1 Kasım 2007
ERDAL İnönü, büyük bir bilim adamıydı, kısa denebilecek siyasi yaşamında da büyük bir bilge olarak iz bıraktı. Fizikte Türkiye’de kimsenin yapamadığını yapmıştı, siyasette de.
Koltuğuna yapışıp kalmadığında herkes hayret etti; sonunda döner, dedi.
İnönü, öyle yapmadı, yalnız kalsa da inandığı yaşam tarzını seçti.
Gazeteci olarak yakından izlediğim siyasetçilerden biri oldu.
O nedenle böylesi bir günde İnönü’yü, siyaseti de güzelleştiren o neşeli nükteleriyle anmak, saygı sunmak istiyorum.
HESABI CEBİNDEN ÖDEYEN TEK LİDER
Samanyolu yıldız grubunun geçişi vardı, SHP Genel Başkanı olarak İnönü’yü bir rasathaneye götürmek iyi haber olurdu.
Talebimi ilettiğimde çok sevindi, hemen kabul etti, "Sizi saat 18.00’de Meclis’in Halkevleri köşesinden alırım" dedi.
Sözünü ettiği köşede beklemeye başladım; tam o saatte önümde küçücük bir araba durdu, sürücü koltuğundaki kişi bana doğru eğildi, İnönü’ydü.
Her zamanki nezaketiyle, "Sayın Küçükşahin, buyurun" dediğinde şaşkındım.
Şaşkınlığım sadece aracı kullanmasına veya korumasız olmasına değildi, uzun boyuyla o araca nasıl sığdığına da şaşırmıştım.
Siyasi gezilerde hesabını cebinden bizzat ödeyen tek lider olarak bildiğim İnönü ile Afyon’a gittik, küçük, sevimli ama sorunlu bir otelde kaldık.
Sabah, geç saatlere kadar okey masasında oturan bazı arkadaşlarımızın kızarmış gözlerini fark edince, "Hiç uyumadınız mı" diye sordu.
Arkadaşlarımız: "Efendim, odalarımızda böcekler vardı."
İnönü: "Aa öyle mi; ben de odaya girdiğimde duvarlarda siyah delikleri fark ettim; ama biraz sonra o delikler yürümeye başladı."
DENKLEMLE DİNLENMEK
İnönü, siyasetin en sorunlu günlerinde dahi denklem çözerek dinlenirdi. Körfez savaşı öncesinde Saddam’a gittiğinde, Amman Havaalanı’na indik.
Uçak aprona yanaşınca, öne geçtiğimde İnönü’nün önündeki defterin iki sayfasının da bir denklem çözümüyle kaplı olduğunu gördüm.
Sorum üzerine denklemi daha yeni çözdüğünü söyledi ve programına baktı.
Uçağın kapısı açıldığı halde beklememiz sürüyordu.
"Neden bekliyoruz Sayın Küçükşahin" diye sordu.
Ağzımdan, "Efendim, henüz merdiven gelmedi" cümlesi çıktı.
Yanıt verdi: "Ee zaten programda da merdivenin gelmesi görünmüyor."
Basamakları ikişer ikişer çıktığı için, bir gün, "Efendim, ikişer ikişer çıkıyorsunuz, sizi geçemiyoruz" dedim, yanıt basit bir bilim kuralıydı:
"O zaman siz de üçer üçer çıkacaksınız Sayın Küçükşahin."
İnönü, bir Kars gezisinde bazı arkadaşlarımızı uçakta viski içerken gördü; arkadaşlar, "Efendim, uçaktan korkuyoruz da" diye gerekçe yarattılar.
Ama İnönü, gerekçeyi yutmadı:
"İyi de uçak bunu bilmez ki."
O gün 12 Mart olduğu için, Kars’ta yoğun korumayla karşılandı.
En sıkıldığı konulardan biriydi; ama havaalanında sesini çıkarmadı.
O koruma ordusu eşliğinde meydana vardı, kürsüye çıktı.
Orada da kalabalığın arasına sıra sıra dizilmiş binlerce polis vardı.
Bu kez dayanamadı, has üslubuyla mesajını verdi:
"Sayın polis amirleri, polislerimizi şimdi başka bir yerde toplayın, ben önce halkımıza hitap edeceğim, sonra da gelip onlara seslenirim."
