6 Ocak 2008
Bu, yeni yılın ilk yazısı, karamsarlığa gerek yok. Nüfus artışını yavaşlatır, nükleer savaşları engeller, iklim değişikliklerini kontrol edebilirsek bu gezegende daha uzun süre yaşayacağa benzeriz. Tabii, klonlanmış insanlar, insanlaştırılmış hayvanlar, insan ötesi yaratıklarla baş edebilirsek.
Gerçi, her hafta bir yenisi keşfediliyor ama, bir asteroidin tepemize düşüp hepimizi yok etmesine daha bir milyar yıl var. Hatta, 5-6 milyar yıl sonra, kırmızı bir dev yıldıza dönüşecek güneşimiz, Venüs ve Merkür’ü yutsa bile, biz paçayı kurtarabiliriz. Tabii, genetiği değiştirilmiş ölümcül bir mikrop her yere yayılmaz ya da beceriksiz bir fizikçinin yüksek enerjili deneyinde aksilik çıkmazsa.
Bir doktora öğrencisi olan Jason Matheny üşenmemiş, uzun uzun hesaplamış. 1.6 milyon yıl sonra, 10 milyar insanın hayatta kalması için, bugün dünya üzerinde yaşayan her kişi başına 2.5 dolar harcanması gerektiği sonucuna varmış. Risk Analysis (Risk Analizi) adlı derginin son sayısındaki "İnsan Soyunun Tükenme Riskini Azaltmak" adlı makalesinde, meydana gelme olasılığı düşük ancak sonuçları pek tehlikeli her türlü tehdidi, böylesi küçük bir yatırımla önceden fark edebileceğimizi ve gerekli önlemleri alabileceğimizi kaydediyor.
Matheny’ye katılmıyorum. Çünkü klonlanmış insanları, insanlaştırılmış hayvanları, insan ötesi yaratıkları risk hesabına katmıyor. Gerçek sandıklarımızın ardında, farkında olmadığımız başka gerçeklerin olduğu bir yaşama doğru dolu dizgin ilerlediğimizi, terör örgütlerinin bu zaaftan alabildiğince yararlanacağını göz önüne almıyor. Bütün bunlara rağmen gönlünüzü ferah tutun, gelecek bugünden bir hayli değişik olacak ama, kıyamet yakın değil.
KANAT ATKAYA’NINMERAK ETTİKLERİ
Hatırlarsanız, Dolly adlı meşhur bir koyun vardı. Bundan 10 yıl önce, klonlanan ilk memeli canlı olarak tarihe geçmişti. Sizi bilmem ama, benim unutmam mümkün değil. Çünkü ne zaman parmak izi ya da DNA’dan söz etsem, bana Dolly ile ilgili ahret sualleri sorulur.
2006 Ekim’inde, Kanat Atkaya da, Hürriyet’te yayınlanan "Karıncaların Efendisi" başlıklı yazısında "İnsan klonlanırsa, mesela parmak izi hálá kanıt olur mu? Yakın zamanda görürsem zaten Sevil Atasoy’a soracağım" demişti.
Kısaca özetleyelim. İskoçyalı Dr. I. Wilmut ve arkadaşları, yetişkin bir dişi koyundan (buna A diyelim) aldıkları bir hücrenin çekirdeğini, başka bir koyunun (buna B diyelim) çekirdeği çıkarılmış yumurtasına enjekte etmişler ve bu yumurtayı üçüncü bir koyunun (buna da C diyelim) rahmine yerleştirmişlerdir. Beş ay sonra doğan Dolly için, "Genetik annesinin (yani A’nın) ikizi" denmiştir. Önce şu konuya bir açıklık getirelim, Dolly, A’nın ikizi değil, çünkü sadece çekirdek DNA’ları aynı. Halbuki çekirdeğin dışında bulunan mitokondrilerde de DNA var ve Dolly, B’nin mitokondrial DNA’sını taşıyor.
İnsanlarda parmak izi neyse, koyunlarda da burun izi odur. Dolly’nin burun izi incelendi mi bilemem, ama ne A’nın, ne de B ya da C’nin burun iziyle aynı olabilir, tıpkı insan klonlanırsa, parmak izleri benzese de, aynı olamayacağı gibi. Çünkü bu izleri DNA belirler ama, canlı gelişirken içinde yüzdüğü amniyon sıvısının parmak uçlarına yaptığı basınca ve göbek kordonunun uzunluğu ve kalınlığına bağlı olarak değişirler. Tek yumurta ikizlerinin parmak izleri bu nedenle farklıdır ve insan klonlarında da, parmak izleri farklı olacaktır. Tabii, embriyonun sıvı içinde gelişmesi koşuluyla.
