Bu yaklaşımlar hayat pratiklerimizin ışığında tartışmaya açıktır. Böylesi kritik görevlere talip olanların asgari birikim ve deneyim sahibi olmasında çok açık bir kamu yararı vardır. Özellikle belediye başkanlığı türü icrai kamu yöneticiliği “acemi nalbant” misali “ağır ağır” öğrenilecek makamlardan değildir. Yanı sıra; bir “ürkek tavşan” tutumuyla, mevzuat hazretlerini gerekçe göstererek kenti kilitliyor olmak, insanların asgari konforundan “çalmak”, hatta “ızdırap” yüklemek manasındadır.
Pek tabi bu durumun aksi olarak “frensiz hizmet aşkıyla” (?), kırıp döken bir iş anlayışı da kabul edilemez.
Esasında, tıpkı “Kaymakamlık” görevi gibi, belediye başkanlığının da bir “kariyer mesleği” olması gerekirdi.
İyi bir “şehir plancısı, mimar, mühendis” bakış açısı, hani olmadı, böylesi birikimlerden istifade edebilme kaliteleri olan, finanstan, hesap kitaptan anlayan, dünya örneklerini bilen, siyaseti bir meslek olarak algılamayan, başkanlık anlayışını kalıcı ve sürdürülebilir bir vizyonla yoğuran, becerikli ve rasyonel bir başkan profilinden söz ediyoruz. Tabii ki bu özelliklere haiz sınırlı sayıda yöneticiler de var. Ancak burada “kahir ekseriyetten” söz ediyoruz.
Bu amaçla her önüne gelenin başkanlığa heveslenmesini önleyecek bir temel düzenleme, öncelikli olarak tüm bu handikapların büyük ölçüde müsebbibi olan “Siyasi Partiler Kanunu’nda” yapılmalı. Bugün bu ülkede “siyaset” bir geçim ve zenginleşme vasıtası olarak “vasatların” kümeleştiği bir alan. İstisnasız her siyasi parti; bir vasıfları olmadığı halde parti üyeliğinde kıdemlenmekten “yarar” uman ve maalesef “sonuç” elde edebilen insanlarla dolu. Kaldı ki bahse konu “siyaset esnafları” bu durumu kendilerine hak görüyorlar. Dışarıdan nitelikli birileri çemberi delmeye kalksa; “bu partiye yıllarca emek verenler dururken” şablonuyla, arsızca sindiriliyor.
Yaşadığımız iklim krizleri, eriyen buzullar, karbon ayak izleri ve binlerce ekolojik işaret, yaşlı gezegenimizin artık hoyrat ve akılsız tutumlarla taşıyamayacağını, adeta gözümüzün içine sokarak, kafamıza vurarak, hissettiriyor. Bu kötü gidişe karşı duyarlı insanların çığlıkları yeni yeni karşılık bulmaya başladı.
Ancak karar verici konumda olanlar hala işi ağırdan almayı, bu yolla hesapta kendi ülkelerine avantaj sağlamayı, marifet belliyor. Oysa herkes aynı ‘kader fanus’unda. Doğaya karşı sevgi ve saygının en az olduğu ülkelerden biri de maalesef Türkiye. Doğanın milyonlarca yılda oluşturduğu ‘muhteşem denge’ ekonomik gerekçelerle kolaylıkla feda edilebiliyor. Onun sunduğu her güzelliğin, geçmişten geleceğe tüm insanlığın ortak değeri olduğu umursanmıyor.
İnsan evladı artık şunu idrak etmeli; “Ey Eşref-i Mahlûkat, sen dünyanın akıllara seza uyumunda asla bir ÖZNE değilsin. Aksine tüm bir ekosistemde haddini bilmesi gereken bir zerre ve tıpkı bir kuş, bir çam fidesi gibi, o şahane bütünlüğün bir parçasısın. Bu memlekette materyal getiri uğruna; siyanürlü altın ve kömür madenleriyle, sonsuza kadar vazgeçilen Kaz Dağları ve Akbelen’lerle, dağa, taşa, kuşa, balığa... haksızlık edemezsin. Mademki tüm canlılara örnek olarak yaratılmış Eşref-i Mahlûkat’sın, varlık zeminine duyarsızlığını sonlandırmak, aynı zamanda seni yaratmış olana karşı bir vecibendir.”
İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde de bahse konu sorun tüm boyutlarıyla yaşandı. Metro ve Tramvay çalışanları ile Toplu İş Sözleşmesi çıkmaza girmiş ve hafta başında sendika tarafından “grev” başlatılmıştı. Büyükşehir tarafından teklif edilen en düşük net ücret 22.000 TL iken, Sendika en düşüğü 33.813 TL olmak üzere 40.000 TL’lere varan net ücretler istemişti.
Grev iki gün sürdü. Haliyle şehir içi trafiğinde büyük bir sıkıntıya sebebiyet verdi. Büyükşehir, bağlı şirketleri ile beraber dev bir organizasyon. Bu neviden yapılarda ücretlerin “bütünlüklü bir denge” içinde yürütülmesi bir gereklilik. Bu yüzden sendikanın isteklerine olumlu yanıt verilmesi beklenemezdi.
Neyse ki salı günü geç saatlerde sağduyu ön plana çıktı, sendika büyük ölçüde Büyükşehir’in imkânları içinde kalmayı kabul etti ve sorun çözüldü. Tabii ki acımasız bir hayat pahalılığı var. Ancak halka hizmet için oluşturulmuş bu tür dev organizasyonlarda herkes aynı gemidedir. Esasında paylaştırılan “pasta” değil “ekmek”tir. Büyükşehir sınırlı bütçesinde her bir harcama ve yatırım kalemi tariflenmiştir. Bugünkü hayat şartlarında emekçiler için istenenler makul olsa da, dar imkânlara sahip bir kamusal yapıda planlanandan fazlası talep edildiğinde, bu durum diğer paydaşların “kursaklarından lokma eksilmesi” anlamına gelir.
Sendikada günün sonunda böyle yaklaşmış olmalı ki, uzlaşma temin edilmiş.
Bu çekişmelerin sebebi esasında taraflar değildi. Enflasyon denen olgu kamu kaynaklarını da olumsuz etkiliyor. Bu durumdan yerel yönetimlerimiz, biraz da siyasi tutumların etkisiyle, nasiplerini alıyorlar.
Umarız en kısa zamanda makro dengeler istikrara kavuşur, giderek kan kaybeden sabit gelirlilerimiz bir nebze rahatlar.
Siyasi partiler iktidar olmak için vardır. Bu sebeple seçmenlere kendilerini net bir şekilde kavratmaları gerekir. Bunu sağlayan öncelikle parti programlarıdır. Sonrasında eylem ve söylemlerin ne ölçüde halka geçirildiğidir.
CHP kendini sosyal demokrat bir parti olarak lanse ediyor. Ancak tarihsel olarak bu hiç böyle olmadı. Bu parti Türk Burjuva Ulus-Devlet ideolojisinin siyasi ayağı olarak kuruldu. Kendi içinde “kastik” bir yapıyla, rejimin bekçisi rolünü benimseyerek “kadrolu muhalif” kalmayı yeterli addetti.
Doğal olarak iktidar olamadı. Zaten iktidar olabilme gereklerinin de acemisiydi. İlk defa Mayıs 2023 seçimlerinde bu şans önlerine geldi. Mevcut iktidar yorgundu, yıpranmıştı, ekonomik sıkıntılar had safhadaydı. Ama öylesine ilkesiz ve beceriksiz ittifak ilişkilerine girildi ki, seçmene samimi gelmedikleri gibi, güven de sağlayamadılar.
