki evinde verdi.
Bu görüşme sırasında tam da Anavatan Partisi ve Genel Başkanı Erkan Mumcu ile ilişkilerini konuşurken ilginç bir olaya tanıklık ettim.
Buluşmamız üzerinden yarım saat kadar geçmişti ki Yılmaz’ın telefonu çaldı.
Yılmaz, telefona baktıktan sonra, açmadan ekranı bana gösterdi.
Ben de telefonu alıp ekrandaki ismi okudum.
Arayan Mumcu olduğundan Yılmaz’ın, "Tesadüfe bak" demek istediğini düşündüm.
KONUŞACAK BİR ŞEY YOK
Telefon üçüncü kez çalarken, açar diye hemen Yılmaz’a geri verdim.
Ama, Yılmaz bunu yapmadı.
Önce telefonun "Hayır" tuşuna bastı, sonra da görüşmeye kapattı.
Geçirdiğim şaşkınlığın etkisiyle, "Ama neden konuşmadınız?" diye sordum.
Aldığım karşılık çok netti: "Konuşacak bir şey yok."
Birbirini iyi tanıyan bu iki siyasinin ilişkilerini konuşmaya artık gerek yoktu; ama perde gerisinde ne vardı diye bakmadan da durulamıyor.
"Beykoz mutabakatının" ardından gelişen olaylar, Mumcu ve bazı arkadaşlarının açıklamaları Yılmaz’ı çok üzmüş.
Çünkü, Mumcu’ya el vermek niyetiyle hareket ettiğini ortaya koymasına, liderlik istemediğini deklare etmesine ve buna Mumcu’yu inandırdığını düşünmesine rağmen aldığı tepkiyi hiç haklı bulmuyor.
Sadece Beykoz görüşmesinde değil, Rize’deki konuşmasından birkaç dakika sonra, Abdurrahim Albayrak’ın telefonundan kendisini arayıp, konuşması için kutlayan Mumcu’nun sonradan bazı arkadaşlarının olumsuz görüşlerine benzer sözler etmesini de anlamış değil.
Sık sık, "Çok zeki" dediği Mumcu’ya bu çelişkisi nedeniyle tepkili.
AĞAR FAKTÖRÜ
Yılmaz, Mumcu ile yaşadığı bu gerginliğe rağmen rahat görünüyor.
Milletvekilleri dahil, Anavatan’dan çok sayıda telefon almaya devam ettiği için partideki tüm gelişmelerden haberdar.
Benim gözlemim Erkan Mumcu için partisinde ve kendisinin liderlik yeteneğinde yeni bir sürece girildiğidir.
Yılmaz’ın kafasındaki merkez oluşum için Anavatan’dan yana bir kaygı taşımıyor görünse de DYP için aynı şeyi söylemek mümkün değil.
Süleyman Demirel’le görüşmesinden moral aldığı hemen hissedilen Yılmaz, DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar’ın bütünleşme çabalarına karşı soğuk duruşunu tahlil etmenin, bunu olumluya çevirmenin yollarını arıyor.
Akil adam konumunu sürdürmeye kararlı olan Yılmaz, Ağar’ı içeri çekmenin sırrını "hizip" sözcüğünün olumlu anlamında arıyor.
Kafasında Japonya’daki başını akil adamların çektiği hiziplere dayalı parti modeli bulunduğu anlaşılan Yılmaz, bu çatıda her hizbin dünya görüşünü dile getirmesinin yolunun açık olduğunu, bu nedenle partiler birleşse dahi kimliklerini kaybetmeyeceğine inanıyor.
Bu formülün iktidar getireceğini kesin gibi gören Yılmaz, Mumcu ile Ağar’ın buna rağmen çabalara destek vermemelerini çok garipsiyor.
Anlaşılan merkezdeki bütünleşme çabaları daha epeyce tartışılacak.