Yazının Devamını Oku 29 Ekim 2007
CUMA günü yapılan Ekonomik Koordinasyon Kurulu, daha çok Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren ile Devlet Bakanı Mehmet Şimşek arasında çıkan ek önlemler ve sosyal güvenlik primlerindeki 5 puanlık indirim tartışmaları ile anıldı. Oysa toplantıda istihdam için şok önlemler önerildi, şok sözler edildi.
Toplantıya başkanlık eden Ekren, iktidarlarının ilk döneminde ekonominin pek çok alanında ciddi ilerlemeler sağlandığını; ancak istihdamı geliştirme, işsizliği azaltmada başarısızlık yaşandığını söylemekten hiç çekinmediği açış konuşmasını şöyle tamamladı:
"İkinci dönemimizde bu konuda başarı şart ve çok hızlı hareket etmek durumundayız. Buyurun bu konudaki öneri ve görüşlerinizi açıkça söyleyin."
BÜROKRASİNİN HİZMETİ KENDİNE
Bunun üzerine önce müsteşarlar Efkan Ala (Başbakanlık), Ahmet Tıktık (DPT), Hasan Basri Aktan (Maliye), Enis Yeter (Çalışma), Yusuf Balcı (Sanayi) ve Hazine Müsteşar Yardımcısı Burhanettin Aktaş görüşlerini açıkladılar.
Müsteşarlar, kadın istihdamının düşüklüğünü, esnek çalışma modelleri ile meslek eğitiminin geliştirilememesini, tarımdaki niteliksiz iş gücünün kentlere göçünü "ana sorunlar" diye sıraladılar.
Ancak vali kökenli, Ala ile Yeter’in sözleri diğerlerinden çok farklıydı.
Göreve yeni gelen Ala, "Önlemler şok şeklinde alınmalı. Zamana bırakılır ve köklü de olmazsa sonuç alınamaz. Hedef de bilişim çağı olmalı" dedi.
Valilikten sonra beş yıldır müsteşarlık yapan Yeter ise belki "Bürokratik oligarşiyi aşamamaktan" yakınan Başbakan Erdoğan’ın hoşuna gidecek, ama çoğu bürokratı düşündürmesi gereken şu şok sözlerin sahibi oldu:
"Bürokratik yapımız hantal. Bu yapısı nedeniyle kendine hizmet ediyor, hizmetle yükümlü olduğu halka ise hizmette başarısız kalıyor. Bürokrasimizde unvan bolluğu var. Mesai bu unvanlara ulaşmak için harcanıyor. İyi yönetilmeyen kurumun açığı Hazine’den karşılanıyor; ama yönetim devam ediyor. Sorumluluğun bulunmaması verimliliği yok ediyor."
HEMEN BİR GECEDE YAPALIM
Sonra bakanlar söz aldı ve onlardan da ilginç öneriler geldi.
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, "Mesleki eğitim" dedi ve yüzde 28’den 35’e çıkardıkları oran için yeni dönem hedefini yüzde 45 olarak açıkladı.
Çelik, daha sonra toplantıda verilen bir örneğe atıf yaptı:
"Almanya’nın İş Kur’unda yönetici sayısı sadece üçe düşürülünce kurumun zarardan kára geçtiği söylendi. Bunu biz de bir gecede yapabilmeliyiz."
Sanayi Bakanı Zafer Çağlayan, zorunlu istihdamın yükünden ve bölgesel asgari ücretin yararından söz edip, "Evet, yapacaklarımızı şokla yapmalıyız" dedi.
Maliye Bakanı Kemal Unakıtan ise, "İstihdam için işsizlik fonunu ve başka kaynakları kullanın, bütçeye yüklenmeyin" restini çekerken uyardı da:
"Ama ne yapacaksanız altı ayda yapın, yoksa bir daha olmaz."
Çalışma Bakanı Faruk Çelik de fırsatı değerlendirdi: "Bizim hazır bir taslağımız var, hemen dağıtabiliriz" önerisini getirdi; ama Şimşek, "Herkes taslağını getirsin" deyince "Süratle sonuca gidelim" demesine rağmen Ekren, Şimşek’den yana davrandı.