Kısacası, rahat edin. Bu yıl insan klonlansa, klonlardan biri suç işlese, suç işlerken parmak izi bıraksa, polislerin onu yakalama olasılığı vardır.
BU YIL İNSAN KLONLANIR MI?
Gelelim, ikinci meseleye. Kanat Atkaya sorusuna "İnsan klonlanırsa..." diye başlıyordu. Bir yıl kadar önce kuşku duymakta haklıydı. Gerçi birçok hayvan klonlanmıştı ama, maymun ve insan klonlama girişimleri hep başarısız olmuş, "İnsan embriyosu klonladım, kök hücre elde ettim" diyerek yeri göğü ayağa kaldıran Güney Koreli Woo Suk Hwang, 2006 Mayıs’ında çıkarıldığı mahkemede, "Sonuçları uydurdum" demeye dili varmamış, "Biraz abarttım" demekle yetinmişti.
Hwang, 2007 ortalarında Seul Üniversitesi’nden kovuldu. Bu işten zengin olmayı umanlardan topladığı milyon dolarlarla, insan klonlama gayretlerini kentin varoşlarında kurduğu Sooam Biyoteknoloji Araştırma Vakfı’nda sürdürüyor. Ancak kasım ayında, üç ayrı laboratuvardan gelen haberler, bu kıyasıya yarışta ondan bir hayli önde olanların bulunduğunu gösterdi.
Önce, Rusya Bilimler Akademisi mezunu, Uygur kökenli biyolog Şöhret Mitalip (yabancı kaynaklarda adı Shoukrat Mitalipov olarak geçiyor), ABD’deki Oregon Sağlık ve Bilim Üniversitesi’nde, klonlanmış maymun embriyoları oluşturduklarını ve bunlardan embriyonik kök hücre soyları ürettiklerini bildirdi. Birkaç hafta sonra, Kyoto Üniversitesi’nden Shinya Yamanaka ile Wisconsin Üniversitesi’nden Junying Yu yetişkin insan derisi hücrelerini kök hücrelere dönüştürebildiklerini anlatan bir makale yayınladılar. Daha önce benzeri olmayan bu başarılar, sadece kalıtımsal hastalıkların tedavisi, organ nakline ihtiyaç duyulmaması ve ölümün geciktirilmesi için değil, insan klonlanması açısından, "ses duvarını aşmak" kadar önem taşıyor.
Dr. Mitalip’le yapılan bir söyleşiyi izlemiştim. "Maymunumuz Semos, en az koyun Dolly kadar ünlü olacak" diyordu. Bu adı duyunca ürpermemek mümkün değil. Semos, "Maymunlar Cehennemi" filminde, insanları köleleştiren maymunların, bir gün mutlaka geri döneceğine inandıkları atalarının adıdır.
YAPAY BAKTERİLER KÖTÜLERİN ELİNE GEÇER Mİ?
2007 yazında, J. Craig Venter Enstitüsü çalışanları, önce bir bakterinin (mycoplasma mycoides) tüm genetik bilgisini başka bir bakteriye (mycoplasma capricolum) aktardıklarını, böylelikle konağın tüm kimlik ve davranışını değiştirebildiklerini ilan ettiler. Ekim ayında, mycoplasma kromozomunu sentezlemekte olduklarını ve 2008 bitmeden, tamamen yapay genetik bilgiyle yaşayan ilk canlı hücreyi elde edeceklerini açıkladılar. Enstitü’nün kurucusu Craig Venter hafife alınacak bir kişi değil. İnsan geni haritasının çıkartılmasında öne çıkmış bir ekibin lideri.
Amaçları yakıt, ilaç ya da iplik üretecek, çevre kirliliğini yok edecek bakteriler elde etmek. Örneğin, atmosferdeki karbondioksiti yutup metana dönüştüren bakteriler oluşturabilirlerse, metan başka yakıtların üretiminde kullanılabilir. Böylelikle, hem petrole bağımlılık azalır, hem de küresel ısınma durur.