Neticede seçim kaybedildi Şimdi, “çarşı” karışmış durumda. Ortada “değişim, yenilik” gibi laflar uçuşuyor. Ancak dışarıdan bakılınca, açık bir “post” kavgası izlenimi doğuyor. Tartışmayı köpürtenlerin pek çoğu köhnemiş bir yapının “parti esnafları”.
Oysa öncelikli olarak ülke siyasi haritasında CHP’nin neyi temsil ettiğinin açıklığa kavuşturulması gerekiyor. CHP, o bildik “devletçi, milliyetçi, Türkçü, Arap sevmez, Batı’dan haz etmez, laikçi” yapısına devam mı edecek, yoksa, evrensel ilkelere yaslanan bir sosyal demokrat parti mi olacak? Bu akut belirsizliği görerek bir manifesto ile duyuran sadece Tunç Soyer oldu. “Yeni Siyaset Belgesi, İzmir Duruşu” bildirgesi haziran ayında kamuoyu ile paylaşıldı. Ancak akılları başka yerde olan partililerin yeterince ilgisini çekmemiş görünüyor. CHP bu halleriyle bu ülkede iktidar seçeneği haline zor gelir.
Güncel siyasete dönersek; Kemal Kılıçdaroğlu demokratik açılımlar için başlangıçta ümit veren bir liderdi. Dersimli ve Alevi kimliği, ezilenlerin dünyasından geliyor olması, böyle bir izlenim veriyordu. Ancak Deniz Baykal’dan farklı olamadı. Şimdi artık kendisi için çok geç. Uzatmadan “bırakma takvimi”ni açıklamalıdır.
Mayıs 2024’de yerel seçimler var. Özellikle İstanbul kaybedilirse, bu durum CHP açısından “katmerli travma” etkisi yaratır. Bu seçimin İmamoğlu ile kazanılması daha mümkün diye değerlendiriliyor. İstanbul’u kazanmış bir Ekrem İmamoğlu’nun 2028 seçimlerine CHP’nin yeni Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı adayı olarak girmesi makul senaryodur. Bu süreçte Kılıçdaroğlu’nun bahse konu reformları hayata geçirme yolunda CHP’ye mesafe aldırması giderayak tarihsel katkı olur.
21. yüzyılda ülkelerin büyüme oranları sermayenin getiri oranlarının altında kalıyor. Bu durum servet sahipleri ile sıradan insanların mesafelerinin açılmasına neden oluyor. Piketty bu tespitleri yaptıktan sonra ezber bozan görüşlerini açıklıyor. Her şeyden evvel mülkiyeti kutsallaştıran anlayışlara karşı çıkıyor. Esasında insanlık tarihi göstermiştir ki her türlü kurum ve kural yapılandırılmaları güçlünün menfaatleri koruma ve kollama üzerinedir. Devletler, dini kurumlar, tüm sosyal ve hukuki yapılar, final tahlilde servet ve güç sahibinin statükosunu sürdürmeyi amaçlar.
Geldiğimiz noktada dünya nüfusu 8 milyar mertebesinde. Gelir eşitsizliği istikrarlı bir biçimde bozulmaya devam ediyor. Bırakın açlık sınırında yaşayan coğrafyaları, sözde refah toplumlarında bile alt sınıflar zenginlerin umurunda değil. Liberal felsefeyi savunanlar fikir ve düşünce özgürlüğü konusunda tavizsizdir.
Ancak konu ekonomi olunca liberal önermelere dair işin rengi değişiyor. Tabii ki girişimin özgürlüğü toplumların vazgeçilmezi. Ama hayatın her alanında, özellikle ekonomide “denetimsiz özgürlük”, açıktır ki dünyaya iyi gelmiyor.
