18 Mayıs 2008
Erkek, karısına aşık. Kadın, başka bir kadına aşık. Erkek kıskanıyor, karısını öldürmeye kalkıyor. "Ne olmuş yani?" demeyin. Evli olanlar birer FBI ajanı, sevgili ise ünlü Amerikalı polisiye yazarı Patricia Cornwell. Dr. William M. Bass’ın merakı, yüzlerce cesedi farklı sıcaklık ve koşullarda tutmak, meydana gelen değişiklikleri gözlemek. 5-6 yıl önce, kendisiyle romanların, filmlerin adli bilimlere katkısını tartışıyorduk. "Ceset çiftliğini 1972’de kurdum. Tam 22 yıl boyunca birkaç adli tıp uzmanı ve FBI ajanı dışında kimsenin haberi olmadı. Patricia Cornwell, 1994’te Body Farm (Ceset Çiftliği) adlı romanını yayınladığında, dünya çapında ün kazandım" diye anlatıyordu.
Türkiye’de de sevilen Amerikalı polisiye yazarı Patricia Cornwell, sadece Dr. Bass’ı ve Tennessee Üniversitesi’nde kurduğu ceset çiftliğini dünyaya tanıtmakla kalmadı, FBI’ın kriminal profilleme uzmanları Ed Sulzbach ve John Douglas gibi dedektifler, John Joubert gibi seri katiller onun romanlarında, farklı kimliklerle de olsa ölümsüzleşti. Cornwell’in piyasadaki polisiyelerinden 15’inin kahramanı Dr. Kay Scarpetta da, birkaç ay önce emekliye ayrılan ve yazarı, "O olmasaydı, ben olamazdım" dedirtecek kadar etkilemiş, Virginia adli tabibi Dr. Marcella Fierro’dur.
KAY SCARPETTA’YI YARATAN EDİTÖR
Patricia Cornwell, önce 1984’te ilk işi adliye muhabirliğini morgda çalışmak üzere terk eder. Altı yıl boyunca, bir yandan otopsi raporlarını daktilolar, diğer yandan cinayet masası polisleriyle birlikte olay yeri incelemelerine katılır. Amacı, başladığı romanın kahramanı, dedektif Joe Constable’ı daha gerçekçi kılabilmektir.
İlk üç romanını bir türlü yayıncılara beğendiremeyen genç kadının şansı, Mysterious Press yayınevinin editörlerinden Sara Ann Fried’in mektubuyla döner. "Dedektif Joe Constable ile oyalanma. Yan roldeki adli tabip kadına odaklan."
Cornwell tavsiyeye uyar. Postmortem’de (Otopsi), dört kadına tecavüz edip öldüren, delillerin nasıl araştırıldığını bildiğinden bir türlü yakalanamayan katili, Dr. Kay Scarpetta’ya buldurur. Scarpetta, Cornwell’in yirmi kadar dile çevrilen 14 romanında daha boy gösterir, yaratıcısını dünyanın en ünlü ve zengin kadın yazarları arasına yerleştirir, hatta suçların aydınlatılmasında delillere öncelik veren CSI: Miami gibi televizyon dizilerine de yol açar.
Postmortem’in gün ışığına kolay çıktığı sanılmasın. Yedi yayınevi tarafından reddedildikten sonra, nihayet 1990’da basılır. Aynı yıl, dört önemli ödül alarak bir rekor kırar ve Patricia, kendisinden 17 yaş büyük, lisedeki İngilizce öğretmeni kocasından o yıl boşanır. Altı yıl sonra, aynı ay içinde, altı romanı birden, USA Today gazetesinin "En çok okunan 25 polisiye" listesindedir.
Yazarın bu başarısı, sadece edebi yeteneği ve zekasıyla açıklanamaz. Patricia, en ileri teknikleri görmek için kriminal laboratuvarlarda gecelemiş; romanlarındaki katillere akılları durduran vahşette suçlar işletebilmek için FBI’ın davranış bilimleri kurslarına katılmış ve öğrendiklerini ders kitabı titizliğinde romanlarına taşımıştır. Kanımca, Cornwell romanlarını diğer polisiyelerden ayıran ve onu 150 milyon dolara varan servete kavuşturan da budur.
Adli bilimlere merakı, zaman zaman başını derde de sokmuştur. Eşcinsel olduğunu açığa çıkaran bir dava ya da "Karındeşen Jack, İngiliz ressam Walter Sickert’tir" iddiası gibi. Önce, davadan başlayalım.
ÜÇGENİN İKİ KÖŞESİNDE FBI AJANI KARI KOCA
23 Haziran 1996 gecesi, başına kar maskesi geçirmiş adam, rahip Edwin Clever’in göğsüne silahını dayadı, "Yaşamak istiyor musun?" "Herkes yaşamak ister" diye yanıtladı rahip gülerek. Silah satışlarının serbest bırakılması konusunda tartıştığı bir arkadaşının şaka yaptığını zannetmişti.
"Marguerite Bennett’i tanır mısın? Onun iğrenç bir lezbiyen olduğunu bilir misin?" İşte o an rahip, kendisini kandırarak kiliseye girenin, Margo’nun kocası olduğunu anladı. "Ölmek istemiyorsan onu ara ve buraya çağır."
"Sakın kapıyı açmayın, merak edecek bir şey yok, az sonra döneceğim." Küçük kızlarının onu merak etmesini beklemiyordu zaten. Bu cümleyi kim bilir kaç kez duymuşlardı. Çelik yeleğini giydi, biber gazı spreyini dış cebine, silahını beline yerleştirdi, dışarı çıktı. Margo, tıpkı boşanmaya çalıştığı Eugene Bennett gibi, eski bir FBI ajanıydı.
Kilisede uçuşan mermilerin hedefi, kafasında torba, kucağında bir poşet, poşette patlayıcılarla sandalyeye bağlanmış yaşlı rahip Edwin değildi elbette. Poşettekiler, patlayıcı süsü verilmiş Play-Doh oyun hamuruydu ama, kıskanç ve kızgın koca, karısını öldürmeyi kafasına koymuştu. Bir çalışma masasını kendisine siper eden genç kadın, bir yandan rahibi sakinleştiriyor, bir yandan silahla karşılık veriyor, bir yandan polisi aramaya çalışıyordu.
ÜÇÜNCÜ KÖŞEDE CORNWELL
Eugene Bennett ertesi gün tutuklandı. "Ateş eden ben değildim" dedi polislere, "İçimdeki diğer ben, yani Ed. O kadın, Margo’yu pahalı hediyelerle baştan çıkarttı. Ed, kızlarını lezbiyenlerin büyütmesine izin veremezdi."
Eugene Bennett’in karısını baştan çıkartmakla suçladığı "o kadın", herhangi bir kadın olsaydı eğer, üçlü ilişkinin pek ilgi çekeceği söylenemez. Hatta, sekiz kadın, dört erkekten oluşan jürinin suçlu bulduğu kıskanç ve gözü dönmüş kocayı, yargıç Richard Potter’in 23 yıla mahkûm etmesinin bile haber değeri olmazdı. Ancak "o kadın", sıradan biri değildi. Tanıklığı sırasında, Margo’yla kısa süreli de olsa bir ilişkileri olduğunu kabul eden ünlü polisiye yazarı Patricia Cornwell’di.
Aradan geçen on yılda Patricia Cornwell, kendisiyle yapılan hemen her söyleşide gündeme gelen bu tatsız olayla ilgili olarak bilgi vermekten kaçındı. "Ne kadar aptal ve fütursuzmuşum. Evli ve üstelik iki çocuklu bir kadınla. İnanın, her açıdan çok kısa bir maceraydı" diyerek geçiştirdi.
SEVGİLİNİN İNTİKAMI
Halbuki Margo, onun yüzünden boşanmış, kızlarını tek başına büyütmüş ve her ikisinin uyuşturucu bağımlısı olmasını engelleyememişti. İlişkinin bu denli hafife alınmasına içerlemiş olsa gerek, gazeteci Caitlin Rother’in başvurusunu kabul etti. Evliliğini, kocasının eşcinsellere nefretini, kişilik ve cinsellikle ilgili sorunlarını, ayrıca, bilgi ve görgüsünü artırmak üzere FBI’ın Quantico’daki eğitim tesislerine gelen Patricia Cornwell ile tanışmasını, onunla yaşadığı yakın ilişkinin her gününü, hatta her saatini en ince ayrıntısına kadar anlattı. Elinde ne kadar fotoğraf, mektup, mahkeme tutanağı varsa verdi.
Gazeteci öğrendiklerini, FBI’da 27 yıl boyunca öğretim üyeliği yapmış, hem FBI ajanı karı kocayı, hem de ünlü yazarı iyi tanıyan John Hess’le birlikte kitaplaştırdı.
"Twisted Triangle" (Çarpık Üçgen, Ünlü bir Polisiye Yazarı, Lesbiyen bir Aşk Hikayesi ve FBI’lı Kocanın Vahşi İntikamı) adlı kitap, 18 Nisan 2008’de piyasaya çıktı. Patricia "Boşverin, ünümden yararlanıp para kazanmak istiyorlar" şeklinde küçümsese de, okuduklarım, pek yenilir yutulur şeyler değil. Üstelik yazılanlar sadece onun değil, Book of the Death adlı romanını ithaf ettiği ve 2005’te Massachusetts eyaletinde evlendiğini yeni öğrendiğimiz Harvard Üniversitesi’nden psikolog bayan Dr. Staci Gruber’in de canını bir hayli sıkacağa benzer.
Patricia Cornwell’dan üniversiteye 1 milyon dolarlık bağış
Patricia Cornwell, adli bilimlerin gelişmesi amacıyla akademik birimlere çok ciddi finans kaynakları aktarır, burslar verir. Bazı kişiler onun bu yardımseverliğinin arkasında, kitap satışını artırma gayretinin bulunduğunu söyler. Bazıları, kendisine konu bulan ve danışmanlık yapanlara "örtülü rüşvet" biçiminde yorumlar. Gerekçesi ne olursa olsun, bir polisiye yazarının kitap gelirlerinin bir bölümünü suçla mücadeleye yatırması örnek bir davranış.
Patricia, 2008 Şubat’ında, evvelce fahri doktora ünvanı aldığı New York’taki John Jay Ceza Adaleti Fakültesi’ne, olay yeri inceleme akademisi kurulması için 1 milyon dolarlık bağışta bulundu. Bağışın nedenini, "Cinayet mahallinde kana basan, parmak izlerini bırakan, kanlı giysileri kağıt yerine plastik poşete koyan polisler gördüm. Bunların olmaması için iyi bir eğitim gerek" diye açıklayınca, ortalık ayağa kalktı. Cornwell, tam sayfa gazete ilanlarıyla durumu düzeltmeye çalıştı.
Bundan yedi yıl önce, polisiye yazarı Leslie R. Sachs, Patricia’yı fikir hırsızlığı, Yahudi düşmanlığı, Nazi taraftarlığıyla suçlamaya başlamış, savcılara, polislere rüşvet verdiğini ileri sürmüştü. Tehditlerden ürken Cornwell, ev değiştirmek, silahlı korumalarla dolaşmak zorunda kalmış ve yayın yoluyla hakaret davası açmıştı. Leslie, 2004’te "Bu kadın beni öldürtecek" deyip Avrupa’ya kaçtı. Aralarındaki gerilim hálá sürüyor, zaman zaman gazetelere haber oluyor ve bana kalırsa her ikisinin kitap satışına katkısı oluyor.
Büyük bir olasılıkla, Patricia’nın polisleri beceriksizlikle suçladığı son sözleri de, 8 Mayıs’ta raflarda yerini alan yeni romanı, "The Front"a ilgiyi artıracaktır.
Bir katilin anatomisi: Karındeşen Jack
Bundan 130 yıl kadar önce İngiltere, İskoçya, Kanada ve ABD arasında mekik dokuyan Dr. Thomas Neill Cream’in, yol boyunca çok sayıda kadını ve en azından bir erkeği zehirlediği söylenir. Londra’nın bir kenar mahallesinde seks işçisi olarak çalışan Matilda Clover’i öldürdüğü kanıtlandığında, darağacını boylamıştır. Boynuna ilmik geçirildiğinde, ağzından "I am Jack..." sözcüklerinin çıktığı, ancak gerisini getiremediğini kayıtlıdır. Dr. Cream, Karındeşen Jack olduğunu mu itiraf edecekti, yoksa asılma sırasında sıklıkla gözlenen ani cinsel boşalmayı kastederek "I am e-jac-ulating" mi demeye çalışıyordu bilinmez.
Karındeşen’in kim olduğu, ilk cinayetin işlendiği 1888’den bu yana hep gündemde kalmış, 25 olası katil adayından kah biri, kah diğeri öne çıkmıştır. Biri, İngiliz ressam Walter Sickert’tir.
2001 başında "Artık yeter, bu bilmeceyi çözeceğim" diye ortaya çıkan Patricia Cornwell, DNA, belge inceleme, adli fotografi uzmanları ve psikoloğun yer aldığı bir ekip oluşturmuş, bağışlarıyla ihya ettiği Virginia Adli Bilimler ve Tıp Enstitüsü’nün desteği ve İngiliz hükümetinin izniyle, Karındeşen Jack’ın yazmış olabileceği 600’den fazla mektubu, ayrıca Walter Sickert’in el yazılarını inceletmiş, bu arada ressamın 30 kadar tablosunu da satın almıştır.
5 milyon YTL yatırdığı söylenen bu gayretlerini, 2002’de yayınladığı Portrait of a Killer: Jack the Ripper-Case Closed (Bir Katilin Anatomisi: Karındeşen Jack) ile paylaşan Patricia Cornwell’e göre, Karındeşen Jack, şüpheye yer bırakmayacak biçimde ressam Walter Sickert’tir.
CEHENNEMDEN GELEN MEKTUP
Amerikalı yazarın "Karındeşen Jack, ressam Walter Sickert’tir" iddiasının başlıca dayanağı, DNA uzmanı Mitchel Holland’ın, Karındeşen’in elinden çıktığı sanılan bir mektuptaki mitokondriyal DNA parçası ile ressam Sickert’in bir mektubundaki mtDNA parçası arasında bulduğu uyumdu.
Halbuki, cinayetler sırasında polise, gazetelere ve bazı kişilere gönderilen "Karındeşen Jack" imzalı yüzlerce mektup arasında, katilin yazdığına kesin gözüyle bakılan tek mektup, bir böbrek parçası eşliğinde polise postalanan ve gönderici hanesine "Cehennemden" diye kayıt düşülendir ki, onun da aslı kayıp olduğundan DNA analizlerinin yapılması mümkün değildir. Geri kalan mektuplardan hangisinin gerçek katil, hangisinin şakacıların elinden çıktığı bilinmiyor.