Yazının Devamını Oku 31 Ağustos 2006
SON görüşmemizde Anavatan Partisi Genel Başkanı Erkan Mumcu, Mesut Yılmaz’ın konumunu daha açıklığa kavuşturması gerektiğini söyledi. Beklediği, Yılmaz’ın akil adam görüntüsünü netleştirerek parti örgütündeki, "Belki liderliğe soyunur" kuşkusunu ortadan kaldırmasıydı.
Yılmaz, konumuna açıklık getirdi; ama Mumcu’nun tahmin ettiği yönde değil.
Bir ay önce Anavatan saflarında siyasete döneceğini açıklayan Yılmaz, şimdi eski partisi ile yollarını ayırmış görünüyor.
Bunda Erkan Mumcu ile bazı yakın arkadaşlarının açıklamaları etkili oldu.
Buradan, Mumcu’nun bu sonucu istediği, bu ayrılığı partisi için daha yararlı gördüğüne inandığı hükmünü çıkarmak mümkün.
ESKİ PROFİLLERLE OLMAZ
Mumcu, Yılmaz ve arkadaşlarının AKP’ye alternatif aradıklarını, oysa ihtiyacın, Türkiye’ye alternatif sunmak olduğu düşüncesinde.
Vatandaşın, eski profillerin ortaya koyduğu senaryoları istemediğine inanan Mumcu, bende, "Millet önce bir olmazları görsün" kanısı bıraktı.
Buna DYP-Anavatan bütünleşmesi ile Yılmaz hareketinin sonuçları da dahil.
Ancak, ortada bir gerçek var ki Yılmaz’ın çıkışı sonrasındaki süreci bile başarıyla yönetemeyen merkez sağın liderleri, şu anda iktidardan çok uzak görünen hareketlerini yeni bir bölünmenin eşiğine getirdiler.
Günümüzde partilerin birer koalisyon haline geldikleri ortada.
Yıllardır bunu başaramayan merkez sağ, bir süre daha bölük pörçük gidecek gibi.
Bu durum, merkez sağın ilk seçime ’bir şekilde’ tek çatı altında gireceği yönündeki öngörümü değiştirdiğim anlamına gelmiyor.
Çünkü, bunun olması gerekiyor; yoksa ne kadar "Baraj sorunumuz yok" deseler de Mumcu ve DYP Lideri Mehmet Ağar tabanlarına yeni bir yenilginin hesabını veremez, bugün yan yana görünmekten çekindikleri eskilerden daha yaralı hale gelebilirler.
YILMAZ LİDER OLMAYACAKTI
Bu noktada Mumcu’nun, bazı arkadaşlarına itirazı olsa da Yılmaz’a karşı uyguladığı siyasetle ne kadar doğru yaptığını yakında göreceğiz.
Mumcu, beş saat görüştüğü Yılmaz’dan negatif elektrik almış olabilir; ama Yılmaz, görüştüğü diğer siyasiler üzerinde farklı bir etki bıraktı.
Konuşma fırsatı bulduğum bu siyasilere, iyi niyetle eski partisine güç arzusuna Mumcu’nun tepkisini anlayamadığını söyleyen Yılmaz, yeni parti arayışını açık açık dillendirdi.
Ama bu partide bile liderlik istemediğini de ortaya koydu.
"Amacım kamuoyunda etkili isimlerle merkez sağ ve sola hitap eden, en az yüzde 25’lik oy tabanına rahatlıkla oturacak bir parti oluşumuna destek vermek" diyen Yılmaz, muhatapları üzerinde, "kendimi aştım" izlenimi bıraktı.
Bu nedenle, "Benim liderliğimle alınacak mesafeyi biliyorum" demekten çekinmedi.
Bu konunun ayrıntılarını Yılmaz’la konuşma fırsatı bulacağım; ancak meslek yaşamının neredeyse tamamını merkez sağı izleyerek geçirmiş bir gazeteci olarak benim kanım, bu kesimin ihtiyacı yeni bir parti değil, mevcut partileri bir araya getirmektir.