Sorunların anası istihdam olduğuna göre konunun takibi herkesin görevi.
Cumhuriyet’i sonsuza dek sürdürmek ve korumakta olduğu gibi.
Yazının Devamını Oku 25 Ekim 2007
BİR kere daha ortaya çıktı ki en kötü karar kararsızlık.<br><br>Türkiye, tezkere çıksın mı çıkmasın mı tartışması ile bir yılını yitirdi. Oysa tezkere, terör karşısında nasıl güçlü bir koz olabiliyormuş.
Çünkü, PKK saldırıları tezkere çıkmadan olsaydı dünya aynı tepkiyi verecek, aynı duyarlılığı gösterecek miydi, diye düşünmeli.
Dünya, bu sayede Türkiye için bıçağın kemiğe dayandığı gerçeğini kabul etti.
Bu nedenle özellikle AB’nin Türkiye’ye destek verdiği görülürken, ABD’nin de desteği düşünmeye başladığı söylenebilir.
ABD’nin küçük duyarlılığına rağmen, diplomatik çevreler hálá yeterli umut içinde değil; hatta Başbakan Tayyip Erdoğan ile ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın görüşmesinin "bir hiç olduğunu" söyleyen önemli diplomatlar var.
Ama sonuçta ABD bile, "Operasyonu yap, ama sınırlı olsun" demeye başladı.
KOORDİNATÖRLE KANDIRDILAR
Türkiye artık kararını verdi; sınır ötesi operasyon kaçınılmaz.
TSK uygun gördüğü an bu operasyonları yapacak yetki ile donatılmış durumda.
Artık bunu düşünecek ve de durduracak güç ABD ile Irak yönetimleridir.
"Sağduyulu olmalı, duygusal davranmamalı, bataklığa çekiliyoruz, girersek çıkamayız" diyenlerin de yeni durumu şu nedenlerle kabullenmesi gerekecek.
ABD, Irak’ta zaten bataklıkta; Türkiye’yi de karşısına alırsa, hem işi daha zorlaşır hem de Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ’un dediği gibi en azından kendisine maliyeti yükselir.
Talabani ve Barzani ise kamuoyu önünde kükreseler de kapalı kapılar ardında Türkiye’nin gücünü bildiklerini her fırsatta dile getiriyorlar.
Hükümet ve TSK ise kamuoyu desteğiyle bugün geçmişe oranla daha güçlü.
Geçmiş derken anımsayalım; tam iki yıl önce, 12 şehit verilince o akşam Erdoğan, "Sınır ötesi operasyon" dedi, TSK da hemen hazırlıklarını yaptı.
Ama, sabah Bush, Erdoğan’ı; Rice Gül’ü; ABD’li muhatabı Pace de Org. Özkök’ü aradı ve "terör koordinatörü" mucize buluşuyla(!) operasyon durduruldu.
Mucize buluşun sonuçlarını anımsatmaya gerek yok.
O BÜROLAR KAPATILMIŞTI
Irak tarafı için de bir yıl geriye gidelim.
Önceki gün Ali Babacan’ın Irak’a verdiği listeyi Erdoğan da Irak Başbakan’ı Maliki’ye vermiş, ilk eylem de PKK bürolarını kapatmak olmuştu.
Şimdi yine aynı söz; peki, o bürolar kapalı değil miydi?
Hadi ABD ile 4 Temmuz 2006’da imzalanan Stratejik İşbirliği ve 28 Eylül’de Irak’la yapılan Terörlü Mücadele anlaşmalarını da es geçiyorum.
"Nasılsa kış geliyor, PKK eylemsizlik dönemine giriyor; o zamana kadar bombalar kucağımızda patlayacağına, Türkiye’de patlamaya devam etsin" denerek artık Türkiye daha fazla oyalanamaz, káğıttan kaplan gibi gösterilemez.
Her evinde şehitlere gözyaşı dökülen, tüm kurumların kenetlendiği Türkiye’yi kandırmak için bu makaralar yeniden geriye sarılamaz.
Buradaki tek tehlike, Türklerle Kürtlerin arasını açmaktır.
