16 Mart 2008
5 Mayıs 2004 günü doktorun fazla bir işi yoktu. "Otopsileri üçe kadar tamamlar, sonra kulübe giderim" diye düşündü. Boşuna heveslenmişti. Doktorluğu kadar, aikido ustalığıyla tanınan genç kadın üç yıl sürecek bir kabusun kendisini beklediğini henüz bilmiyordu. Kızılderililerin "Chesapeake" (Çespik, Büyük Dalgalar) adını taktığı körfezin şimdilerde iki yakasını birleştiren 40 kilometrelik köprüsünün altında, baba ile oğlu balık tutmaktaydı. Saat 11.30’da, hiç beklenmedik bir şey olacak, çocuğun oltasına koyu yeşil renkte, tekerlekli, orta boy bir valiz takılacaktı. Valizi tekneye çekecek, açacak, siyah plastik torbayı görecek, onu da açacak ve çok korkacaklardı. İçinde bir çift bacak vardı.
"Aikido planlarım suya düştü" dedi Dr. Wendy Gunther, otopsi masasına bırakılan valizi gördüğünde. "Lütfen not alın. Mavi koli bandı sarılı siyah plastik torba, torbada diz kapağının altından düzgünce kesilmiş iki çıplak erkek bacağı. Ayrıca mavi renkte küçük el havlusu. Antropolog Dr. Steven’ı arayın. Bacakların neyle kesildiğini o anlar. Çok taze görünüyorlar. Sanki bir-iki gün önce kesilmişler gibi." Yanılıyordu. "Mafya işine benziyor" dedi. Yine yanılıyordu. "Umarım kalan parçalar yakında gelir de kim olduğunu anlarız" diye sürdürdü. İşte, bunda haklıydı.
GÖVDEYLE BACAKLARIN ÖLÜM ZAMANI FARKLI
İkinci valiz, 11 Mayıs’ta çıkageldi. İlkinden bir boy büyüktü. Balıkçı Adası’nın kumsalına vurmuş, kuş yumurtası toplayan bir yüksek lisans öğrencisi tarafından bulunmuştu. Yine koyu yeşil ve tekerlekliydi. İçindeki siyah çöp torbası bu kez metalik gri koli bandıyla sarılmış, su yüzüne çıkmaması için yanına 10 kiloluk demir ağırlık konmuştu. Valizi suya atan her kimse, Chesapeake Köprüsü’nün altındaki okyanusun yer yer sadece birkaç metre derinliğinde olduğunu hesaplamamıştı anlaşılan.
Torbadan, sarı battaniyeye sarılı, göbek hizasından düzgün biçimde kesilmiş, midesi, bağırsakları dışarıda, kafası, kolları yerinde, çıplak bir erkek bedeni çıktı. Dört mermi isabet etmişti. Bedenin içinde kalan ikisine zeytin yeşili iplikçikler yapışmıştı. Mermilerin üçüncüsü, adamın alnından girip başın arkasından; sonuncusu da göğsünden girmiş, sırtından çıkıp gitmişti. "Öldürenler, işte bu ikisi" dedi doktor, "Gövde, 28 ya da 29 Nisan’da öldürülen birisinin. Bacaklardan daha önce kesilmiş. Etrafta bir seri katil var herhalde." Yine yanılıyordu.
16 Mayıs sabahı, aynı köprü yakınlarında, balıkçıların oltasına, öncekilerin aynısı bir valiz takıldı. Birkaç saat geçmeden adamın geri kalanı, siyah bokser şortuyla, siyah çöp torbasında, otopsi masasının üzerindeydi.
BUZDOLABINDA BEKLETMİŞ
Valizlerle torbaların aynı imalatçıya, parçaların 35-40 yaşlarındaki aynı kişiye ait olduğu kesindi. Büyük bir olasılıkla, nisanın son günlerinde öldürülmüştü. Kesin olan bir başka şey, önce kurşunlandığı, ölümünün ardından parçalandığıydı. Üç yıl sonra, 14 Mart 2007’deki duruşmada, adli antropolog Dr. Steven Symes, bu işin insan anatomisini iyi bilen biri tarafından, önce orta büyüklükte bir bıçak, ardından elektrikli tilki kuyruğu testere kullanılarak yapıldığını anlatacaktı. Valizlerden çıkan mavi el havlusuyla sarı battaniye, hastanelerde kullanılan malzemelerdi.
Başlangıçta, bacakların başka birine ait olduğunu sanan Dr. Wendy, mahkemede bu hatasını, "Katil, bacakları soğutmuş, sonra paketlemiş olmalı" diyerek açıklayacaktı. Katil, adli tıp uzmanlarının ölümden sonra geçen zamanı belirlerken beden üzerindeki değişiklikleri incelediğini ve bu değişikliklerin çevre sıcaklığından ciddi biçimde etkilendiğini bilen biriydi. Hemşire ya da doktor olabilirdi. Belki de, birkaç kişiydiler.
KUMARBAZ BİR MÜHENDİS
Ölenin kimliği çabuk belirlendi. "Televizyondaki robot resim, kocamın askerlik arkadaşı."dedi polisi arayan bayan Susan Rice. "Adı, William McGuire. New Jersey Teknoloji Enstitüsü öğretim üyesiydi. Atlantic City’ye kumar oynamaya giderdik. Hep kazanırdı. 28 Nisan’da New Jersey’deki iki katlı bahçeli eve yarım milyon dolar ödediler, 29’unda taşınacaklardı. Karısı da, iki oğullarından biri otistik olduğu halde, gece gündüz çalışırdı. Adı Melanie. Tüp bebek hemşiresi."
Virginia savcısı derin bir nefes aldı. Valizler, kendi sorumluluk bölgesinde ortaya çıkmış olsa da cinayet büyük bir olasılıkla McGuire’lerin oturduğu 300 kilometre kuzeyde işlenmişti. Soruşturmayla ilgili elinde ne varsa toparladı, New Jersey başsavcısına gönderdi.
GÜZEL HEMŞİRE TUTUKLANIYOR
McGuire cinayetini soruşturan New Jersey eyaleti dedektiflerinden David Dairymple ve ekibi, bir yıl uğraştılar, sonunda karar verdiler. Mühendisi, belki tek başına değil ama, karısının öldürdüğü muhakkaktı. 2 Haziran 2005 sabahı, 32 yaşındaki esmer güzeli, ufak tefek hemşire, iki küçük oğlunu otomobiliyle yuvaya bıraktıktan sonra, eve dönerken tutuklandı. Kefaletle serbest bırakıldı ve özgürlüğünü 2006 Ekim’ine dek sürdürdü.
4515 yaka numaralı dedektif David Dairymple, bu soruşturmada öylesine başarı gösterecekti ki, 2007 sonlarında "Yılın Polisi" nişanıyla onurlandırılacaktı. Sadece dedektif değil, 76 tanığın dinlendiği, 7 hafta süren yargılamanın savcısı bayan Patricia Prezioso da, dava karara bağlandığında ülke çapında ün sahibi olacak ve sonraki yaşamında avukatlık yapmayı tercih edecekti.
13 saat 57 dakika tartışan jüri üyeleri, 23 Nisan 2007 saat 13:45’te kararını açıkladı. Hemşire, "Ben yapmadım, ben yapmadım, bebeklerim, bebeklerim" diye hıçkırdı.
CEP TELEFONU VE OTOYOL KARTI
Hemşire, yarım milyon dolarlık evi satın aldıklarından iki gün sonra 30 Nisan 2004’te polisi aramıştı: "Evi aldığımız gün kavga ettik. Beni dövdü, basıp gitti. Atlantic City’de kumar oynuyordur, diye düşündüm. Dün sabah arabamla oraya gittim. Otomobilini buldum. Onu kızdırmak için yerinden kaldırdım, Flamingo otelinin önüne park ettim. İçindeki cep telefonunu çöpe attım. Kendi arabamı kullanamayacak kadar yorgun ve sinirliydim. Bir taksiyle eve döndüm. Bu sabah, yine taksiyle Atlantic City’ye gidip arabamı aldım, ayrıca boşanmak için mahkemeye başvurdum. Bunları öğrendiğinde, bana ve çocuklara zarar verir. Oturduğumuz evi boşaltıyorum, küçük bir yere taşınıyorum. Lütfen bizi koruyun."
Savcıya göre, hemşire yalan söylüyordu. Kocasını 29 Nisan sabahı öldürmüştü ve daha sonraki günlerde hálá yaşadığı sanılsın diye hikayeler uyduruyordu. Bir kere, 13 kumarhane ve çok sayıda otel, motel ve barın bulunduğu Atlantic City’de, mavi Nissan’ı eliyle koymuş gibi nasıl bulmuştu? Adına kayıtlı paralı otoyol geçiş kartı E-Zpass, 2 Mayıs gecesi 00:54’te Atlantic City ekspres yolunun gişesinde kullanılmıştı. O saatte nereye gidiyordu? Aynı gece, saat 1:10’da, "çöpe attım" dediği telefondan, mühendisin çalıştığı işyerine "Rahatsızım, yarın gelemeyeceğim" yazılı bir mesaj gönderilmiş, ancak e-posta adresi yanlış girildiğinden, yerine ulaşamamıştı. Savcıya göre, mühendisin adreste yanılması mümkün değildi. Yanlışlığı yapan, kocasını canlı göstermeye çalışan hemşireydi.
Hemşirenin avukatları bu iddiaları çürütemedi ama genç kadının uyuttuğu, öldürdüğü, testereyle doğradığı, bacaklarını soğuttuktan sonra parçaları poşetleyip üç valize dağıttığı kocayla, 300 kilometre yol gitmesine, suya atıp aynı yolu gerisin geriye dönerek çocuklarını yuvaya götürmesine ve bu arada olan biteni, kimsenin duyup görmemesine pek akıl erdiremediler.
GOOGLE’DA UYKU İLACI ARADI
8 Mayıs 2004 günü polis, Flamingo Oteli’nin önüne park edilmiş Nissan’ı inceledi ve torpido gözünde iki enjektör ve bir şişe kloral hidrat buldu. Reçeteyle satılan, genellikle ameliyat edilecek hastaları rahatlatmak amacıyla, anestezi öncesi kullanılan, bir uyku ilacı.
El konan bilgisayarları araştıran uzman Jennifer Seymour, nisan ayında hemşirenin evindekinden "kloral hidrat", "hızlı etki eden zehirler", "ipucu bırakmayan cinayetler", "Pensilvanya silah yasaları" gibi cümlelerin Google’da arandığını bildirdi.
Savcı Patricia’ya göre, nisan ayı sonunda hemşirenin elinde kloral hidrat vardı. İlacı, tüp bebek merkezine gelen bir hastanın adına düzenlenmiş reçeteyle satın almış olmalıydı. Toksikoloji uzmanları, öldürülen mühendisin vücudunda ne kloral hidrat, ne de başkaca bir uyutucu, uyuşturucu madde bulabildi. "Mutlaka bulunur muydu?" diye sordu savcı. "Hayır" dediler.
Kloral hidrat reçetesindeki imza, hemşirenin çalıştığı tüp merkezde görevli Dr. Bradley Miller’indi. El yazısı uzmanları, imzanın sahte olduğunda karar kıldı. Ancak sahte imzayı, hemşirenin atıp atmadığı anlaşılamadı. Aslında Dr. Miller, hemşirenin sadece şefi değil, iki yıllık aşığıydı. Uzunca bir süre polislerden bunu saklayacak, meydana çıkınca onlarla işbirliği yapacaktı.
Savcıya göre, hemşirenin silahı da vardı. Evinde, 26 Nisan 2004 tarihli, yani cinayetten üç gün öncesine ait, 0.38 kalibrelik Taurus marka tabanca ile bir kutu mermi satın aldığını kanıtlayan bir fatura bulunmuştu. Hemşire, bu silahı kocasını öldürmek için değil, önceki bir mahkeme kararı nedeniyle, silah almasının yasaklandığını söyleyen kocası için satın aldığını ve kendisine teslim ettikten sonra bir daha görmediğini öne sürdü. "Bay William’ın, silah satın almasını engelleyecek suç kaydına rastlanmadı" dedi savcı. "Mermiler, otopside çıkartılanlarla aynı marka ve çaptalar." Tabanca, hiçbir zaman bulunamadı.
ÇÖP POŞETİ, LİF, KOLİ BANDI
Hemşire, polisi arayıp kocasının evi terk ettiğini bildirdiği gün, oturdukları evi alelacele boşaltmıştı. Koltukların bazılarını ve altı büyük siyah çöp torbasına doldurduğu kocasının elbiselerini, taşınmasına yardım edene hediye etmişti. Uzman Thomas Lesniak, bu çöp torbalarını ve sadece hemşirenin değil, onunla bir şekilde bağlantısı olanların ev ve işyerlerinden toplanan yüzlercesini, valizdeki çöp torbalarıyla karşılaştırdı. "Elbiselerin konduğu altı torbadan üçünün fiziksel özellikleri, valizdekileri tutuyor" dedi. Ancak ne koli bantlarının, ne biri üzerindeki kırmızı tırnak cilasının, ne mühendisin vücudunda kalan mermilerin üzerindeki yeşil liflerin tıpatıp benzeri; ne de valizlerin içinde ya da çöp torbalarının üzerinde, herhangi birinin parmak izleri bulunabildi.
Mavi el havlusu ile sarı battaniyenin, hemşirenin çalıştığı tüp bebek merkezinde kullanılanlara benzediği anlaşılmakla birlikte, aynı malzemenin, bölgedeki yüz kadar sağlık birimine satıldığı ortaya çıktı.
Koli bantlarından birine kesik saçlar yapışmıştı. Mitokondriyal DNA analizine göre, çoğu mühendisin, bazıları hemşirenindi. Savcı, hemşireyle kocasının daha önce banyoda saçlarını kesmiş olabileceğini, saç kırıntılarının fayans araları ve duvar kenarlarına toplanmış olabileceğini, hemşirenin cinayeti burada işlediğini, etrafta uçuşan saç kırıntılarının koli bandına yapıştığını iddia ediyordu.
TESTERE YOK, KAN DA YOK
Soruşturma sırasında, cinayete karışmış olabileceklerin evlerinden 24 testere toplanmış, incelenmek üzere New Jersey polis kriminalden Thomas Lesniak’a teslim edilmişti. "Cesedi parçalamakta, bu testere kullanılmış olabilir" dedi uzman. Kuşkulandığı, hemşirenin aşığı Dr. Miller’in evinde bulunmuş olandı.
Polis, doktoru ziyaret etti. Hemşireyle yapacağı telefon görüşmelerini mahkeme kararıyla kaydedeceğini bildirdi. Kadını, cinayeti üstlenecek biçimde konuşturmasını tavsiye etti. Hemşireyle doktor, o günden sonra defalarca telefonda görüştüler. "Onu sen mi öldürdün?" diye sordu doktor. Hemşire hep "Hayır" dedi. Doktor, boşuna korkmuştu. Kemik ve kıkırdaklarda, bıçak ve testerelerin bıraktığı izler konusunda uzman adli antropolog Dr. Steven Symes mahkemede "Bay William’ın parçalanmasında kullanılan testerenin bunlardan hangisi olduğu söylenemez" diyecek ve testere delil olamayacaktı.