Daron Acemoğlu “Dar Koridor” isimli eserinde refah toplumu için adil bir devletin vazgeçilmezliğine işaret eder. Aksi durumun, refah toplumunu bile sürdürülemez kılacağını belirtir. Esasında “adil devlet” belki de 21. Yüzyıl’ın en önemli hedefi hatta umududur... Demokrasi, sıradan insanların manipülasyonlarına aldanan oyları ile hakim güçlerin isteklerine uygun iktidar ve devlet yapıları ortaya çıkartıyor. Platon “filozof kralları” önerirken belki de demokrasinin bu zaafına ve “adil devlet”in önemine vurgu yapıyordu.
ÖLÇÜSÜZ MÜLKİYET
Başa dönersek; Piketty insanlığın büyük kısmının vahim hallerinin tespitini yaptıktan sonra, özgür toplum paydasında “ölçüsüz mülkiyetin” dokunulmazlığına itiraz ederek manifestosunu patlatıyor. Özellikle son 30-35 yıl içinde bilgi toplumun geldiği seviyeden ticari yarar üreterek yüz milyarlarca dolar servete konanlara projeksiyonunu yöneltiyor. Bugün; Amazon, Twitter, Google, Facebook, Whatsapp, İnstagram... gibi dijital organizasyonlar, tüm bir uygarlık birikiminin, halk eğitiminin, kamu alt yapısının, internet ve bilgisayar biliminin, tek tek tuğlaları koyarak oluşturduğu düzlemden kurnaz bir istifadeyle yaratılmış değerler değil midir? Bezos, Gates, Zuckerberg, Musk ve benzerleri toplumsal gelişmelerden faydalanarak ve fakat o topluma hiçbir pay vermeden yüz milyarlarca doların tek sahipleri olmaları sorgulanmayı gerektirmiyor mu? Piketty bu sorulara “ne münasebet” diye cevap veriyor ve 1 milyar doları aşan servetlerde yüzde 90’lara ulaşan vergiler öneriyor. Bill Gates’in servetini kendi adına kurduğu vakfa bağışlaması gibi, bahse konu potansiyeli kişi insaf ve inisiyatifine bırakan uygulamalar asla hafifletici neden sayılmazlar. Kişisel servetlerin büyük ölçekli insani projelere yönelmesi, görgüsüz mega yatlarla keyif sürüldüğü anda etkisini yitiriyor.
Dünya demografik trendleri açık. Batı ülkelerinin en fazla 100 yıl içerisinde bu soruna uygarlık birikiminin gerektirdiği doğru ve kabul edilebilir çözümleri önerme imkanı bile ortadan kalkacak. “Bana ne çoğalmasınlar” yaklaşımı sorunu ötelemekten ve başını kuma gömmekten başka bir yaramıyor.
Çözüm geliştirmek beklenir ki bu noktada solculardan gelsin. “Doğmamış çocukların hakkı” diyerek kürtajı savunan muhafazakâr anlayışlar, konu göçmenler olunca onların insan varlığını kolaylıkla reddediyorlar. Yakın zamanlarda Ege’de, Akdeniz’de, Teksas’ta bunun örnekleri yaşanıyor. Bugün dünya genelinde hak arayışlarını sadece göçmenler ve ezilenler yapabiliyorlar. Türkiye’de bu tavırları sol vicdanlar sahiplenebilirdi, ama heyhat! Acaba bir özeleştiri yapıyorlar mı?
Bu arada bir hususa dikkat etmek gerekiyor. Göçmenlerin çığlıkları aşırı sağın desteğiyle sanki köpürtülüyor.
Kendilerini iktidara taşıyacak provakatif duruşları son derece açık. Bu oyunu Türkiye ve özellikle Fransa’nın iyi düşünmesi gerekiyor. İskandinav ülkeleri zaten aşırı sağ teslim oldular. Bu olgu “ama ancak” aşamasını çoktan geçti. Göç baskısında olan ülkeler için insan odaklı net yaklaşımların zamanı, savsaklanmaya tahammül gösterilemeyecek şekilde gelmiştir. Gelişmiş ülkelerin, özellikle de bazı şirketlerin sermaye birikimleri göçmenlerin taleplerini kendi memleketlerinde çözmeye muktedirdir. Batı, artık sürdürülemez hale gelmiş “servet dokunulmazlığını” bir kenara bırakıp, imkanlarının bir kısmını, “lütfederek” bu insanlar için seferber etmelidir.