Yazının Devamını Oku 28 Ağustos 2006
GEÇEN yıl olduğu gibi İstanbul Park’ta yapılan dünkü Formula 1’i de izledim. Böylesine başarılı bir organizasyonu izlemeye gelmiş bulunsam da siyaseti izleyen bir gazeteci olduğumdan sohbetler dönüp dolaşıp Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Lübnan’a asker göndermeye karşı duruşu ve siyasetteki yeni arayışlara geldi.
Bu sorulara yanıtı verecek birçok kaynak da Formula 1’in izleyicileri arasındaydı.
O nedenle yarış, benim için yeni değerlendirme ve bilgileri öğrenme fırsatı yarattı.
Bu çerçevede, öncelikle son MGK’da, Lübnan’a asker gönderme konusunda nelerin yaşandığını biraz daha aralamak gerekiyor.
SEZER SÖYLEDİ AMA
İlk olarak, MGK’da, Lübnan konusunda bir karar alınmadığı için Sezer’in MGK kararına rağmen açıklama yaptığı söylenemez.
O MGK’da üzerinde mutabakat sağlanmış herhangi bir görüş, tavsiye de yok.
Ancak, o gün Sezer, Kara Kuvvetleri Komutanlığı görev değişimi töreninde söylediği sözlerine benzer ifadelerle bir karşı duruş gösterdi.
Peki, Başbakan Tayyip Erdoğan veya bakanlar bir karşı görüş bildirdi mi?
"Şu, şu gerekçelerle bunda yarar var" türünden cümleler kurulmadı; "Değerlendirmeler sürüyor" diye özetlenebilecek ifadelerle yetinildi.
Asker üyelerin tavrı ise daha çok, "Biz verilen emri yapmaya hazırız" tarzındaydı.
Şunu da belirtmeliyim ki 1 Mart tezkeresinden üç gün önce yapılan MGK’da tezkere, gündemin tek maddesiydi.
O nedenle son MGK bu yönüyle 1 Mart öncesindekine benzemiyor.
Benzerlik, ikisinde de hükümetin elini güçlendirecek bir görüşün çıkmamasıdır.
MGK BİLDİRİLERİNDE OLMAYACAK
Benim gördüğüm, bundan sonraki MGK’larda da böyle bir görüş birliği olmayacak.
Daha ötesine giderek, Sezer, o makamda oturdukça MGK’dan, "Lübnan’a asker gönderilsin" anlayışına destek veren bir bildiri yayınlanmayacak.
Tahminim buna fırsat da olmayacak; çünkü bir sonraki MGK ekim sonunda.
O nedenle bu karar eylül sonunda alınacaksa, zaten arada yeni bir MGK olmayacak ve asker, "Emir verilirse gideriz"; Cumhurbaşkanı, "Ben buna karşıyım" dedikçe hükümetin işi çok güçleşecek.
Verilen bilgiler, Sezer’in bu konuda çok kararlı olduğunu da ortaya koyuyor.
Çünkü Sezer, MGK’daki o yumuşak karşı çıkışına rağmen, hükümet asker göndermekten yana tavır alır görününce görüşlerini daha sert ifadelerle kamuoyu önünde açıklamayı yeğledi.
Sezer, bununla kamuoyunda hükümeti baskı altına almaya çalışıyor.
Yoksa, söz konusu kararın hükümetin ve TBMM’nin işi olduğunu, onayının da gerekmediğini Sezer, eminim TBMM Başkanı Bülent Arınç’tan daha iyi biliyordur.
Yazının Devamını Oku 24 Ağustos 2006
ANAVATAN Partisi Genel Başkanı Erkan Mumcu ile uzun bir sohbet yaptım. Merkez sağın durumuyla ilgili görüşlerini başka bir yazıya bırakarak, kendisinin Türkiye ile ilgili bazı tahlillerini aktarmak istiyorum.
Türkiye’yi okyanusta sallanıp duran dümeni kırık gemiye benzeten Mumcu, en çok yeni bir ekonomik krizden çekiniyor ve bunu olası görüyor gibi.
Sıcak parayla krizi ötelediğini anlatan Mumcu, sermayenin de "bir müddet daha" dediğini; Ortadoğu krizinin de bu müddeti uzattığını söylüyor.