Cornwell’in incelettiği ve mtDNA’sı uyumlu bulunan "Karındeşen mektubu", Dr. Thomas Horrocks Openshaw’a gönderilmiş olandır. Mektubun 1888’de postalandığı kesindir ama, katilin yazdığına dair kanıt yoktur. Dolayısıyla, mtDNA uyumundan yola çıkarak, ressamın Karındeşen olduğu söylenemez. En azından günümüzde, mtDNA’nın bir bölgesi uyuyor diye, kimse mahkum edilemez. Nedenine gelince: Bildiğiniz gibi mtDNA, ana tarafından kuşaktan kuşağa değişmeden aktarılan bir genetik bilgidir ve nüfusun yüzde 1-10 kadarında ortaktır. 1888’de Londra nüfusu 4 milyon dolayında olduğuna göre, en az 40 bin kişinin aynı mtDNA özelliğini taşıması gerekir. Bu durumda mtDNA uyumu bir rastlantı olabilir. Tabii hoş bir olasılık daha var. Dr. Openshaw’a gönderilen "Karındeşen Jack" imzalı mektubu, ressam Sickert’in yazmış olması!
Yazının Devamını Oku 11 Mayıs 2008
Henüz küçücüktü. Üşümesin diye sımsıkı giydirilmişti. Bulduklarında çoktan donmuştu. Tıpkı 1517 kurbanın çoğu gibi. Beyaz bir tabuta koyup gömdüler. Mezar taşına "Meçhul Çocuk" diye yazdılar. Aradan yüz yıla yakın bir süre geçti. Bebekten geriye üç süt dişi, bir kemik parçası ve ayakkabılarından başka bir şey kalmadı. Bu yazı, onun öyküsü.
Çoğu çocuk 200 bin kadar İrlandalı işçinin, ağır koşullarda çalışarak tamamladığı dünyanın en büyük, en gelişmiş, en hızlı yolcu gemisi RMS Titanic, İngiltere’nin Southampton limanından 10 Nisan 1912 günü demir almıştı. Fransa ve İrlanda’ya uğradıktan sonra 2240 yolcu ve mürettebatıyla birlikte Kuzey Denizi’nde New York’a doğru yol alıyordu.
Yolculuğun dördüncü günü bitmek üzereydi. Gökyüzü açık, yıldızlı, hava sıcaklığı sıfır derece, deniz durgundu. Saat tam 23.39’da, gözcü Frederick Fleet ve Reginald Lee, geminin hemen önünde büyük bir buzdağı gördü. Fleet, geminin çanını üç kez çaldı, köprüyü aradı. "Buzdağı, hemen önümüzde!" 36 saniye sonra korkulan oldu ve Titanic 2 saat 40 dakikada tamamen battı. İçindeki her üç kişiden ikisinin umut ve hayallerini de beraberinde götürerek.
14 Nisan 2008 günü facianın 96. yıldönümüydü. Kurtulan şanslılardan halen hayatta olan son kişi, geminin 9 haftalık en küçük yolcusu, Bayan Millvina Dean, sesi kısıldığından anma törenlerine katılamadı. Aynı gemide, başka küçükler de vardı ve birinin kaderi farklı yazılmıştı.
CESET DENİZİNDEKİ MEÇHUL ÇOCUK
Mackay-Bennett kablo gemisinin denizcileri onu gördügünde, sarı saçlı başı gökyüzüne dönüktü, çoğu erkek 300’e varan cesedin arasında, suyun üzerinde yüzüyordu ve soğuktan donmuştu. Yakası ve kol ağızları kürklü gri paltosu, pembe yün kazağı, uzun pazen gömleği, fanilası, kahverengi çorapları ve kahverengi deri ayakkabıları vardı.
Gemiciler, cesetlerin bir bölümünü toplayarak ülkelerine döndüler. Doktorlar, gri paltolu bebeğe "4 numaralı ceset, iki yaşında, sarı saçlı erkek çocuk, muhtemelen üçüncü sınıf yolcusu" diye kayıt düştü. Onu önce, iki yaşındaki İsveçli Gösta Palsson sandılar, sonra iki yaşındaki İrlandalı Eugene Rice. Baktılar, işin içinden çıkılamıyor, gri granit mezar taşına "Meçhul Çocuk" yazdılar ve üçte birinin kim olduğu anlaşılamayan 121 Titanic kurbanıyla birlikte, bir Kanada mezarlığına (Fairview Mezarlığı, Halifax, Nova Scotia) gömdüler.
ÜÇ SÜT DİŞİ VE BİR KEMİK
Kazadan 90 yıl sonra Kanadalı Joan Allison, Geomarine Ltd. Şirketi’nin başkanı, amatör Titanic tarihçisi Alan Ruffman’a başvurdu. "Anneannem, Mackay-Bennett gemisi tarafından sudan toplanan ve Fairview Mezarlığı’na gömülen kimliği meçhuller arasında olabilir," dedi.
Alan Ruffman, Dr. Ryan Parr’ı buldu. Ontario’daki Lakehead Üniversitesi’nin paleo-DNA laboratuvarında çalışan Parr’ın, biyolojik antropoloji doktorası, Mısır mumyaları, Kızılderili kalıntılarıyla ilgili yayınları vardı. Gerekli izinleri alan Ruffman ve Parr, 17-18 Mayıs 2001 tarihlerinde, 240 ve 281 sayılı mezarların yanı sıra, yıllardır kuşku içinde yaşayan İsveçli Palsson Ailesi’nin talebi üzerine, "Meçhul Çocuk" mezarını da açtılar.
Toprağın yapısı ve yeraltı sularının asitliği nedeniyle, 240 ve 281 sayılı mezardaki kalıntıların tamamı çürümüş ve erimişti. Çocuğun mezarında ise, 6 santim uzunluğunda bir kemik ve üç adet diş bulabildiler.
"Kemik çok eski, çekirdek DNA’sı parçalanmıştır, mitokondriyal DNA çalışmalı" dedi Dr. Parr. "Eğer çocuk Gösta Palsson ise, mtDNA’sı ana tarafından akrabalarını tutmalı." 2002 baharı geldiğinde, çocuğun Gösta olmadığından kesinlikle emindi. mtDNA’nın incelediği HVS1 bölgesi, çocuğun İsveç’teki ana tarafından akrabalarını tutmuyordu.
BEBEK KAÇ AYLIK
"Yoksa çocuk iki yaşında değil mi?" diye düşündü Ruffman ve dişlerin gerçek yaşının peşine düştü. Antropolog Dr. El Molto ve Dr. Christy Turner’e göre, bunlar iki yaşından daha küçük bir bebeğin süt dişleriydi. Bunun üzerine, Titanic faciasında hayatını kaybeden iki yaşından küçük erkek çocuklara odaklandı. İkisinin akrabalarını bulabildi, kanlarını aldı. Parr, mtDNA’ların HVS1 bölgelerini inceledi. Hiçbiri kemiği tutmadı.
"Bana tahmin değil, kesin bir yaş gerek" dedi Ruffman ve bu kez işi gerçek uzmanlarına, Toronto Üniversitesi Pediyatrik Diş Hekimliği Bölümü’ne havale etti. Prof. Dr. Keith Titley başkanlığında bir ekip, dişlerin 9 aylıktan büyük, 15 aylıktan küçük bir çocuğa ait olduğunda birleşti ve elektron mikroskobu incelemesinde, birinde DNA analizine imkan verecek dentin dokusu bulunduğunu gördüler. Ruffman, o dişi, ABD’de Utah’daki Brigham Young Üniversitesi’nin "ancient" (eski zaman) DNA laboratuvarına götürdü ve Dr. Scott Woodward’a teslim etti.
TITANICIN TUNTEMATON LAPSI
Amerikalılar, dişin dentin kısmından mtDNA saflaştıradursun, Dr. Parr, 6 santimlik kemikten yeniden mtDNA eldesine koyuldu. Amerikan PBS Televizyonu sayesinde, gemide hayatını kaybeden iki yaşından küçük kaç çocuk varsa anne tarafı akrabalarına ulaştı, kanlarını aldı. Sonunda, uyan birini buldu. Daha doğrusu, bir değil, iki kadın buldu. Biri, 19 aylık İngiliz Sidney Leslie Goodwin’in, diğeri 13 aylık Finli Eino Viljam Panula’nın ana tarafından akrabasıydı. "Ne büyük aksilik" diye yakındı Dr. Parr. "Meğerse, iki ailenin son 2000 yılda, ana tarafından ortak bir kadın akrabaları varmış." Bebeğin İngiliz mi, yoksa Finli mi olduğunu ayırt edemiyordu. Ancak, eldeki dişlere göre "Meçhul Çocuk" 15 aylıktan küçüktü. Pek içine sinmese de, "Mezardaki bebek, 13 aylık Finli Eino Viljam Panula’dır," deyiverdi.
2002 Kasım’ında gazeteler, "Titanic’teki Bebeğin Artık Adı Var" diye yazdı. Diş hekimleri mutluydu. DNA’nın çözemediği bir meseleyi aydınlatmışlardı. Amerikan PBS Televizyonu mutluydu. Bebeğin teyzesinin kızı ve oğlunu, ayrıca teyzenin kızının kızını Finlandiya’da bulmuş, Kanada’ya getirmiş, 100 yıllık bilmecenin çözülmesini sağlamıştı.
Finli Ulla Appelsin çok mutluydu. Buzlu sularda boğulan anne, beş oğlu, onları ABD’de boşuna bekleyen baba ve yüz yıllık isimsiz mezarın öyküsünü anlatacağı "Titanicin Tuntematon Lapsi" (Titanic’in Meçhul Çocuğu) adlı romanını yazmaya koyuldu.
Küçük Eino Panula bir anda, dünya denizlerinde boğulan tüm çocukların; ailesi Panula’lar, açlık yüzünden 1870 ile 1929 arasında ABD’ye göç eden 350 bin Finlinin simgesi haline geldi. 2005’te gün yüzüne çıkan bir çift küçük ayakkabıyla her şey altüst oldu.
KUSURA BAKMA FİNLANDİYA
Halifax polis teşkilatından komiser muavini Clarence Northover, Fairview Mezarlığı’na getirilen cesetlerin defin işlemlerinden, ayrıca üzerlerindeki giysi, saat, cüzdan v.b. gibi malzemenin ailelere tesliminden, almaya gelen olmazsa, imhasından sorumluydu.
4 numaralı küçük sarışın "Meçhul Çocuk" cesedinin kimsesi yoktu. Komiser, üzerinden çıkanların hepsini yaktı. Küçük deri ayakkabılara kıyamadı, götürüp çalışma masasının çekmecesine koydu, 1919’da emekli olduğunda eve götürdü. 2002’de, torunu Earle Northover, onları Halifax’taki Atlantik Deniz Müzesi’ne bağışladı.
29 Haziran 2005 günü ayakkabılar, aynı kazada ölen milyoner Charles Hays’in eldivenlerinin yanında sergilenmeye başladı. İlk ziyaretçilerinden biri, Dr. Ryan Parr’dı. Onları Toronto’daki Bata Ayakkabı Müzesi uzmanlarına inceletti ve 1900-1925 yılları arasında İngiltere’de imal edilmiş olduklarını öğrendi. Daha da önemlisi, 13 aylık bir çocuk için fazla büyüklerdi.
Dr. Parr, elindeki örneklerin mtDNA’sını daha gelişmiş yöntemlerle araştırmaya başladı ve öncekine ek olarak, HVS2 bölgesini de karşılaştırdı. 2007 Ağustos’unda bir basın toplantısı düzenledi. "Kusura bakmayın" dedi. "Bir hata yapmışız. "Meçhul Çocuk", Finli Eino Panula değil, 19 aylık İngiliz Sidney Leslie Goodwin." Mutluluk sırası, DNA’nın gücüne inananlara gelmişti.
Batmaz sanılan Titanic neden battı?
Kaptan Edward Smith, buz dağını görüldüğünde hızını artırıp geriye gitmek yerine, etrafından dolanmayı tercih etse, kendisini de öldüren faciayı engelleyebilir miydi?
İkinci subay Blair, yolculuktan hemen önce işten çıkartılmasa, gemiden ayrılırken dürbünün bulunduğu dolabın anahtarını cebine koyup gitmese, dolayısıyla gözcü Fleet, çevreyi çıplak gözle kolaçan etmek zorunda kalmasa, buzdağını 500 değil, 1000 yarda (900 metre) mesafeden fark edebilir miydi? Fark etse bir şey değişir miydi?
Telgrafçı Phillips, Lady Astor gibi birinci sınıf yolcuların telgraflarını çekerek oyalanmasa, önlerinde buz dağı olduğunu haber veren uyarıları kaptan köşküne ilettiğinde ciddiye alınsa, facia önlenir miydi?
Yolcu gemilerindeki filika sayısı, o tarihteki gemicilik kurallarının öngördüğü şekilde grostona göre değil, Titanic’in batışından sonra değiştirilen biçimde, yani yolcu kapasitesine göre hesaplansa, daha çok kişi kurtulur muydu?
Geminin yapımında kullanılan çelik mi çok sertti, yoksa Thomas Andrews’ın planı mı hatalıydı? Ya da kimyacı Jennifer Hooper McCarty’nin, Dr. Tim Foecke danışmanlığında yürüttüğü doktora tezinde ileri sürdüğü ve geçen ay yayınlanan "What Really Sank the Titanic: New Forensic Discoveries" (Titanic’i Gerçekte Ne Batırdı: Adli Bilimlerle İlgili Yeni Deliller) adlı ortak kitaplarında okuduğum gibi, perçin çivilerinin yapısındaki yüksek fırın cürufu normalin 4 katı olduğu için mi Titanic buz dağına çarptığında sadece üç saat dayanabildi?
Özetlersek, "Titanic neden battı?" sorusu, aradan geçen yüz yıla ve onlarca resmi soruşturmaya rağmen hálá yanıtlanabilmiş değil.
Buz altında mucizeler
Soğuk sularda seyreden gemiciler, istenmeyen durumlardaki en büyük tehlikenin boğulmak değil, hipotermi (vücut sıcaklığının 35 derecenin altına düşmesi) olduğunu iyi bilir. 5 derecelik suda bir saatten, buzlu suda 45 dakikadan fazla kalanın yaşama şansı yok gibidir. Elbette suya düşenin boyu, kilosu, yağ oranı, genel sağlık durumu, giysileri ve yaşı önemlidir ama, çokça yenen yemek, bolca içilen alkol, çırpıntılı su ve atılan kulaçlar ölümü hızlandırır.
Buz tutmuş göl ya da nehirlerden kalbi durmuş, soluk almaz biçimde çıkartılan "ölü" çocukların yaşama döndürülebilmesi, gazetelere yansıdığı şekilde "mucize" değil, vücutlarındaki metabolik reaksiyonların, oksijene ihtiyaç duymayacak ölçüde yavaşlamasından ve doktorların yapılacakları bilmesindendir.