Bu çalışmalara karşı çıkan iki büyük grup var. İlki, anılan teknolojiyi ele geçiren teröristlerin, hızla çoğalan ölümcül organizmaları dünyaya salıvermelerinden korkanlar. Araştırıcılar "Merak etmeyin" diyor, "Bizim bakteriler, laboratuvardan çıkınca kendini imha edecek şekilde programlı." İkincisi, yaradanın işine karışmanın günah olduğunu ileri sürenler. Buna da cevapları hazır. "Biz yeni bir hayat yaratmıyoruz. Var olan hayatları yenilerine dönüştürüyoruz." Bu iki cevaba da inanıp inanmamak size kalmış.
GİYSİLER DELİLLERİ BULUR MU?
Kol saatleri, zamanı göstermenin çok ötesinde işlere yarıyor artık. Mesela, kredi kartı olarak kullanılabiliyor. Yakında, yiyeceklere yaklaştırdığımız cep telefonlarından kalori değerini görebilecek, billboard’a tuttuğumuzda, reklamı yapılan mağazanın internet sitesine bağlanacağız. Akıllı ayakkabılarımız da var. Kenarına iliştirdiğimiz bir verici sayesinde kulağımıza, "Kalbin 120 atıyor", ya da "Afferin sana 1000 kalori yaktın!" diye fısıldayan.
Peki, bir giysiden ne bekleriz? En azından kışın sıcak, yazın serin tutmasını, yağmur yağdığında su geçirmemesini değil mi? Aynı giysi hava durumuna göre davransa, pantolonumuz istediğimiz rengi alabilse, gömleğimiz sevdiğimizin hoşuna gidecek ya da korktuğumuz köpeği kaçırtacak, hatta dinlediğimiz müziğe göre değişecek kokular saçsa, fena mı olur? Çarşafımız pembe bir ışık yayarken, yanımızdaki horladığında, pijamasının onu uyandırmasına ne dersiniz?
2007 Mayıs’ında ABD’de, Washington’da gerçekleşen Akıllı Dokumalar Fuarı’nda, sadece bunların prototipleri değil, polisler ve askerler için geliştirilen akıllı üniformalar da sergilendi. Yakın bir gelecekte askerler, düşmanla dostu birbirinden ayırabilen, polisler delilleri bulan, doktor ve hemşireler nabız sayan, ateş ölçen ve daha pek çok önemli işi yapan algılayıcılarla donatılmış giysileri kullanacak ve üniformalar üst merkezlerle kablosuz iletişime geçecek. Akıllı dokumaların, daha şimdiden 400 milyon dolarlık bir pazarı oluşmuş bulunuyor.
Ismarlama çocukları, süper insanları, Truva atları ile steganoların savaşını da gelecek hafta anlatırım. Sağlıklı, mutlu ve huzurlu bir yıl dileklerimle.
Ninja Kaplumbağalar gerçek olur mu?
Hangisini daha çok sevmiştiniz? Kırmızı bantlı agresif Raphael’i mi, mor bantlı bilgin Donatello’yu mu, mavi bantlı cesur lider Leonardo’yu mu, yoksa turunculu haylaz Michelangelo’yu mu? Ninja Kamplumbağalar’dan söz ediyorum. Hani 1984’ten bu yana çizgi roman, video oyunu ve filmleriyle ortalığı kasıp kavuran, mutasyonla usta birer savaşçıya dönüştürülmüş, insanımsı kaplumbağalardan. Yoksa babaları, fare-insan Splinter Usta mı olmak isterdiniz? Ninja kaplumbağaları, yıllardır hayal dünyamızın suçlularını yakalıyor, evrenin başka bir yerinden gelip, işgale kalkışanlarla savaşıyor. Ama felaket senaryoları yazmaya meraklılar, yakın gelecekte etrafta gerçekten bu tip garip yaratıkların dolaşacağına inanıyor.
2007’de İngiltere, aylar süren tartışmalardan sonra, insan ve hayvan embriyolarının füzyonuna, yani kimeraların oluşturulmasına ve bunlardan kök hücre eldesine izin verdi. Çekirdeği çıkartılan bir hayvan yumurtasına, insan DNA’sının yerleştirilmesi sayesinde elde edilecek kök hücreler, doku ve organları yenileme becerileri sayesinde Alzheimer, Parkinson ve daha pek çok hastalığa çare olacak ama, Şanghay Üniversitesi’nde insan hücrelerinin tavşan yumurtaları ile füzyonunun başarıldığı 2003’ten bu yana, melezleme deneyleri pek çok kişinin kabusu.