Mumcu, bu "bir müddet daha beklemede" Merkez Bankası Başkanlığı’na yapılan atama sonrası oluşan güvensizliğin, mayıs krizi ardından haziran kararları ile uzlaşmaya dönüşmesinin de etkili olduğunu düşünüyor.
BARAJI İNDİRME PKK BAĞLANTILI
IMF ile imzalanan stand-by anlaşmasına da dikkat çeken ve anlaşmayla hükümete IMF eliyle seçim ekonomisi uygulama olanağı sağlandığını söyleyen Mumcu, "Herkese bir müddet gerektiği için buna dikkat edilmiyor" diyor.
Mumcu, Irak ve Ortadoğu konusunda hükümetin dışarıdaki resmi tutumuyla içerideki muhalif tutumu arasında uçurum olduğu, hükümetin böylece başka türlü bir muhalefet oluşumunu önlemeye çalıştığını aktarırken şöyle konuşuyor:
"Bence bunda ABD politikaları için elverişli bir ortam da oluşuyor. Bu bağlamda PKK ve Irak konusunda yürütülen ve koordinatör atanmasına kadar varan ilişkiye, seçim barajını indirme sözlerine dikkat çekiyorum."
Mumcu, bu tespitinin hemen ardına "ilginç" dediği Yüksek Askeri Şûra’nın, Özel Kuvvetler Komutanlığı’nı kolordu seviyesine çekme kararını koyuyor.
YAŞ’ın bu kararını, "Türkiye, hattı müdafaadan çok sathı müdafaaya geçiyor" diye okuyan Mumcu, şöyle devam ediyor:
"Türkiye, küresel süreci ve küresel güçleri görmezden gelemez; ama küresel sistem içindeki yerini kendi iradesiyle tayin etmesi gerekir. Bu süreç karşısında kendisini zayıf ve edilgen konuma sürükleyen sorunlarını kararlılıkla çözümleyebilecek bir iktidara ihtiyacı var."
Doğal olarak Mumcu, AKP iktidarını bu güçte görmüyor, kendilerinin bu ihtiyacı karşılayacak birikim ve yetenekte olduklarını savunuyor.
GENÇLİĞE HİTABE ZAMANI
Ancak Mumcu, bunun için bir güç devşirmek gerektiğinin de farkında.
Bunun ise bir yandan sosyo politik konjonktürün, öte yandan sosyo politik ittifakların konusu olduğunu belirten Mumcu, bu ittifakların ise seçim ittifakıyla mümkün olmayacağı inancında.
Mumcu, bu noktada şu ilginç cümleyi kuruyor:
"Bu belki parti birleşmelerini de içeren daha geniş bir uzlaşmayı ifade eder. İttifak, yabancı politikalar ve sermaye peşinde olanlarla bu ülkenin insanı ve ihtiyacı için hareket edenler arasında bir mücadeledir."
İşte bu nedenle tam da Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’sini yeniden okuma zamanına gelindiğini söyleyen Mumcu, "Ben bunu sık sık yapıyorum" dedi.
Sonra da her fedakárlığa açık olduğunu gösteren şu sözleri etti:
"Mesele bir milli mücadele olduğunda rütbenin de, üniformanın da ne kadar değersiz olduğunu iyi bilirim. Değerli olan akıl ve imandır. Çünkü, ancak imanı olan savaşır, aklı olan başarır."
Merkez sağın bütünleşmesi de dahil Mumcu’nun bazı sözleri sanki şifreli gibi; ancak onları çözmeyi bir başka yazıya bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 21 Ağustos 2006
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ı, Aydın’a yaptığı gezide izledim. Güneş altında 45 dereceyi aşan sıcağa rağmen Baykal’ın performansının CHP örgütüne oranla daha yüksek olduğunu söylemeliyim.
Anketleri bilemiyorum; ama ben, miting meydanlarından da öteye sokakla balkondaki vatandaşın liderlere nasıl tepki verdiğine bakarım.