Rüzgárın gücüne direnemeyip buz tutmuş göle düşen henüz iki buçuk yaşındaki Michelle Funk, hastaneye getirildiğinde vücut sıcaklığı 19 dereceydi, rengi masmaviydi ve kalbi durmuştu. Bugüne değin hiç kimse, küçük kızın 22 yıl önceki rekorunu kırabilmiş değil. Su altında kaldığı süre tam 66 dakikaydı. Çocuk hastalıkları uzmanı Dr. R.G. Bolte ve arkadaşlarının, 1988’de Amerikan Tıp Birliği dergisinde yayınlanan tedavi yöntemleri (kanın vücut dışında ısıtılması) güncelliğini hálá koruyor.
Size bol yıldızlı bir gece dilerim
Uluslararası Titanic Derneği’nin yıllık toplantısı, 16-18 Mayıs 2008 tarihlerinde New York’taki Crowne Plaza Meadowlands Oteli’nde yapılacak. Kristal salondaki gala yemeğinin konuşmacısı Alan Ruffman, "Meçhul Çocuk"un bir isme kavuşmasının serüvenini anlatacak.
Biraz sabrınız varsa, 8 Nisan 2012’ye dek bekleyin ve şeref başkanlığını, hayattaki son kazazede Bayan Millvila Dean’in yaptığı İngiliz Titanic Derneği’nin Southampton limanından kalkacak yolcu gemisine binin. Gemi, 14 Nisan’ı 15’ine bağlayan gece, Titanic’in 100 yıl önce battığı noktada olacak. Umarım, bu yıl sesi kısıldığından 96. anma törenlerine katılamayan Bayan Millvila düzelir, orkestranın çaldığı son parça olduğu sanılan "Sonbahar" adlı şarkıyı dinlerken şampanyanızı içersiniz. Ve umarım geceniz bol yıldızlı, ama buzsuz olur.
Yazının Devamını Oku 4 Mayıs 2008
Kimileri kendini akıllı sanır. Birini öldürmektense, para karşılığı öldürtmeye kalkar. Kimi zaman sadece planlar, kimi zaman hedefine ulaşır. Dünyanın bu en aşağılık suç ortaklığını delillendirmek kimi zaman çok kolaydır, kimi zaman emek ister. İşte size birkaç örnek. Hindistan’ın harika çocuğu Budhia Singh’i belki hatırlarsınız. 2006 yılında henüz 4 yaşındayken 65 kilometreyi 7 saat 2 dakikada koşarak rekor kırmıştı. "Maraton Çocuk"u keşfeden, Biranchi Das adlı bir judo antrenörüydü. Biranchi, 13 Nisan 2008 günü iki kişinin silahlı saldırısına uğradı ve öldü. Polis önce, 30’dan fazla haraç, cinayet, adam kaçırma olayından sorumlu tutulan gangster Raja Acharya’nın cinayette parmağı olduğundan kuşkulandı.
Chhagla adlı bir adam, 22 Nisan’da ETV Televizyonu’na çıkıp Biranchi cinayetiyle ilgili açıklamalarda bulununca soruşturmanın yönü değişti. İkisi kadın beş kişinin kendisini bulduğunu anlattı. "1 milyon rupi’ye (yaklaşık 33 bin YTL) anlaştık. 200 binini peşin aldım. Bir arkadaşla spor salonuna gittik. Tetiği o çekti. Beni kiralayanlar cep telefonlarını kapattılar, paranın kalan kısmını alamadım" dedi.
Hemen tutuklanan Chhagla’nın, Raja’yı mı koruduğu, katilin kendi mi yoksa arkadaşı mı olduğunu merak ediyorum dersem, yalan olur. Beni ilgilendiren, antrenörün canına 33 bin YTL fiyat biçilmiş olması.
Şubat ortalarında, Kishan çetesinin reisi Kishan Pehalwan’ın kardeşini öldüren, kendisini kiralayan Anoop çetesiyle 100 bin rupi’ye anlaştıklarını, 25 binini peşin aldığını anlatmıştı. Demek ki bu yıl, Hindistan pazarında canın bedeli 100 bin ile 1 milyon rupi arasında değişmekte.
Halbuki, bundan on yıl öncesinde, fiyatlar 2 bin rupi ile 35 bin arasında değişir, üst sınırdan ödemeler istisna kabul edilirdi. Bhartiya Janata Partisi’nin lideri Ramdas Nayak’ın canına kıyan Feroz Konkani’ye bile sadece 35 bin rupi ödenmişti. O yıllarda "Hindistan’da fakirlik ve işsizlik artıyor. Gelecekte gençler çok daha düşük fiyatlara adam öldürecekler" şeklinde öngörüde bulunurduk. Yanıldığımız apaçık ortada. Kişi başı yıllık gelir arttı, işsizlik azaldı. Ama polis dostlarım, kiralık katil piyasasındaki fiyat artışını ekonomik göstergelerin iyileşmesine değil, onları yakalamadaki başarılarına ve suçluların aldıkları uzun hapis cezalarına bağlıyorlar.
Kiralık katil pazarının dinamikleri hakkındaki sistematik araştırmalar, iki elin parmaklarını geçmez ve çoğu ABD ve Avustralya kaynaklı. Onlara başvuranların, genellikle gönül işlerini ya da ucunda önemlice bir para olan aile içi bir meseleyi çözmek istediği anlaşılıyor. Bunları, meslekteki rakibi ortadan kaldırma motifi izliyor. İşveren kadınların sayısı, ABD’de erkeklere eşit. Avustralya’da çok daha az. Katiller, genellikle evvelce suç işlemiş 20-40 yaş arası kişiler. Kullandıkları yöntem, olay yerinin özellikleri ve bıraktıkları delillere göre, profesyonel, yarı amatör ve amatör şeklinde sınıflara ayrılıyor. Fiyatlar ülkeye, hedefin zorluğuna ve cinayette kullanılması istenen yönteme göre değişiyor. Ayrıntı vermeyi burada bırakıyorum. Yoksa, benim ya da bu gazetenin başına, az sonra sözünü edeceğim "Kiralık Katiller İçin Cep Kitabı"nı yayınlayanlar gibi dert açılabilir.
AYNI EVDE ÜÇ CESET
"Kiralık Katiller İçin Cep Kitabı", sahte bir adla kaleme alınmış, 1983’te basılarak piyasaya sürülmüş, 13-20 bin arası sattığı tahmin edilen, 130 sayfalık bir kitap. 1999’da yayıncısı tarafından imha edilmiş. Nedeni, üç kişiyi öldüren bir kiralık katilin yargılanması sırasında, kitaptaki tavsiyelere harfiyen uyduğunun anlaşılmış olması. Hikayesi kısaca şöyle:
3 Mart 1993 sabahı bayan Vivian Rice otomobiline bindi ve yakınlarda oturan kız kardeşinin evine
uğradı. Kız kardeşi Mildred Horn hostesti. Çoktan havaalanına gitmiş olmalıydı. Mildred’in büyük kızı başka bir kentte okuyordu. Kadının 8 yaşındaki ikizlerinden kız olanı, teyzesinin evindeydi. Erkek olanı ise, 13 aylıkken yattığı ameliyat masasından zeka özürlü kalkmıştı. Kalkmış demek doğru olmaz, çünkü ameliyat hatası sadece zekasını değil, hareketlerini de engellemişti. Bu nedenle evde, solunum cihazına bağlı olarak yaşamını sürdüren küçük Trevor Horn ve ona bakan hemşireden başkası bulunmamalıydı.
Bayan Rice kapıya geldiğinde bir terslik hissetti. Garaj kapısı açıktı. Garajdan eve girilen kapı da açıktı. Üstelik Trevor’a takılı solunum cihazının alarmı kulakları tırmalıyordu. Evine döndü, polisi aradı, yanına bir komşusunu alarak yeniden kız kardeşinin evine gitti. O sırada polis geldi. Sokak kapısını açtılar, Mildred Horn başının yarısı parçalanmış biçimde yerde yatmaktaydı. Otopside, kafasına üç kez ateş edildiği, mermilerden birinin göz çukurundan girerek beyne saplandığı anlaşıldı. Trevor’un odasına girdiler. Sakat çocuk, solunum cihazının hortumu çıkartıldığından boğulmuştu. Hemşire Janice de yerde yatmaktaydı. Otopside, başına iki kez ateş edildiği, bunlardan birinin yine göz çukurundan girdiği anlaşıldı. Her iki kadının öldürülmesinde kullanılan benzer teknik, soruşturma açısından önem taşıyacaktı.
Evin içi dağınıktı, birkaç banka ve kredi kartı dışında hiçbir şeyin alınmadığı ortaya çıktı. Onlar da evin az ötesinde bulundu. Halbuki banyo tezgahının üzerinde kolye ve küpeler, hemen ev girişindeki sehpa üzerinde içinde yüklü miktarda nakit para bulunan para çantası durmaktaydı.
KATİL KOCA OLAMAZ
Hostes, ikizleri doğurduktan hemen sonra kocası Lawrence Horn’dan boşanmıştı. Kadın, çocuğunu sakatladıkları iddiasıyla hastaneyi mahkemeye vermiş ve 1.7 milyon doları 13 yaşına girdiğinde oğlunun hesabına yatacak, 1 milyon doları kendisine ödenen yüklüce bir tazminatın sahibi olmuştu. Her ikisi ölürse, 1.7 milyon doların çocuğun babası Lawrence’a kalacağı açıktı. Bu nedenle polis, hemen ondan şüphelendi.
Cinayetler, sabaha karşı 2.30 ile 5.15 arasında işlenmişti. O sırada, şüpheli eski kocanın olay yerinden kilometrelerce ötede, Los Angeles’ta olduğu kesindi. Kısacası, katilin o olması imkansızdı.
Soruşturmayı yürütmekle görevlendirilen dedektif Craig Wittenberg, adamın Los Angeles’taki evini aradı. 3 Mart gecesi ev telefonuyla yapılan dört şehirlerarası telefon görüşmesinin izini sürdü. Buradan, kiralık katili bulan aracıya, onun itiraflarıyla hostesi, hemşireyi, hasta çocuğu öldüren kiralık katile ulaştı.
KİTABINA UYGUN BİR KATLİAM
Gelelim kiralık katilin, yasaklanan kitapla ilgisine. Detroit polisi, kiralık katil James Edward Perry’nin evini aradığında bir kitap kataloğu buldu. Cinayetlerden üç ay önce bu adrese bir adet "Kiralık Katiller İçin Cep Kitabı", bir adet de "Susturucu Nasıl Yapılır" adlı kitabın postalandığını öğrendi.
Kitap, adam öldürme için ne kadar peşinat alınması gerektiğini yazmışsa, Perry o kadarını almıştı. Kitap, "Hırsız girmiş süsü verin, sadece birkaç kredi kartı alıp çıkın, sonra bir yere atın" diyordu. Kitap, "AR7 tüfek kullanın, göze ateş edin" diyordu. Kitap, silahın seri numarasının nasıl silineceğini, namludaki özelliklerin olay yerinden ayrılmadan neyle, ne şekilde yok edileceğini, nasıl parçalanıp nerelere atılacağını tarif etmişti. Perry yazılanlara harfiyen uymuştu ve ölüm cezasına çarptırıldı.
Karısını ve oğlunu öldürmek üzere kiralık katil tutan Lawrence Horn ile ilgili olarak, jüriye iki seçenek sunuldu: "ölüm cezası" ya da "ömür boyu hapis". Onlar, geride kalan iki kızını düşünerek ömür boyu hapsi tercih etti.
Hostes ve hemşirenin akrabaları yayınevini mahkemeye verdi. Yayınladıkları kitapla cinayetlerin işlenmesine yardımcı olduklarını ileri sürdüler. Yayınevi, 21 Mayıs 1999’da uzlaşma yolunu seçti, birkaç milyon dolar ödedi ve kitabın kalan 700 adedini imha etti. Ertesi gün, kitabın tamamı ırkçı, anarşist, Neo Nazi Bill White tarafından internette yayınlandı. Ne yazık ki biraz uğraşılırsa, hálá elde etmek mümkün.
ÜÇ KİRALIK KATİL HİKAYESİ
Bir dost kazığı
Adam, önce aşık olduğu kadının iki çocuk annesi ve evli olduğunu, hemen ardından başka bir sevgilisinin daha bulunduğunu öğrendi. Koca kendi yaşlarındaydı, ikinci sevgiliyse pek gençti. "Başka çaresi yok. O serseriyi öldürteceğim. Bana birini bul, bulamazsan sen öldür, ne istersen öderim" diye başladı söze. Karşısındaki 20 yıllık dostuydu, emekli bir subaydı, bir kiralık katil bulabileceğinden emindi. "Bakarız" dedi eski asker. Birkaç güne kalmadan dönüp geldi. "Serseriyi öldürecek birini buldum, sizi buluşturacağım."
Dertli koca kiralık katille buluştu. Genç adamın fotoğrafını, adını, adresini, günlük yaşamının ayrıntılarını, otomobilinin plakasını verdi, 5 bin dolara anlaştı, 500’ünü peşin ödedi. Hemen orada tutuklandı, adam öldürmeye azmettirmekten yargılandı ve sekiz yıl hapis cezası aldı.
Kiralamaya çalıştığı adamın, Victoria polisinin (Avustralya) 1992’de, sadece böylesi işlerde kullanmak ve katil aramaya çalışanları yargıya teslim etmek üzere kurduğu "Covert Unit"in gizli polisi olduğunu ve dost bildiği eski askerin niyetini öğrenir öğrenmez onları arayacağını hesaba katmamıştı.
Polis tuzağına düşen koca
Altmışına yaklaşan işadamı, iki çocuğunun annesi 35’indeki karısından boşanmak istiyordu ama, istediği parayı ödemektense, onda biri fiyatına kiralık katille anlaşmayı tercih etti.
"Haftada üç kez üniversitedeki akşam kursuna gidiyor. Saat 23 sularında, pek trafiği olmayan bir yan yoldan eve döner. Ufak, kırmızı bir Peugeot’su var. Büyükçe bir kamyonla çarparsanız mutlaka ölür. Aman sakın sakat filan kalmasın" diye sıkı sıkı tembihleyen ve 10 bin İngiliz lirası, yani 25 bin YTL ödeyeceğini söyleyen George Fallows muradına eremediği gibi, hapsi de boyladı. 2003’ün bir bahar gecesi, trafiği olmayan yolda kırmızı Peugeot’ya bir kamyon çarptı ama, hem kırmızı otomobili kullanan kadın, hem de kamyon sürücüsü polisti.