Olay yeri inceleme ekipleri, hemşirenin kocasını öldürdüğü düşünülen ve cinayetin hemen ardından boşalttığı evi, üç yılda beş kez aradı. Havalandırma tesisatını, fayansların arasını, hatta pis su borularının içini bile inceledi. Bir tek kan lekesine rastlamadı. Dört el ateş edilerek vurulan, testereyle dörde bölünen adamın bunca kanı nereye gitmişti? "Evden kesif bir çamaşır suyu kokusu geldiğini söyleyen tanıklar var" dedi savcı. "Mutfaktaki baharat şişelerin üzeri bile tertemiz. Hemşire Melanie McGuire, kocası William’ı, duşkabini içinde öldürmüş ve kesmiş, daha sonra tabanı ve duvarları çamaşır suyuyla silmiş olmalı."
19 Haziran 2007 günü hemşire, 66 yıl 4 ay hapse mahkum oldu. Eğer ömrü yeterse, 101 yaşında çıkacak. Temyize başvuracağı söyleniyor.
Birkaç hafta önce, otopsileri yapan Dr. Wendy ve antropolog Dr. Symes ile birlikteydim. Her ikisi de, hemşirenin katil olduğuna, ancak olay yeri inceleme ekiplerinin delilleri bulamadığına inanıyordu.
Yazının Devamını Oku 9 Mart 2008
Hafta içindeki olağanüstü iş yoğunluğuma rağmen, gecemi gündüzüme katarak bugün ilgiyle okuyacağınızı umduğum bir cinayetin öyküsünü tamamlamaya çalışmaktaydım ki, 6 Mart Perşembe sabahı, gazetelerde gördüğüm bir haber dikkatimi çekti. Hele Sabah Gazetesi’nde, Rıdvan Tezel kardeşimin imzasını taşıyan "0.51 promil alkollü çıktı, ehliyeti gitti" başlığı ile verilen haberi okuyunca, kulaklarıma kadar sıcak bastı.
Kimin söylediğini bilmiyorum ama, haberin sondan ikinci satırında "İki bira içince 0.51 promil alkol çıktığı belirtildi" şeklinde bir cümle vardı. Önce, Tezel’i arayıp bunu kimin söylediğini öğrenmeyi düşündüm. Sonra vazgeçtim.
Cinayetle ilgili olarak topladığım ve çalışma odamın dört bir yanına yayılmış yüzlerce sayfa bilgi, belge, ses kaydı transkripti ve kriminal laboratuvar raporu ile onlarca otopsi ve olay yeri fotoğrafını bir çırpıda topladım. Şu alkol meselesi ile ilgili görüşlerimi kaleme almaya karar verdim. Benim gibi alkolle uzak yakın ilgisi olmayanlara, bir bilgisayar programcısının testereyle ufalandığı korkunç bir olay yerine, güvenli sürüş yeteneğinin kaybını konu alan tatsız bir yazı sunduğum için özür dilerim.
ALKOLMETRE SONUCU KESİN KANIT MI
Övünmek gibi olmasın, Türkiye’de, solunum havasında alkol ölçümünü, bundan 25 yıl kadar önce, Adli Tıp Kurumu’ndaki Kimya Dairesi’nde görevli ekibimle ben başlattım. Önce Almanya’dan Drager, ardından İngiltere’den ithal edilen Lion marka gereçlerle donatılan ve İstanbul’da, Taksim Meydanı’nın orta yerine park etmiş bir minibüsteki kimyacılarımız uzunca bir süre, polislerin durdurduğu araç sürücülerine "Lütfen, derin bir nefes alın ve şu boruya üfleyin" dedi. Gerçi akciğer havasından yola çıkarak, kandaki alkolün düzeyi hakkında bir fikir elde edilebileceği 1950’lerden beri biliniyordu ama, trafik kontrollerinde kullanılabilecek, taşınabilir üfleme gereçleri henüz pek yeniydi.
O zamanlar, Türkiye’nin, her üflemede ayrı boru kullanacak parası yoktu. Ertesi güne lazım olan malzemeyi hazır etmek için, yardımcı personelimiz gece boyu kullanılmış plastik tüpleri yıkar, dezenfekte eder, kurutur ve yeniden jelatinlerdi. Çok genç yaşta kaybettiğimiz, alkol ekiplerinden sorumlu Adli Tıp Kurumu Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Ayhan Köseoğlu, her sabah o gün kullanılacak alkolmetreleri belli miktarda alkol buharı içeren standartlarla ayarlar, göreve gidecek uzmanlarımıza zimmetlerdi. Birkaç yılda, bu hizmeti, tümüyle gerçek sahiplerine, polislere teslim ettik.
ÜFLEME SONUÇLARI TARTIŞMASI
Aradan geçen çeyrek yüzyılda, alkolmetrelerin ne zaman yanlış yüksek, ne zaman düşük ölçüm yaptığıyla ilgili dünyada sayısız araştırma yayınlandı. Gereçlerin teknik özellikleri bu yönde düzeltilmeye çalışıldı; sürücüden kaynaklanabilecek istemli ve istemsiz hatalar ve alkolometrelerin bakım ve kalibrasyonu konusunda polisler eğitildi, hekim, savcı ve yargıçlar bilgilendirildi, hatta yasalar değiştirildi. Bu sıkıntılar yüzünden ülkeler, üfleme sonuçlarını, kandaki alkol düzeyi hakkında fikir veren bir ön test olarak kabul edenler ve yargılamaya yeterli delil olarak kabul edenler şeklinde, ikiye ayrıldı.
Sayısız davada gereçler ve uygulamalar sorgulandı, "Üflemenin yapıldığı sırada, sürücünün kanındaki alkol yükselme aşamasında mı, yoksa atılma aşamasında mı?" ya da, "Şimdi şu kadar ama, iki saat önce kaçtı?" gibilerinden sorulara yanıt arandı. Bütün bu kargaşa, tek uzmanlığı alkolmetre sonuçlarıyla ilgili davalar olan hukuk bürolarına ve bilirkişilere yaradı.
KAZALARIN NEDENİ SADECE ALKOL DEĞİL
ABD, Kanada, Fransa, Almanya, İtalya, Avustralya gibi trafik kazalarının yoğun olarak yaşandığı ülkelerdeki araştırmalar, ölümlü kazaların neredeyse üçte birinde, sürücülerin uluslararası denetime tabi uyutucu, uyuşturucu ya da uyarıcı maddeleri içeren reçeteli ilaçların; esrar, ekstazi gibi yasadışı maddelerin, hatta basit nezle ve grip ilaçlarının etkisinde olduğunu gösteriyor.
Örneğin esrar, araç sürmek için gerekli dikkat ve konsantrasyonun azalmasına yol açar. Mesafe, hız ve zaman duygusunu ortadan kaldırır. Bu nedenle, çarpışma riskini önemli ölçüde artırır ve görünüşte hiçbir bozukluk belirtisi olmamasına karşın, sürme yeteneğini etkiler. Ekstazi gibi uyarıcılar, risk almayı ve saldırganlığı artırır ve sürücüler, güvenli şekilde araç süremeyecek kadar yorgun düşmelerine karşın araç sürmeye devam eder.
Toplumumuzun, sadece güvenli sürüş yeteneğini etkileyen organ hastalıkları hakkında değil, reçetesiz satılan nezle ve grip ilaçları da dahil, pek çok ilacın ve yasadışı maddenin, trafik kazalarının başta gelen nedenlerinden biri olduğu konusunda aydınlatılması gerekiyor.
GÜVENLİ SÜRÜŞ YETENEĞİ DAHA ÖNEMLİ
Daha 1990’ların ortasında, önemli olanın kanda alkol konsantrasyonu değil, sürücünün güvenli araç sürme yeteneğini kaybedip kaybetmediğinin belirlenmesi olduğunu dile getirmeye başlamıştım. Amacım, Los Angeles polis teşkilatında görevli sevgili Thomas Page’in 1980’lerin ortasında başlattığı ve yerinde incelediğim Madde Tanıma Uzmanlığı (Drug Recognition Expert, DRE) uygulamasını Türkiye’ye getirmekti.
Günümüzde, ABD’nin 37 eyaletinde, Kanada’da, İsveç, Norveç ve Güney Afrika’da, ayrıca Avustralya, Almanya ve İngiltere’deki DRE polisleri, sürücüye bazı testler uygulayarak, güvenli araç kullanıp kullanamayacağı hakkında bir fikir elde edebiliyor. Hatta ilaçları da kapsayacak biçimde, başlıca 7 grupta toplanan uyutucu-uyuşturucu-uyarıcı madde ya da maddelerin etkisi altında olabileceğini belirleyebiliyorlar. DRE polislerinin eğitimi, Uluslararası Polis Şefleri Birliği’nin teorik ve pratik ders programı ve denetiminde yürütülüyor. Sertifikalandırılan polisler, belirli aralıkla yeniden eğitiliyor, yeniden sınava sokuluyor ve sertifikaları yenileniyor.
Şimdi, İstanbul Yeditepe Üniversitesi’nde görevli Prof. Dr. Sedat Çöloğlu ile birlikte, MAT Uzmanlığı adını verdiğimiz programı tanıtmaya çalıştık. 2000 yılında, DSP İstanbul Milletvekili Ahmet Tan Başkanlığı’ndaki TBMM Trafik Güvenliği Araştırma Komisyonu’na anlattık. 2003’te düzenlediğimiz uluslararası bir kongreye, Tom Page ve ekibini davet ederek, polis teşkilatı mensuplarına konferanslar vermelerini sağladık.
Ne yazık ki, bu ucuz ve Türkiye’nin her noktasında hiçbir gereç kullanmadan, kan ya da idrar analizi yapmadan uygulanabilecek tarama yöntemine sahip çıkan olmadı. Bu arada ben, Tom Page’i tanıdığımla kaldım. Pek de fena olmadı, editörlüğünü yaptığı "Kötüye Kullanılan Maddelerin Adli Tıbbi Boyutu" adlı İngilizce kitaba, hukukçu Tanıl Başkan ile birlikte, Türkiye’deki karayolu trafiğiyle ilgili yasal düzenlemeleri ve kazalara alkol ile madde etkisini irdeleyen bir bölüm yazdık.
Erkekler kadınlardan şişmanlar zayıflardan fazla içebilir
Gelelim, şu roman yazdıracak kadar ilginç cinayet öykümü bir tarafa bıraktıran, "İki şişe birayla kanda 0.51 promil alkol çıkar" meselesine. Tüketilen alkolün, kanda hangi değere, ne kadar sürede yükseleceği, ne hızda düşeceği, bu sırada insanın neleri yapıp yapamayacağı, içkinin niteliğine, alışkanlığa, kiloya, açlığa, içkiyle birlikte neyin, ne kadar yenilip içildiğine (yemek, su, ilaç, uyuşturucu gibi); içme hızına, birden fazla şişe, bardak ya da kadeh içildiyse bunların art arda mı, yoksa aralıklarla mı içildiğine ve farklı içkiler olup olmadıklarına, ayrıca fiziksel aktiviteyle, genel sağlık durumuna, cinsiyete ve daha birçok biyokimyasal ve genetik faktöre göre değişir. Kandaki alkol yükselirken, kişiden kişiye önemli farklılıklar gözlense de, genellikle 4 promil’in, yani yüzde 400 miligram’ın üzerine çıktığında, solunum durur.
Çok kaba bir hesapla, 50 kiloluk bir kadın, iki saatte iki şişe bira içerse, kanındaki alkol, en fazla 0.59 promil’e kadar yükselir. Ama 80 kiloysa, bu sayı ancak 0.29 olur. (Demek ki neymiş, şişmanlar, zayıflardan daha fazla içebilir!). 50 kilo bir erkek, iki saatte, iki bira içerse, kanındaki alkol 0.46’ya, 80 kiloluk erkeğinki ise ancak 0.21’e ulaşır (Demek ki neymiş, erkekler, kadınlardan fazla içebilir).
Diyelim ki, "Bir saatte iki şişe bira içilirse ne olur? diye sordunuz. 80 kiloluk bir erkekseniz mesele yok. Kandaki alkolünüz, hálá yasal sınır olan 0.5 promil’in altında kalır. Sakın "Ben şişman bir kadınım, ben de saatte iki bira içeceğim" diye tutturmayın. Sizinkisi, 0.71’e kadar yükselir. Kadın ve erkek bedeninin alkol karşısındaki bu davranışı, sadece kadın bedenindeki suyun daha az, yağın daha fazla olması ve mide-bağırsak sistemindeki özelliklerle açıklanamayacak kadar karmaşık ve hálá tam aydınlatılamamış ve "Erkekler Mars’tan, Kadınlar Venüs’ten" dedirtecek kadar farklıdır.
Bu kadar uzun "faraziye ve nazariye"den sonra, noktayı koyalım. "İki şişe birayla kanda 0.51 promil alkol çıkar" şeklinde bir genellemeye gidilemez. Ama en iyisi, siz siz olun, bir şişe bile bira içip araç kullanmayın.
Aynı ehliyetle 41 yıl
Elimde, tam 41 yıl önce geçtiğim bir sağlık kontrolünden sonra, İstanbul’da aldığım bir ehliyet var ve bu ehliyetle sadece Türkiye’de değil, uluslararası antlaşmalar gereği geçerli olduğundan, dünyanın pek çok ülkesinde araç kullandım. Ender olmakla birlikte, trafik kurallarına uymadığım için para cezası ödediğim, kazaya karıştığım için yargıç karşısına çıktığım oldu. Bu olayların her birinde uykusuz ve çok yorgundum.
Direksiyon başına oturan herkes, uykusuzluk ve yorgunluğun, güvenli sürüş yeteneğini azalttığını gayet iyi bilir. Hatta uzun süreli açlığın, çok ağır bir yemeğin ve tabii alkolün etkilerini de iyi bilir. Ancak ölümlü kazaların birçoğuna, sürücünün bildiği ya da bilmediği kas, eklem, beyin, böbrek, kalp, göz, kulak gibi organlarını tutan hastalıkların yol açtığı pek bilinmez. Bu hastalıkların büyük bir bölümü yaş ilerledikçe ortaya çıkar. Bir sağlık kontrolünden geçtikten sonra alınan ehliyetle, değil benim gibi 41 yıl, ölünceye dek araç kullanılan günlerin artık geride kalmasını dilerdik.
Ne yazık ki, Türkiye’de henüz, yaşa bağlı olarak artan sağlık bozulma riskini dikkate alarak, sağlık muayenesi şartı aranmıyor. Şimdilik sadece, uluslararası ve şehirlerarası nitelikli yolcu ve eşya taşıyan sürücülerin sağlık durumlarını her beş yılda bir, yetkili bir sağlık kuruluşundan aldıkları raporla belgelemeleri şart koşuluyor. Türkiye adına çok önemli bir başlangıç olduğuna inandığım bu uygulamanın, yakın bir gelecekte tüm sürücülere yaygınlaştırılmasını dilerim.