Sevinç ifade edenlere baktığımızda CHP, yüzde 10’lardaki bir parti görüntüsü vermediği gibi olumsuz tepkilerin tek tük kalması da dikkat çekici.
Gördüğüm kadarıyla bu tablo Baykal’ın tutumuna da yansımış gibi.
Aldığı karşılıktan büyük memnunluk duymaya başlayan Baykal, otobüsün ön tarafında fıkır fıkır hareket ediyor, hiç yerine oturmuyor.
KENDİNE GÜVENİ ARTMIŞ
Geleneksel olarak CHP’ye oy veren bir köy olsa da Işıklı’da çevre köylerden gelenlerle saat 14.00 olmasına karşın meydan tıka basa doluydu.
Köyden dönüş yolunda sohbet ettiğim Baykal, liderlerin gezi performansını kıyasladığım yazılarımı ima edercesine, "Sadece gezmek yetmiyor. Önce doğru politikalar koymamız ve bunun da halkta kabul görmesi gerekir" diyor.
"Yoksa Işıklı’da o hanımlar beni niye bağrına bassın" diye devam eden Baykal, önceki gezilerden de çok memnun; ama Maraş’a vurgusu daha başka.
Nazilli içinden geçerken bir yandan sokaktaki vatandaşa gülücükler dağıtıyor, diğer yandan bize laf yetiştiriyor:
"Çok güzel şeyler görüyorum. İnsanı çok mutlu ediyor. Bir yıl öncesine göre her gittiğim yerde müthiş farklılık görüyorum."
Baykal’da gördüğüm en önemli değişim, kendisine güveninin artmış olması.
Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç’un doğum yeri Köşk beldesinden geçerken bana, "Bak burada birinciydik, yine daha çok oyla birinci olacağız" diye seslenmesi, meydanlarda CHP’nin bu kez iktidar olacağını, "Sabredin biz geliyoruz, şöyle yapacağız" cümlelerini daha fazla kurması bunun birkaç göstergesi.
İŞADAMLARI BEĞENDİ
Baykal, sağ partilerden oy isteme politikasından da çok memnun.
Her konuşmada buna atıf yapan, "Hepsini denediniz, bu kez de bizi deneyin" diyen Baykal’a, Genel Sekreter Yardımcısı Mehmet Sevigen de diğer partilerin adlarını tek tek anons ederek, teşekkür sunarak destek veriyor.
Bir gözlemim de Baykal’ın sanayi ve ticaret odalarında gördüğü ilgi.
Aydın’da önce meclis başkanlarını ve sektör temsilcilerini dinledi.
Kürsüye çıktığında ise Türkiye’yi ve sorunlarını ne kadar iyi bildiğini göstermekle kalmadı, işadamlarının değindiği her sorunla ilgili kapsamlı bilgiler verdi; CHP’nin çözümlerini söyledi, sorunlarla güncel konuların bağlantılarını ustalıkla kurabildi. Sonuçta sadece biri CHP’li olan 5 meclis başkanından tam not aldı.
Aynı yerde konuşan diğer liderlerin aynı notu alamadığını belirteyim.
TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu ile yaptığı telefon konuşmasına da tanıklık edince Baykal’ın iş dünyasıyla yeni bir iletişim kurduğunu gördüm.
Son bir gözlemim de AKP’nin, bence, yaptığı tarihi bir hatayla ilgili.
Baykal, her konuşmasında AKP’nin seçim öncesi dokunulmazlıkları sınırlandıracağını vaat ettiğini anımsatarak şöyle devam ediyor:
"Oysa yolsuzluğun üç ayağı var: Haramzade bürokrat, vicdansız işadamı, namussuz siyasetçi. Siyasetçiyi çeksek yapı yıkılır; AKP buna izin vermedi."
En şiddetli alkışı buradan aldığı için Baykal’ın bu söylemini seçim meydanlarında da kullanmaya devam edeceğinden eminim.