George Fallows’un niyetinden haberi olan polisin görevlendirdiği bir memur, kiralık katil rolüne bürünerek defalarca kocayla buluşmuş, vazgeçirmeye çalışmış, ayrıca tüm konuşmaları teybe kaydetmişti. Sonunda tezgahladıkları senaryoyu oynadılar, George Fallows karısının öldüğünü sandı, kiralık katil olduğunu zannettiği memura parayı ödeyince tutuklandı. Kocası sadece beş yıla mahkum edildiği için sinirlenen bayan Karen Fallows temyize başvurduysa da, cezayı artırmayı başaramadı.
Kiralayacak katil arayan kadın
Michiganlı, iki çocuk annesi, 49 yaşındaki fizyoterapist Ann Marie Linscott, Kaliforniyalı aşığının karısı Carol’den kurtulmayı kafasına koymuş. Çarşı pazar dolaşıp kiralık katil bulacak değil ya. "İyisi mi öldürürüm, suçu kiralık katilin üzerine atarım" diye düşünmüş.
Geçen kasım ayında internetin ilan portallerinden birine kaydolarak, "sessiz suikastçi" aradığını, "hedefi" ortadan kaldırana 5 bin dolar ödeyeceğini bildirmiş. Başvuran ikisi kadın üç kişiye, kadının eşkalini, adını, ev ve iş adresini göndermiş. Bir süre karşılıklı mesajlaşmışlar. Neyse ki, bazı sağduyulu internet gezginleri durumun farkına varıp polise haber vermiş.
FBI özel ajanı İslam M. Omar’ın yeterli delilleri toplaması üzerine Ann Marie ocak ayında tutuklandı. 16 Nisan 2008 günü yargıç karşısına ikinci kez çıktı ve kendisine sunulan pazarlığı kabul etti. Geçen nisan ayında aşığının karısının yatak odasında bulunan Molotov kokteylini oraya kimin tehdit için bıraktığı konusunun soruşturulmayacağı güvencesine karşılık, internetten kiralık katil aradığını itiraf etti. Savcı Daniel Mekaru, üç kişiyle ayrı ayrı pazarlık ettiğini ileri sürerek 30 yıl hapsini ve 750 bin dolara varan para cezası istiyor. Bu arada Ann Marie’nin kocası John Linscott’un ısrarla karısının masum olduğunu iddia ettiğini belirtmeden geçmeyelim.
Yazının Devamını Oku 20 Nisan 2008
Anneyle üç oğlunun yaşadığı sabun kokulu bir ev. Ceset yok, silah yok, ama halının altında kan var. Kanın miktarından, maktulün neyle öldürüldüğü, ne kadar yaşadığı anlaşılabilir mi? Okuyacaklarınız, bu sorulara cevap aranan bir cinayetin, delil toplayanlardan duyduklarıma, ayrıca savcılık iddianamesi ve mahkeme tutanaklarına dayanarak aktardığım öyküsü. Ailenin Türk olması, bizim için ayrı bir önem taşıyor.
18 Nisan 1988 Pazartesi, saat 7.00. 172656 plakalı, kırmızı-beyaz, 1976 model Volkswagen minibüsü kullanan genç kadın, birlikte yaşadığı erkek arkadaşını işyerinin önünde indirdi. "Her zamanki gibi, saat 5’te gelip alırım" dedi vedalaşırken. Sonra 10 aylık bebeklerini teyzesine teslim etti. "Uslu dur" dedi, "babanı alır almaz buradayım." Genç kadın, saat tam 8.00’de işinin başındaydı. Yani, Hostways Motel’de. Carla Almeida, on haftadır Andre’nin Masaj Yeri’nde çalışıyordu. Aslında Andre’nin masaj yeri yoktu. Masözler ya motele gelen müşterilere masaj yapıyor ya da telefonla randevu alan müşterilerin evine gidiyordu.
Saat 14.00. Tevfik otuz yaşındaydı, 18 aydır boya işleri yapan bir şirkette çalışıyordu. O sabah, bir binanın dış cephe boyası için işe gitmiş, saat 10 sularında yağmur yağmaya başlayınca eve dönmüştü. Andre’nin Masaj Yeri’ni aradı, bir masöz çağırdı, belirli birini istemedi. "Fotoğraflı kimliğinizi göstereceksiniz. Masöz, elbiselerini çıkartmaz, sizinle yatağa girmez" dediler. Tevfik "Olur" dedi. Adını, yaşını, telefon numarasını, ev ve işyerinin adresini aldılar.
Saat 15.40. Carla Almeida, Tevfik’in evinden şirketi aradı. "Geldim, ehliyetini gördüm. İşim 16.40’ta biter, buradan ayrılırken ararım" dedi.
Saat 16.00. Bir gazete dağıtıcısı, bisikletiyle evin önünden geçti ve park etmiş kırmızı-beyaz Volkswagen minibüsü gördü.
Saat 16.50. Masaj şirketi, 10 dakikadır Carla’nın telefonunu bekliyordu. Bir türlü ses çıkmayınca, Tevfik’in evini aradılar. Açan olmadı. İki kez daha aradılar. Açan olmadı. Bunun üzerine, Trumbull polis karakoluna telefon ettiler. "Carla Almeida adlı bir masözümüz Trumbull, Kitcher Court 37 numarada. Kendisinden haber alamıyoruz. Lütfen bir gidip bakar mısınız?"
Saat 17.00. Bisikletli gazete dağıtıcısı, Tevfik’in kapısına gazete bıraktı. Volkswagen orada değildi. Carla Almeida erkek arkadaşını almaya gitmedi. Carla Almeida, çocuğunu da almaya gitmedi. Daha doğrusu bir daha hiç gidemedi.
Saat 17.30. Tevfik’in evinin yaklaşık 20 kilometre uzağında devriye gezen Bridgeport polis karakoluna bağlı memur Paul Wargo, yol kenarına park etmiş kırmızı-beyaz Volkswagen minibüsü gördü. İçinde kimse yoktu, kapıları açıktı. Olan bitenden haberi olmayan memur bir çekici çağırdı ve aracı Bridgeport polis otoparkına gönderdi.
Saat 17.56. Trumbull karakolundan komiser DiJulio ve memur Arlio, Tevfik’in evine geldiler. 1987 model, 226 EZP plakalı Mitsubishi Tredia aracı park yerinde değildi. Kapıyı Tevfik’in annesi açtı. Tevfik’in kardeşlerinden biri, Adnan evdeydi. DiJulio, soruşturma hakkında bilgi verdi, anne fenalaştı, Adnan, ne bir doktor çağrılmasına, ne de polisin eve girmesine izin verdi.
Saat 19.00. Tevfik’in diğer kardeşi Refik lokantada çalışırken bir erkek aradı. Refik, telefon görüşmesi üzerine izin isteyip işyerinden ayrıldı.
KAYIP MİNİBÜS BULUNDU
Saat 19.30. Evin karşısında bekleyen komiser Arlio, Tevfik’in Mitsubishi aracını park ettiğini gördü. Yanına gitti "Bugün öğle üzeri evinize bir kadın geldi mi?" diye sordu. "Evet" dedi, Tevfik. "Komiser DiJulio sizinle görüşmek istiyor, lütfen karakolu arar mısınız?" Tevfik eve girdi, karakolu aradı, üzerini değiştirmeden dışarı çıktı ve karakola gitti. "Evet, bugün masaj için bir kadın geldi. 88 dolar ödedim. Saat 15.30 sularında ayrıldı, nereye gittiğini bilmiyorum." Polisin de bilmediği bir şey vardı. Tevfik, kadının kayboluşunun hemen ardından patronu Burdo’yu aramış, "Biraz işim var, birkaç gün işe gelemeyeceğim" demişti. Tevfik ne birkaç gün, ne birkaç ay sonra boya işine gitti. Burdo’yla bir dahaki karşılaşması mahkemede oldu.
20 Nisan 1988 Çarşamba. Trumbull polisi, iki gündür aradığı kırmızı-beyaz minibüsün, Bridgeport polis otoparkında olduğunu öğrendi. Yeterli şüphenin oluştuğuna karar veren Başkomiser Nacovitch, Tevfik’lerin evini arayabilmek için savcılığa başvurdu.
21 Nisan 1988 Perşembe, saat 9.00. Carla Almeida’nın ortadan kayboluşundan 64 saat sonra Trumbull polisi, Connecticut eyalet polisi ve eyalet polis kriminal laboratuvarının uzmanlarından oluşan 14 kişilik bir ekip Tevfik’in evine girdi. İlk dikkatlerini çeken, etrafın temizliği oldu. Aynı gün, Tevfik’in lokantada çalışan kardeşi Refik, lokanta sahibinin otomobilini ödünç alacaktı.
Saat 16.30. 14 polis yedi saattir delil bulmaya çalışıyordu. Aralarından biri dayanamadı, cep telefonunu çıkarttı. "Patron" dedi "lütfen geri dön, hiçbir şey yok." Kriminal laboratuvarın müdürü Dr. Henry Lee, o sırada başkentteydi. Saat 22.00’ye doğru olay yerine geldi. Beş saat kadar sonra evden ayrıldılar. Ne cesedi, ne de cinayet silahını bulabildiler. Ancak beraberlerinde götürdükleri, Tevfik’i kasten adam öldürmeyle suçlamaya yetecekti. Ama henüz bunları anlatmaya sıra gelmedi. Bundan 20 yıl önce, polis kriminal laboratuvarlarından sonuçların çıkması biraz uzun sürüyordu.
OTTAWA-İSTANBUL NEW YORK
22 Nisan 1988 Cuma. Tevfik, Kanada’nın Ottawa kentindeki Türk Konsolosluğu’nda, süresi dolan pasaportunu uzattı. Ottawa Uluslararası Havalimanı’ndan İstanbul’a bir bilet aldı.
23 Nisan 1988 Cumartesi. Refik, ödünç aldığı otomobili patronuna iade etti. Ne amaçla aldığını söylemedi.
25 Nisan 1988 Pazartesi. Bridgeport polisi, Noble Caddesi’nde, park edilmiş durumda, plakaları sökülmüş bir Mitsubishi otomobil buldu. Şasi numarasından Tevfik’in aracı olduğunu saptadı. Evden delil toplayan ekip, otomobili de aradı.
30 Haziran 1988 Perşembe. Tevfik, İstanbul’dan New York’a döndü ve bir lokantada çalışmaya başladı.
26 Şubat 1989 Pazar. Federal Soruşturma Bürosu FBI, Tevfik’i tutukladı. Üzerinden ikisi Steve Martin, biri Abdullah Kayaalp adına düzenlenmiş üç sahte kimlik çıktı.
Eğilin ve yanağınızı halıya dayayın
Bu arada olanları, cinayetten 15 yıl kadar sonra Dr. Henry Lee’nin bana anlattığı şekilde aktarayım. "Özenle işlenmiş bir cinayetti, çok temiz. Ev sabun kokuyordu. Duvardan duvara bir halı vardı. Şampuanla yeni silinmiş gibiydi. Bir yerinin rengi daha açık gibi geldi. Dokundum, nemliydi. ’Eğilin, yanağınızı halıya dayayın’ dedim. On dört polis yere yattı. ’Haklısın patron, ıslak’ dediler. Bazı kimyasal testler yaptık. Halıya kan damladığı muhakkaktı. Halıyı kestik. Altında ne bulduk, tahmin et bakalım. Bir kan gölü. 1979’da bir makale yayınlamıştım. Yerdeki kan miktarından, ne kadar kan aktığının hesabıyla ilgiliydi. Burada çok işime yaradı. Yaptığım hesaba göre, iki litre kadar kan akmış olmalıydı. Kanının neredeyse yarısını kaybeden biri, mutlaka ölmüştür. Tevfik yargılanmaya başladığında, ceset hálá ortada yoktu. Jüriyi, ceset olmadığı halde, kadını kasten öldürdüğüne ikna edebildik."
Olay yeri inceleme ekibi, oturma odasındaki televizyon ekranında, bir fotoğraf çerçevesinin üzerinde, radyatör peteklerinin arasında, duvar bölme üzerinde, garaj kapısında, garaj lambasını açma-kapama düğmesinin kenarında, toplam iki yüze yakın kan damlası bulaşığına rastladılar. Henry Lee’ye göre bunlar, cinayet sırasında sıçrayan kan lekeleri değil, halıya akmış kanı temizlemek amacıyla kullanılan mekanik bir gerecin etrafa sıçrattığı kandı. Deterjanla öylesine karışmışlardı ki, insan kanı oldukları saptanabiliyordu ama kan grubu tayin edilemiyordu. "Neyle öldürülmüş olduğunu bilemem" diyecekti Dr. Lee, "Bıçak da olabilir, mermi de. Şu muhakkak ki, büyükçe bir damar kesilmiş, yoksa bu kadar çok kan akmazdı."
Altına kan geçmiş ama pek temiz görünen halının üzerinde saç tellerine de rastladılar. Polis kriminalde çalışan, hem kimya, hem de biyoloji lisansı yapmış, daha sonraki yıllarda adli bilimler ve hukuk doktorasını da tamamlayacak ve müdür yardımcılığına yükselecek Elaine Pagliaro bunları, kayıp genç kadının evinden getirilen fırçasına takılmış saç telleriyle karşılaştıracak ve ikisinin ona ait olduğunu söyleyecekti.
CESET OLMADAN MAHKÛMİYET
Refik’in yatak odasında, dolu vaziyette Sauer 9 milimetre tabanca, dolu .38 kalibrelik kısa namlulu toplu tabanca, değişik kalibrede mermiler, .45 kalibrelik Colt kabzası bulundu.
Tevfik’in otomobilinin direksiyonunda, içi kırmızı boyalı bagajının tabanında ve yan taraflarında, ayrıca bagajdaki mavi renkli krikoda kan lekeleri ve sabunla silinmiş kan bulaşıklarına rastlandı. Arka tamponda kana benzer lekeler görüldü. O tarihte, Amerika’da DNA analizi yapan sadece üç laboratuvar vardı. Bunlardan Cellmark şirketi, otomobildeki kan lekeleriyle, Carla Almeida’nın anne ve babasından alınan kan örneklerini inceledi ve onların kızı olabileceği sonucuna vardı. Bir diğer ilginç bulgu, bagajdaki iki santim uzunluğunda, 1.5 santim eninde, etrafında kanlı ve kan grubu kaybolan kadınınkini tutan delikti. Deliğin içinde mavi bir boya vardı ve krikonun boyasıyla aynı kimyasal özelliklere sahipti. Krikonun üzerine de bagajın kırmızı boyası çıkmıştı. Deliğin, kriko ile genişletildiği apaçık ortadaydı da, deliğin neyle açıldığını anlamaları mümkün olamadı. Tevfik’lerin evini çevreleyen 20 kilometrelik daire içinde ne kadının cesedi, ne de bir parçası bulunabildi.