Yazının Devamını Oku 2 Mart 2008
Geçen hafta, ABD’nin başkenti Washington DC’de bir araya gelen dört bine yakın adli bilimcinin gündeminde, ne Barak Obama ya da Hillary Clinton’ın olası başkanlığı, ne de Fidel Castro’nun Küba yönetimini bırakması vardı. Her iki olay, Amerika’dan başlayarak bütün dünyayı ciddi biçimde etkileyecek gelişmeler olduğu halde, hafta boyunca parmak izi, mermi ve şifreler, ayrıca suçla mücadelede kullanılabilecek yeni teknolojilerle yatıp kalktık. Bu arada tanıdıklarımı gördüm, Afganistan ve Irak’taki olay yeri incelemeleri ve kriminal laboratuvar uygulamalarına ilişkin birinci elden bilgi edinme fırsatı buldum. Ama önce, Iraklı taksici cinayetinde gelinen son noktayı aktarayım.
11 Mayıs 2007 Cuma günü, tam öğle sularıydı. Iraklı taksici Nasır Cenabi, Bağdat’ın 50 kilometre kadar güneyinde, Curf el Sahr bölgesinde, açık arazide, kurumuş otlar arasında yürümekteydi. Hava çok sıcaktı, kısacık simsiyah saçlarının üzerine siyahlı beyazlı puşisini sarmıştı. Üzerinde yere kadar uzanan, uzun kollu koyu mavi entarisinden başka bir şey yoktu. Şu küçük tepeyi aşınca su kuyusuna ulaşacaktı ki, birden karşısına eli silahlı bir Amerikan askeri çıkıverdi.
Keskin nişancı başçavuş Michael A. Hensley ile taksici Nasır Cenabi’nin karşılaşmasından yarım saat kadar sonra, aynı yerden bir kişi daha geçti. Bu, Nasır’ın 17 yaşındaki oğlu Mustafa’ydı. Yeğenlerinden birinin Şiiler tarafından öldürüldüğünü öğrenmiş, bu acı haberi babasına vermek üzere akşam eve dönmesini bekleyememiş, nereye gittiğini bildiğinden, peşi sıra koşturmuştu. Çavuş Hensley, onun da yolunu kesti.
Başçavuş yalnız değildi aslında. Yanında, kendi gibi iki keskin nişancı daha vardı, çavuş Evan Vela ve er Jorge G. Sandoval Jr. Her üçü, Alaska’daki 501. Piyade alayına bağlıydılar ve her üçü de, nişancılıktaki başarılarından ötürü defalarca madalya almıştı. Amerikalı askerler, o gün, hava henüz kararmadan Mustafa’yı salıverdi, babayı ise alıkoydu.
Bu olaydan tam 283 gün sonra, 19 Şubat 2008 gecesi bazı fotoğraflar gördüm. Bunlar, Nasır Cenabi’nin son fotoğraflarıydı. Toprağın üzerine boylu boyunca uzanmıştı, etekleri dizlerine kadar sıyrılmıştı, çıplak ayakları tıpkı elleri gibi zayıf, uzun ve narindi. Başı sola dönüktü, örtüsü boynuna toplanmıştı. Gözleri kapalıydı, birkaç günlük sakalı, kalın kaşları, ince, kemerli burnu görünüyordu. Sağ kulağının hemen üzerindeki kan lekesinden başına ne geldiğini anlıyordunuz. Daha önemlisi, karnının üzerinde çapraz biçimde bir AK-47, yani Kalaşnikof durmaktaydı. Nasır’ın ne o gün, ne de ondan önceki 40 yıllık yaşamında bir Kalaşnikof tüfeği olmuştu.
ÇAVUŞU MÜEBBETEN KURTARAN ÜNLÜ DOKTOR
Her üç asker, silahsız bir sivili kasten öldürmekle suçlandı ve Irak’taki bir Amerikan askeri mahkemesinde ömür boyu hapis istemiyle yargılandı. Duruşmalar sırasında, Irak’taki keskin nişancıların zaman zaman silah, mühimmat ve patlayıcıları "yem" olarak kullandığı, onları almaya gelenleri vurdukları ya da öldürülenlerin silahsız siviller olduğu anlaşılınca da, durumu kurtarmak için cesetlerin yanına, tıpkı taksici olayındaki gibi bir silah bıraktıkları ortaya çıktı. Hatta, Pentagon’a bağlı Asimetrik Savaş Grubu adlı bir ekipte çalıştığı söylenen kişilerin Irak’a geldiği ve keskin nişancılara "yem taktiği"ni tavsiye ettiği bile iddia edildi.
Başçavuş ve er, cinayetten beraat ettiler, ancak cesedin üzerine silah yerleştirmek, olay yerini incelemeye gelen uzmanları yanlış yönlendirmek ve suçu örtbas etmeye kalkışmaktan cezalandırıldılar.
Çavuş Evan Vela hakkında, 9 Şubat 2008 günü karar verildi. Başçavuşun "vur" emrine uyarak, ayaklarının dibinde yatan taksicinin kafasına doğru 9 milimetrelik tabancayla bir el ateş eden, çırpınması ve boğazından hırıltılar gelmesi üzerine, başçavuşun ikinci bir kez "vur" diye bağırmasının ardından, yeniden tabancasını ateşleyen 22 yaşındaki keskin nişancı, savunmanın bilirkişisi olarak tanıklık eden patolog Dr. Michael Baden sayesinde, müebbet hapis yerine, sadece 10 yıl ceza alarak kurtuldu. Karar, halen askeri temyizde.
TEK KURŞUN, ÜSTELİK UZAK ATIŞ
45 yıllık meslek yaşamında 20 bin otopsi raporuna imza atmış Dr. Baden, bir yandan öldürülen Iraklı’nın fotoğraflarını gösteriyor, bir yandan anlatıyordu. "Iraklı’nın cenazesi, otopsi yapılmadan ailesine teslim edilmiş. Çavuş Evan’ın, kasten adam öldürmekle yargılanmasının nedeni, madalyalı bir keskin nişancı olduğu halde, silahsız birine ikinci kez ateş etmesiydi. Avukatı Jim Culp, çavuşun bu davranışını, 74 saatlik uykusuzluğu ve savaş koşullarının yarattığı travma sonrası stres sendromuyla savunmaya çalışmış ama mahkemeyi ikna edememiş. Delilleri yeniden incelememi isteyince Bağdat’a gittim. İddianame, 9 mm’lik otomatik tabancayla 15 santimden iki kez ateş edildiğinin kayıtlı olduğu bilirkişi raporuna dayanıyor. Halbuki askeri patolog sağ kulağın üzerindeki yaranın kurşun giriş ya da çıkış deliği olduğunu bile ayırt edememiş, barut izi aramamış. Bana göre çavuş en az 50 santim uzaklıktan ateş etmiş, üstelik kurşunlardan sadece biri kafaya isabet etmiş. Sağ kulağın üzerindeki yara, bu kurşunun giriş deliği, kafanın solundaki de kurşunun çıktığı yer. Bu da, Iraklıyı öldürmeye kastetmediğini, başçavuşun ’vur’ emirleri üzerine, refleksle ateş ettiğini kanıtlar." İşte çavuşu ömür boyu hapisten kurtaran, Dr. Baden’in fotoğraflar üzerinden yaptığı bu değerlendirme.
Ya bilirkişi ünlü biri olmasaydı?
Savunmanın bilirkişisi, New York’lu Dr. Baden gibi, aktör John Belushi’nin intiharından, aktör Marlon Brando’nun oğlu Christian’ın ölümüne, yine aktör O.J. Simpson davasından, Başkan Kennedy ve Martin Luther King suikastlarını araştıran soruşturma komisyonu başkanlığına dek neredeyse yarım asırdır ABD’nin gündemini işgal etmiş tüm şüpheli ölümlere damgasını vuran, TV seyircisinin yüzüne aşina olduğu, çok ünlü, çok yaşlı, çok karizmatik bir doktor değil de, genç ve tanınmamış bir adli tıp uzmanı olsaydı, mahkeme görüşlerini dikkate alır mıydı bilemem. Ancak, şurası muhakkak ki, çavuş Evan Vela davası, savaş alanlarında bile iyi bir olay yeri incelemesi ve otopsinin ne kadar önem taşıdığını gösteren iyi bir örnek. Nitekim Amerikalılar, gerek Irak, gerekse Afganistan’da bu eksiklerini hızla kapatmaya çalışıyor.
Saddam’ın parmak izini alan Shannon’la yaptığım kahvaltıda öğrendiklerim
Saklandığı yerden çıkartıldıktan hemen sonra Saddam Hüseyin’in parmak izini alan, kabarık kapkara saçları ve pos bıyıkları ile bir Amerikalı’dan çok Meksikalı’yı andıran Paul Shannon’la kahvaltı etmek benim için geçen haftanın bir diğer ilginç deneyimiydi.
Shannon, 11 Eylül patlamalarından sonra, FBI’ın "Bilinen ve Şüphelenilen Teröristlerin Parmak İzi Veritabanı"nın yaratıcısı ve halen ABD’nin Bağdat Büyükelçiliği’nde görev yapan bir uzman. Sadece Irak’ta değil, Afganistan, Pakistan ve Filipinler’de de pek çok olay yeri incelemesinde bulunmuş. Son yirmi yılını parmak izine adamakla birlikte DNA’nın gücünü kabul ediyor. Onun başlattığı bir program sayesinde, Irak ve Afganistan’daki her bombalı araç ve intihar eylemi sonrasında arta kalan malzeme üzerinden elde edilen parmak izlerinin yanı sıra DNA bilgileri de arşivleniyor.
Shannon, terör eylemleriyle karşılaşılan her ülkede aynı şekilde çalışılması ve tüm verilerin ortak bir veri tabanında toplanması gerektiğini anlattı. Patlayıcı düzeneklerini imal eden ve yerleştirenlere, bu sayede ulaşılabileceğine inanıyor. Shannon’un başlattığı bu yeni uygulama, olay yerlerinden elde edilen delillerin çok hızlı ve güvenilir biçimde incelenmesini ve gene çok hızlı biçimde tüm parmak izi ve DNA veri tabanlarında bir benzerinin bulunup bulunmadığının aranmasını gerektiriyor. Bu alanda hizmet ve malzeme sunan bazı büyük Amerikan şirketlerinin, Amerikan ordusundan başka kimseye satamadığı bazı gereç, ayıraç ve yazılımları sayesinde bu hıza ulaşıldığını ve olay yerlerinden elde edilen delillerin artık Irak ve Afganistan’da kurdukları Amerikan askeri laboratuvarlarında incelendiğini öğrendim.
MOBİL LABORATUVAR
Amerikan Adalet Bakanlığı’na bağlı Ulusal Adli Bilim Teknolojileri Merkezi’nin faaliyetlerini, kurulduğu 1996’dan bu yana izler, fırsat buldukça St. Petersburg-Florida’daki tesislerini ziyaret ederim. 2006’da ABD Savunma Bakanlığı’nın isteği üzerine başlattıkları bir projenin ilk ürünü, başta Irak ve Afganistan, savaş ve afet bölgelerinde kullanılmak üzere geliştirdikleri bir kriminal laboratuvar.
Merkezin müdürü Kevin Lothridge, dışardan bakıldığında, açık sarı renkte, orta büyüklükte bir konteyneri andıran yeni oyuncağını, bana büyük bir keyifle gezdirdi ve özelliklerini anlattı. "Eni 2.5, boyu 6, yüksekliği 2.5 metre. 150 metrekarelik bir laboratuvarın işini görüyor. Açılıp kapanıyor. Bir saatten az bir sürede her türlü araziye kurabiliyoruz. Kara, hava, deniz yoluyla taşıyabiliyoruz. Trene yükleniyor. Su, ışık ve kum geçirmiyor. Tekerlekleri var, istenen yere çekerek götürülebiliyor. 50 litre dizelle, en az 33 saat elektriğini üretiyor, klimasını çalıştırıyor."
ISO belgeli, dünyanın bu ilk taşınabilir kriminal laboratuvarının içinde; DNA, patlayıcı, balistik ve parmak izi incelemelerinde, zehir ve uyuşturucu aramada, kimlik ve pasaportların sahte olup olmadığını anlamada kullanılan ve elde edilen verileri istedikleri merkezle paylaşabildikleri her türlü donanım vardı. Ayrıca olay yerlerinde, mağdur ve zanlılar üzerinde, delil arama ve toplamada kullanılan araç ve gerece sahipti. Yakın bir gelecekte dünyanın elektriği suyu olmayan ücra köşelerinde, dağların tepesinde, çöllerin ortasında bu tür mobil laboratuvarlara rastlayacağımız muhakkak.
DEV BİR VERİ TABANI
Kevin Lothridge ve ekibinin taşınabilir kriminal laboratuvarı, Amerikan ordusunun ciddi bir sorununa çözüm olacağa benziyor. Irak ve Afganistan’da ele geçirilen silah, teçhizat ve cep telefonları üzerinden, ayrıca tutuklananlardan parmak izi ve DNA örneklerinin alım ve analizinin, iris taramalarının, cep telefonu ve elektronik posta kayıtları ile kısa mesajların izlenmesinin hayati önem taşıdığı muhakkak. Amerikan ordusu bu hizmetlerin önemlice bölümünü 30 kadar özel şirketten, çok yüksek ücretler ödeyerek satın alıyor. Geçen ağustosta Fort Gillem askeri tesisinde bir araya getirilen yüz kadar sivil ve asker bilim insanı, ordunun bir an önce kendi teknisyenlerini yetiştirmesi, analizlerin askeri laboratuvarlarda yapılmasını ve bunların tek merkezden yönetimini önermişti.
Sadece Irak’ta, her yıl 30 bin kadar tutukludan DNA analizi için örnek alınıyor. Buna, olay yerlerinden ve savaşta ele geçen malzemelerin üzerinden elde edilen örneklerin analizi eklenirse, iş yükünün boyutları kolayca anlaşılır. Amerikalılar, Irak ve Afganistan’da sabit laboratuvarlar kurmak istemediklerini her fırsatta dile getiriyorlar. Gerçi çalıştırılacak personeli eğitmeleri biraz zaman alabilir ama, tam donanımlı taşınabilir laboratuvarlarla, sorunun en azından önemli bir bölümünü çözmüş gözüküyorlar.
Eğer tüm verileri bir araya getirebilirlerse, parmak izi ya da DNA’sını aldıkları herhangi bir kişinin, sadece Irak’ta evvelce bir suç işleyip işlemediği değil, kendisinin ya da yakın bir akrabasının biyometrik bilgilerinin, Afganistan, ABD, İngiltere ya da bilgi paylaşımları bulunan başka bir ülkenin veri tabanında bulunup bulunmadığını, bilgisayarın tek bir tuşuna basarak bulabilecek ve olası bir şiddet eylemini önleyebilecekler.
Bütün bu gayretler, birkaç yıl içinde güncelliğini yitirebilir. Irak’ta, Amerikalıların halen dört bin kadar kara robotu bulunuyor. Bunlar, bombaların etkisiz hale getirilmesinden, uzaktan kumandayla ateş etmeye varıncaya dek, çok çeşitli işlerde kullanılıyor. İnsansız uçaklar fır dönüyor ve şu sıralar ABD başta olmak üzere pek çok ülke, nerede, ne zaman ve kimi öldüreceğine karar verebilen robotları üretebilmek için milyarlar harcıyor. Buna paralel olarak, teröristlerin de intihar eylemlerinde robotları kullanacağı muhakkak. Arnold Schwarzenegger’in Terminatör 3 filmi ve video oyunlarındaki gibi, makinelerin yükselişini izleyeceğimiz yeni dünyada, olay yeri incelemesi, parmak izi ve DNA’yı hálá konuşur muyuz acaba?