Yazının Devamını Oku 17 Ağustos 2006
CUMHURBAŞKANLIĞI seçimleri konusunda Ankara’da uzun süredir dillendirilen bir senaryo var. İddiaya göre CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Tayyip Erdoğan’a Başbakanlık yolunu Cumhurbaşkanı olmaması kaydıyla açtı.
Pazarlık da seçimin hemen ardından Baykal’ın AKP’ye yaptığı ziyarette gerçekleşti.
Geçen hafta bu senaryoyu MHP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Şandır da dillendirdi.
Aydın’a giderken Deniz Baykal’a uçakta bu konuyu sorma fırsatım oldu.
Baykal, "Bunlar beni tanımayanların sözleri. Ben pazarlıkçı bir siyasetçi değilim" diyerek bu iddiaların yolunu kesti; ancak ilginç şeyler söyledi.
BU KEZ TOPLUMU UYARIYOR
Erdoğan’a Başbakanlık yolunu inandıkları için açtıklarını söyleyen Baykal, "Bunu bir şeyin karşılığı olarak yapmadık. Kim kazandıysa onun olmalıydı. Bundan başka bir şey yok" dedi.
Ardından, "Karşılık aranıyorsa o da şudur" diyerek sözlerini sürdürdü:
"Vazoyu kırmaması, Türkiye’nin temel değerleriyle oynamaması uyarısı yaptım."
Baykal, bugün bu talebinin karşılandığı düşüncesinde değil.
O gün, "Merak etmeyin" diyen Erdoğan’a, "Bugünün sıcaklığıyla böyle konuşursunuz; baskı gelir, taban istedi dersiniz vazoyu yine kırarsınız" uyarısı yaptığını da söylüyor.
Anımsatmasının haklılığının ortaya çıktığını savunan Baykal, gelinen noktada AKP iktidarının vazoyu çatlatıp Türkiye’nin rotasını zorladığını düşünüyor.
Baykal, vazo çatlamış olsa da Erdoğan’ın yolunu açmaktan pişman değil.
Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı adayı olacağına kesin gözüyle baktığı halde görüşü aynı.
Ancak Erdoğan’ın adaylığını vazoda yeni bir çatlama olarak görüyor.
Baykal’a, "Peki, yeniden uyaracak mısınız?" diye soruyorum.
İşte o noktada umudunu yitirdiğinin işaretini veriyor:
"Hayır; bu kez Erdoğan’ı uyarmıyorum. Çünkü o bu işi kafasına koymuş. Şafak kaç diye sayıp duruyor. İlk uyarıma uymadı, buna da uymayacak gibi."
Bu sözlerin ardından da Baykal, konuya noktasını şöyle koyuyor:
"İşte bu nedenle bu kez Erdoğan’ı değil toplumu uyarıyorum. Türkiye’yi uyarıyorum."
CAM FANUSTAYIZ
Baykal’ı Lübnan’a asker göndermeme konusunda çok kararlı gördüm.
Bu savaşın, "war by proxy" (vekáletli savaş) olduğunu söyleyen, İsrail’in ABD’nin, Hizbullah’ın da İran’ın vekili olduğunu belirten Baykal, "Buradaki savaş tarihin en eski savaşı ve henüz bitmemiş. Biz de bitiremeyiz. Bir din veya etnik savaş içinde olmayalım" diyor.
Hürriyet’teki "Türk askeri Litan’a" haberini görünce şöyle konuşuyor:
"En tehlikeli bölge burası. Hizbullah’ın gizlendiği yer. Türkiye, cam fanusta. Bunu unutmadan davranmalı. Hizbullah’ı oradan İsrail temizleyemiyor, biz niye karışalım?"
Erdoğan’ın hemen "Lübnan’a asker göndeririz" demesini eleştiren Baykal, Genelkurmay Başkanı ile yapılan toplantının ardından bu yanlıştan dönülmüş olmasına ise seviniyor.
Yazının Devamını Oku 14 Ağustos 2006
YABANCILARA 64 bin mülk satıldığı gerekçesiyle "Türkiye satılıyor" diyenlere Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç’tan acı haber var. Çünkü, Koç’un hedefi beş yılda 1 milyon mülk satışını gerçekleştirmek.