Böylesi provokasyonlar sadece PKK’ya yarayacağı için aman dikkat.
Yazının Devamını Oku 22 Ekim 2007
TÜRKİYE’ye ne kazandıracağı belli olmayan referandum yapılırken, Türkiye’yi nereye sürükleyeceği tahmin edilemeyen acı bir haber geldi Hakkari’den. Terörist saldırının büyüklüğü, Türkiye’nin, bütün çabalarına karşın, PKK’nın böylesi cesarete kavuşacak desteğinin sürdüğünü ortaya koyuyor.
Ancak, Türkiye’nin süreci ne kadar başarı ile yönettiğine de bakmalı.
İki hafta önce aynı gün 15 şehit verilince yaşananları anımsayalım.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, hemen zirve topladı, kararlılık mesajı verildi.
Meclis’ten de sınır ötesi operasyon için tezkere geçirildi.
ASKERE YÖNELİK ŞÜPHELER
Bu iki olayla birlikte hükümete yakın kesimlerden iki tez dillendirildi.
Birincisi, 15 şehit verilmesinde askerin sorumluluğu yok mu, sorusuydu.
Tezkere ile Türkiye, AB ve demokratikleşme sürecinden uzaklaştırılmak için Kuzey Irak’a çekilmek isteniyor, değerlendirmesiydi.
DTP temsilcileriyle AKP’ye yakın medyada bunlar sık sık dile getirdi.
İki tezde de askere yönelik imalar söz konusu.
Buna "normal", diyenler olabilir; ama normal olmayan Başbakan Tayyip Erdoğan ve hemen zirveler toplayan Gül’ün bu tezlere yönelik sessizliğidir.
Dünkü saldırı ardından konuştuğum AKP’nin iki numarası Dengir Fırat derin üzüntü içinde, Türkiye’nin bir yerlere çekilmek istendiğini söyledi.
"Kesinlikle PKK Türkiye’yi Kuzey Irak’a çekmek istiyor" diyen Fırat, düzenli ordu karşısında PKK’nın kendisini riskli görmediğini varsayıyor.
Bununla da yetinmiyor, "Silahlı Kuvvetlerimiz’in orada kiminle karşılaşacağı da belli değil. Sadece ABD veya Barzani değil, El Kaide veya Türkiye ile hesaplaşmak isteyen başka güçler çıkar mı" sorusunu yöneltiyor.
SAVUNMASIZLIK HİSSİ
Fırat da dahi bu kuşku varsa, bunu giderecek Gül ve Erdoğan konuşmalı.
Türkiye Kuzey Irak’ta bataklığa mı çekiliyor, ellerinde istihbarat var mı; yoksa bunlar askeri yıpratmak için kullanılan argümanlar mı?
Yine bu iki ismin, şehit sayısındaki artış karşısında askere yönelik kuşkuları dağıtmak için de yetkilerini kullanmaları gerekir.
Kendisine yönelik eleştirilerde esip gürleyen Erdoğan, TSK’yı yıpratan bu değerlendirmeler karşısındaki sessizliğini bozmalı, gerçeği açıklamalı.
Yoksa, Erdoğan, partililere farklı bilgiler mi veriyor, diye sorulacak.
Bunu Başbakan yapmıyorsa, rol kapmayacağına inandığım Başkomutan Gül üstlenebilir.
Bunlar yapılmadıkça TSK da kendini savunmasız hissediyor.
Daha önce de dile getirdim.
TSK’nın bir yıl önce, "Yararlı olur" dediği tezkereye bir yıl sonra "Evet" diyen Başbakan, TSK’nın bir diğer talebi olan terörle ilgili özel birimin kurulması konusundaki görüşünü de açıklığa kavuşturmalı.
Bunu TSK kadar kamuoyu da merak ediyor.
Yazının Devamını Oku 18 Ekim 2007
TÜRKİYE, soykırım tasarısı yüzünden en önemli müttefiki ABD ile tarihinde ilk kez büyükelçisini geri çekecek kadar olağanüstü sonuç veren bir gerginlik yaşıyor, Kuzey Irak’a asker göndermek için tezkere çıkarıyor. Türkiye’nin savaşın eşiğine gelebileceği böylesi kararlar alınırken, ülkenin dış dünyadaki başavukatı Dışişleri Bakanı ne diyor, bilen var mı?