Döviz kurları yönünü yukarıya doğru çevirdi.
Kamu kuruluşları büyük ölçüde bir kontrol ve baskı uygulamıyorlar
Mehmet Şimşek ve ekibi, anladığımız kadarıyla bir “ehem- mühim” analizi yaptılar.
Ülkenin “enflasyon, bütçe, büyüme”.. sorunları ortadayken, tüm bunların üstünde bir öncelik belirlediler.
O da; akut boyutlara sürüklenen ”döviz” ihtiyacı.
TCMB gösterge faizi bu esasa uygun olarak, beklentilerin oldukça altında açıklandı.
Siyaset, başkasının koltuğunun altına sığınmayı kaldırmıyor. MHP yüzde 10’lara ayrı liste çıkartma basiretiyle ulaştı. Millet İttifakı’nın küçük partileri ise CHP listesi altında adeta yok oldu. Yine siyaset, son anda telaşla rakiplerin argümanlarına sarılmaya veya ölçüsüz vaatlere karşılık vermiyor. Ümit Özdağ’ın aşırı uçlarda gezinen söylemlerine dahil olmanın halkta beklendiği ölçüde bir karşılığını bulmak zordu. Siyaset, ‘seçmen gözünde “deve misin, kuş musun” zikzaklarını aklı karıştığı için cezalandırıyor. Makul seçmen; sosyal demokrat mısın, özgürlükçü müsün, insan odaklı mısın? O halde göçmen düşmanı mısın, LGBT’yi neden savunmuyorsun... gibi çelişkilere ikna edici yanıt arıyor.
Siyaset öykünmeci tavırları anlıyor, samimi bulmuyor, yakıştıramıyor. Elini masaya vurmak mutedil kişiliklere oturmuyor. “Bay Kemal” imajı ile bu nevi söylemler, Kılıçdaroğlu’na yakışmıyor.
Siyaset başarısızlık halinde koltuğa tutunanları anlayamıyor. Kaybedenin “bırakma takvimini” açıklamasını bekliyor. Siyaset, kazanmak için “gerekirse demokratik değerlere mesafeli kalınır” diyerek kimliğini inkar edenleri affetmiyor. “Sarı öküz” zaten HDP’nin dokunulmazlıklarına “evet” denmesiyle kaybedilmişti. Siyaset, halkın aklına inanmayı gerektiriyor. Din üzerinden ya da etnisik söylemlerle halk kandırılır diye hesap yapmamayı icabettiriyor. Siyaset, insanların günün sonunda zihin karışıklıklarının biteceği inancına göre omurgalı politik tutum istiyor. Güncelin dayattığı yanlışlara esir düşmemeyi, evrensel doğruları her koşulda savunmayı gerektiriyor. Siyaset, sosyolojik ve ekonomik kaygılarla bulanmış zihinlere popülist söylemler yerine doğrulardan taviz vermemeyi, bu uğurda gerekirse kaybetmenin insani onurunu özlüyor. Galileo Galilei gibi ‘dünya yine dönüyor’ demenin kararlılığını, duruşunu, gururunu özlüyor. Her seçimde demokratik değerleri savunmayı ertelemenin ülke geleceğini karartma anlamına geldiğinin bilincine varmalarını haykırıyor.
Özetle, bu ülke yeni bir muhalefet anlayışını özlüyor. Öncelikli olarak kapsamlı bir özeleştiriye ihtiyaç duyuyor. Toplumun tüm münevver dinamiklerinin birikimlerini ortaya koymalarını bekliyor. Siyasete gençlerin ilgi duymasının teminini şart olarak koşuyor. Neticede CHP’nin sosyal demokrat ilkelere göre yeniden yapılandırılması tek çıkış olarak duruyor.