Dışa bağımlılıktan kurtulmalıyız
Türkiye’deki kriminal laboratuvarların özellikle DNA analizleri konusunda, araç, gereç ve yazılım açısından büyük ölçüde dışa bağımlı olduğunu her platformda dile getiriyorum. Analize gerekli ayıraçların ya da bozulan gerecin yedek parçasının zamanında ithal edilememesi yüzünden DNA sonuçlarının geciktiğini; bu ayıraçlar çok pahalı olduğundan, bazı olay yerlerinde toplanan delillerin ancak bir bölümünün incelendiğini biliyorum. Hatta, bundan birkaç yıl önce, bir kriminal laboratuvar çalışanının, olay yeri inceleme ekiplerine "Atasoy’un dediklerini unutun. Olay yerinde bulduğunuz her sigara izmaritini, her bira şişesini göndermeyin, işin altından kalkamıyoruz" dediğini de biliyorum. Kriminal analizlere gerekli araştırma ve geliştirmeye daha fazla kaynak ayırmak, suçla mücadeleye gerekli araç ve gereci yurt içinde imal etmek ve dışa bağımlılıktan bir an önce kurtulmak, ülke güvenliğimiz açısından çok büyük önem taşıyor.
Yazının Devamını Oku 24 Şubat 2008
Parmakizi ve DNA gibi bilimsel deliller, giderek "Ben gördüm" ya da "Ben yaptım" benzeri söylemlerin yerini alıyor. Çünkü, hem görgü tanıklarının yanılabileceğini, hem de insanların değişik nedenlerle işlemedikleri bir suçu üstlenebileceğini biliyoruz. Ancak soruşturmanın başlangıcında, sadece görgü tanıkları varsa, üstelik bunlar çocuksa ne olacak? Yaşını başını almış kişilerin söylediğine bile kuşkuyla yaklaşırken, çocuklara güvenebilir miyiz? Evet, güvenebiliriz, belki erişkinlerden bile daha fazla güvenebiliriz. Yeter ki bellekleri yönlendirici sorularla "kirletilmesin" ve küçüklerle "usulüne uygun" biçimde görüşülsün.
Almanya’nın Ludwigshafen kentindeki yangın soruşturmasında, iki küçük görgü tanığının söyledikleri arasında çelişki bulunduğu iddia edilmişti. Bu çocuklarla kim ya da kimler, hangi sırayla, ne zaman, hangi koşullarda, hangi teknikle görüştü? Belki de çelişkinin gerçekten var olup olmadığı, bunların yanıtında yatıyor. Çocukların anlattığına ne ölçüde inanılabileceği, asırların meselesi. Kriminoloji tarihi, onların söylediğine dayanılarak hapsedilen, hatta idam edilen, ancak yıllar sonra masum olduğu anlaşılan kişilerin öyküleri kadar, çocukların tanıklığı sayesinde aydınlatılan suçlarla dolu.
Polis otosundaki cadılar
Bugün, ABD’nin Massachusetts eyaletindeki 40 bin nüfuslu Salem kentine giderseniz, Margin Caddesi’ndeki, koyu kırmızı tuğlalı, iki katlı polis merkezinin duvarına asılı, polis otolarının her iki ön kapısına resmedilmiş, polis şapka ve üniformalarına dikili armalardaki logo, sizi şaşırtabilir. Çünkü, üzerinde "Salem Polisi" yazılı mor renkli fonun ortasındaki "Cadılar Kenti" sözlerinin hemen altında, süpürgeye binmiş kapkara bir cadı silueti bulunur. Sadece bunlar mı, Salem’deki ilkokullardan birinin adı, "Cadılar Tepesi İlkokulu", Salem Lisesi futbol takımının adı "Cadılar"dır, anahtarlıktan güneş gözlüğüne, her türlü hatıra eşyasının üzerinde bir cadı vardır ve Salem kenti, adının çağrıştırdığı, tam 316 yıl geride kalmış bir davadan alabildiğine yararlanarak, dünyanın dört bir yanından turistleri kendine çekmeye çalışır.
Salem kentinin gururla taşıdığı cadı sembolü, aslında gururlanacak değil, utanılacak bir geçmişin anısıdır. Cadı olduğu için asılan 14’ü kadın, 19 zavallının; suçlamaları kabullenmediğinden, taşla ezilerek idam cezasına çarptırılan bir adamın ve tutuklanan 150’den fazla kişiden beşinin, yargılanmayı beklerken cezaevinde öldüğü; kapkara bir anı. Bu felaketin tek nedeni de çocuklardır.
SALEM CADILARI DAVASI
1691’i 1692’ye bağlayan kıştı. Dışarıda diz boyu kar vardı ve Salem köyü papazı Samuel Parris’in 9 yaşındaki kızı Elizabeth ile yeğeni 11 yaşındaki Abigail’in tek eğlencesi Tituba’ydı. Tituba, Karayip Adaları’ndan satın alınan siyahi bir köleydi ve yerleri süpüren bol etekli rengarenk giysisi, kafasına doladığı kocaman türbanıyla mutfağın orta yerinde, bir o yana bir bu yana dönerek şarkılar söyler, dans eder, pişirdiği lezzetli çörekleri ikram eder, olmadı fal bakar, büyücülük gösterileri yapardı. Tituba’nın seyircileri arasına zaman zaman komşu çocuklar da katılırdı. "Mutfakta olup bitenler, aramızda kalacak" diye sıkı sıkı tembihlerdi Tituba. Papazın evinde fal bakıp büyü yaptığı ortaya çıkarsa, başının belaya gireceğini iyi biliyordu.
Ocak sonlarına doğru önce papazın küçük kızı, ardından yeğeni ve diğer komşu kızlar, durup dururken garip sesler çıkartmaya, eşyaları oraya buraya fırlatmaya, acayip şekillere bürünerek yerlerde çırpınmaya, bedenlerine iğnelerin batırıldığından yakınmaya başladılar. Köy, panik içindeydi. Papazın kızını uzun uzun muayene eden Dr. William Griggs, "Bir hastalık bulgusu yok, bunun içine cadı girmiş olmalı" deyince, dualarla cadıları kovmaya çalıştılar ama, nafile. Sonunda karar verdiler. Çocukları kurtarmanın tek yolu, içlerine cadıyı sokan ilk kişiyi bulmak ve ortadan kaldırmaktı. Günler süren ısrar ve baskı sonunda, papazın kızı ile yeğeni konuştu ve gece uyurken köle Tituba’nın kendilerine iğne batırdığını anlattı.
Tituba, 29 Şubat’ta tutuklandı, cadı olduğunu kabul etti ve şeytanı içine sokan iki kadının adını verdi. Önce bu kadınlar, ardından onların suçladıkları tutuklandı. Yıldırım hızında ilerleyen zincirleme bir olaydı sanki. Nisan ayı geldiğinde, Salem polis müdürü Samuel Brabrook’un cezaevine yolladığı 200’e yakın cadı adayı arasında, Tituba’nın suçladığı kadınlardan birinin dört yaşındaki küçük kızı Dorothy Good ile birlikte, hamileler, yatalaklar ve bir de papaz bulunuyordu.
Tutuklananların büyük bir bölümünün kadın olduğunu söylemeye lüzum yok. Zaten Adem’le Havva’dan bu yana ne kadar kötü iş varsa, kadınların başının altından çıktığına inanılmaz mı?
HAYALLER VE RÜYALAR GERÇEK OLUNCA
Yargıçtan çok, savcı rolü üstlenen Jonathan Corwin ve John Hathorne, çocukların hayalleri ve rüyalarını bile delil kabul etti. O tarihte Amerika’da geçerli İngiliz yasalarına göre, cadılığın cezası ölümdü. 10 Haziran 1692’de Salemli ilk kurban asıldı. 60 yaşındaki bayan Bridget Bishop’tu bu. İki kocası da erken yaşta ölmüştü. İçine şeytan girdiğinin bundan daha güvenilir bir kanıtı olamazdı. Salem cadıları birbiri ardı sıra asıladursun, yeni atanan İngiliz Bölge Valisi Sir William Phipps harekete geçti. Yargılamada hayal ve rüyaların delil olmasını yasakladı. Birkaç çocuğun uydurması yüzünden can verenlerin sayısı da, bu sayede yirmide kaldı.
Mutfak ortasında dans edip şarkı söyleyen Karayipli köle kadına ne olduğunu merak ederseniz, o, Salem ve çevresini saran hezeyanın hemen ilk günlerinde, cadı olduğunu kabul etmiş ve kendisine bu illeti bulaştıran iki kişinin adını verdiğinden (o kadınları zaten hiç sevmemişti), asılmaktan kurtulmuştu. Tituba, 1693 Mayıs’ında, Vali Phipps’in affettiği tutuklular arasında yer aldı ve başka birine satıldı.
Tituba’nın mutfağında eğlenen çocukların, neden o kış birdenbire kendilerini yerlere atmaya, garip sesler çıkartmaya ve hayaller görmeye başladığını da merak edersiniz herhalde. Büyük bir olasılıkla, çöreklerle birlikte yuttukları çavdar mahmuzundaki (Claviceps purpurea mantarı) ergot alkaloidlerinden. (LSD’nin sentezlendiği liserjik asit de, bir ergot alkaloididir)
Aradan 265 yıl geçtikten sonra 1957’de, Massachussetts Eyaleti yapılan hatadan ötürü resmen özür diledi. İdamların 300. yıldönümünde, mimar James Cutler’in tasarladığı anıt mezar açıldı. Ortasında, masum insanların boynuna geçirilen yağlı ipin sallandığına benzer akasya ağaçları var. Komşularının idamını seyreden Salemliler gibi, oracıkta sessizce dikilip durmaktalar.
Çocuk yuvasındaki karanlık tüneller
Her şey, 12 Mayıs 1983 sabahı, bayan Judy Johnson’un, 2.5 yaşındaki oğlunu, McMartin yuvasının önüne bırakıp gidivermesiyle başladı. Seksenine yaklaşan Virginia McMartin’in on yıllar önce kurduğu, şimdi kızı ve damadıyla birlikte işlettiği, çocuklarını gönderebilmek için insanların altı ay sıra beklediği, çok sayıda ödüle layık görülmüş popüler yuvanın öğretmenleri, bu beklenmedik misafire hemen sahip çıktı. Gün boyu onunla yakından ilgilendiler.
Bahçeye yerleştirilmiş, çocuğun boyunu aşan, gözü, kulağı, ağzıyla her şeyi yerli yerindeki tahta at, deve, zürafa, tavşan, ahtapot, dinozor ve ördek heykelciklerine bindirip salladılar. Sadece bunlar mı, tahta helikopterle uçuyormuş, tahta otomobil sürüyormuş gibi eğlenmesini, birbirine bağlı çelik borulardan kaymasını sağladılar. Hatta bayan Virginia’nın damadı Charles Buckey’in kendi elleriyle imal ettiği, McMartin yuvasına devam eden çocukların bir numaralı eğlencesi, birbirine eklenmiş, rengarenk ahşap kutulardan oluşan "tünel"in, bir ucundan girip ta diğer ucuna kadar emeklemesine bile yardım ettiler. Yuvalarının, oğlunu kapıya bırakan anne ve bu "tünel" yüzünden yıkılacağını nereden bileceklerdi.
Akşama doğru, bayan Judy çocuğunu almaya geldi. Kocasından boşandığını, parasız kaldığını, diğer oğlunun beyin tümörünü anlattı. Yuva sahipleri ona ve oğluna acıdılar. Sonbahara dek, çocuğu yuvaya bedelsiz kabul ettiler. Çocuğunu terk edip giden kadının bazı ruhsal sorunları olduğunu hiç akıllarına getirmediler.
POLİSİN AKIL ALMAZ MEKTUBU
12 Ağustos 1983 günü, Judy Johnson polisi aradı ve McMartin yuvasının sahibi bayan Virginia’nın torunu 25 yaşındaki Ray’in oğlunu taciz ettiğini bildirdi. Durumu araştırmak üzere görevlendirilen kadın polis Jane Hoag, Judy’nin 2.5 yaşındaki oğluyla görüştü ve her aldığı yanıtı, annenin anlattıklarını destekler biçimde yorumladı. Ardından, yuvaya devam eden on kadar erkek çocukla konuştu. Hatta onları bir adli tıp uzmanına muayene bile ettirdi. Cinsel tacizi kanıtlayacak hiçbir ipucuna ulaşamamakla birlikte, suçlanan gencin yatak odasında Playboy dergisinden kesilmiş birkaç çıplak kadın fotoğrafı buldu ve 7 Eylül günü onu tutukladı.
Los Angeles bölge savcılığı, doğal olarak, kadın polisin sunduğu delilleri yeterli bulmadı. Bunun üzerine Jane Hoag’un aklına "dahiyane" bir fikir geldi. Müdür Harry L. Kuhlmeyer, son yıllarda McMartin yuvasına çocuğunu göndermiş 200 kadar aileye özel bir mektup yollayacaktı.
"Kayıtlara göre, çocuğunuz McMartin yuvasına gitmiş ya da halen gitmektedir" diye başlıyordu, 8 Eylül tarihli mektup. "Yürütmekte olduğumuz bir soruşturmaya yardımcı olmak üzere, ona şu soruları sormanızı rica ederiz. Acaba, yuvada çalışmakta olan Ray Buckey adlı kişi, cinsel organlarını, kalça ve göğüslerini elledi mi? Oral sekse zorladı mı? Soyup, fotoğraflarını çekti mi? Lütfen bu mektubun içeriğini başkalarıyla paylaşmayın." Paylaşmamaları mümkün müydü? Konu, ertesi sabah gazetelerin birinci sayfasındaydı ve sadece McMartin yuvasına çocuklarını gönderenlerin değil, tüm ülkenin kaygısı haline dönüşüvermiş, aileler çocuklarını sorgulamaya, doktorlara muayeneye götürür olmuştu.
YANLIŞ SORULARA UYDURMA CEVAPLAR
İzleyen bir yılda yüzlerce çocuk, Los Angeles’taki Uluslararası Çocuk Enstitüsü uzmanları tarafından sorguya çekilecek, muayene edilecek ve bunlardan 360’ının cinsel tacize uğradığı iddia edilecekti. Çocukların bir bölümü, sadece cinsel tacizle ilgili ayrıntı vermekle kalmıyor, uçan cadılar gördüğünü, balonla havalara çıktığını, zorla yeraltı tünellerine sokulduğunu, bebeklerin ve kedilerin tuvalete atılıp üzerine su döküldüğüne tanık olduğunu anlatıyordu.
McMartin soruşturması üç yıl sürdü. Yuva sahipleri ve öğretmenlerin yargılanması da iki yıl. Bu arada, Judy Johnson alkol komasından öldü ve oğlunu kapı önüne bıraktığı sırada psikiyatrik tedavi gördüğü ortaya çıktı. Savunmanın bilirkişileri, çocukların, "Burana dokundu, değil mi? Canını acıttı değil mi?" gibisinden sorularla yönlendirildiğini, bu yüzden gerçek olmayan şeyleri, gerçekmişçesine anlattığını kanıtladılar.