Dışişleri bakanları iyi drama oyuncuları olur; açıklamaları ile en büyük sorunları küçücük, en küçük sorunları da devasa gösterebilirler.
Herhalde Ali Babacan, bu iki sorunu küçük gördüğü için sessiz.
"Daha kaç günlük, o nedenle zaman vermek gerekir" diyebiliriz; ama yılların başmüzakerecesi ve hazine sorumlusu bakanından söz ediyoruz.
Beş yıllık deneyimine rağmen görüşü sorulduğunda hálá, "Ayaküstü konuşmam" gerekçesine sığınması, böyle bir bakan için kabul edilemez.
Düşünebiliyor musunuz, partisinin grup toplantısında dahi tezkere için bilgisine başvurulmayan, görüşü merak edilmeyen bir Dışişleri Bakanı var.
SORUMLULUĞU KİME
Kabul; son dönemin bakanları Hikmet Çetin, İsmail Cem ve Abdullah Gül’ün ardından o koltukta gerektiği gibi görünmek oldukça zor.
Ancak, biraz soruşturduğumuzda Babacan’ın asıl zorluğunun, "Kendisi Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan’a karşı sorumlu, kamuoyuna değil" yargısının altında kalmasından kaynaklandığını görüyoruz.
Birlikte çalışan herkes kabul ediyor; Babacan çok teknik, çok çalışkan bir öğrenci, verilen tüm dosyaları bir anda yutuyor ve öğreniyor.
Ancak bunları özümseyip kamuoyuna anlatmada aynı başarıyı gösteremiyor.
Oysa dünya hiper medya çağını yaşıyor, oradan bilgileniyor, öğreniyor.
Bir eksik yandan daha söz ediliyor; ilgili dosyayı okuduktan sonra, artık konuyu iyi bildiği düşüncesiyle, istişareleri sürdürmüyor.
Ayrıca gençliğini, sempatikliğe ve ataklığa çevirmekte zorluk çekiyor.
Yabancı diplomatlar nezdinde "Light" bulunmaya başladığını; TSK ile henüz yeterince bağ kurmadığı görüntüsü verdiğini de söylemeli.
OSKANYAN BRÜKSEL’DE BAĞIŞ ABD’DE
Babacan, tamam, konuşmayı çok sevmiyor olabilir; ama dış gezilerini de görünmez hale getiriyor, Gül’ün aksine yanında gazeteci götürmüyor.
Gezilerine çıkış ve dönüşte yeterli bilgi verdiği kabul edilmiyor.
Sonuçta ne oluyor; Türkiye ve dünya, önemli konularda, dış politikada iddialı, konuşmaktan çekinmeyen, kendinden emin görüntü veren AKP Genel Başkan Yardımcısı Egemen Bağış’ın ne dediğine bakıyor, ABD’ye karşı izlenecek politikanın ipuçlarını Bağış’ın sözlerinde buluyor.
Dışişleri Bakanı olarak pek ortalıkta görünmeyen Babacan, başmüzakerecilik görevini de sürdürüyor.
Hani, bu sıralar yoğun olarak AB başkenti Brüksel’de bulunuyor olabilir.
Hayır, Babacan orda da yok; peki, kimler günlerce oradaydı?
Ermenistan Devlet Başkanı ile Ermenistan Dışişleri Bakanı.
Çabaları da AB’ye soykırım iddialarını kabul ettirmek.
Yalnız hakkını verelim, Babacan, haftalardır Ortadoğu’da dolaşıp duruyor, Gül’ün davet mektuplarını devlet başkanlarına verip dönüyor.
Bu gezilerine Kuzey Irak nedeniyle olumlu bakılabilir; ama bu konuda bir sonuç aldıysa hiç değilse ipuçlarını Türkiye ile paylaşsa olmaz mı?
Yazının Devamını Oku 15 Ekim 2007
CUMHURBAŞKANI seçilmesinin ardından Çankaya’da yeni bir devir başlatma iddiasındaki Abdullah Gül, işe "Köşk’ü halka açma" projesiyle başladı. Geride Turgut Özal ve Süleyman Demirel gibi yakın dönemin iki ismi varken, bu konuda çok iddialı olmamak belki daha doğruydu.