Aslında, bu gelişmelerden başka sonuçlara da varmak mümkün. Gelecekte insanlar, yapmak istemediği tehlikeli, zor, ağır, pis işleri, bunları becerebilecek biçimde değişikliğe uğratılmış hayvanlara yaptırır mı? Öldürmeye programlar mı? Günün birinde bu insanlaştırılmış hayvanların tepesi atar, örgütlenir ve dünyayı ele geçirir mi?
Yazının Devamını Oku 30 Aralık 2007
Sadece "Ağır bir taşın, yere düşerken çıkarttığı, gümbürtüye benzer sesler duyuyorum" demişlerdi. Kimsenin ses filan duyduğu yoktu aslında. İster tuzak deyin, ister eşek şakası, psikiyatride pek çok şey ondan sonra değişti. Dr. David L. Rosenhan, 1973’te Science dergisinde "On Being Sane in Insane Places" (Akıl hastanelerinde akıllı olmak üzerine) adlı, psikolojinin en çok okunan makaleleri arasına girmiş deneylerini yayınlamadan önce, Kaliforniya, Arizona ve Harvard üniversitelerindeki kollokyumlarda sunmuş ve olağanüstü ilgiyle karşılanmıştı. Rosenhan deneyleri, çokça tartışılmakla birlikte, psikiyatrinin bugünkü standartlara ulaşmasında başlıca dönüm noktalarından biri kabul edilir.
Rosenhan’ın ünlü makalesi şöyle başlar: "Pek çok cinayet davasında, savunma tarafındaki ünlü psikiyatrlar, sanığın akıl sağlığı yerinde olmadığından ceza sorumluluğunun bulunmadığını iddia ediyor. Savcılık tarafında yer alan, en az onlar kadar ünlü başka psikiyatrlar ise, aynı kişinin akıl sağlığını yerinde bulup ceza sorumluluğu var diyor." Rosenhan sorar, "Bir kişinin akıl sağlığının yerinde olup olmadığı ve akıl sağlığının derecesi anlaşılabilir mi?" Tahmin ettiğiniz gibi, Rosenhan bu konuda bir hayli kötümserdir ve psikiyatri uzmanlarının objektif kriterlere dayanmadığını deneylerle kanıtlamaya çalışır.
Aralarında kendisinin de bulunduğu farklı yaş, cinsiyet ve meslek mensubundan sekiz kişi, adlarını değiştirerek ABD’nin beş ayrı eyaletindeki, kimi eski, kimi yeni, kimi özel, kimi resmi farklı hastanelere başvurur ve başkalarınca işitilmeyen seslerden yakınırlar. "Boşluk" ya da "derinlik" sözcükleridir bunlar ya da ağır bir cismin yere düşerken çıkarttığı "güm, pat" benzeri gürültülerdir. Şikayetleri ve değiştirdikleri adları dışında, oldukları gibi davranırlar. Hatta, psikiyatri servislerine sevk edildikten sonra ses duyduklarından bile bir daha söz etmezler. (Başlangıçta grupta bir kişi daha vardır ama, kurallara uymayıp yaşam öyküsünde değişiklikler yapınca değerlendirmeye alınmamıştır.)
Kliniklerde yatan 118 gerçek hastadan 35’i, grubun bazı üyelerine "Sen deli olamazsın, herhalde hastaneyi teftişe gelen bir gazeteci ya da profesörsün" der, kalanı da bunların evvelce hasta olup şimdi düzeldiğine inanır. Hastane görevlileri ise, onların birer "sahte hasta" olduğunu hiçbir zaman anlamaz. En kısası bir hafta, en uzunu 52 gün olmak üzere, ortalama 19 gün hastanede tutulurlar. Özel hastanede yatan biri "manik depresif psikoz", geri kalanlar, "remisyonda şizofren" tanısıyla taburcu edilir.
KİM HASTA, KİM DEĞİL?
Rosenhan, bu deneyin tersini de uygular. Bir araştırma ve eğitim hastanesinin başhekimi ve çalışan personeline, gelecek üç ay içinde bir ya da birkaç sahte hastanın, psikiyatri servisine yatmak amacıyla başvuracağını bildirir. Yatırılan her hasta ile doğrudan bağlantısı bulunan psikiyatr, hekim ve hemşirelerin bir form doldurmasını, hastalara 1 ile 10 arasında puan vermesini, sahte hasta olduğundan kuşkulandığında, 1 ya da 2’yi işaretlemesini ister.
Üç ay sonra Rosenhan, yatırılan 193 hasta ile ilgili formları inceler. Hastalardan 41’i, değerlendirmeyi yapanların en az biri tarafından "kesinlikle sahte hasta"dır. 19’u, birden fazla psikiyatr ve sağlık personeli için "sahte hasta olabilir".