Ayrıca, muayeneler sırasında çekilen fotoğrafların hiçbirinde cinsel taciz bulgusuna rastlanmadı. Yıllarını boşu boşuna cezaevinde geçiren Playboy meraklısı genç ile anası dahil, suçlananların hepsi beraat etti. Bugün, McMartin yuvasının bulunduğu yerde, yeller esiyor. Neden mi? Polis, arkeologları da yanına almış, günlerce bahçeyi ve binanın bodrumunu kepçelerle altüst ederek, meşhur karanlık tünelleri aramıştı da ondan.
ABD’den getirdiğimiz uygulamalar
Günümüzde uzmanlar, bir olayın tanığı çocukların, hatta üç yaşındakilerin bile anlattıklarına, bellekleri yönlendirici sorularla "kirletilmediği" sürece itibar edilebileceğinde uzlaşıyor ve Batı dünyası neredeyse 20 yıldır tanık, fail ya da mağdur küçüklerin beyinlerinde bu kirlenmenin olmaması için, onlarla belirli koşullarda ve belirli teknikler kullanarak görüşüyor. 2002’de, sokakta oynayan 6 yaşındaki kız çocuğu Sarah Ahn’ın, 5 yaşındaki arkadaşı Samantha Runnion’u kaçıranı ve otomobilini tarif edebilmesi sayesinde failin birkaç günde yakalanması, ders kitaplarına girmiş bir örnek.
1998’de, Adli Tıp Enstitüsü’nden bir grup öğretim üyesi ve öğrenciyle birlikte, kendi finanse ettiğimiz inceleme gezisinin amaçlarından biri de, Amerikan polisinin bu alandaki uygulamalarını yerinde görmekti. Adli Bilimler doktoru pedagog Neylan Ziyalar, daha sonra Alman hükümetinin bursuyla Berlin Üniversitesi’ne gitti, konunun dünyaca ünlü uzmanlarından Prof. Dr. Max Steller’in yanında çalıştı. Çocuk Mahkemeleri mensupları için "Çocuklarla Kriminolojik Amaçlı Görüşme Teknikleri Sertifika Programı" düzenledik, 2001’de Ankara’daki I. Ulusal Çocuk ve Suç Sempozyumu’nda konuya dikkat çektik.
Aynı dönemde, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman’a, çocuklarla görüşme tekniklerinin soruşturmadaki önemini anlattığımda, İstanbul’da bir merkez kurmamı istedi. İç düzenlemesinden, çalışacak personelin eğitimine kadar tüm sorumluluğunu üstlendiğimiz Jandarma Çocuk Merkezleri’nin ilki 23 Ekim 2001’de İstanbul, Bahçeşehir’de faaliyete geçti. Bu pilot uygulamayı, Jandarma Genel Komutanlığı’nın Türkiye’nin değişik yerlerinde kurduğu aynı yapıda yedi merkez ve Emniyet Teşkilatı’nın paralel girişimleri izledi.
Yazının Devamını Oku 10 Şubat 2008
İstatistiklere göre, geçen yıl Türkiye’de yarısı kadarı yaşlı, 208 kişi karbonmonoksit zehirlenmesi yüzünden toprağa verildi. İki bin kadar vatandaşımız da hastanelik oldu. Bu kış daha sert geçiyor. "Lodostu, poyrazdı, baca geri tepti, soba söndü" derken, ocak ayında, üç gün içinde, sadece Kayseri’de yedi kişi öldü, Gaziantep’te iki günde 48’i çocuk 103 kişi zehirlendi. 15 milyonluk Pekin’de bir haftada 126 kişi zehirlenince, belediye sağlık ekipleri soba, şofben ve baca denetimine başladı. New York’ta, üç yıldır her eve karbonmonoksit dedektörü takma zorunluluğu var. Acaba Türkiye’deki belediyeler de aynı şeyi yapamaz mı?
İstanbul Üniversitesi Kimya Fakültesi’nde öğrenciydim. Dekanlık, mezun olmak için zorunlu olan stajı, Adli Tıp Kurumu Kimya Dairesi’nde yapmama izin vermişti. Babamın şiddetle karşı çıkmasına rağmen evlenmiştim, üstelik hamileydim.
Sultanahmet’te, Gülhane Parkı’nın tam karşısındaki binanın, İstanbul Üniversitesi tarafından kullanılan kısmını çocukluğumdan beri biliyordum da, Adalet Bakanlığı’na ait bölümdeki, yerleri taş, tavanı yüksek, geniş ve bir hayli karanlık ara sıra farelerin çıktığı söylenen koridora ilk kez adım atıyordum.
İşte, kimyager Zeynep Göl’ü ilk kez, bundan 35 yıl kadar önce, karlı bir kış günü, bu koridora açılan kapılardan birinin ardındaki laboratuvarda gördüm. Alttan hafifçe ısıttığı, avuç içi büyüklüğündeki porselen kapların üzerine eğilmişti. "Bak" demişti, "Bunların rengi koyu kahverengi. Ama şu parlak kırmızı renkliler var ya, bu aylarda sayıları pek artar." Alyuvarlarımızdaki, iki oksijen yerine karbonmonoksit bağlamış hemoglobinin (kısaca HbCO diye gösterilen karboksihemoglobinin) kiraza dönen rengiyle ilk kez karşılaşıyordum. Doğrusunu söylemek gerekirse, anlattıkları bir kulağımdan girip diğerinden çıkıyordu. Biyokimya uzmanlığını aklıma koymuştum bir kere. Adli Tıp’la, toksikolojiyle ve ölü kanlarıyla ilişkimin stajla biteceğine, öylesine emindim ki.
Kaderin garip cilvesi, biyokimya doçenti olduktan sonra, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ndeki öğretim üyeliğimin yanı sıra, önce Zeynep Hanım’ın yardımcılığını, o emekliye ayrıldıktan sonra da Kimya Dairesi Başkanlığı’nı üstlendim. Yöntemler gelişti, porselen kaplar kaynar suyun üzerinde ısıtılmaz oldu. Ama kiraz renkte ölü kanları kış gelince hep arttı.
Ülkemin insanı, maltızdaki tezekten, mangalın kömüründen, sobanın odunundan, şofbenin tüpgazından, havagazından, doğalgazdan, kapalı yerde çalıştırılan araçların egzoz gazından can verdi. Aradan bunca yıl geçmesine, bunca ihtara ve hemen hepimizin bir tanıdığını alıp götürmesine rağmen, karbonmonoksit zehirlenmeleri bir türlü bitmedi.
DOĞUDAN BATIYA YENİ BİR AKIM
Karbonmonoksit zehirlenmesine bağlı ölümlerin nedeni, genellikle kazadır. Doğal gaza geçmeden önce evlerde kullanılan havagazının içinde karbonmonoksit de vardı ve havagazı, Türkiye dahil, dünyanın birçok ülkesinde özellikle kadınlar tarafından tercih edilen bir intihar yöntemiydi. Tam, "karbonmonoksitle intihar bitti" derken, Avustralyalı genç erkeklerin birbiri ardı sıra, egzoz gazıyla kendilerini öldürdüğünü öğrendik. Bunu, Tokyo’da, Hong Kong’da birbirini evvelce tanımayan kişilerin, internet sayesinde buluşması, sözleşmeler yapması, kapısı, camı sıkıca kapalı otomobillerde, çadırlarda, odalarda, kömür yakarak intiharı izledi.
2007 yılı ortalarında, bu kez ABD’den bir ölüm haberi geldi. 9 Mart’ta, Boston adlı rock grubunun vokalisti Brad Delp’in, Atkinson, New Hampshire’deki evine giren polis, üst kata çıkan merdivenin başında "Dikkat içeride karbonmonoksit var" yazılı bir not bulmuş, banyonun içeriden kilitli kapısını açtığında, etrafı kesif bir duman kaplamıştı. Müzisyen, başının altında bir yastıkla yerde yatmaktaydı, gömleğine iliştirilmiş bir intihar mektubu vardı ve hemen yanı başında duran iki mangalın kömürleri hálá tütüyordu. Resmi kayıtlara ölüm nedeni, "karbonmonoksit zehirlenmesi" olarak geçti.
KARBONMONOKSİTLİ CİNAYETLER
Tarihte, kabonmonoksit ile işlenen cinayetler de var. Örneğin Naziler, Polonya’nın Owinska ve Kochanowek akıl hastanelerinde yatan yaklaşık iki bin hastayı bu gazla ortadan kaldırmıştır. Yakın zamana dek, ABD’nin hayvan barınaklarında her yıl dört milyon kadar sahipsiz kedi ve köpek, karbonmonoksitle uyutuluyordu, hálá 40’a varan barınakta bu uygulama sürüyor. 2006’daki kuş gribi salgını sırasında, bir haftada 14 milyon tavuğu aynı yöntemle itlaf ettik.
"Karbonmonoksit" deyince, yaşlı hastaların ölümünü kolaylaştıran Amerikalı patoloji uzmanı Dr. Jack Kevorkian nasıl unutulur? Doktor, 130 kişinin intiharına yardım etmiş, bunların bir bölümüne kendi evinde karbonmonoksit gazı temin etmişti. Defalarca yargılandıktan sonra, 1999’da 25 yıl hapse mahkûm edildi. Giderek bozulan sağlığı yüzünden, 2007 Haziran’ında serbest bırakıldı. Geçen haftalarda, Florida Üniversitesi’nde yaklaşık beş bin kişiye hitap eden Kevorkian, terminal safhadaki hastaların doktor eliyle intiharının suç sayılmaması gerektiğini savunuyor.
Yangından önce misonra mı öldü?
Yangın sırasında mobilya, perde, kapı ve benzeri malzemeler yanarken ortamdaki oksijen giderek azaldığından duman içinde karbonmonoksit birikir. Bu nedenle, yangınlarda ölenlerin büyük bir bölümü, 3 Şubat 2008 günü Almanya’nın Ludwigshafen kentindeki kundaklamada can veren beşi çocuk, dokuz Türk gibi, karbonmonoksitli dumanı soluduğundan kaybedilir. (Çocuklar, daha sık nefes aldıklarından daha çabuk zehirlenirler).
Bir İngiliz itfaiyeci tanımıştım. "Yangın, yaygın bir silahtır" demişti. Yangın ya da patlama yerindeki cesetlerin, olay sırasında ölenlere değil, daha önce öldürülen ve buraya bırakılan kurbanlara ait olabileceğine dikkat çekiyordu.
Yangın süsü verilerek örtbas edilmeye çalışılan cinayetlere sıkça rastlansa da, başarı şansı düşüktür. Bir kere yangın, suç delilleri yok olmadan söndürülebilir. İkincisi, insan bedeninin tamamen küle dönüşmesi için, 1500 derecede 2-3 saat yanması gerekir ki, bu sıcaklığa ancak krematoryum fırınlarında ulaşılır. Tabii, kurbanın kanında karbonmonoksit, gırtlağında kurum olmaması gibi, yangında hiç nefes almadığını, dolayısıyla çoktan ölmüş olduğunu kanıtlayan bir delil vardır ki, bundan 80 yıl öncesinde bile, Alman Kurt Erich Tetzner’i darağacına yollamaya yetmiştir.
DARAĞACINDA BİR DOLANDIRICI
27 Kasım 1929 sabahı, yeşil bir Opel, Almanya’nın Regensburg kenti dışlarında, yol kenarında yana yatmış yanıyordu. Emma Tetzner, direksiyondaki adamı giysilerinden teşhis etti. Kocası, Leipzigli işadamı Kurt Erich’ti. Polise göre, kuşkulu bir durum yoktu. Otomobil, yol kenarındaki kilometre taşlarından birine çarpmış, dengesini kaybederek devrilmiş, yanmaya başlamış, sürücü araçtan çıkamamıştı ve gömülmesinde bir sakınca yoktu. Sigorta şirketi için durum bu kadar basit değildi. Bay Tetzner’in hayat sigortası vardı, ancak poliçe tarihi iki hafta öncesine aitti. Kocasına otopsi yapılması için Bayan Tetzer’den izin almaları pek kolay olmadı.
Leipzig Üniversitesi’nin, 1640 yılından beri adli tıp dersi okutulan enstitüsünün o tarihteki başkanı Prof. Richard Köckel, otopsi masasının üzerindeki kömürleşmiş gövdeyi, tek kolu, bir bacak kemiğini, yarısı olmayan kafatasını inceledi ve polisi aradı. "Bu ufak tefek adam ancak yirmilerinde. Tetzner olamaz" dedi. "Kanında karbonmonoksit, gırtlağında kurum yok. Anlaşılan zavallının kafasına vurup öldürmüşler, tanınmasın diye kolunu, bacağını kesmişler, direksiyona oturtup aracı yakmışlar."
Polis, bayan Emma’yı izlemeye, sıklıkla kullandığı komşusunun telefonunu dinlemeye başladı. 4 Aralık günü Strasbourg’dan birisi aradı. Aynı gece Fransız polisi, arayan kişinin kaldığı oteli ziyaret etti ve Kurt Erich Tetzner’i eliyle koymuş gibi buldu. İzleyen aylarda Tetzner, hayat sigortasını alabilmek üzere ölü numarası yapmak istediğini, yol kenarında otostop yapan genci aracına aldığını, öldürüp yaktığını itiraf etti. Regensburg’da yargılandı, suçlu bulundu, 1931’de asıldı.
Renksiz, kokusuztatsız ve çok zehirli
Bu kadar kişiyi kaybetmemizin nedeni, bulundukları mekanın havasındaki oksijenin azlığı yüzünden, kömürün, odunun ya da bir başka yakıtın, karbondioksit ve su buharına dönüşecek şekilde "tam" yanamamasıdır. Karbonlu bileşikler, "yarım" yanınca, karbondioksit yerine, karbonmonoksit (CO) oluşur ve ne fenadır ki, yaşamın sürdürülebilmesi için bedenimizin en ücra noktalarına kadar oksijeni taşımakla görevli hemoglobinin, CO’ya ilgisi, oksijene olandan 250 kat fazladır. İşte bu yüzden, soluduğumuz havada CO varsa, hemoglobin, dokulara oksijen yerine onu taşır. Havadaki CO oranı yükseldikçe, önce başımız ağrır ve döner, giderek halsizleşir ve bilincimizi kaybederiz. En sonunda, tıpkı ağız ve burnumuz kapatılmış ya da boğazımız sıkılmışçasına "boğuluruz".
Hemoglobinin CO’ya ilgisi çoktur ama, fazlaca oksijenle karşılaşırsa onu hemen terk eder. Keşke kuşaklar boyu, dünyanın dört bir yanında bu yüzden can verenler, soludukları havadaki varlığını fark etselerdi de, iş işten geçmeden camı çerçeveyi açıp oksijeni üzerine salıverselerdi. Ne yazık ki, CO’yu fark etmek mümkün değildir. Çünkü rengi yoktur, kokusu yoktur, tadı yoktur.