Her iki isim döneminde de Cumhurbaşkanlığı muhabirliği yaptım.
Demirel döneminde pek çok gün göreve Köşk’te başladım, orada bitirdim.
Çünkü Demirel, bal sevenler derneği yönetimini de uçköy ihtiyar heyetini de; işadamlarını da, overlokçuları da hiç es geçmeden Köşk’te ağırlardı.
Biz gazeteciler için Köşk’ün bilinmedik odası da yoktu.
BAŞBAKANLIK ÖRNEĞİ
Bu nedenle Gül’ün seçilmesinin ardından Köşk, önce gazetecilere açıldığında, arkadaşlarımızın o odaları ilk kez görüyor izlenimi bırakması, çok yabancısı gibi koltuklara oturup poz vermeleri doğrusu şaşırtıcı geldi bana.
Kabul, Sezer dönemi farklıydı; ama Köşk geçmişte da halka kapalı değildi.
Ayrıca şunu anımsatmadan da duramayacağım.
AKP iktidarında ilk iş ve yeni dönemin simgesi olarak, "halka kapalı" diye Başbakanlık önündeki bariyerler kaldırılmıştı.
Hadi, Başbakanlığın önüne bir de şimdi bakın.
Uzun yıllar başbakanlık muhabirliği yaptım; başbakanlık da bakanlık binaları da neredeyse yol geçen hanları gibiydi.
Şimdi de zaman zaman buralara gidiyorum; ama boş koridorları adımlıyorum.
Demek istediğim; bu tür makamlar, özel yerler ve özel koşulları var.
İddialı adımlar atılır, ama sonra gerçeklerin farklı olduğu görülür.
DIŞİŞLERİ KONUTU ÖRNEK
Kurallar, gelenekler, şartlar cumhurbaşkanlarını da kuşatır.
Basit bir şey; ama Gül seçildikten sonra araştırılmış:
"Cumhurbaşkanlarına Köşk’te nasıl hitap ediliyor?"
Sadece Özal ve Demirel’den kaynaklandığını sanıyordum; ama Köşk’te hep, "Beyefendi" dendiğinde sadece Cumhurbaşkanı anlaşılırmış.
Gül için de aynı hitapta karar kılınmış.
"Beyefendi", Köşk’e genel olarak 9.30 veya 10.00 gibi geliyor.
Kendisini karşılayan Genel Sekreter Mustafa İsen’in, yarım saat önce bir araya geldiği iki yardımcısı, Başyaver, Özel Kalem Müdürü, Basın Müşaviri ve Dış Politika Başdanışmanı ile yaptıkları günlük değerlendirmeyi aktarması ile mesaiye başlıyor.
Her çarşamba ise kurmaylar, "Geçen ve gelen hafta" için toplanıyor.
Bu, sabah toplantıları dışında kurmaylarının Gül ile teması olmadığı anlamına gelmiyor; iki tarafın talebine göre gün içi her an görüşme olası.
Restorasyon çalışmaları nedeniyle Gül çiftinin Köşk’te konaklaması zaman alacak, bu nedenle Hayrünnisa Hanım gerekmedikçe Köşk’e uğramıyor.
Restorasyon çalışmaları konusunda da, "Benim Dışişleri Konutu’nda kurduğum bir düzen var, bunu dikkate alırsanız sevinirim" demekle yetindi.
Restorasyon için, Ankara Anıtlar Kurulu ile üniversite hocaları görev yapıyor; ancak Köşk birimlerinin de bazı talepleri söz konusu.
Örneğin, Başyaverlik ile Baştabiplik asansörlerin sedye alacak şekilde yeniden düzenlenmesini, bilgi işlem birimi internet altyapısı istiyor.
Bütün bu çalışmalar bitince Gül Ailesi tam olarak Köşk’e yerleşecek.
Ama dün aileye mutlu bir gün yaşatan kızları Kübra olmadan.