Halbuki, deneyin sürdüğü üç ayda başvuran hastaların hiçbiriyle Rosenhan’ın ilgisi yoktur, bir başka deyişle, aralarında "sahte hasta" numarası yapan, onun bildiği kimse yoktur.
Rosenhan, ünlü makalesinde sorar "İkiden fazla psikiyatri uzmanının normal zannettiği, buna rağmen kliniğe yatırılan 19 kişi, gerçekte normal miydi, yoksa akıl hastası mı? Hiçbir zaman bilemeyeceğiz" ve "Şurası muhakkak ki" diye sürdürür, "Psikiyatri kliniklerinde, akıl sağlığı yerinde olanla, olmayanı ayıramadığımız apaçık ortada."
30 YIL SONRA DENEYİ TEKRARLADI
Rosenhan’ın makalesi, ülkesini ayağa kaldırmış ve Amerikan Psikiyatri Birliği’nin, Akıl Hastalıklarının Ayırıcı Tanısında El Kitabı (The Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders, DSM) adlı rehberini üçüncü kez değiştirmesini sağlamıştır. Bilimsel gelişmeler doğrultusunda DSM III, 1994’te yeniden değişerek, DSM IV oldu, şimdilerde DSM V üzerinde çalışılıyor, büyük bir olasılıkla 2012’de kullanılmaya başlanacak.
Hukuk ve psikoloji profesörü Rosenhan, sadece akıl hastalıklarının tanısında kullanılacak kriterlerdeki değil, yargılamayı düzenleyen yasalara psikolojinin girmesi, jüri seçimlerinde bu bilim dalından yararlanılması gibi devrim niteliğindeki değişikliklere de önayak oldu. 80’ine yaklaşan Rosenhan, 34 yıldır Stanford Üniversitesi’ndeki öğretim üyeliğini sürdürmektedir.
DÖRT KUŞAĞI İNCELEDİ
Harvard’dan psikoloji yüksek lisanslı, Boston’dan doktoralı Lauren Slater, Rosenhan deneylerinin bir benzerini, 30 yıl sonra tekrarladı. Dokuz farklı psikiyatri kliniğine başvurarak, ağır bir cismin yere düşerken çıkarttığına benzer sesler duyduğunu söyledi. Her birinde, "psikotik depresyon" tanısı kondu, tedavi için antipsikotik ve antidepresan ilaçlar verildi. Dr. Slater bu deneyimini bir kitabında anlattı. Şimdilerde, kendisini eleştiren psikiyatri uzmanlarına avukatı aracılığıyla cevap yetiştiriyor.
Üniversite öğrencisi Janice Egeland, 46 yıl önce Pennsylvania’daki bir piknikte, teknolojiyi reddeden, karasabanla tarım yapan ve dış dünyadan soyut yaşamalarıyla tanınan Amish topluluğuna mensup yaşlı bir kadına rastladı. Torununun kendisini kaygılandıran rahatsızlığı için "Siss im Blut" demişti kadın, atalarından miras Hollandacasıyla. Yani "Kanda yazılı". Kadının kalıtımla açıkladığı, Amish’ler arasında sıklıkla görülen o tarihte manik depresif, günümüzde bipolar bozukluk veya iki uçlu duygudurum bozukluğu olarak adlandırılan bir hastalıktı.
Egeland, 6 laboratuvar ve 15 üniversitenin yer aldığı bir araştırma ekibi oluşturdu, ABD Sağlık Bakanlığı’nın fonlarıyla, dört kuşağı hayatta olan Amish ailelerini 20 yıl inceledi. 1987’de Science dergisinde yayınlanan bulguları, psikiyatri için bir dönüm noktası oldu: 11. kromozomun kısa kolu üzerindeki bir DNA bölgesi ile bipolar bozukluk arasında ilişki bulunmuştu. Psikiyatri ile genetiğin ilk buluşmasıydı bu ve baş döndürücü serüvenin başlangıcıydı. Egeland, halen Miami Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde psikiyatri ve halk sağlığı profesörü.
1990’da, Teksas Üniversitesi’nden Kenneth Blum’un alkolizmin genetik nedenleri olabileceğini bildiren çalışmasını sayısız araştırma izledi. Böylelikle DNA’mızın, diğer birçok hastalıktaki gibi kimi davranış kusurlarının ortaya çıkışında payı bulunduğu kesinleşti.