TEKRAR YARGILANIYOR
Tevfik’in ilk yargılaması 1992 Martı’nda sonlandı. Ortada hálá ne ceset, ne de silah vardı. İddia makamı kadını evinin oturma odasında öldürdüğünü, cinayeti örtbas etmek için "olağanüstü" önlemler aldığını, delilleri ortadan kaldırdığını ileri sürdü ve jüri, ikinci derecede kanıtlarla Carla Almeida’yı kasten öldürdüğüne karar verdi. Avukat John Gulash, delillerin yetersizliği ve kastın kanıtlanamadığını öne sürerek karara itiraz etti ve itirazı kabul edildi.
28 Temmuz 1992’de, yani cinayetten dört yıl sonra Tevfik’in evinden 120 kilometre kadar uzakta oturan John Stoffan polisi aradı ve evinin arkasındaki 15 hektarlık arazisinde, bir kafatası ile bazı kemik parçaları bulduğunu söyledi. Çam ağaçlarının altındaki 15 parça kemiğin, 20-30 yaşlarında beyaz ırktan bir kadına ait olduğu ve en az bir, en fazla beş yıl önce öldüğü saptandı. Göz çukurunun üzerindeki deliğin, mermi giriş deliği, kafatasının arkasındaki deliğin ise, aynı merminin çıkış deliği olduğu ortaya çıktı. Böyle bir yaranın onu hemen ya da en fazla birkaç dakikada öldürdüğü söylendi. Alt çenedeki dört nokta, Carla’nın diş hekiminin 1985’te çektiği röntgenle örtüşüyordu. Kemiklerin DNA’sı, evde bulunan kan ve Carla’nın anne ve babasının DNA’sıyla karşılaştırıldı. Kalıntıların ona ait olduğu kesindi.
Savcı Jonathan Benedict, ilk yargılamadaki delillerine bu verileri de ekledi. Senaryosuna göre Tevfik, Carla’ya evde bir el ateş etmiş, daha sonra kardeşlerinin yardımıyla cesedi Mitsubishi’nin bagajına koymuş, bir el de orada ateş etmişti. Kanada’ya götüren diğer kardeşi Refik’ti. Evi, ailece temizlemişlerdi. 1994’te bir üst mahkemenin jürisi, bir kez daha, Tevfik’in kadını kasten öldürdüğüne karar verdi. Avukat John Gulash karara, adil bir yargılamanın olmadığı, kadının nerede ve nasıl öldürüldüğünün, ayrıca kastın kanıtlanamadığını, DNA analizlerinde kullanılan olasılık hesaplarının hatalı olduğunu öne sürerek yeniden itiraz etti. Jüriye "suçsuz" ve "kasten öldürme" arasında bir tercih yaptırılmasının hukuka aykırı olduğunda ısrar etti. Yıllar süren hukuk savaşı, 29 Eylül 2004’te sonlandı ve sonuç değişmedi.
3.5 milyon nüfuslu Connecticut eyaletinin 18 cezaevinden birinde, MacDougall-Walker’de, neredeyse 20 yıldır yatan ve denetimli serbestlikten yararlanması söz konusu olmayacak 75019 sayılı mahkûm Tevfik salıverildiğinde, takvimler en erken 20 Mart 2031’i, en geç 8 Nisan 2040’ı gösteriyor olacak.
Yazının Devamını Oku 13 Nisan 2008
Omzunda büyükçe çantayla bir adam Teikoku Ginko Bankası’nın Shiinamachi Şubesi’nin yan kapısını çaldığında saat öğleden sonra üç sularıydı. "Kusura bakmayın," dedi görevli "az sonra kapatıyoruz." "Banka işlemleri için gelmedim, müdürle görüşeceğim." Pazubantında "Sağlık Bakanlığı Halk Sağlığı Bölümü" yazıyordu. 155-160 santim boyunda, 45-50 yaşlarındaydı. Kısa saçlı, açık tenliydi. Yanağında lekeler vardı. Japoncayı Tokyo lehçesiyle konuşmuyordu. Onu görüp de sağ kalanlar böyle anlattı.
Ellerinde birer çay fincanı, bakanlık yetkilisinin karşısına dizilmiş 16 kişiydiler. 13 memur, bir müşteri, müdür Joshida Tekejiro ve bir de müdürün küçük oğlu. "Adım, Dr. Jamaguchi Jiro" demişti adam kartvizitini uzatırken, "Dizanteri salgını çıktı. Size de bulaşmış olabilir. İlaç almanız gerekiyor. Diş minelerine zarar veriyor, nasıl yutulacağını göstereceğim."
Ocak ayının 26’sıydı. Yıllardan 1948. Savaş yeni bitmişti. Salgın hastalıktan daha doğal ne olabilirdi ki. Japonya yenilmişti. Amerikalılar Tokyo’yu işgal etmişti. Dr. Jiro, ilacın merkez komutanlığından verildiğini söylemişti, yani Douglas MacArthur’un makamından ve müdür hiçbir şeyden kuşkulanmamıştı.
DİLİNİZİ ÇIKARTIN VE YUTUN
Dr. Jiro, çantasından metal bir kutu, kutudan İngilizce "1. İlaç" ve "2. İlaç" yazılı iki şişe çıkarttı. Elindeki damlalığı birincisine daldırdı. Sonra dilini olabildiğince dışarı uzattı, başını olabildiğince geriye yatırıp sıvıyı boğazından aşağıya damlattı. "Şimdi sıra sizde" dedi. "Saat tutacağım, tam bir dakika sonra bir porsiyon daha yutacaksınız." Herkesin fincanına, aynı kavanozdan, aynı damlalıkla, aynı miktarda sıvı dağıttı. Herkes dilini olabildiğince dışarı çıkarttı, kafasını geriye yatırdı, fincandakini boğazından aşağıya yuvarlayıverdi. Doktor ikinci şişeyi açtı, yine fincanlara dağıttı. Saatine baktı. "Tamam" dedi, "Yutun." Hepsi dilini tekrar olabildiğince dışarı çıkarttı, başını geriye yatırdı ve yine yuttu.
Aslında dizanteri salgını yoktu, adamın adı Jiro değildi. Bankayı soymaya gelmemişti. Bir bankodaki az miktar parayı alıp gidecekti. Hadi bunlar neyse de, yutturduğu sıvı ilaç değildi. Nereden mi biliyoruz? Çünkü küçük çocuk da dahil olmak üzere 10’u hemen oracıkta, ikisi hastanede ölecek, dördü yaşayacak ve az önce okuduklarınızı anlatacak ve Japon polisi tarihinin ilk robot resmini çizecekti.
POLİS MÜDÜRÜNÜN İHMALİ
Ertesi sabah, Yasuda Bankası Ebara Şubesi’nin Müdürü Watanabe Toshio gazeteleri okudu, "Ucuz atlatmışız" diye düşündü. Üç ay önce, robot resimdeki gibi biri şubeye gelmiş, "Bakanlık gönderdi. Dizanteri salgını var, çalışanlara ilaç vermeliyim" demişti. "Hepimizi uyutup bankayı soymasın sakın" diyerek bir memuru karakola göndermişti. Polis Ryuzo, adamın Sağlık Bakanlığı’ndan geldiğine ikna olmuş, çay fincanlarına damlalıkla dağıttığını, dillerini alabildiğine dışarı çıkartarak içmişlerdi. Müdürün o sabah okuduklarıyla kendi bankasında olanlar arasındaki fark, adamın katvizitinde Dr. Jamaguchi Jiro değil de, Dr. Matsui Shigeru yazmasıydı. Elbette, bir önemli fark daha vardı: Ebara şubesinde ölen olmamıştı.
Polis memuru Ryuzo olanları amiri Tameo’ya anlatmış, kartviziti teslim etmiş ve adamı tarif etmişti. Tameo, Sağlık Bakanlığı’nı aramış, Tokyo’nun 300 kilometre kuzeyindeki Sendai müdürlüğünde görevli bir "Dr. Matsui Shigeru" olduğunu öğrenmişti. Ancak bankaya gelen o değildi. Bir kere, gerçek Matsui o gün Sendai’deydi. Ayrıca, tarif edilen adamla uzak yakın ilgisi yoktu. Tabii, dizanteri salgını da yoktu. Ne yazık ki amir Tameo bunları önemsemedi ve Tokyo, ilaç dağıtan katile karşı uyarılamadı.
Aslında esrarengiz adam Mitsubishi Bankası’na da giderek "Adım, Dr. Jamaguchi Jiro, dizanteri çıktı" masalını uydurmuştu. Orada, dil çıkartma faslı olmamış, "mikropları öldürüyorum" diyerek sağa sola bir sıvı püskürtmekle yetinmişti. Katilin mikropları değil, insanları öldürmek için deney yaptığının kimse farkında değildi.
OTOPSİ RAPORLARINDAKİ ÇELİŞKİ
"Çay fincanları ile cesetlerin altısını Tokyo Üniversitesi’ne, altısını Keio’ya gönderelim" dedi savcı. "Bakalım neyle zehirlenmişler." Vakıf üniversitesi Keio’nun sonuçları çabuk geldi. "Ölüm nedeni: Aseton siyanohidrin." Devlet üniversitesi Tokyo, raporunu birkaç ay sonra açıkladı. "Ölüm nedeni: Potasyum siyanür." Savcı, bu çelişkinin giderilmesini istemedi ve Tokyo Üniversitesi’nin sonuçlarına itibar etti. 26 Haziran 1948’de polis İşgal Kuvvetleri Komutanlığı’na bir bilgi notu gönderdi. "Doktor, dişhekimi, eczacı olabilir. Belki, savaşta askeri hastanede ya da laboratuvarda çalışmıştır. Bulaşıcı hastalıklar konusunda bilgili. Zehrin öldürücü dozunu biliyor. Laboratuvarda kullanılan "komagome" tipi damlalığı var. Çantası askeri tabip çantalarına benziyor. İşgal Kuvvetleri ile bağlantısı olabilir. Yasuda Bankası’nda verdiği kartvizit, Sağlık Bakanlığı’nda görevli Dr. Matsui Shigeru’ya ait. Doktorla kartvizit değiş tokuşunda bulunanların ifadesini alıyoruz."
KARVİZİTİ KAYBEDEN ADAM
Soruşturmayı yürüten komiser muavini İgii Tamegoro, Matsui’nin "kartvizitimi verdim" dediği yaklaşık 80 kişiyle görüştü. Pek çoğu, doktorun kartvizitini hálá saklıyordu. Bulamayanlardan biri, orta boylu, orta yaşlıydı. "Cüzdanım çalındı" dedi, "Sanırım kartvizit onun içindeydi". 26 Ocak günü nerelere gittiğini anlattı, hatta bir Amerikalı askeri tanık gösterdi.
Polisin işgal kuvvetlerine gönderdiği, katilin mesleğine ve geçmişine ilişkin olası özellikleri taşımayan, ancak Dr. Matsui Shigeru’nun kartvizitini bulamadığı ve evinde ele geçen bir miktar paranın menşeini hatırlamadığı için şüphe çeken bu adam, cinayetlerden 7 ay sonra, 21 Ağustos 1948’de tutuklandı. Görgü tanıkları, onun için önce "Katil olabilir" dedi, daha sonra "Odur".
35 günde 62 kez sorgulandı. 56 yaşına rağmen, geçmişindeki bazı önemli olayları hatırlamıyordu, zaman zaman çelişkili şeyler söylüyordu. Tanık gösterdiği Amerikalı asker bulunamıyordu. 27 Eylül’de gazeteler cinayetleri üstlendiğini ve üç sayfalık ifadesinin her sayfasını imzaladığını yazdılar. Adı, Hirasawa Sadamichi’ydi, "Ufukların Ressamı" olarak tanınan, İmparatorluk Akademisi üyesi ünlü bir sanatçı.
Komiser muavini İgii Tamegoro terfii etti, Polis Akademisi’ne tayin edildi, üç yıl sonra cinayet masasına geri döndü, 1964’te emekliye ayrıldı ve Teikoku Ginko Bankası’ndaki cinayetleri çözdüğünden, başarılı polis antolojilerinde yer aldı.
BİR TÜRLÜ ASILAMAYAN RESSAM
Tokyo Bölge Mahkemesi, "Ben katil değilim, işkenceyle ikrara zorlandım" diyen ressamı, 24 Temmuz 1950 günü ölüme mahkum etti. Tokyo Yüksek Mahkemesi kararı onayladı. Art arda temyiz başvuruları reddedildi ve ressam yılda ortalama 30-35 tablo yaparak ölümü beklemeye başladı.
İnfazın gerçekleşmesi için adalet bakanının onayı gerekiyordu. Yıllar geçti, bakanlar değişti, pek çok kişi idam edildi, ama ressamın infazını onaylayan çıkmadı. Avukatlarından ilki eceliyle öldü, ardından ikincisi, sonra üçüncüsü. Ressam hálá hapisteydi, hálá masum olduğunu iddia ediyordu ve hálá asılmayı bekliyordu.
7 Kasım 1985’te, yüksek güvenlikli Hachioji Hastanesi’nde, prostat ameliyatı sonrası avukatına "Yedi yıl sonra 100 yaşında olacağım. Belki o zaman salıverirler. 15-20 yaşında bir kızla evlenirim. 125 yaşına kadar yaşarım, onunla 25 yıl geçiririm" diyecek kadar hayata bağlı olduğu söylenir.
Hirasawa, 10 Mayıs 1987’de, 37 yıl asılmayı bekledikten sonra 95 yaşında zatürreeden öldü. Cesedi eğitimlerde kullanılmak üzere Tokyo Üniversitesi’ne gönderildi. 2000 yılında, beyni hariç bütün organları ailesine teslim edildi. 2003’te, son avukatı profesör Nabuyoshi Araki 19. kez temyize başvurdu. Öldüğünde, Başbakan Yasuhiro Nakasone "Başsağlığı dilerim" demişti. "Huzur içinde yatması için dua ediyorum." Masumiyetine inanan binlerce kişi başbakanın duasını yeterli bulmadı, devletin "pardon" demesini bekledi ve beklemeyi sürdürüyor.
HAFIZA KAYBI KUDUZ AŞISINDAN
İddianame büyük ölçüde Hirasawa’nın hep reddettiği, polisteki ikrarına dayanmaktaydı. Savunma tarafı, suçu işkence altında kabul ettiğini ileri sürdü. Çelişkili beyanlarının, 30’lu yaşlarda, köpeğinin onu ısırması üzerine yapılan kuduz aşısının beyninde bıraktığı kusurdan kaynaklandığı iddia edildi, ancak kanıtlanamadı.