Yazının Devamını Oku 3 Şubat 2008
Dubai başta gelmek üzere, Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki gökdelenleri, lüks otelleri, alışveriş merkezlerini, çöldeki safarileri, denizi, kayağı hep dinlediniz, okudunuz, belki gördünüz. Onlar kadar ilgi çekici olmasa da, yedi emirlikten oluşan bu federasyonun başka gerçekleri de var. Zeka fışkıran kapkara gözleri, kusursuz İngilizcesiyle konuşmaya başladığı ilk andan itibaren ona hayranlık duymaya başlıyordunuz. Gençti, bakımlıydı, uzun boylu ve zayıftı. Kendine güveniyor ve işini çok iyi biliyordu. Her sorulanı duraksamadan yanıtlıyor, ülkesindeki uygulamalara ilişkin her eleştiriyi savunabiliyordu. Önceleri gergin ve heyecanlıydı. Giderek bakışları yumuşadı, ses tonu alçaldı. Erkeklerin dünyasında bir kadındı o ve eminim, kendisini hem onlara, hem de ülkesini ziyarete gelen yabancılara kanıtlamak istiyordu.
Halbuki, Abu Dabi’deki toplantı masasını çevreleyen 30 kadar savcı, polis, gümrük yetkilisi ve diplomat erkeğin onunla gurur duyduğu besbelliydi. Dr. Fatima Ali’den söz ediyorum. Bize, Sağlık Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığı arasındaki sıkı işbirliğini, serbest gümrük bölgelerindeki yetkilerini, uluslararası sözleşmeler gereği denetlenmesi gereken ilaç ve kimyasallarla ilgili aldıkları önlemleri, uyuşturucu madde bağımlılarına verdikleri hizmeti anlatırken, "Biraz abartıyor" diye düşünmüştüm. Ülkesinde geçireceğim yaklaşık bir haftanın sonunda, abartmak bir yana, az bile anlatmış diyecektim.
Tanımaktan mutluluk duyduğum diğer kadınlar, polis kriminal laboratuvarlarında çalışan uzmanlardı. Uluslararası yayınlara imza atmışlardı, altyapı, malzeme ve araç gereç sıkıntısı çekmedikleri ortadaydı. Olağanüstü bir temizlik, düzen ve disiplin dikkati çekiyordu. DNA analizlerinin heyecanı onları da sarmıştı, tüm emirlikleri kapsayacak bir veri bankası hayal ediyorlardı.
2005’ten bu yana görevde olan BAE’nin ilk kadın adli tıp uzmanı Dr. Fatima Muhammed Al Kumairi, geçen hafta atanan BEA’nin ilk kadın savcıları Aliye Said Al Ka’abi ve Atika Avad Al Kathiri, burada yaşayanların genetik özelliklerini araştıran ve 2003’teki bir havai fişek deposundaki patlamanın ardından gerçekleştirdiği DNA analizleriyle ölenlerin kimliklerini belirlemesi bir efsane gibi anlatılan Dubai polis kriminalden Farida Al Şamali, dünyanın bu coğrafyasında fark yaratmaya çalışan diğer başarılı kadınlardan sadece birkaçı.
BAE’de başka kadınlar da tanıdım. Onlar, bu topraklarda doğmamıştı. Dört milyonu biraz aşan nüfusun yüzde 80’ini oluşturan yabancılardandı. Bir otelde garsonluk yapan Romanyalı Adriana, reçeteye tabi ilaç bulmanın yasadışı yollarını; bir alışveriş merkezinde manikürcülük yapan Filipinli Mahal, temizlik işçisi ya da çocuk bakıcılarının karşılaştığı cinsel tacizi; Hintli Gita, tacirlerin eline düşen kadın ve çocukların dramını anlattı.
BU AHTAPOT, BAŞKA AHTAPOT
Polislerin, hele narkotikçilerin operasyonlarına ad bulmada üstüne yoktur. Takılan ad, olayın niteliğini ne ölçüde yansıtırsa, o denli mutlu olurlar. Dubai’ye komşu Şerce Emirliği polis teşkilatının gururu, Ahtapot Operasyonu. Müdürün yere kadar uzanan giysisi de, başındaki örtü de kar beyazı, kolalı. Bir tek kırışık bile yok. Tıpkı tanıdığım birçok BAE polisi gibi. Kimilerinin entarisi gri, bej ya da haki renginde. Başlarında kırmızı-beyaz poşular olabiliyor. Üst rütbeliler kırmızı apoletli, kırmızı bereli, sarı düğmeli, mavi yeşil üniforma giyiyor.
Müdür, "Ahtapot Operasyonu" deyince, aklıma 22 Aralık 2007’de Lizbon’da ele geçen 9 ton kokain gelmişti. İspanyol ve Portekiz polisinin ortaklaşa yakaladığı, Venezüella’dan gönderilen dondurulmuş ahtapotlar arasındaki kokainle, Şerce polisinin ne ilgisi olabilir, diye düşünmüştüm. Meğer, onların operasyonlarına "Ahtapot" demelerinin nedeni, başkaymış.
2005 Kasım’ında, İstanbul’da bir toplantıdayken ülkesine geri çağırılmış. Dubai ve Şerce polisinin birlikte yürüttüğü operasyonda aylarca, gece gündüz demeden çalışmış. Pakistan’ın Karaçi limanından yola çıkan ve Malezya, Sri Lanka, İngiltere üzerinden Belçika’nın Antwerp limanına gidecek, daha sonra Hollanda’daki esas alıcıya ulaştırılacak konteynerin içerisinde, sadece 90 bin adet havlunun değil, 2.5 ton esrarın da bulunduğunu ortaya çıkartmışlar. Bu arada Türk, İngiliz, Amerikan ve Japonların da bulunduğu birçok ülkenin polisiyle işbirliği yapmışlar, Tanzanya’nın Darüsselam limanına kadar bizzat gidip iz sürmüşler.
Sonunda, aralarında kendi ülkelerinin vatandaşları, ayrıca Belçikalı, Hollandalı, Türk ve Pakistanlıların yer aldığı 19 kişiyi, uyuşturucu kaçakçılığı ve kara para aklamaktan tutuklamış ve yargı önüne çıkartabilmişler. İkisini ömür boyu, çoğunu 10 yıl hapse mahkum ettirebilmiş, 7 ayrı ülkedeki döviz büfelerine, şirket, otel, villa, fabrika ve otomobillerine, kısacası ne kadar para ve mal varlıkları varsa, hepsine el koydurmuşlar. Şerce cezaevinde ömrünü geçireceklerden biri, örgütün beyinlerinden Pakistan kökenli bir İngiliz vatandaşı, Dubai ve Şerce’de lüks oto galerileri bulunan Amir Azam Şeyh Muhammed. Diğeri, Dubai’de döviz büfesi, Şerce’de otel sahibi Şahbaz Han adlı bir başka Pakistanlı.
İSTİSNALAR KAİDEYİ BOZMAZ
Ne var ki, Dubai’de sohbet etme fırsatını bulduğum yabancılar, yönetimin her zaman aynı şekilde davranmadığını ileri sürdü. Yasaları çiğneyenin, Amerikalı şarkı sözü yazarı ve yapımcı Dallas Austin gibi ünlü ve zengin biri olması durumunda, cezaevini boylamak yerine, hızla sınırdışı edilmesini eleştirdiler.
Madonna’nın da yapımcısı olan Dallas, dünyanın ilk 7 yıldızlı oteli Burj Al Arab’taki bir doğum günü partisine katılmak üzere Dubai’ye geldiğinde, valizinde bir gramın üzerinde kokainle ve Ecstasy haplarıyla yakalanmış ve dört yıla mahkum edilmişti ama, kısa bir süre sonra affedilerek sınırdışı edilmişti. Benzer şekilde, Dubai Havaalanı’nda az miktarda uyuşturucuyla yakalanan aktör Vijay Raaz, modacı Prasad Bidappa gibi ünlü Hintlilerin de birkaç haftada evlerine dönebildiği biliniyor. Ancak, bunların birer istisna olduğunu da herkes kabul ediyor.
Ziyaret ettiğim polis kriminal laboratuvarlarında, sadece yakalanan toz madde ve tabletlerde değil, çok sayıda idrar, kan ve otopsi sırasında alınan örnekte de uyutucu, uyuşturucu ve uyarıcı madde arandığına tanık oldum. Biyolojik örneklerin bir bölümü, üzerinde az miktarda madde bulunan ve kullanıcı olduğunu iddia edenlere ait. Bir bölümü tedavi edilmekte olanların. Çünkü, iki yıl kadar bir süre boyunca, belirli aralıklarla "temiz" kalıp kalmadıklarının denetlenmesi gerekiyor. İncelenen bir diğer grup, polis olmak üzere başvuranlar. Bağımlıların neredeyse dörtte üçü esrar kullanıyor, bunu eroin ve morfin izliyor. Az da olsa, eroinin doz aşımına bağlı ölüm gözleniyor.
1995 yılı 14 sayılı Federal Yasası’na göre, madde bağımlısı BAE vatandaşları, yakalanmadan önce başvurdukları takdirde cezalandırılmıyor ve tedaviye alınıyor. Üzerinde narkotik madde bulunduranların cezası 4 yıldan başlıyor, kaçakçılarınki idama kadar gidebiliyor. Ancak bugüne değin idam cezalarının tamamı, ömür boyuna çevrilmiş. Genellikle üçüncü dünya ülkelerinden buraya çalışmaya gelen yabancı kullanıcılar ise, cezalarını çektikten sonra sınırdışı ediliyor ve bir daha bu ülkeye giremiyor.
Ölüm vadilerindeki develer
Geçen ağustosta BAE gazeteleri, Dubai Veteriner Araştırma Merkezi müdürü, ünlü deve hastalıkları uzmanı Dr. Ulrich Wernery’nin beyanatlarıyla doluydu. "Merak etmeyin, bizim develere bir şey olmaz" diyerek etrafı sakinleştirmeye çalışmıştı. Paniğin nedeni, BAE ile 450 kilometrelik kara sınırı bulunan Suudi Arabistan’ın bir vadisinde, üç haftada 2500 devenin sır dolu ölümüydü. Felakete, bulaşıcı bir hastalığın yol açmış olabileceği ve BAE develerine de geçebileceği korkusu uzun sürmedi. Bir tacirinin ithal ettiği fazla miktarda yemin, uzun süre depoda kalınca kemirgen ve böceklerin istilasına uğradığı, bu nedenle üzerlerine böcek ilacı püskürtüldüğü, develerin ilaçlı yem yüzünden öldüğü anlaşılınca, herkes derin bir nefes aldı.
Şu sıralar, Dr. Wernery yine gündemde. Bu kez, Dubai çıkışlı çöl safarilerine katılanlara sesleniyor. "Lütfen araçlarınızdan poşet, ip gibi plastik malzemeler atmayın. Çöpünüzü çöle bırakmayın. Develer, hele yavruları pek meraklı hayvanlardır. Her yıl yüzlercesi bunları yediği için ölüyor." Wernery, otopsisini yaptığı iki deveden birinin midesinden 30-35 kilograma varan, taş sertliğinde plastik kitleler çıkarttığını anlatıyor. Bu kitleler yüzünden hayvanlar açlık duymuyor ve beslenme yetmezliğinden ölüyor.
Deve yarışları, BEA’nin geleneksel sporlarından biri. İki yıl öncesine kadar çocuklar, hafif olduğu için jokey olarak kullanılıyordu. Bunlar Pakistan, Bangladeş, Moritanya ve Sudanlı çocuklardı. Çoğu, aileleri tarafından satılmış ya da kaçırılarak getirilmişti, 4 yaşında olanlar bile vardı.
Karaçili avukat Ansar Burney’in kurduğu vakfın 20 yıla varan uğraşları sonunda UNICEF, Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne aykırı bu duruma el attı. BAE, 2005’te çıkarttığı 15 sayılı yasayla 18 yaşından küçüklerin jokeylik yapmasını yasakladı. Binlerce çocuğu ülkesine geri gönderdi, ailelerini bulmaya çalıştı, sığınma evleri, rehabilitasyon merkezleri açtı, her türlü sağlık ve eğitim masrafını karşıladı. Hatta 2007 yazında kaynak ülkelerle imzaladığı bir sözleşmeyle, eski çocuk jokeylerin başvurması durumunda tazminat ödemeyi kabul etti.
Çocuk esirlerin yerini, giderek deve sırtına bağlanan, ağırlığı 10 kiloyu aşmayan, birkaç yüz dolar değerinde, kamçısı uzaktan kumandalı robotların alması bekleniyor. BAE’de çocuk jokeylere artık rastlanmıyor olsa da, Ansar Vakfı, bölgede hálá 40 bin dolayında çocuğun bu amaçla kullanıldığını, Pakistan’a geri gönderilenlerin ise, bu kez aileleri tarafından radikal örgütlere satıldığını iddia ediyor.
Esrar kırıntısına dört yıl hapis
Emirliklerin hepsi, uyuşturucu ve kontrole tabi ilaç konusunda çok hassas ve bu konudaki "sıfır tolerans" politikasını ciddi biçimde uyguluyorlar. Dubai’de kaldığım otelde rastladığım yabancılar arasında, Kanadalı Bert Tatham’ın başına gelenleri bilmeyen yok gibiydi. Haşhaş eken çiftçileri alternatif tarım yöntemlerine yönlendiren bir sivil toplum örgütünün elemanı olarak bir yıldan fazla Afganistan’da çalışan Tatham, 23 Nisan 2007 günü Kandahar’dan zırhlı araçla yola çıkmış, önce helikopterle Kabil’e gelmiş, Dubai aktarmalı Kanada’ya dönmeyi planlamıştı. Dubai Uluslararası Havaalanı’nda, cebinde yarım gram kadar esrar, valizinde iki haşhaş kapsülü bulunması üzerine tutuklanmış, dört yıl hapse mahkum edilmişti. Genç adam, sekiz ayını cezaevinde geçirdikten sonra, Kurban Bayramı vesilesiyle salıverilen 374 mahkumdan biri olma şansını yakalamıştı.
Ondan birkaç gün önce, yine Dubai Havaalanı’nın transit bölümünde, bir İngiliz 10 miligram, sonra bir İtalyan 70 miligram esrarla yakalanmış ve her ikisi dört yıl hapse mahkum olmuştu. İki çocuk annesi İngiliz Tracy Wilkinson’un yanında uyuşturucu yoktu ama, idrarında kodein bulunmuş ve bu duruma, reçeteyle aldığı bir ağrı kesici ilacın yol açtığını kanıtlayıncaya dek iki ayını cezaevinde geçirmişti.
Yazının Devamını Oku 20 Ocak 2008
Koca göbekli, papyon kravatlı beyaz tavşanın peşine takılıp çukura düşen Alis’in maceralarını hatırlıyor musunuz? Hani mantar yedikten sonra, boyu bir uzar, bir kısalırdı. Son yıllarda, harikalar diyarını ziyaret için mantar yiyenler çoğaldı. Hatta, kurbağa yalamaya kalkanlar bile var. Bazı yolculukların hedefi şaşması ve öbür dünyada sonlanması, Hollandalıları bile korkutmuşa benziyor.
22 yaşında bir İngilizdi. Kaldığı otel odasında eline ne geçerse pencereden aşağıya atmış, ellerini kesmiş, aşağıdan geçen yaşlıca bir adamı ağır yaralamıştı. Bir diğeri, İzlanda’dan kalkıp gelmişti. Henüz 19 yaşındaydı. Otel odasının penceresinden atlamış, şans eseri sadece bacaklarını kırmakla kurtulmuştu. 29 yaşında Danimarkalı bir kampçıydı, gece yarısı direksiyona geçmiş, karavanlar, çadırlar arasında dönüp durmuş, huzur içinde uyuyanları ölümle burun buruna getirmişti.