Psikiyatri genetiği, hastalıkların ayırıcı tanı ve tedavisine mutlaka katkıda bulunacak. Belki de, psikiyatrinin tanı kriterleri değişecek. Farmakogenetik sayesinde hangi hastaya, hangi ilacın ne dozda verilmesi gerektiği anlaşılacak. Pek çok Türk üniversitesinde (Örneğin Atatürk, Edirne, Gaziantep, Hacettepe, İstanbul, Mersin, Pamukkale) bu alanda araştırmaların sürmesi, sonuçların uluslararası dergilerde yayınlanması gurur veriyor.
Şizofreni geni yok
Gazeteciler "şizofreni geni bulundu", "alkolizm geni bulundu", "bağımlılık geni bulundu", "kumar geni bulundu" şeklinde sansasyonel manşetler atmayı pek seviyor. Aslında bu genler, hiçbir zaman bulunmadı. Çünkü düşünce, davranış, duygu değişiklikleri ile kendini gösteren rahatsızlıklarda, "tek gen tek hastalık" hipotezi geçerli değil. Küçük bir değişikliğe uğramış onlarca, belki de yüzlerce DNA bölgesinin birbiriyle, ayrıca çevre koşullarıyla etkileşmesi sonucunda ortaya çıkıyorlar. Bu değişikleri hem annenin, hem de babanın taşıması durumunda, çocuğun hastalığa yatkınlığı artıyor, kısacası risk oluşturuyor. Neredeyse her hafta, risk oluşturabilecek gen bölgelerine yenileri ekleniyor. Özetle, şizofreni geni diye bir şey yok.
Ancak böylesi yanlış algıların sakıncaları olabilir. Bu dünya vatandaşları, hem genetik biliminin hem de psikiyatrinin defalarca kötüye kullanıldığına tanık oldu. İkisi bir araya gelince, insan haklarının rafa kaldırıldığı rejimlerde, nasıl bir tehlike oluşturabileceğini size bırakıyorum. Umarım günün birinde DNA’mız incelenip "şizofreniye yatkın", "alkolizme yatkın" diyerek derdest edilmeyiz.
Psikiyatri ile genetiğin aşkı
Psikiyatri bugünlerine gelirken anatomi, fizyoloji, patoloji, histoloji, farmakoloji, halk sağlığı, fizik, kimya, biyoloji, istatistik, ayrıca psikoloji ve sosyoloji alanlarında çalışanlardan destek aldı. 1990’lardan itibaren bu orduya genetikçiler de katıldı ve sanırım, önemli farklar yaratacaklar. Bu farkı yaşayabilmek için biraz sabır gerekiyor. Çünkü bir yandan insan genomunu oluşturan DNA’nın 3 milyar yapıtaşının bir uçtan diğerine taranması hızlanıp ucuzlamalı, diğer yandan DNA’nın henüz ne işe yaradığı bile bilinmeyen yüzde 90 kadar oranındaki kısmının sırları aydınlatılmalı. "Sabrın sonu selamettir" denir. Aslında, psikiyatri ile genetiğin buluşması bile, ders alınması gereken 20 yıllık bir sabrın öyküsüdür.
Sen de haklısın
Hani Nasreddin Hoca’nın kadılık yaptığı bir fıkra vardır. Hem şikayetçi olanı, hem de suçlananı haklı bulduğu, "Hocam bunlardan biri haksız olmalı." diye eleştiren yardımcısına "Sen de haklısın!" dediği. Kimi bilirkişi raporları karşısında, benzer duruma düşülür.
Gazetelerden okuduğum kadarıyla, bir avukat hanım 2000 yılında eşinden boşanmış ve babasının yanına yerleşmiş. Beş yıl sonra baba, "ruh hastası" diyerek, kızından şikayetçi olmuş. Avukat hanım, Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne götürülmüş, kimi kaynaklara göre üç günde sağlam raporu ile taburcu edilmiş, kimilerine göre, görüş bildiren 9 doktordan bazıları "paranoyak", bazıları "paranoid şizofren" olduğunu belirterek başka bir hastaneye sevk edilmesi gerektiğini kaydetmiş (basınımızdaki bilgi kirliliğine dikkatinizi çekerim).
Baba bu kez vasi tayini davası açmış. Mahkeme, kızını Adalet Bakanlığı Adli Tıp Kurumu’na sevk etmiş. Gözlem İhtisas Dairesi ile 4. İhtisas Kurulu raporları farklı gelmiş, bunun üzerine Mahkeme, çelişkinin giderilmesi için, Adli Tıp Genel Kurulu’na görüş sormuş.