Geçen hafta turizm yörelerindeki mülk satışları için hükümetin İspanya örneğini incelettiği haberleri çıkınca Bakan Koç’la detayları konuştum.
İspanya örneği ilk kez üç ay önce Koç’un düşüncesi olarak ortaya çıkıyor.
Ancak, tam bu dönemde Maliye Bakanı Kemal Unakıtan da konuya ilgi duyuyor.
Bunu öğrenen Koç, kabine arkadaşına, "Bu işe birlikte baktıralım" diyor.
Böylece iki bakanlık konuyu birlikte mercek altına alıyor.
SATIŞLAR AB’YE DESTEK
Koç, konuya açıklık getirirken tarihe başvurma gereği de duyuyor.
Türkiye’nin 1699’dan beri yaşamaya başladığı sermaye sorununu o günden bu yana çözemediğini söyleyen Koç, "Oysa elin adamı çayın taşı ile çayın kuşunu satarak sermaye oluşturuyor, biz ise bakıyoruz" diyor.
Kendisinden daha ulusalcı olunamayacağını savunan Koç, İspanya’nın 15 milyon mülk satışı gerçekleştirdiğini öğrendiğinde hayrete düşmüş.
"Üstelik adamlar bizim 100 bin Euro’ya satacağımız mülkü 200-300 bine satmış. Bazı mülkleri de dünya starlarına tanıtım amaçlı bedava vermişler" diyen Koç, bu satışların İspanya’nın Avrupa Birliği’ne girişini kolaylaştırdığını aktarıyor.
Bu işlemlerin İspanya’da sosyalist iktidarlar tarafından yapıldığının da altını çizerek CHP’ye göndermede bulunan Koç, "İspanya’da mülk alanın AB’ye karşı çıkması mümkün olur muydu?" sorusunu Türkiye gündemine getiriyor.
Türkiye’de mülk almış olan AB vatandaşlarının da durumlarından çok memnun olduğunu anlatan Koç, 5 yılda 1 milyon mülk satışını hedeflemiş görünüyor.
Ancak, "Hatta yılda 100 bin satış yapsak bile çok iyi iş olur" diyerek daha mütevazı bir rakama razı olduğunu da gösteriyor.
TURŞUSUNU MU KURACAĞIZ
Mülk satışları ile turizm gelirine ilaveten Türkiye’ye, yılda en az 10 milyar Euro’luk mülk satışı girişinin yapılabileceğine inandığını ortaya koyan Koç, yatak sayısının artırılması ve turizmin çeşitlendirilmesi konularında çok iddialı konuşuyor.
"Eylülden itibaren patır patır dökülecekler" diyor.
Koç, yüzlerce yeni turizm tahsisi yapacaklarını bu sözlerle açıklıyor.
Termal turizme yeni bölgeler ve yüz binlerce yatak kazandırmayı hedeflediklerini anlatan Koç, bunun için altı bölge oluşturduklarını söylüyor.
Bunların detaylarını anlatan Koç, Çeşme’nin 100 bin yatakla termal turizmin en önemli merkezi haline getirileceğinin işaretlerini veriyor.
"Bu koyların turşusunu mu kuracağız" dediği için çok eleştirilmesine rağmen, bu sözünü bize de aynen tekrarlayan Koç, "Ne yapacağız yani; bakın Bodrum’da 40 bin yatak var. Olması gereken 100 bin. Bu nasıl olacak?" diye soruyor.
Anlaşılan idareciliği çok iyi bildiğini söyleyen Koç’un bazı çevrelerle çatışması artarak sürecek.
Yazının Devamını Oku 10 Ağustos 2006
ARTIK sanki isteksizlik havasında yürütülen Avrupa Birliği ile ilişkiler, iki tarafın da birbirini sorgulamasına neden olacak noktaya geldi. Bu çerçevede önemli bir sorgulama 20 Temmuz’da gerçekleşti.