Duruşma sırasında, Tokyo Üniversitesi’nden psikiyatri profesörü Yushi Ushimura, ressamın beyin fonksiyonlarında bozukluk olmadığı, öğrencileri nöropatolog Shiraki ve psikiyatri uzmanı Akimoto ise hasta olabileceği yönünde tanıklık etmişti. Her üç doktor, gerçeğin sadece ressamın beyninin incelenmesiyle anlaşılacağını biliyordu. Asistanlarına "Ondan önce ölürsek, beynini mutlaka inceleyin," diye vasiyet ettiler. Nitekim her üçü de ressamdan önce öldü. Cinayetlerden 59, ressamın ölümünden 20 yıl sonra, Tokyo Üniversitesi Psikiyatri Enstitüsü Araştırma Merkezi’nin başkanı Dr. Kenji Ikeda ressamın kavanozda korunan beynini inceledi ve Hirasawa’nın çelişkili ifadelerinin ve hafıza kaybının kuduz aşısına bağlı olabileceği sonucuna vardı.
Bir komplo teorisi
Soruşturmanın en can alıcı noktası Keio Üniversitesi’nin ölümleri aseton siyanohidrin’e, Tokyo’nun ise potasyum siyanür’e bağlaması ve savcılığın ikincisine itibar etmesidir. Halbuki polis, aseton siyanohidrinin izini sürmüş ve kolayca ulaşılabilecek potasyum siyanürden farklı olarak, sadece Japon ordu birliklerinin elinde bulunduğunu saptamıştı. Nitekim, Teikoku cinayetleri çerçevesinde, Mançurya’daki 731. birliğin komutanı Dr. Shiro Ishii ve Nanjing’teki 1644. birlikten Shigeo Ban’ın ifadesini aldılar. Her ikisi, aseton siyanohidrin’in 1934’te bir kimyasal silah olarak sentezlendiğini, insan deneylerinde kullanıldığını anlattı. Buna rağmen anılan birliklerle banka cinayetleri arasında bir bağlantı kurulmadı.
Yıllar sonra, on binlerce esirin deneylerde kullanılmasına tıp fakültelerinin katkıda bulunduğu, Amerikalıların Dr. Shiro Ishii ve diğer üst düzey yetkililere, insan deneyi sonuçlarını kendilerine teslim etmeleri karşılığında, savaş suçlusu olarak yargılanmama güvencesi verdiği ortaya çıktı. (Bkz. S. Atasoy, Mançurya’daki 731. Birlik, Bu Ayak İzi Senin Dr. Watson, Doğan Yayınları)
Bütün bu bilgiler ışığında, Tokyo ve Keido üniversiteleri otopsi raporlarının neden farklı olduğu, savcının neden Tokyo’nun sonucunu tercih ettiği anlaşılabilir. Savcının bu noktaya kendisinin mi geldiği yoksa işgal kuvvetlerinin baskısıyla mı örtbas ettiği hálá tartışılıyor.
Tabii bir de zehrin gerçekten potasyum siyanür, katilin gerçekten ressam Hirasawa olma ihtimali var ki, çözümü sadece çay fincanlarının analiziyle mümkün. Ne yazık ki, deneylerden sonra iyice yıkandıkları kayıtlı.
Yazının Devamını Oku 6 Nisan 2008
Geçen pazar Ertuğrul Özkök’ün "Yaralı Kirpi Requiem"ini okuyunca aklıma, bir oklu kirpi hayranı olan Sigmund Freud geldi. Özkök’ün masası üzerinde bir kirpi gördüğümü anımsamıyorum. Freud’un Londra’daki, müze haline getirilmiş evinin çalışma masası üzerinde hálá duran oklu kirpinin öyküsünü sizinle paylaşacağım. Böceklerden yola çıkarak ölümden sonra geçen zamanı hesaplayan, cesedin taşındığını, ölenin zehirlendiğini söyleyebilen adli entomologlar bilgilerinin önemli bölümünü, John Steinbeck dahil birçok edebiyatçıya danışmanlık da yapmış Dr. Maynard Jack Ramsay’e borçludur. Ramsey’i önce biyolojiye, sonra böceklere yönlendiren ise Buffalo Üniversitesi’ndeki hocası Albert R. Shadle’dir.
Shadle, ömrünün tamamını kunduzlar ve oklu kirpilere adamıştı. Çalışma odasında beslediği, 5 dişi ve 3 erkek kirpiyi haftalarca gözleyerek kaleme aldığı 1946 tarihli "Copulation in the Porcupine" (Oklu Kirpilerin Çiftleşmesi) adlı makalesi, pek merak edilen bir konuyu bütün ayrıntılarıyla, hatta kimilerinin günümüzde bile pornografik saydığı ve şaka yollu bile olsa, "sakın çocuklara okutmayın" diye uyardığı bir dille anlatır.
Bilim dünyası, oklu kirpilerin nasıl arka ayakları üzerine kalkıp yüz yüze geldiğini, oklarını nasıl gevşetip yatırdığını, dişilerin erkekleri nasıl baştan çıkarttığını, erkeklerin nasıl "şarkı" söylediğini, nasıl kendi kendilerini tatmin ettiklerini ve daha birçok şeyi, hep bu ve Shadle’nin iki meslektaşıyla birlikte yayınladığı "The Sex Reactions of Porcupines (Erethizon d. dorsatum) Before and After Copulation," (Oklu Kirpilerin Çiftleşme Önce ve Sonrasındaki Davranışı) adlı makalelerden öğrenmiştir.
Tıpkı Shadle gibi bir biyolog ve entomolog olan Dr. Alfred Charles Kinsey, dünyayı yerinden oynatan, şaşkınlık, öfke ya da kutlamayla karşılanan ünlü raporlarında, kirpilerle insanların cinsel yaşamları arasındaki benzerlikleri dile getirir.
İlginç olan, kirpi davranışını okların nasıl etkilediği meselesinin sadece biyologları değil, filozofları ve ruh hekimlerini de yakından ilgilendirmesi; kirpi denen gizemli canlının şövalyelerden futbolculara kadar, yüzyıllar boyu insanlara ilham vermeyi sürdürmesidir.
DOKTOR KİRPİ PEŞİNDE
1909 yazında Sigmund Freud, Viyana Berggasse 19 numaradaki evinde "Amerika’ya gideceğim" dedi. "Vahşi oklu kirpileri görmek, birkaç da konferans vermek istiyorum." Freud, 53 yaşına gelmişti, aldığı birçok davete rağmen, nefret ettiğini her fırsatta dile getirdiği Amerika’ya hiç gitmemişti. "Büyük hedefleriniz varsa, dikkatinizi fazla gayret gerektirmeyen ikinci bir hedefe yoğunlaştırmak, korkunuzu azaltır" diye sürdürdü. Böylece "kirpiyi bulma", psikiyatri kavramları arasındaki yerini aldı.
O yıl Freud, meslektaşları Jung, Ferenczi ve Jones ile birlikte okyanusu aştı ve Worchester Üniversitesi’nin 20. kuruluş yıldönümü kutlamalarına katıldı. Verdiği konferansı dinleyenler arasında ABD’nin ilk nöroloji kliniğinin kurucusu James Putnam bulunmasa ve çiftliğine davet etmeseydi, kirpisini göremeden Viyana’ya dönecekti.
Yarım yüzyıl sonra, Freud’un biyografisini kaleme alan Ernest Jones’a göre Freud’un, Jung ve Ferenczi ile paylaştığı, küçük kulübenin kapısını iki genç kız çalar. "Bizimle gelin, tepedeki kirpiyi görün" derler. Böylelikle üç adam ve iki kızın, bir hayli meşakkatli geçen ve kötü bir sürprizle sonlanan tırmanışı başlar. Kirpiyi bulurlar ama, kendilerini karşılayan canlısı değil, ileri derecede çürümüş ve şişmiş cesedi olur.
2 Ekim 1909’da Freud, Yeni Dünya’dan Berggasse 19’a, iki değerli anıyla döndü. Biri, fahri doktora diplomasıydı. Onu çerçeveletti, hastaların bekleme odasının duvarına astı. Diğeri, Putnam Çiftliği’nden ayrılırken, hediye edilen bir kağıt ağırlığıydı. 10-15 santim uzunluğunda, sırtı dimdik oklarla kaplı, metal bir kirpi heykelciğiydi bu. İlginç olan, insanı yaralayacak kadar keskin olduğu sanılan oklara dokunulduğunda, batmamaları bir yana, tatlı sesler çıkartmalarıydı.
Freud kirpiyi yazı masasının üzerine, sigara tablasının arkasına, değişik kültürlerin mitolojik kahramanlarının heykelciklerinin önüne yerleştirdi. 1938 baharında Naziler, Avusturya’yı Almanya’ya bağladı. Bir Yahudi olan Freud’un evini birkaç kez ziyaret etti. "Özgür ölmek istiyorum" dedi ve Londra’ya taşındı. Kirpi’yi yine çalışma masasının üzerine yerleştirdi. Müzeye dönüşmüş Londra’daki evini gezenlerin genellikle dikkatinden kaçan kirpinin öyküsü budur. Ancak Freud’un aklına oklu kirpiyi sokan ünlü Alman filozof Schopenhauer’dir.
SCHOPENHAUER’İN KİRPİLERİ
Sigmund Freud, 1921’de yayınladığı Grup Psikolojisi ve Ego’nun Analizi adlı eserinde, ana-oğul dışında tüm insan ve grup ilişkilerinde gözlenen çatışmayı açıklamaya çalışır. "Schopenhauer’in ünlü donan oklu kirpi benzetmesindeki gibi, hiç kimse, komşusuna fazla yaklaşmaya katlanamaz" der ve bir dip not verir. Bu dip not, Arthur Schopenhauer’in 1851’de yayınladığı Parerga ve Paralipomena: Kısa Felsefi Denemeler adlı eserinin 396. bölümünün bir kısmıdır. Bölümün tamamını aktarmaması çok eleştirilmiş, filozoftan etkilendiği anlaşılmasın diye bu yola başvurduğu iddia edilmiştir. 396. bölümün Almanca’dan yaptığım çevirisi şöyle. Freud’un yer vermediği satırları, parantez içine aldım.
"Soğuk bir kış sabahı çok sayıda oklu kirpi, donmamak için birbirine bir hayli yaklaştı. Az sonra, oklarının farkına vardılar ve ayrıldılar. Üşüyünce, birbirlerine tekrar yaklaştılar. Oklar rahatsız edince yine uzaklaştılar. Soğuktan donmakla, batan okların acısı arasında gidip gelerek yaşadıkları ikilemi, aralarındaki uzaklık, her iki ıstıraba da tahammül edebilecekleri bir noktaya ulaşıncaya dek sürdü. (İnsanları bir araya getiren, iç dünyalarının boşluk ve tekdüzeliğidir. Ters gelen özellikler ve tahammül edemedikleri hatalar onları birbirinden uzaklaştırır. Sonunda, bir arada var olabilecekleri, nezaket ve görgünün belirlediği ortak noktada buluşurlar. Bu uzaklıkta duramayanlara, İngiltere’de "keep your distance!" denir (Schopenhauer "mesafeni koru" anlamına gelen bu deyimi, anadilinde değil, İngilizce kaleme almıştır). Bu noktada, çevrenin sıcaklığını hissetme arzusu kısmen karşılanır ama, buna karşılık okların acısı hissedilmez. Kendi iç sıcaklığı çok yüksek olanlar ise, ne sıkıntı vermek, ne de sıkıntı çekmek için, topluluklardan uzak durmayı tercih ederler.)
Freud, eşler ve arkadaşlar arasındaki çatışmayı, çocuklarını evlendirmiş iki ailenin veya komşu köylerin birbiriyle rekabetini; Almanya’nın güneyinde yaşayanlarla kuzeydekiler, İngilizlerle İskoçlar, İspanyollarla Portekizliler arasındaki gerilimi, beyaz ırktan olanların zencilere, Almanların Yahudilere düşmanlığını, oklu kirpi metaforuna dayandırmıştır.
Şövalyeler futbolcular isyancılar
Bundan 615 yıl önce bir yaz gecesi, Fransa’nın Orleans Dükü Louis, 24 adamla buluştu. Hepsinin sırtında, deniz mavisi renkte, kapüşonlu, kadife pelerinler vardı. Dük, önce kendi, sonra onların parmağına birer işlemeli akik yüzük taktı. Ardından, önce kendi, sonra onların boynuna üç altın zincire asılı birer altın madalya geçirdi. Hepsine bir oklu kirpi resmi, çevresine "hem yakından, hem uzaktan" anlamına gelen "cominus et eminus" sözcükleri kazınmıştı. "Bu nişanla şövalye oldunuz" dedi Dük, "Bundan böyle Korkusuz Jan’a karşı bir oklu kirpi gibi hem yakından, hem uzaktan savaşacağız." (Orleans Dükü, oklu kirpilerin, iğnelerini uzaktan fırlatabildiğini sanıyordu anlaşılan!) Kirpi, kraliyet armalarındaki yerini bir asır kadar korudu, sonra "halkın kafasını karıştırıyor" dendi ve "nutrisco et extingo" (hem yerim, hem söndürürüm) yazılı, ağzından ateş püsküren bir semender ile değiştirildi.
Afrikalılar da oklu kirpinin cazibesine dayanamıyor ki, kıtanın neresine gitseniz karşınıza onun yer aldığı bir efsane ya da dikenlerinin süslediği bir maske çıkıyor. Kenya’nın Kikuyuları ateşi onun yarattığına, Mali’nin Bambaraları ise domatesi nara dönüştürdüğüne inanıyor.
2006 yılının Fransız edebiyat ödülü Renaudot’yu, "Memoires de Porc-epic" (Oklu Kirpi’nin Hatıraları) adlı romanıyla alan Kongolu Alain Mabanckou da her insanın alter egosunun, yani öteki ben’inin kendi içinde değil, doğadaki bir hayvanda olduğu efsanesinden yola çıkmıştır. Romanın kahramanı oklu kirpi, korkunç dikenlerini kullanır ve gözünü kan bürümüş "sahibi" Kibandi’nin önüne çıkanları, garip yöntemlerle teker teker öldürür.
1950’lerde Gana’da, etnik kökene dayalı federasyon yanlısı bir hareketin sembolü olan bin oklu kirpi, günümüzde sadece Gana’nın değil, tüm Afrika’nın en başarılı futbol takımlarından Asante Kotoko’nun amblemi olarak yaşamını sürdürmektedir.
Oklu kirpi şu sıralar, ABD’deki çok ilginç bir başka hareketin, "Bizler, sevecen, şiddet yanlısı olmayan, ama yalnız kalmak isteyen kişileriz. Bize saldıran olursa kendimizi savunuruz, tıpkı bir kirpi gibi" diyen Özgür Eyalet Projesi’nin de sembolü.