Genel Kurul, avukat hanımın "Akıl hastası olduğuna, cezai ehliyeti olmadığına ve vasi tayini gerektiğine" 22’ye karşı 25 oyla karar vermiş. Avukatın avukatları dosyayı psikiyatr Dr. Kriton Dinçmen’e götürmüşler. Dinçmen, akıl sağlığının tam olduğunu belirtip "vasi ya da müşavir" tayinine gerek olmadığını bildirmiş. Mahkeme, Dinçmen’in raporunu dikkate almış. Dinçmen de, Adli Tıp Kurumu’nun verdiği raporu sert şekilde eleştirmiş, raporu verenlerin çoğunun öğrencisi olduğunu belirtip "Adli Tıp bilimsel ağırlığı taşıyamıyor" demiş. (Belki dememiştir de, gazeteciler öyle yorumlamıştır).
ÇELİŞKİLİ RAPORLAR YENİ DEĞİL
Dr. Dinçmen, Türkiye’de adli psikiyatrinin kurucularından biri kabul edilir. Hatta, bir zamanlar onun başkanı olduğu Adli Tıp Kurumu’nun 4. İhtisas Kurulu’nun şimdiki başkanı, genç kuşağın ustalarından Prof. Dr. Gökhan Oral, İstanbul Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı’nca kaleme alınan 6 ciltlik ’Adli Tıp’ kitabının adli psikiyatri bölümünde, bu gerçeği açıkça kaydeder.
1961-1965 arasındaki ABD deneyiminden sonra, 1982’ye dek İstanbul Bakırköy Akıl Hastanesi’nde klinik şefliği yapan Dinçmen, 1982-1994 arasında Adli Tıp Kurumu 4. İhtisas Kurulu Başkanı’ydı. Aynı yıllarda Gözlem İhtisas Dairesi’nin başında, 1997’de aramızdan ayrılan, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı’nın kurup 34 yıl başkanlığını yapmış bir başka duayen, Prof. Dr. Ayhan Songar vardı. Babam Prof. Dr. Şemsi Gök, kurumun başkanıydı. Ben de üniversitedeki görevlerime paralel olarak kurumun Kimyasal Tahliller İhtisas Dairesi başkanlığını yürütmekteydim.
Babamın, akşamları incelemek ve imzalamak üzere eve getirdiği dosyalar arasından birinin, Dinçmen ile Songar arasındaki ya da bir başka hastanenin verdiği raporla onlarınki arasındaki çelişkinin giderilmesi için Adli Tip Genel Kurulu’na sevk edilen bir dosya olması hiç de istisna değildi.
Genel Kurul, bugünkü gibi o gün de, kah birinin, kah diğerinin ya da kurum dışındaki uzmanların görüşüne katılır, kararlarını kimi zaman oy birliği ile değil, oy çokluğu ile alır, mahkemeler de tıpkı avukat hanımın davasındaki gibi, delilleri serbestçe takdir eder ve karar verirdi. Babalık tayini ya da eroin analizi gibi, iki kere ikinin dört olması gerektiği durumlarda bile laboratuvarlar arası farklılıklar gözlenir. İnsan beyninin düşünce, davranış, duygu değişikliklerinin labirentleri arasında yol bulan psikiyatri uzmanlarının, zaman zaman farklı sonuçlara varması garipsenmemeli.
Yazının Devamını Oku 23 Aralık 2007
İstanbul’da henüz Boğaziçi Köprüsü’nün olmadığı zamanlarda, Avrupa yakasından Kadıköy yakasına geçmek için Kabataş’ta araba vapuru kuyruğuna girerdik. Bayram sabahları bekleyiş, 5-6 saati bulurdu. Yan yana dizili araçlar arasında, kutu benzeri çantalarında ünlü saat markalarının sahtelerini satan seyyar satıcılar dolaşırdı. Bir bayram günü babam, annesine bir Movado almıştı da, saat daha karşı kıyıya geçemeden durmuştu. Meğer içindeki düzenek öyleymiş.