Bir okul gezisine katılarak Hollanda’ya gelen 17 yaşındaki Fransız kızı Gaelle Caroff, son bir iki ayda, otellerde ve kamp yerinde olanları duymamıştı anlaşılan. Duymuş olsaydı eğer, "Olmayan şeyleri görür, sesleri duyarsın. Hiç tehlikesi yoktur, ’smatshop’ tabelası asılı dükkanlarda satılır, bir dene, pek keyif alırsın," diyenlere inanmayabilirdi.
Soğuk bir mart gecesi genç kız, Amsterdam’ın IJ tüneli yakınlarındaki üstgeçide çıktı, ayaklarının altında akan ışık seline doğru bırakıverdi kendini ve hemen oracıkta can verdi. Hangi olmayan şeyleri görüp hangi olmayan sesleri duyduğunu kim bilebilir?
"Hiç tehlikesi yoktur, pek keyif alırsın" dedikleri, psilosibin ve psilosin adlı maddeleri sentezleyen, yüz kadar türü bulunan, hemen hepsinin şapkası küçük ve kahverengi bir mantar çeşidi. Her iki maddenin saf şekli, tıpkı yarı sentetik bir madde olan LSD ve peyote kaktüsünde bulunan meskalin gibi, Birleşmiş Milletler’in 1971 tarihli Psikotrop Maddeler Hakkındaki Sözleşmesi’nin 1 sayılı cetvelinde yer alırlar. Çünkü algılanan her şeyin distorsiyona uğramasına, zaman ve mekan algısında değişikliklere, renklerin ses, seslerin de renk olarak algılanmasına, çeşitli sanrıların (halüsinasyon) ortaya çıkmasına, istem dışı hareket, düşünce ve davranışlara ve öfori, anksiyete, ajitasyon, baş dönmesi, baş ağrısı, bulantı ve taşikardi gibi belirtilere yol açarlar.
Çok sayıdaki araştırmaya rağmen, henüz ilaç olarak kullanılabileceği kanıtlanmadığından sadece yetkili kişiler tarafından, sadece hükümetlerin kontrolündeki hastane ve araştırma merkezlerinde ve sadece bilimsel araştırmalarda kullanılmasına izin verilir. Gerek imalatı, gerekse ticareti özel izinlerle yapılır ve bu bilgiler 1971 Sözleşmesi gereği, düzenli aralıklarla üyesi bulunduğum BM Uluslararası Uyuşturucu Kontrol Kurulu’na (INCB) bildirilir. Bugün itibariyle dünyada, sözleşmeyi imzalamamış yalnız 11 ülke kaldı. Bunların büyük bölümü, Kiribati, Samoa gibi ada ülkeleri. Bu ayrıntılarla kafanızı şişirmemin nedeni, "büyülü" ya da "sihirli" denen mantarın içindeki maddelerin, dünya genelinde ne denli sıkı biçimde denetlendiğini anlatmak.
LSD UNUTULDU, DOĞALI GÖZDE
1971 Sözleşmesi, halüsinojenik maddelerin adlarını sıralamış, ancak içinde bulundukları bitki, mantar ve hayvanlardan söz etmediğinden, psilosibinli mantarlar uzun yıllar toplanmış, üretilmiş, alınıp satılmıştır. Hatta 2004’teki bir duruşmada tanık olarak dinlenen, zamanın INCB Başkan Yardımcısı Robert Lousberg, işlem görmemiş psilosibinli mantarların serbestçe kullanılabileceğini belirtmiştir. Tüketimin giderek tehlikeli boyutlara ulaştığını gören bazı Avrupa ülkeleri önce kurutulmuş şeklini, daha sonra kurusu ile birlikte tazesini de yasaklamış, hatta psilosibin içermediği halde, üretilmesi için gerekli sporların ticaretini bile engellemiştir.
Kanada’da psilosibinli mantarı bulundurmanın cezası 1000 Kanada doları (1150 YTL) ya da 5 ay hapistir. Suç tekrarlandığında, cezası 5000 dolara ya da 3 yıl hapse çıkar. ABD’de psilosibin, psilosin ve bunları sentezleyen mantarlarla ilgili her türlü eylem suçtur.
Uyuşturucu piyasasının en temel özelliği, kullanımı yasaklanan bir maddenin yerini, henüz denetlenmeyen bir alternatifinin almasıdır. Nitekim, psilosibinli mantar ticareti engellenince, internet üzerinden başka halüsinojenik etkili mantarlar, örneğin müskimol içeren ve çok tehlikeli amanita muscaria (sinek mantarı) satanlar belirivermiştir.
Günümüz Avrupası’nda, halüsinojen dendiğinde LSD’nin akla geldiği yıllar geride kaldı. Bir zamanların bu çok moda maddesinin yerini hızla sihirli mantar alıyor. Gençler, doğal ve organik bir ürün tüketmenin, laboratuvarda elde edilen LSD’den daha sağlıklı olduğuna inanıyor. Mantarların pazarlanmasında da, "Doğal, yapaydan üstündür" sloganı öne çıkıyor. Hollanda, Çek Cumhuriyeti, Avusturya, Portekiz, İtalya ve Polonya’da 15-16 yaşındaki öğrenciler arasında sihirli mantar denemiş olanların sayısı, yine laboratuvarda sentezlenen Ecstasy’yi kullanmış olanlara eşit. Fransa ve Belçika’da Ecstasy’den bile fazla. Türkiye’de olan biteni öğrenmek istediğinizi biliyorum. Yazımın bir başka yerinde, ona da değineceğim.
HOLLANDA MANTARI YASAKLIYOR
Liberal uyuşturucu politikalarıyla tanınan Hollanda, 2001’de sihirli mantarların kurutulmuş şekilde satışını yasakladı. Buna karşılık tazelerinin, "smartshop" denen özel dükkanlarda satılmasına dokunmadı.
Yeni yasa, "De Sjamaan" (Şaman) gibi, mantar toptancılarını ciddi biçimde etkiledi. 2003 ile 2005 arasında, kuru mantar ihracatçıları yasanın kaldırılması için çok sayıda dava açtılar, ancak hepsini kaybettiler. Hollanda, artık yurt dışına eskisi kadar mantar ihraç edemiyordu ama, Amsterdam’ın smartshop’ları mantarın büyüsüne kapılmak isteyen Avrupalı gençlerin bir numaralı gözdesiydi.
2007 başlarında Amsterdam Sağlık Müdürlüğü, son iki yılda sihirli mantar yüzünden, çoğu İngiliz, 134’ü yabancı uyruklu, 148 kişinin hastanelik olduğunu açıkladı. Mart ortalarında, Fransız kızın köprüden aşağıya atlamasıyla birlikte mantarların yasaklanmasını isteyenler çoğaldı. Tek başına sihirli mantarın öldürmeyeceğini, beraberinde alkol ya da esrar kullanmış olabileceğini, hatta daha önce psikiyatrik tedavi gördüğünü, başka bir ilaç almış olabileceğini iddia edenler de çıktı.
Otopsi sonuçları açıklanmadığından, belki de hiç otopsi yapılmadığından (Hollanda’da yapılmadığı kesin, Fransa’da yapılıp yapılmadığını öğrenemedim), bu iddialar kanıtlanamadı. Kızın aşağıya atlamasının ya da düşmesinin nedeni ne olursa olsun ok yaydan çıkmıştı bir kere ve uyuşturucu konusundaki hoşgörüsü nedeniyle yıllardır eleştirilen Hollanda, bu ölümlü olayı öne sürerek, karne notunu yükseltmeye niyetliydi. Nitekim ekim ayı başlarında, sihirli mantar üretimini tümüyle yasaklamaya kararlı olduklarını ilan ettiler. Büyük bir olasılıkla, 2008 Mart’ına kalmadan, yeni yasayı yürürlüğe sokacaklar.
Avrupa Uyuşturucu Raporu güncel değil
Avrupa Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığını İzleme Merkezi’nin (European Monitoring Centre for Drugs and Drug Addiction, EMCDDA) 2007 raporu, bu hafta neredeyse bütün gazetelerde yer buldu ve genellikle "Türkiye’de okul öğrencilerinin yüzde 10’u uyuşturucu kullanıyor" şeklinde manşete taşındı.
Bu veriyi kimin sağladığını, araştırmanın hangi kentte ve okullarda yapıldığını merak ettiğimden, raporun orijinalini inceledim. Bir kere raporda, "Türkiye’de öğrencilerin yüzde 10’u uyuşturucu kullanıyor" diye bir cümle yok. Hem İngilizcesinin, hem de (felaket derecedeki kötü, kaynakların yarıdan fazlası eksik) Türkçe çevirisinin 43. sayfasında, 15 ve 16 yaşındaki öğrencilerimizin, Yunanistan, Kıbrıs, Romanya ve Norveç’teki yaşıtlarına benzer şekilde, yüzde 10’dan daha küçük bir bölümünün "yaşam boyu" uyuşturucu denediği kayıtlı. Bu verinin dayandığı 116. kaynak, bir tablo. Tablo’da, öğrencilerimizin yüzde 4’ünün "yaşam boyu" esrar, yüzde 2’sinin "yaşam boyu" kokain denediği ve bu oranların 2003’te Adana, Ankara, Diyarbakır, İstanbul, İzmir ve Samsun’da yapılan bir araştırmadan alındığı belirtiliyor.
Bu araştırmayı çok iyi biliyorum. 5 bakanlık, 6 üniversite ve Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Ofisi’nden toplam 121 kişinin, ayrıca adı geçen kentlerde görevli onlarca öğretmenin yer aldığı bir projeydi ve ben de İstanbul, Adana, Diyarbakır ve Samsun illerinin koordinatörüydüm.
Kısacası, EMCDDA’nın 2007 yılı raporundaki, gençlerimizin madde kullanımıyla ilgili bölüm, beş yıl önceki verilere dayanıyor ve bu nedenle, ne güncelliği, ne de haber niteliği var. Bu araştırmanın sonuçlarını ve bazı bulgularımızın nasıl sansürlendiğini, 16 Nisan 2006 günü, bu sayfada yayınlanan "Fotoğraf çok, bakan yok" adlı yazımda okuyabilirsiniz. Yeri gelmişken belirtmekte fayda var, bilgisine başvurduğumuz 6 bin 149 öğrenci arasında "sihirli mantar"ın ne olduğunu bilen, üstelik ulaşmanın hiç de zor olmadığını kaydedenler de vardı.
Öte yandan EMCDDA raporu, Türkiye’yi, Yunanistan, Polonya, Portekiz, İngiltere ve Kuzey İrlanda ile birlikte, 2006’de uyuşturucu maddelerle ilgili yeni bir strateji belgesi kabul eden ülkeler arasında saymaktadır ki, kanımca asıl masaya yatırmamız ve takipçisi olmamız gereken, 20 Kasım 2006 tarihinde onaylanarak yürürlüğe giren ve 2006-2012 arasını kapsayan, Türkiye’de bağımlılık yapıcı maddeler ve bağımlılıkla mücadele ulusal politika ve strateji belgesidir.
PROCARE’NİN İKİ TÜRK GİRİŞİMCİSİ
Amsterdam piyasasındaki psilosibinli mantarların yarısını, iki Türk girişimci, Murat ve Ali Küçükşen sağlıyor. 1987’de kurdukları Procare adlı modern tesiste, 1993’den bu yana halüsinojenik mantar yetiştiriyorlar ve yılda 15-18 ton kapasiteye ulaşmış durumdalar. El değmeden paketlenen taze mantarları gerek smartshop’lara, gerekse internet üzerinden tüketiciye satıyorlar. 11 Ocak 2008 günü, Murat Küçükşen’i telefonla aradım ve mantar yasağının kendilerini nasıl etkileyeceğini sordum. Küçükşen, son altı yılda 2 milyon Euro’yu bulan bir yatırım yaptığını söylüyor. Psilosibinli taze mantar üretim ve satışına izin veren bir yüksek mahkeme kararının bulunduğunu, yasağın gelmesi durumunda zararlarının telafisi için dava açacaklarını anlatıyor. Murat Küçükşen’e hak veriyorum ama, uluslararası sözleşmelerin takibiyle yükümlü bir kurulun üyesi olarak, Amsterdam’ın Avrupa’nın uyuşturucu başkenti unvanından vazgeçmeye karar vermesine seviniyor, Procare’ın elindeki yatırımı insan sağlığına yararlı biçimde değerlendirecek yaratıcılığa sahip olduğunu düşünüyorum.
Yolcu koltuğunda bir kurbağa
Bundan bir yıl kadar önce İngiliz bayan Laura Mirsch, sevgili köpeği Leydi’yi veterinere götürmüş. "Komşular, köpeklerinin Leydi’mle oynamasına izin vermiyor. Zaten çocuğunun bir uyuşturucu bağımlısıyla arkadaşlık etmesini kim ister ki" diye yakınmış. Bayan Laura, köpeğinin bağımlı olduğunu komşulardan saklamaya çalışmış ama, nafile. Bir o yana bir bu yana yalpalayan, yol ortasında aniden kala kalan garip bakışlı köpeğe biraz dikkat eden, ağzındaki kurbağayı görüyormuş. Anlatılan o ki, veteriner, köpeği kurbağa yalamaktan tamamen vazgeçirememiş ama, en azından farklı bir bilinç haline geçme merakını haftada bire kadar indirmiş.
Köpek Leydi’nin yaladığı kurbağa, İstanbul’da Kurbağalıdere’de rastladığımız ya da Fransız lokantalarında bacağının ızgarasını yediğimiz sıradan kurbağalardan değil. Bufotenin adlı halüsinojenik etkili bir kimyasalı sentezleyen bufo alvarius ya da bufo marinus benzeri özel bir kara kurbağası. Bufotenin, tıpkı LSD, meskalin ya da psilosibin gibi uluslararası sözleşmelerle denetlenen bir madde. ABD, Avustralya, Yeni Zelanda sadece maddenin kendisini değil, onu salgılayan kurbağaların da üretim ve ticaretini kontrol altında tutuyor.
Buradan da anlaşılacağı üzere, kurbağa yalamak köpeklere mahsus bir davranış değil. Saçlarına çiçekler tutuşturan, mini etekli, dar çizmeli hipilerin Kaliforniya tepelerinde kara kurbağa avına çıkmasının ya da Avustralya’nın bir yerlerinde kurbağa derisini tütünle sarıp içenlerin (ve ölenlerin) üzerinden 30 yıldan fazla bir süre geçse de, Kansaslı David Theiss gibi, yolcu koltuğunda bir kavanoz, kavanozda halüsinojenik bir kurbağa dolaştırdığı için geçen kasımda tutuklanan ve yüklüce bir kefalet ödemek zorunda kalanlara hálá rastlanıyor.
Yazının Devamını Oku 13 Ocak 2008
Bu gezegendeki yaşantı gittikçe garipleşiyor. Ismarlama çocuklar, insan ötesi yaratıklar, robotlar falan. Bir de, "Gördüklerinize, duyduklarınıza sakın inanmayın. Arkasında başka gerçekler olabilir" deniyor. Yine de, bir İngiliz müzikalindeki gibi "Durdurun dünyayı inecek var" demeye dilim varmıyor. Her şey öylesine güzel ki hálá, eminim bir dursa kimse inmez, ama mutlaka binen olur.