Yazının Devamını Oku 11 Ekim 2007
BİR günde 15 şehidin verilmesi doğal olarak en çok TSK’yı etkiledi. Verilen şehitlerle büyük üzüntü yaşayan TSK, diğer yandan ABD’nin son tutumuna hem içerliyor, hem de bunu derin bir sorun olarak görüyor.
TSK, eylül ayının ikinci yarısını terör örgütü ile 24 saat aralıksız süren sıcak çatışma içinde geçirdi, örgüte önemli hasar verildi.
İşte tam o günlerde TSK, bu başarının, en büyük müttefik olarak gördüğü ABD tarafından bir jestle desteklenmesini umuyordu.
Destek ABD için sembolik ve kolaylıkla yapılabilir görülüyordu.
Örneğin o çatışma günlerinde bir iki PKK yöneticisi teslim edilebilirdi.
Umulan jest gelmediği gibi PKK, iki eylemle önce 12 korucuyu kurşuna dizdi, sonra 13 askeri şehit etti.
Bu olay, TSK ile ABD arasında, en az çuval geçirme kadar, kırılma nedeni görülecek; çünkü ABD’nin, TSK’ya terörle mücadele desteği vermeyeceği kesinlik kazanmış oluyor.
HESAPTA ÇATIŞMA DA VAR
Böylece ABD, Türkiye’yi ve TSK’yı kendisi ile baş başa bırakınca, hükümet de hiç istemediği halde tezkere hazırlığını başlattı.
Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ’un, Kara Harp Okulu’nun açılış töreninde yaptığı konuşmayı değerlendirirken, "TSK gerekirse ABD ile çatışmayı da göze alacak" diye yorumlamıştık; tezkere, bu süreci tetikleyebilir.
ABD son anda, Org. Başbuğ’un ifadesiyle, "Söylem değil, eylem zamanı" olduğunu göstermezse Türkiye, her sonuca katlanarak elinden geleni yapacaktır.
Böyle bir sonuç ne hükümetin, ne de TSK’nın tercihi olabilir.
Ama Türkiye çok zorlanıyor, bu nedenle tezkere konusunda bugüne kadar direnen Başbakan Tayyip Erdoğan bile yelkenleri indirmek zorunda kaldı.
Çünkü, askerin de sadece "Yararlı olur" diye gördüğü bir sınır ötesi operasyonunun getireceği sonuçları kimse kestiremiyor.
Hareketsizlik ise Türkiye’yi sadece blöfçü konumuna sokuyordu.
SADECE DTP Mİ
Tezkere, hükümet üzerindeki baskıyı daha da artıracaktır.
AKP grubu bile bunun göstergesi.
Grubun Kürt kökenli üyeleri neredeyse blok halinde sınır ötesi operasyonun bir yarar getireceğini düşünmezken, büyük çoğunluk, üzerlerindeki halk ve kamuoyu baskısıyla, "Ne olacaksa olsun artık" anlayışında.
Tezkere geldiğinde geçecektir; çünkü CHP ve MHP destek verecek; ama bu iki parti karşı dursa, 1 Mart’ın tekrarını görmek sürpriz bile olmaz.
Bu noktada, terör dendiğinde hep DTP’nin tutumu eleştiriliyor.
Oysa AKP’nin Kürt kökenli vekilleri de üstüne düşeni tam olarak yerine getiriyor denemez; çünkü bu isimler, Terörle Mücadele Yasası, Şemdinli olayları gibi konularda en önce ve sık demeç veriyorlar; ama PKK terör eylemlerine karşı güçlü çıkış yapmaktan kaçınıyorlar.
Bunun çeşitli gerekçeleri olabilir; ama AKP’nin, hele son seçimde bölgeden aldığı büyük destek daha fazla ses çıkarmayı olanaklı kılıyor.
Ayrıca, sonunda "Tezkereye evet" diyen Başbakan’ın, TSK’nın "Terörle mücadelede özel birimi kurulsun" talebine nasıl baktığı açıklık kazanmalı.
Çünkü, TSK bunu istiyor ve Başbakan’ın "Hayır" deme gerekçesini bilmiyor.