2 Nisan 2008 itibariyle 8 bin 290 olan üye sayısı 20 bin kişiye ulaştığında eyalet gelir vergisi düşük, tüketim malları üzerinden ise hiç vergi alınmayan New Hampshire’a topluca taşınmayı, kendi görüşlerindekileri seçtirerek, devlet baskısının en az, kişisel özgürlüklerin en uç noktada yaşanacağı (örneğin, silah taşımanın ve uyuşturucu kullanmanın serbest bırakılacağı) bir düzen kurmayı hedefliyorlar. Amerikan usulü darbe böyle olsa gerek.
Ve nihayet, bundan 100 yıl kadar önce "Kirpi" takma adıyla yazarak, İttihat ve Terakki Fırkası’nı yerden yere vuran Refik Halid Karay’ı unutmak ne mümkün.
Ertuğrul Özkök’ün kirpisi hangisi?
Özkök’ün kirpisi, Türkiye’nin hemen her yerinde rastlanan Kirpigiller (Erinaceidae) familyasından Erinaceus concolor mu, yoksa batıya göç etmiş dikenleri kahverengi ve beyaz bantlı, uzun kulaklı çöl kirpisi (Hemiechinus auritus) mi bilemem. Tabii, dikenleri olduğundan "kirpi" denen, ama kirpigillerle hiçbir akrabalığı bulunmayan bir eski dünya oklu kirpisi, Hystrix cristata ya da Hystrix indica bile olabilir.
Boynunun altında göğsüne doğru ilerleyen, geniş, beyaz bir lekesi varsa eğer, DNA analizleri sayesinde, bundan 5 milyon yıl kadar önce Avrupa’daki boynu kahverengi lekeli kardeşi Erinaceus europaeus’dan ayrıldığını öğrendiğimiz yaygın kirpimiz concolor’dur. Bir de, "concolor’un, Trakya tarafında bulunan C1 tipi mi, yoksa Anadolu’daki C2 tipi midir?" gibisinden hayati bir soru daha var ki, onu yanıtlamak için, başının üzerinden alınacak 8-10 saç telinde mitokondriyal DNA analizi yapmaktan başka çare yoktur.
Ancak şurası muhakkak ki, Özkök’ün kirpisinin, biyolog Shadle ve Kinsey’in seks hayatını incelediği; Freud’un insan ilişkilerindeki sorunları açıklamak için metafor olarak kullandığı, üstelik heykelini ölümüne dek gözünün önünden ayırmadığı, boyu 80, kuyruğu 30, dikenleri 8 santimi bulan, Kuzey Amerika oklu kirpisi (Erethizon dorsatum) olma ihtimali, neredeyse sıfırdır.
Yazının Devamını Oku 30 Mart 2008
Şu sıralar, mesleki deformasyonun doruğundayım anlaşılan. Yekta Kara’nın sahneye koyduğu, Bellini’nin Kapuletler ve Montegüler operasını izlerken bile, aklıma olmadık şeyler geliyor ve hüzünleniyorum. İtalya’nın Verona kentinde, birbirine düşman iki ailenin çocukları, Romeo ile Giulietta’nın, ölümleriyle sonlanan aşk öyküsünü anlatan Kapuletler ve Montegüler için, İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin Müdürü ve Sanat Yönetmeni Suat Arıkan, "Günümüzde yaşanmaya devam eden töre cinayetlerine son verilmesi umuduyla, aşkın evrenselliğini Bellini’nin olağanüstü güzel müziği aracılığıyla haykırmak istiyoruz" diyor. Nitekim, haykırıyorlar da. Bu önemli mesajın, olabildiğince geniş kitlelere ulaşmasını dilerim.
Sicilyalı besteci Bellini, genç ve güzel Giulietta’nın kalbini çelebilen erkeğin, içinde bulunduğu maço topluluktan ne denli farklılaştığını vurgulayabilmek amacıyla, Romeo’yu erkek elbiseleri giyen bir kadının canlandırmasını istemiş. 1830’da, Venedik’in La Fenice Tiyatrosu’ndaki ilk gösteriminde Romeo rolünü, 19. yüzyılın divalarından Giuditta Grisi üstlenmiş.
25 Mart 2008 Salı geceki Romeo, Aylin Ateş’ti. Ünlü mezzosopranomuzun, başvurulan kaba kuvveti, düşman aileler arasındaki güç gösterisini öne çıkartmak üzere, Leonardo DiCaprio’nun oynadığı 1996 Amerikan yapımı Romeo + Juliet adlı sinema filmine benzer "mafya" ortamındaki performansı, mükemmeldi.
Erkek giysileri içinde bir kadın bana yabancı olmadığı gibi, düşünmesi de keyif verir. Çok yaramaz bir öğrenci olarak tanınan annem, uzun, dalgalı, sarı saçlarını kasketin içine toplayıp, babasının elbisesini giyip kravat takarak okula gitmeye kalkınca, karga tulumba müdürün karşısına nasıl çıkarıldığını anlatır dururdu. Buna karşılık, kadın elbisesi giyen erkek bana hep, varlıklarından, yıllar önce katıldığım "kültürlerarası hoşgörü" eğitiminde, Fijili bir meslektaş sayesinde haberdar olduğum, fa’afafine’leri hatırlatır ve çok hüzünlenirim.
KADINA BENZEMEK SUÇ
Samoa, Güney Pasifik Okyanusu’nda, Hawaii Adaları ile Yeni Zelanda arasındaki bölgenin hemen hemen ortasında, iki büyük, çokça küçük ada üzerine kurulu, yaklaşık 200 bin nüfuslu, demokrasi ile yönetilen bir ülke.
Samoa dilindeki "fa’a"nın Türkçe karşılığı, "gibi" ya da "benzer". "Fafine" ise, "kadın" demek. Buna göre "fa’afafine"nin anlamı, "kadına benzer" ya da "kadın gibi".
Samoa’nın güneyinde, 169 adet irili ufaklı adada hüküm süren Tonga Krallığı’nda, kadına benzeyenlere, "fakaleiti" deniyor. Tahiti Adası’nın da bulunduğu Fransız Polinezyası’nda ise, karşılığı "rae rae" ya da "mahu". Kısacası, kadına benzeyen, kadın elbiseleri giyen, kadın gibi davranan erkekler, dünyanın bu coğrafyasının bir gerçeği.
Samoa’nın 1961 tarihli Ceza Yasası’na göre, erkeğin fa’afafine olması suç. Gerçi, bugüne dek hiç mahkum olan yok ama, yasa, altı aya varan hapis ve yaklaşık 250 YTL’lik para cezası öngörüyor. Samoa Observer gazetesini okuma fırsatı bulanlar, zaman zaman onlarla ilgili haberlerin çıktığını görürler. Fa’afafine’liğin geleneksel bir uygulama olduğu ve suç olmaktan çıkartılması gerektiği ya da Fa’afafine Birliği’nin Başkanı Roger Stanley’in bundan birkaç ay önceki, "Sakın, geleneklerimizin sadece kadınlara uygun gördüğü dövmelere rağbet etmeyin. Hele bacaklarınıza "malu" yaptırmayın. Onlar kutsaldır, sizi de, dövmeciyi de öldüren çıkabilir. Kadın olduğunuzu düşünebilirsiniz, ama değilsiniz," şeklindeki uyarıları gibi.
KADINLAR, ERKEKLER VE ARADAKİLER
Fa’afafine’ler, biyolojik açıdan erkek olan, ancak değişik biçim ve ölçüde kadınsı davranışları bulunan Samoalılar. Kimi, kadın gibi giyinirken, bu durum hepsi için geçerli değil. Çoğu, erkeklerle birlikte olduğu halde, toplum onları "eşcinsel" değil, sadece "kadınsı" görüyor. Kimi, kadına daha fazla benzeyebilmek amacıyla, bedeninde bazı cerrahi değişiklikler yaptırsa da, ne bu işlemleri uygulatanlar, ne de çevresi onlara "transseksüel" diyor.
Samoalı ailelerin yüzyıllardır erkek çocuklarından birini temizlik, bulaşık, yemek pişirme gibi ev işlerinde ve çocuk bakımında kullanması ve onlara küçük yaştan itibaren kız elbiseleri giydirmesi yaygın bir adettir. Aileleri bu davranışa, doğan kız çocuklarının sayısının, erkeklerden daha az olmasının zorladığı sanılır. Kısacası, kadın elbisesi giyerek dolaşmanın, fa’afafine’lerin büyük bir bölümünün kendi tercihi değil, ailelerinin onlara biçtiği bir kader olduğu söylenir.
Kendilerini kadın ile erkek arasında bir yerde bulan ergenlik çağına girmiş çocukların, yaşamlarını genellikle kadın rolünü benimseyerek sürdürmeleri, cinsel partnerlerini erkekler arasından seçmeleri buna bağlanır. Toplumun onları benimsemesinin, hatta böylesi büyük bir fedakarlık nedeniyle saygıyla karşılamasının altında, bu geleneğin yattığı kabul edilir.
Kanadalı psikolog Paul L. Vasey, ailelerin kız çocuğu şeklinde yetiştireceği erkek çocuğu nasıl seçtiklerini sorgulamış ve bu amaçla çok sayıda fa’afafine ile görüşmüş. 2007’de yayınlanan araştırmasında, çocuk seçiminin rastlantısal olmadığını, ev işlerini yapacak kız eksikliğinden kaynaklanmadığını, zaten "kız gibi" davranışlar sergileyen erkek çocuğun fa’afafine’ye dönüştürüldüğünü kaydediyor. Benzer sonuçlara ulaşan başka araştırıcılar da var. O zaman, bir erkeğin fa’afafine olması, acımasız ailesinin ona biçtiği bir rol değil, zaten kendinde var olan biyolojik bir özelliğin farkedilerek, bastırılmak yerine, kabullenilmesinden ibaret. Böylelikle eşcinselliğin kişisel bir tercih değil, genetik temelli olduğu bir kez daha kanıtlanıyor.
GAY CENNETİ’NE DÖNÜŞMEK İSTEMİYORLAR
Ne yazık ki Batı dünyası, fa’afafine’leri fark ettiğinde, onların Samoa kültürünün bir parçası olduğunu algılayamadı, Pasifik Okyanusu’nun bu bölgesini bir "gay cenneti" olarak pazarladı ve onları bir yandan ciddi bir kimlik bunalımına, diğer yandan cinsel yolla bulaşan pek çok hastalığın kucağına itti. Fa’afafine’lerin, giderek Samoa turizminin odağı haline geldiğini gören ve yozlaşmanın önüne geçmek isteyen hükümet, onlara karşı geleneksel hoşgörüsünü, en azından Batılılara karşı rafa kaldırmak, erkeklerin, karşısındakileri kadınmış gibi aldatmalarını suç saymak ve iki erkek arasındaki ilişkiyi yasaklamak zorunda kaldı.
Şehirleşmeyle birlikte fa’afafineler, kendilerini gecenin karanlığında, kulüp ve barların sahnelerinde buldu. Samoa’nın yetiştirdiği en başarılı fa’afafine’si Cindy’ye özenerek, hindistancevizi kabuğundan sutyenleri, göbeklerini ortada bırakan ottan yapılmış etekleri, uzun siyah perukları ve tek kulağın üstüne tutturulan çiçeklerle, Avrupalı ve Amerikalı erkeklere, görmek istedikleri Pasifik cennetini sundular. Ekonomik zorluklar nedeniyle ülkesini terk ederek Avustralya ve Yeni Zelanda’ya göç edenlerin bir bölümü seks endüstrisine katıldı, bir bölümü eşcinsellerin haklarını savunmak, HIV ve AIDS ile mücadele etmek için aktivist oldu. Yedi milyar nüfuslu dünyada, sayıları okyanusta damla kadar olsa da, antropolog, sosyolog, psikolog ve tabii genetikçilerin ilgi odağı olmayı sürdürüyorlar.
Samoa dövmeleri
Dövme meraklıları, Samoa kadın ve erkeklerinin bedenlerini süsleyen ve her biri sanat eseri değerindeki dövmeleri iyi bilir. Avrupalılar, Samoa kadınlarını ilk kez 1722’de gördü. Üç Hollanda gemisine komuta eden Kaptan Jacob Roggewein, kadınların bacaklarının dövmeli olduğunu anlamamış, seyir defterine "Dizlerinden ayak bileklerine kadar olan kısmı, olağanüstü güzellikte ipek pantolonlarla örtüyorlar" diye yazmıştı.
Batılılar, bu ilk karşılaşmadan 180 yıl sonra, Samoalıların cinsel organları da dahil olmak üzere, vücutlarının her yerini dövmelerle süslediklerini, ancak her birinin ne zaman, nasıl yapılacağının sıkı kuralları olduğunu, dövmesiz erkeğe kız verilmediğini, yıllarca bu adaların dili, kültürü ve doğasını inceleyen Alman hekim ve antropolog Augustin Kramer sayesinde öğrendiler. Dövmelerin nasıl yapıldığını görmeleri için, bir çeyrek asır daha beklemeleri gerekecekti. Ta ki belgesel filmin öncülerinden Robert Flaherty’nin, Moana adlı filmini çektiği 1926’ya kadar.
Bellini, ünlü mezarlıkta değil
Ömrünün son yıllarını Paris’te, bir başka İtalyan besteci Rossini’ye komşu bir evde, Chopin, Victor Hugo, Franz Liszt, George Sand gibi zamanın ünlü düşünür ve bestecilerinin bulunduğu çevrelerde geçiren Vincenzo Bellini, mide barsak sorunları yüzünden inzivaya çekildiği Paris yakınlarındaki Puteaux’daki evinde 23 Eylül 1835 günü tek başına öldü. Mesleğinin doruğunda ve henüz 33 yaşındaydı.
Paris Tıp Fakültesi’nden profesör A. Delmas, iki gün sonra yaptığı otopside, ölüm nedeninin kendisini terk eden dostlarının sandığı gibi kolera değil, tedavi edilmeyen dizanteri yüzünden gelişen karaciğer apsesi olarak kaydetti. 2 Ekim’de, Paris Invalides Kilisesi’ndeki cenaze törenine şiddetli yağmura rağmen çok sayıda müzisyen ve sanatçı katıldı. Tabutunu Paris Pere Lachaise Mezarlığı’na taşıyanların en önünde bir diğer İtalyan besteci, Rossini yer aldı. Bugün mezarlığı ziyaret ederseniz, 11. adada, Chopin ve Cherubini ile birlikte Bellini’nin de yattığını zannedersiniz. Turistik rehberlerde, mezarlığın tanıtım kitapçıklarında hep böyle kayıtlıdır. İnsan boyunu aşan mezar taşı orada ama, altında hiçbir şey yok. Sicilyalılar, sevgili bestecilerini Fransızların elinden kurtarmak ve kendi toprağına döndürmek için tam 41 yıl uğraşmış, 1876 yılında, bedeninden arta kalan ne varsa Catania’daki Sant Agata Katedrali’ne, kendisi için yapılan mermer lahide taşımıştı.