Bizden iki kuşak öncekiler bebekleri leyleklerin getirdiğine inanırmış. Annem, her şeyin çiçekler ve böceklerle anlatılmasından yanaydı. Biz, 1968 kuşağıydık, "gerçeği ve sadece gerçeği" söyledik. Bizden sonrakiler nasıl açıklayacak. "Sen bir tüp bebeksin" demek nispeten kolay da, "Seni internetten satın aldık" demek biraz zor.
Geçen yıl, ABD’de Teksas San Antonio’da bir klinik ilk insan embriyo bankasını kurduğunu ilan etti ve döllenmiş insan yumurtaları satmaya başladı. Yumurta ve sperm sahiplerinin ırkını, eğitim derecesini, kişilik özelliklerini seçmek, bebeklik, çocukluk, hatta kimi zaman erişkin hallerinin fotoğrafını görmek mümkündü. Şirketin sahibi bayan Jennalee Ryan "Çocuğu olmayan çiftlere, bekar kadınlara yardımcı olmaya çalışıyoruz. Üstelik hazır embriyo satın almak, tüp bebek yapmaktan hem daha hızlı, hem de daha ucuz. Kadınlarımız en az lise, erkeklerimiz üniversite mezunu" açıklamasını yapınca, doğal seçilim yanlılarının eleştiri oklarına hedef oldu. Sarışın ve mavi gözlülerin sayıca giderek azalmasından yakınanlar ise bu girişimi destekledi.
Tüketiciyi koruma derneklerinin başvurusu üzerine embriyo bankasının bulunduğu apartman katını ziyaret eden Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi FDA’nın müfettişleri konunun kendileriyle hiçbir ilgisi bulunmadığına karar vererek işin içinden çıktı. Daha önce, birkaç kez ad değiştirerek değişik eyaletlerde evlatlık bulma şirketleri kuran Jennalee Ryan gazetelerin birinci sayfasında, ayrıca ulusal TV kanallarında bir süre boy gösterdikten sonra sessiz kalmayı yeğledi. 90’ından sonra çocuk sahibi olmuş Hz. İbrahim’den esinlenerek "İbrahim’in Yaşam Merkezi" adını verdiği şirketin artık embriyo pazarlamayacağını, sadece yumurtalarını satmak isteyen kadınlarla, kiralık anne olmak isteyenleri müşterileriyle buluşturacağını ilan etti. İnanıp inanmamak size kalmış.
SÜPER İNSANLAR KAPIDA
İnternet üzerinden sağlıklı embriyo satışı, uzunca bir süredir küllenmiş öjenik tartışmalarını yeniden alevlendirdi. İnsanın kalıtımsal özelliklerini, tıpkı bir hayvan ya da bitkiymişçesine iyileştirmeyi, bedensel ve zihinsel olarak daha üstün nitelikte bireyleri hedefleyen öjenik akımının, İngiliz ve Amerikalılardan esinlenmiş, Yahudi karşıtı bir Nazi ideolojisi olduğu sanılmasın. Taraftarları, özellikle 1950 öncesinde, Japonya’dan Arjantin’e, Rusya’dan Meksika’ya kadar çok geniş bir coğrafyada, bu arada Türkiye’de de önemli köprübaşlarını tutmayı başarmış, kimi uygulamalar göklere çıkartılmış, kimileri yerin dibine batırılmıştır.
Yakın akrabalar arasındaki evliliklerin engellenmesini, doğum öncesi genetik taramaları, hatta çiçek, felç, boğmaca aşılarını öjenik olarak değerlendirenler çıksa da, daha sağlıklı bebeklerin doğmasını istemekten, sakatlık ve ölüm riskini azaltmaktan daha önemli ne olabilir?
Ancak gelecekte, uygulamaların bunlarla sınırlı kalmayacağını, genetik değişikliğe uğratılmış daha güçlü, daha zeki, daha uzun ömürlü (hatta ölümsüz) bir avuç süper insanın, kainata hükmedeceğini, bu nedenle her türlü genetik araştırmanın yasaklanmasını isteyen o kadar çok kişi var ki. Bırakın bunları, "Karbon yerine silisyum, su yerine amonyak kullanan insan ötesi yaratıklar türer, bunlar alıp başını dünya dışı gezegenlere gider. Biz de buralarda insansı robotlarla baş başa kalırız" diye kabus görenler bile var.
Halbuki, geçen ay İsviçre’de, Ecole Polytechnique Federale de Lausanne’ın "Mavi Beyin Projesi"nde çalışan bir grup nörobilimci IBM’in sağladığı en hızlı bilgisayarı kullanarak silikondan insan beyni yapmakta olduklarını açıkladılar. Bakarsınız, yukarıda sıralananlar hayata geçmeden, bilgisayarlar insanları hepten esir alır.
Bana sorarsanız, ne süper insan olmak, ne de başka bir gezegene gitmek istiyorum. En yakın zamanda, Carnegie Mellon Üniversitesi’nin Claytronics adlı üç boyutlu ışınlama projesinde çalışan Metin Sıttı, Burak Aksak ya da Emre Karagözler’i bulacağım. Durmadan seyahat etmekten öylesine yoruldum ki, nano boyutlarda milyarlarca robot birbirine yapışıp şeklimi alsa, benim yerime toplantılara katılsa, ikram edilenleri yiyip içemese de çok keyif alacağım.
EŞİN POSTA KUTUNDA
"Büyük umutlarla çıktığınız birisi hayallerinizi yıktı mı? Evlendiğiniz kişiden kısa zamanda boşandınız mı? Artık size uygun eşi aramaktan vazgeçin. Kendinizi bilimin güvenilir kollarına bırakıverin." Hangi kadın bu ilana kapılmaz, hangi kadın evleneceği erkekle ömür boyu birlikte olmak istemez? Büyüklerimiz, "Kavun değil ki, koklayıp da alasın" derdi, kokunun kadın erkek ilişkisindeki önemini bilerek.
Henüz internetten embriyo ısmarlama noktasında değil, çocuk sahibi olmak için babadan kalma usulleri tercih eden muhafazakárlardansanız bu yıldan itibaren işiniz çok kolay. Çünkü, iki aydır Eric Holzle, kokusunu beğeneceğiniz, ömür boyu birlikte olmaktan tat alacağınız, üstelik ondan doğacak çocuklarınızın da sağlıklı olacağı bir eş bulmaya söz veriyor. Yaptığı iş, "Kadınların erkekleri beğenmesi için koku önemlidir", "Kadınla erkeğin DNA’ları, dolayısıyla bağışıklık sistemleri ne ölçüde farklı olursa birbirlerini de o kadar beğenirler" ve "DNA’lar ne kadar farklı olursa, doğacak çocuklar da o oranda sağlıklı olur" hipotezlerini kanıtlamaya çalışan bilimsel araştırmalara dayanıyor.
Kredi kartınızla 1.995 Amerikan Doları, yani yaklaşık 2 bin 300 YTL yatırırsanız size ucuna pamuk sarılı bir çubuk gönderiyor, çubuğu yanağınızın iç tarafına sürtüyor, zarfa koyup iade ediyorsunuz. DNA sonuçlarınızı (korkmayın, gizli tutuyor), bankasındakilerle (yani evlenecek hanım arayanlarla) karşılaştırıyor. Birkaç hafta içinde size uygun adayların fotoğrafı, boyu bosu, huyu suyu, parası pulu, dini imanı, son 10 yıllık adli siciliyle birlikte posta kutunuza geliveriyor. Eh size de, artık birini seçmek kalıyor. Gönlünüzü ferah tutun, bankadaki erkekler arasında evvelce cinsel suç işleyenler yokmuş.
Kel kafa ve kurabiyelerin öyküsü
Bundan 2500 yıl kadar önce damadına gönderdiği her mektup düşmanın eline geçen Miletli Histiaeus’un tepesi atmış, en sadık kölesinin saçını kazıtıp kafasına "Perslere karşı ayaklanın" dövmesi yaptırmış. Adamın saçları uzayıp yazıyı örtünce damadına yollamış. O da kölenin saçlarını yeniden kazıtıp mesajı okumuş.
Steganografi’nin, yani bilgiyi görene, gördüğü şeyin içinde önemli bir başka bilgi olduğunu fark ettirmeme, bilgi içine bilgi gizleme ustalığının pek çok örneği var. Çin lokantalarında, yemek sonrası önümüze konan "müessesenin ikramı" kurabiyeler de onlardan biri.
Efsaneye göre, Moğol imparatorluğunun hükümranlığında yaşayan Çinliler, yaklaşan Ay Festivali’nde isyan etmeye karar vermiş ve eylem planını festival sırasında dağıtılan ay çöreklerin ortasına saklamışlar. O gece binlerce Çinli, çöreklerden çıkan plana göre hareket etmiş, Moğol boyunduruğundan da böylece kurtulmuşlar.
Bir özgürlük simgesini, kimilerimiz "Neyse halim, çıksın falim’" diyerek kırsa ve içinden çıkan küçük kağıtta geleceğini bulmaya çalışsa da, bir steganografın bugünlere gelebilmesi hoş bir şey. İnsan zekası, bilgi içine bilgi saklamak için kel kafa ve kurabiyelerden başlayarak, filmi çekilen savaş esirinin, gözlerini mors alfabesine uygun şekilde kırparak işkence gördüğünü anlatmasına, hatta şifreli DNA parçacıkları sentezleyip toplu iğne başı büyüklüğündeki kağıtlara emdirdikten sonra bunları, ilgisiz bir metnin yer aldığı mektup kağıdının bir yerine (örneğin ilk "i" harfinin noktası) monte ederek göndermeye varıncaya kadar, her türlü olanağı başarıyla denemiştir. Yeter ki, bilgiyi görmesini istediğiniz kişi açacak anahtarı bilsin.
ESİR ASKERLERİN AYIP FOTOĞRAFLARI
Amerikan USS Pueblo gemisi, Sovyetler Birliği ve Kuzey Kore ilgili bilgi toplamak üzere Tsuşima Boğazı’na gönderilmişti. 23 Ocak 1968 günü Pueblo, Kuzey Kore gemilerinin ve MIG jetlerinin saldırısına uğradı. Bir denizci öldü, pek çoğu yaralandı, gemi komutanı Lloyd M. Bucher dahil olmak üzere 83’ü esir alındı. Kuzey Koreliler 11 ay boyunca ellerinde tuttukları Amerikan askerlerinin casusluk yaptıklarını kabul ettiğini ve kendileriyle işbirliğinde olduğunu kanıtlamak üzere film ve fotoğraflarını çektiler, konuşmalarını kaydettiler.
Halbuki esirler, Korelilerin, Amerikan dil ve kültürünün ince ayrıntılarına hakim olmadığını fark etmişti. Propaganda amaçlı her ses ve görüntü kaydında, bu durumdan olabildiğince yararlandılar, işbirliği yapmadıklarını, morallerinin yüksek olduğunu anlatmaya çalıştılar. Komutan Bucher, gördüğü işkenceler işe yaramadığında, askerlerinin en gencinden başlamak üzere gözü önünde infaz edileceği tehdidi üzerine, steganograflarla dolu bir itirafname yazıp imzalamıştı. Örneğin "Kuzey Kore devletine şükrederiz. Büyük lider Kim II Sung’a şükrederiz" derken, "şükrederiz" karşılığında kullandığı "we paean" sözcüğü, ses olarak "üstüne işeriz" anlamına gelen "pee on"a benziyordu. Pueblo’nun Kuzey Kore karasularına girdiğini kabul ettiği cümle, Amerikan askeri ceza yasasındaki "ırza geçme" tarifiyle harfiyen örtüşüyordu.
Komutanlarının bu yöntemini fırsat buldukça askerleri de tekrarladı. Toplu fotoğrafları çekilirken, ellerini işaret dilinde "snow job", yani "kandırma" anlamına gelecek şekilde tuttular, orta parmaklarını, sinkaf (arapça s ve k harflerinin okunuşları) anlamına gelecek biçimde kameramana doğru uzatarak poz verdiler. (Bu sonuncular, o yıl bütün dünya gazetelerinde yer bulduğu halde, Amerikan gazeteleri "ayıp olur" diyerek basmamıştır).
Pueblo’nun mürettebatı iade edildiğinde bir askeri soruşturma geçirdi, gemiyi ve içindeki bilgileri yeterince koruyamadığı gerekçesiyle komutanın yargılanması istendi. Savunma Bakanlığı buna izin vermedi. 20 yıl sonra Bucher, bir beyanatında "O tarihte, Pasifik’in batısında muazzam bir askeri gücümüz bulunmaktaydı. Bize beş dakika uzaklıktaydılar ama, her nedense orada olduğumuzu unuttular" demiş, 1989’a kadar savaş tutsağı oldukları kabul edilmemişti. Komutan 2004’te öldü. Gemisi, hálá Kuzey Kore’de ve turistlere gezdiriliyor. Google’un harita kısmına gidip "USS Pueblo" diye arama yaparsanız, demirli olduğu yeri görebilirsiniz.
STEGANOLU TERÖRİSTLER TRUVA ATLARINA KARŞI
2007’deki ilginç gelişmelerden biri, teröristlerle mücadelede sert yöntemleriyle tanınan Almanya İçişleri Bakanı Wolfgang Schauble’nin, Alman polisine "Truva atı" gizlenmiş yazılımlar kullanma izni girişimiydi. Bay Schauble, maliye bakanlığı ya da sosyal hizmet bürosu gibi resmi bir makamdan gönderilecek bir e-posta ile internete bağlı kişisel bilgisayar ve sunucuların sabit disklerine bir Truva atı sokmayı, böylece uzaktan ve habersizce yasadışı faaliyetleri izlemeyi planlıyordu. Gazeteciler ve insan hakları savunucuları teklife hararetle karşı çıktı. Hukukçular da, araştırılan sabit disklerin Almanya dışındaki bir ülkede olabileceğinden bahisle konunun uluslararası bir skandala dönüşeceğini ileri sürdü.
Aslında, Truva atlarının bir işe yaramayacağı açık. Çünkü uzunca bir süredir internetten gönderilen fotoğraf, müzik ya da video dosyalarının içine bilgi gömülüyor ve şifreyi bilen alıcıdan başkası, örneğin bir aile fotoğrafının içine bir havaalanı planının saklandığını fark etmiyor.
Şimdilerde, internetten indirilebilen beş yüz kadar basit yazılımla içine bilgi gömülü veriler gönderilebilir, alınanlar da görülebilir oldu. (Meraklısı, "VeriGizle.com: Kem Gözlerden Korur!" sitesinde deneyebilir). Ancak dikkatli olun, internette dolaşan steganografi analizcisi adli bilişim uzmanı polislerin sayısı hiç de az değil. Halen görüşülen "Bilişim Ağı Hizmetlerinin Düzenlenmesi ve Bilişim Suçları Hakkında Kanun Tasarısı" kabul edildiğinde sayıları daha da artacak. Çünkü El Kaide örgütünün bu yöntemi kullanarak haberleştiği dedikodusu çıkalı beri, gönderilen her fotoğraf, müzik ya da videoya kuşkuyla yaklaşılıyor. Devir, internette oyun oynama zamanı değil.
Yazının Devamını Oku