Yazının Devamını Oku 8 Ekim 2007
ABDULLAH Gül’ün cumhurbaşkanlığı ile ilgili değerlendirmeler yapılırken, en çok, üniversitelerle yargının tepe noktalarına yapacağı seçim ve hükümetin kadrolaşması karşısındaki tutumu merak edilmişti. Gül’ün önüne yargı ile ilgili atama kararnamesi henüz gitmedi.
Rektör seçiminde ise önüne konan ilk dosya, Osmangazi Üniversitesi için oldu ve Gül, bu tercihinde AKP çevrelerinin çok eleştirdiği Ahmet Necdet Sezer gibi davrandı; birinciyi değil ikinciyi seçti. Oysa, "Temsile, oya önem veririm" diyen Gül, ilkesel bir tutum takınabilir, birinci olanları atayacağının işaretini verebilirdi.
İLK YÜZDE TÜRK ÜNİVERSİTE
Gül’ün tercihi neden böyle oldu, sorusunu çevresine yönelttim.
"Rektör seçimi sadece oy üzerinden yapılmıyor, YÖK’ün, ilgili kurumların değerlendirmesi de Cumhurbaşkanı’nın önüne konuyor" bilgisi verildi.
Bir parantez açarak, belirteyim ki Gül, üniversiteler konusunda hassas.
Hassasiyetini rektör seçiminden çok, üniversite politikasında gösteriyor. Gül’ün bu konudaki değerlendirmesini şöyle aktarabilirim:
"Üniversitenin başında şu ya da bu görüşteki kişinin olması önemli değil. Bu yönde bir tercihim de olmaz. Önemli olan, çağdaş dünya ile entegre olmuş, dünyada varlığını kabul ettirmiş üniversite olmaktır. Türk üniversiteleri dünyanın ilk 100’ü arasında olmalıdır, bunu başarmalıyız."
ÇADIR DEVLETİ OLMAMAK İÇİN
Üniversite ve yargıyla ilgili atamalarda kurumlardan gelen dosyaları da önemsediği anlaşılan Gül, hükümetten gelen atamalarda ne yapıyor?
Gül’ün hükümet kaynaklı, Sezer’in iade ettikleri de dahil, hemen hemen tüm kararnameleri imzaladığını söyleyebiliriz; ama ilginç bilgiler de var.
Bürokratik atamalarda çok titiz davranan Sezer’in, zaman zaman Köşk kaynaklı istihbarat yaptırdığı yönünde haberler çıkmış, hükümete yakın medyada, "Genel müdürü, müsteşarı kapıcıdan sordular" yönünde haberler yer almıştı.
Haberler doğru ya da yanlış; ama Gül, atamalarda böyle bir uygulama yaptırmıyor; "Böyle bir şey varsa durdurun" dediğini de tahmin ediyorum.
Ancak, yeni dönemde Köşk, hükümetten gelen atama kararnamelerinde ilginç bir noktaya takılıyor; kararname eklerinde neden MİT güvenlik soruşturması raporları yok?
Raporları hükümet mi göndermiyordu, Köşk mü istemiyordu, ayrı bir soru; ama Gül sonrasında bu politikada değişiklik oluyor.
Eksikliği fark eden Çankaya, hemen Başbakanlığa bir yazı gönderiyor:
"Atama kararnamelerinde, atanacak kişiyle ilgili MİT güvelik soruşturması raporlarını da gönderin."
Gül’ün Çankaya’sı bunu neden mi yaptı?
Çünkü, "Protokolsüz, bürokratsız ve de istihbaratsız devlet olmaz. Olursa bu devlet çadır devleti olur; buna da müsaade edilemez."
Bu bilgiyi alınca, aynı Gül’ün, başbakan olunca, MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’a gönderdiği, benim de haberleştirdiğim bir yazıyı anımsadım.
Gül, 4 Aralık 2002 tarihli yazısında, "Kişilerin doğrudan şahısları ile ilgili olmayan, maddi delile dayanmayan, sadece soyut duyumlardan elde edilen istihbari bilgilerin gönderilmeyerek, yalnız adli makamlara intikal eden eylemlerin yazılı olarak bildirilmesi" diyerek, MİT soruşturmalarının oldukça yumuşatılmasını istemişti.
Ne dersiniz; makam değiştiriyor mu gerçekten?
Yazının Devamını Oku