Yazının Devamını Oku 23 Mart 2008
Şimdilerde, milyonlarca kişi nefesini tutmuş Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bir kararını bekliyor. Karar, başvuranların aleyhine çıkarsa polisler ve jandarmalar, lehine çıkarsa siviller çok sevinecek. Henüz 12 yaşındaydı. 19 Ocak 2001 günü tutuklandı. Hırsızlıkla suçlandı. Parmak izleri ve DNA için örnek alındı. Yargılandı. 14 Haziran’da beraat etti. Yaşı küçük olduğundan, adının sadece baş harfini biliyoruz: S.
S. ile aynı kentte yaşayan bir başkası, Michael Marper, 38 yaşındaydı. Eski kız arkadaşıyla kavga edince, 13 Mart 2001’de tutuklandı. Parmak izleri ve DNA örnekleri alındı. Birkaç ay sonra kız, şikayetini geri aldı. Bir rastlantı eseri, S.’nin beraat ettiği gün, Bay Marper’in de davası düştü.
Hem S, hem de Bay Marper, Yorkshire polisine başvurarak, parmak izi ve DNA bilgilerinin veri tabanlarından silinmesini talep ettiler. Polis, 1984 tarihli Polis ve Ceza Delilleri Yasası’na göre, bunları silmek zorunda olmadığını bildirince, idare mahkemesine başvurdular. Mahkeme başvuruyu reddedince, temyize gittiler. Temyiz mahkemesi, bire karşı iki oyla, uygulamanın yürürlükteki İngiliz yasalarına aykırı olmadığından hareketle idare mahkemesinin görüşüne katıldı.
Bunun üzerine, S. ve Michael Marper, 16 Ağustos 2004’te, ayrı ayrı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvurdular. Her ikisi, parmak izleri ve DNA profillerinin veri tabanlarından çıkartılmadığını, bu nedenle, halen yürütülen soruşturmalarda olay yerinden ya da mağdur üzerinden elde edilen DNA profilleri ile kendi bilgilerinin karşılaştırıldığını ve bilgilerinin, yürürlükteki yasalara göre, 100 yaşına ya da ölünceye kadar veritabanlarında kalacağını belirttiler. Bu bilgilerin ileride başka amaçlarla kullanılabileceğinden kaygı duyduklarını, beraat eden ya da şikayet geri alındığı için davası düşen kişilere, şüpheli ya da hükümlü gibi davranılmaması gerektiğinden söz ettiler. Durumlarının, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin, özel hayata saygıyı düzenleyen 8. maddesine ve ayrımcılığı yasaklayan 14. maddesine aykırı olduğunu iddia ettiler.
16 Ocak 2007’de, AİHM’nin, Andoralı başkanı Joseph Casadevall ve altı yargıçtan oluşan 4. Dairesi (Section) dosyaları birleştirilen her iki başvurunun kabulüne karar verdi. 27 Şubat 2008’de de, Fransız Jean-Paul Costa başkanlığında 17 yargıçtan oluşan Büyük Kurul (Grand Chamber), İngiliz hükümeti ile S. ve Michael Marper’in temsilcilerini dinledi. Büyük Kurul’un yıl sonuna kadar karar vermesi bekleniyor.
Eğer, parmak izi ve DNA bilgileri veri tabanlarından çıkartılmayan Sheffield’li iki İngiliz vatandaşı haklı bulunursa halen dünyanın en eski, en geniş parmak izi ve DNA veritabanlarından yararlanarak suçları aydınlatan ve elindeki verileri, az sonra okuyacağınız biçimde katlamayı hedefleyen İngiliz polisi en az yarım milyon DNA profilini silmek zorunda kalacak ve bu yüzden canı çok, ama çok sıkılacak.
Böylesi bir gelişme sadece İngiliz polisini değil, 11 Eylül 2001’den sonraki terör korkusuyla, veritabanlarını onlarınkine benzer şekilde genişletmeyi, böylelikle İngilizlerin başarısını yakalamayı hedefleyen, dünyanın diğer güvenlik teşkilatlarını; ayrıca "İngilizler yetmez, gelen turistleri de bankalayalım" diyen deneyimli temyiz yargıçlarından Lord Stephen Sedley gibilerini de, hayal kırıklığına uğratacak.
FUTBOL AŞKI YAKALATTI
4.5 milyon kayıtla, dünyanın en geniş DNA veri tabanına sahip İngiltere, bankasına her 45 saniyede yeni bir profil ekliyor. Polis, ulusal güvenlik, adalet sistemi ve göçten sorumlu bakanlık, yani Home Office, Başbakan Tony Blair’in 2006 Nisan’ında dile getirdiği "20. yüzyıl yöntemleriyle 21. yüzyıl suçluları ile savaşılamaz" görüşünün sıkı bir takipçisi. Yetkililer, DNA bankalarının genişlemesini savunurken, "Hüküm giymemiş kişilere ait bilgiler sayesinde, 3 bin suç aydınlatıldı" diyorlar. Son bir aydır severek kullandıkları örneklerin başında, 18 yaşındaki model Sally Anne Bowman’ın katili aşçı Mark Dixie’nin bir rastlantı sonucu yakalanması geliyor.
25 Eylül 2005 gecesi, evinden birkaç metre uzaklıkta ölü bulunan genç, sarışın, güzel kadının üzerinden saldırgana ait biyolojik örnek, buradan da DNA profili elde edilmişti. Profil dokuz ay sonra FIFA Dünya Kupası maçlarını seyrederken sıradan bir mahalle kavgasına karışan, bu nedenle DNA’sı alınan aşçı Mark Dixie’nin özelliklerini tuttu. Aşçı, "Ben öldürmedim. Zaten ölüydü, ben sadece cinsel ilişkiye girdim" şeklinde kendini savunmaya kalksa da, 22 Şubat 2008 günü ömür boyu hapse mahkum edildi.
Bowman cinayetini soruşturmakla görevlendirilen polis müdürü Stuart Cundy, kararın verildiği gün basının karşısına çıktı ve pek çok kişinin paylaştığı bir hayali dile getirdi. "Her vatandaşımızın DNA bilgisinin yer aldığı Ulusal bir DNA bankamız olsaydı, Sally Anne’ın katilini bulmak için 9 ay beklemeyecektik, adalet 2.5 yıl gecikmemiş olacaktı."
İzleyen günlerde pek çok bakan ve siyasetçi; polis müdürü ile aynı görüşte olduklarını, ancak herkesin DNA’sının bankalanmasının hem pratik, hem de etik bazı sorunlar yaratacağı yönünde beyanatlar verdiler.
Aşçı’nın bankadaki DNA bilgisi sayesinde, sadece Sally Anne cinayeti ile bağlantısı ortaya çıkmadı. 1998’de çalışmaya gittiği Avustralya’da, Taylandlı bir kadını yaralayıp ırzına geçtiği, ayrıca 2001’de telefon kulübesindeki bir kadını seyrederek, kulübe dışında kendini tatmin edenin de o olduğu anlaşıldı.
Bankadaki bebek olası mağdur
İngilizler, Daily Mail gazetesinin Bilgi Edinme Yasası çerçevesinde ele geçirdiği bir uygulamayı öğrenince fenalık geçirdi. Yorkshire polisi yedi aylık bir kız bebeğin DNA’sını bankalamıştı. Bebek bankadaki 10 yaşından küçük 47 çocuktan biriydi. Üstelik, 2007’de bankaya sokulanların 100 bini hiçbir suça karışmadıkları halde DNA bilgileri ömürlerinin sonuna kadar orada kalacak olan 10-16 yaş arasında çocuklardı ve önemli bir bölümü beyaz ırktan olmayanlardı.
Sivil özgürlüklerin savunucu Liberty’nin başkanı Shami Chakrabarti "Çocukların DNA’sı ailelerin rızası olmadan alınamaz. Kim bilir anne babaları nasıl bir baskı gördü ki buna izin verdi. DNA insanın en değerli malzemesidir. Ondan ailenin kim olduğu bulunur, ne kadar yaşayacağın anlaşılır. Polisin, binlerce çocuğun bilgisini sonsuza kadar koruyacağına nasıl güveneceğiz?" diye sormaya başladı. Polis, kız bebeğin "olası mağdur" olarak görüldüğünü ve ailesinin bu çerçevede DNA’sının alınmasına razı geldiğini bildirdiyse de, pek yüreklere su serpemedi.
Liberty’nin avukatları suçsuz çocukların bankadaki kayıtlarının silinmesi için uğraşıyor. Ender de olsa başarılı olabiliyor. Örneğin duvara yazı yazdığı iddiasıyla tutuklanan, ancak daha sonra hata yapıldığı anlaşılan, 13 yaşındaki erkek çocuğun bilgilerini geçen sonbahar altı ay kadar uğraştıktan sonra sildirebilmişlerdi.
Azınlık Raporu gerçek oluyor
13 yıldan bu yana genişleyen DNA bankasında, bugün her 20 İngiliz’den birinin kaydı bulunuyor. Nüfusun siyah derili erkeklerinin yüzde 40’ı, Asyalıların yüzde 13’ü, beyazların yüzde 9’u, burada. Bankaya herkesi sokmak isteyenler etnik grupların asimetrik dağılımını kullanıyor, "Böylece herkese eşit davranmış oluruz" diyorlar.
Yasalar değişmezse gelecek yıl bu zamanlarda, bankadaki 10-18 yaş arasındakilerin sayısı 1.5 milyonu bulacak. Hele, 16 Mart 2008 günü Scotland Yard Kriminal Laboratuvarı’nın başkanı ve Polis Müdürleri Birliği ACPO’nun DNA konularındaki sözcüsü Gary Pugh’un bir beyanatı var ki, DNA bankalarının suçla mücadeledeki önemine inanmış benim gibi birisini bile çileden çıkartmaya yetiyor.
Bay Pugh, yıllardır, "Suç Önleme ve Denetleme Stratejileri" başlıklı lisansüstü dersimde yer verdiğim, kriminolojinin iyi bilinen "Çocukları suç işlemeye iten bazı risk faktörleri ve onları suç işlemekten alıkoyan bazı koruyucu faktörler vardır" savından yola çıkıyor. Bir örnek verilecek olursa, çocuğun ailesinde bir hükümlünün varlığı "risk", okuldaki başarısı ise "koruyucu" faktördür ve bu nedenle babası, kardeşi vb. suç işlemiş çocuğun, okulda başarılı olabilmesi için gayret edilir. Ancak Pugh, riskli çocukların günün birinde mutlaka suç işleyeceğine inanıyor, onları daha beş yaşındayken saptamayı ve DNA’larını alarak bankalamayı öneriyor. Bu görüş, "Azınlık Raporu benzeri bir bilim kurgu filminden sahneler" ya da "polis devletine doğru dört nala gidiş" şeklinde eleştirilse de, polis, zaten 2004’ten bu yana, 10 yaşından büyükleri tutukladığında DNA örneği alma yetkisine sahip. Pugh’un istediği örnek alma yaşını beşe indirebilmek.
ALTI YAŞA PARMAK İZİ
Bu arada, "Geleceğin suçlusu, bugünün çocukları" diye yola çıkanların sadece İngilizler olmadığını da hatırlatmakta fayda var. Örneğin şubat başında Avrupa Birliği, sınırlarından giren ve çıkan altı yaşından büyük herkesin parmak izini incelemeye karar verdi. Alt sınırın daha da düşürülmemesinin tek nedeni eldeki teknolojinin yetersizliği.
Pugh’la hemen hemen aynı günlerde; çocuk, okul ve aileden sorumlu İngiliz Bakan Ed Balls, çocuk suçluluğunun aile içinde önlenmesi projelerine 218 milyon İngiliz liralık (540 milyon YTL) kaynak aktarılacağını bildirdi. Bu projeler, yaşları 10’a kadar inen "potansiyel suçlu" çocukları olan yaklaşık 1000 aileyle birer "iyi hal" sözleşmesinin imzalanmasını kapsıyor.
Böylece her çocuğa, "ısrarcı ve inatçı" bir sosyal çalışmacı tayin edilecek. Çocukla ailesinin bağlarını güçlendirmeye çalışacak bu yetkili, gerektiğinde uyuşturucu bağımlılığının tedavisi ya da şiddet yönetimi için bir profesyonele başvuracak. Sözleşmede yer alan kısıtlamalara uymayan çocuklara mahkemelerden birer Anti Sosyal Davranış Emirnamesi (Anti Social Behaviour Order, ASBO) gönderilecek. Böylesi bir mahkeme emri için, bir öğretmenin, çocuğun devamsızlığından şikayeti ya da bir komşunun ihbarı yeterli. İngiliz yasaları, ASBO’da belirtilen yasakların ihlaline para cezası, beş yıla kadar hapis cezası veya bunların ikisinin birden verilmesine imkan tanıyor.
TOP OYNAMAK OTOBÜSE BİNMEK YASAK
1989 tarihli Suç ve Düzensizlik Yasası ile birlikte hayata geçen ve özellikle gençlerin suç işlemesini önleyeceği düşünülen Anti Sosyal Davranış Emirnamesi’nin, ilk altı yılını değerlendiren bir parlamento komisyonu, ASBO gönderilenlerin yarısının, eninde sonunda hapse düştüğünü, ASBO ile hareket ve davranışları kısıtlananların yüzde 39’unun 10-15, yüzde 38’inin 16-20 yaş aralığındaki çocuk ve gençler olduğunu açığa çıkardı. Rapor, ASBO ihlali yüzünden hapsedilen gençlerin bir çoğunun ASBO’ya yol açan anti sosyal davranışlarının, aslında hapis gerektirmeyecek bir kabahat olduğuna dikkat çekti.
Komisyon raporunda bazı uygulamalara da yer verdi. 13 yaşındaki bir erkek çocuğa, sokakta top oynadığı için ASBO gönderilmiş, biri 10, diğeri 11 yaşında iki erkek kardeşin yanlarında bir üçüncü kişiyle sokakta dolaşması, bir motosiklete sürücü ya da yolcu olarak binmeleri, ders olmadığı zamanlarda herhangi bir okulun bahçe ya da binasına adım atmaları, bir ikamet ya da ticarethaneye sahibinin izni olmadan girmeleri yasaklanmıştı. 17 yaşındaki Birminghamlının, otobüslerin üst katında yolculuk etmesi, 13 yaşındaki bir çocuğun kızdığı kişilere "ot" demesi, yine ASBO konusu olmuştu.
Yazının Devamını Oku