Dönem Başkanı Finlandiya Büyükelçisi Maria Serenius, geleneksel AB büyükelçileri yemeğine konuşmacı olarak Milli Güvenlik Kurulu (MGK) Genel Sekreteri Büyükelçi Yiğit Alpogan’ı çağırdı.
Son günlerde sohbet ettiğim birkaç diplomattan bu yemeği dinledim.
Büyükelçi kimliği ve MGK bağlantısı Alpogan’ın, muhataplarınca büyük bir dikkatle dinlenmesine neden olmuş.
Alpogan da bazı şeyleri açık açık konuşmuş.
Türkiye ile ilişkiyi kesecek tren kazası için akıl bile vermiş!
EKİMDE FİLMİ KOPARIN
Alpogan, Türkiye’de AB’ye halk desteğinin düştüğüne dikkat çekerken, bunun geçici olduğuna inancını vurguluyor; ama uyarıyor:
"Lütfen ülkelerinize raporlarınızı gönderirken bu projenin, iki tarafın karşılıklı ihtiyacı olduğunu vurgulayın. Bu dev projenin küçücük bir liman sorununa indirgenmemesini, parmak sallar gibi ders verilmemesini yazın."
Türkiye tarafındaki güvensizliğe dikkat çeken Alpogan, istemesi halinde AB’nin ilişkiyi bitirmesi için uygun bir zemin oluştuğunu söylüyor.
Büyükelçiler, ardından gelecek şu sözleri merakla dinlemeye başlıyor:
"Açık açık söylemeliyim, Türkiye ile tren kazasını hemen yapabilirsiniz. Ekimde malların serbest dolaşımı, gümrük birliği ve ulaşım başlıklarını öne alın, bu kaza hemen olur. Film de kopar."
Filmin kopmaması için bu üç başlığın sona atılmasını öneren Alpogan, "Kabul; Kıbrıs sorunu çözülmeden AB’ye giremeyiz. Ama 2014’te çözmemiz gereken bir sorunu bugün getirirseniz filmin kopmasından başka şey olmaz" diyor.
SİZİ ÇOK SEVDİK AMA
Sözlerinin devamında izolasyon bitmediği, hükümetin Nevşehir’deki kahvehane sahibine "Sadece vermedik" diyemediği sürece limanların açılmasının olanaksızlığına işaret eden Alpogan, bir uyarı daha yapıyor:
"AB yolunda kendimizi güvende hissetmiyoruz. Ucu açık görüşme, hazmetme kapasitesi gibi kavramlar halkı kuşkuya sürüklüyor. Yani şimdi siz, Avusturya’da yarıdan bir fazlayı oluşturan bir kişi ’hayır’ dedi diye, ’Sizi çok sevdik ama...’ deyip yolları ayıracak mısınız?"
Kendi görüşünün, Türkiye’nin AB’ye ihtiyacından çok AB’nin Türkiye’ye ihtiyaç duyacağı yönünde olduğunu da anlatan Alpogan, konuşmasının son bölümünde AB büyükelçilerine bir öneri yapıyor.
Önerinin birinci şıkkı Türkiye ile ilgili.
"Biz içeride yeni bir iletişim stratejisi geliştirelim; AB’nin ne olduğunu halka anlatalım" diyen Alpogan, muhataplarından şunu istiyor:
"Biz bunu yaparken siz de lütfen, Türkiye’nin AB’ye ne getireceğini halkınıza anlatın. Sanki size yük olacakmışız havası var. Size yük olmayacağız. Bunu görür ve anlatırsak, AB kamuoyu sorunu kalmaz."
Sonuçta ne oldu denirse, büyükelçilerin sonraki bazı etkinliklerinde Alpogan’ın sözlerinin izlerinin göründüğünü, aynı süreçte Brüksel temsilcimiz Zeynel Lüle’nin "Liman sorunu erteleniyor" haberi verdiğini anımsatalım.
Ama asıl sonucu ekimdeki İlerleme Raporu’nda göreceğiz.
Yazının Devamını Oku