Geçen sürede, durum bütünüyle değişti. Artık Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’un Çin mahallesinden ya da bir İstanbul hanından aldığınız Rolex’ler, Cartier’ler yıllarca aksamadan çalışıyor. Değişen çok önemli bir şey daha var: Bundan yirmi yıl önce, dünya gümrüklerinde ele geçen ürünlerin yüzde 70 kadarı, lüks tüketim mallarının sahteleriyken, şimdilerde yakalananların sadece yüzde biri lüks. Kalanı fermuar, pil, mürekkep, çöp torbası, oyuncak, fren balatası hatta uçak parçası. Kısacası artık alınan ve satılan her şeyin sahtesi var. Bu yüzden, İtalya ve Estonya sadece sahtekarları değil, sahte ürünü bilerek alanı da cezalandırıyor. Fikri ve sınai hak ihlallerini ciddi biçimde soruşturan ülkelerde, piyasaya, yakalandığında cezası daha az olduğundan, sahteler değil, orijinali andıran taklitler sürülüyor.
SAHTE ENSÜLİNDEN ÖLEN VAR
Aslına bakarsınız, sahte mal kaçakçılığı, uyuşturucu madde kaçakçılığından daha fazla gelir getiriyor. Avrupa piyasalarında bir kilo korsan CD’nin fiyatı 3000 Avro’yken, bir kilo esrar, ancak 1000 Avro’ya satılıyor. Üstelik korsan CD yüzünden alınacak ceza da daha az. Örneğin, Fransa’da sahte mal satan iki yıl hapis yatıp 150 bin Avro para cezasıyla kurtulurken, uyuşturucu kaçakçısı 10 yıl hapse, 7.5 milyon Avro para cezasına mahkum edilebilir.
Kolombiyalı marksist isyancıların sahte CD ve sigara gelirinden yararlandığı ortaya çıkmıştı.
Ülkeler, sahtekarlıkla mücadeleyi genellikle bu gerekçelere dayandırarak sürdürmeye çalışıyor. Halbuki çorbanın, çayın, kahvenin, alkollü alkolsüz her türlü içeceğin, şampuanın, saç boyasının, diş macununun ve daha önemlisi çocuk maması, kalp pili, meme implantı ve kontakt lensin sahtesi var. Bir ülkenin ekonomisi, vatandaşlarını ilgilendirir elbette, ama kendisinin ve yakınlarının sağlığı daha önemlidir. Sahteciliğin halk sağlığı boyutu, yeterince dile getirilmiyor.
Hele ilaçların durumu korku verici. İmalatçıların, gümrük ve güvenlik personellerinin olağanüstü gayretine rağmen sahte, bozuk, taklit ilaçların piyasaya girmesi engellenemiyor. Halbuki, Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre satışa sürülen ilaçların onda biri sahte. Bu oran Meksika’da yüzde 40’a, Sağlık Bakanlığı İlaç Kontrol Müdürü Profesör Dora Akunyili’nin kız kardeşinin bile sahte ensülinden öldüğü Nijerya’da yüzde 80’e ulaşıyor. İnternet üzerinden satılanların ise, yarısı sahte ve bunlar genellikle Hindistan, Mısır ya da Çin’de üretiliyor.
SAHTE VIAGRA HER YERDE
Pfizer firmasının erektil disfonksiyon, yani sertleşme bozukluğunun tedavisi için ürettiği, sildenafil etkin maddeli Viagra, 1998’de piyasaya çıkmıştı. Bunu, 2002’de Lilly’nin tadalafil etkin maddeli Cialis’i, 2003’te de Bayer’in vardenafil içeren Levitra’sı izledi. Etki mekanizmaları aynı olan bu ilaçlar, cGMP (çembersel guanozin mono fosfat) adındaki bir molekülün parçalanmasını engeller, bunun sonucunda penise kan akımı artar.
Piyasaya sürüldükleri andan itibaren, özellikle Viagra’nın sahteleri hem internette hem de Singapur’dan İstanbul’a, Oslo’dan Nairobi’ye dünyanın dört bir yanındaki irili ufaklı birçok kent ve kasabanın eczane ve ecza depolarında bulunmaya başlandı. Türkiye halen, ’sahte Viagra cenneti’ olmayı sürdürüyor ve internet üzerinden sahte satışlarda Meksika ile yarışıyor.
Bir süredir üreticiler, hologram ve RFID (radio fequency identification) radyo frekanslı kimliklendirme gibi teknolojilerle sahteciliğe karşı mücadele ediyor. IBM şirketi, üreticiden depolara, oradan satış noktalarına ve tüketiciye kadar uzanan zincirin izlenebileceği ePedigree adlı yazılımla destek veriyor. Hatta gümrük personelinin ve polis memurlarının ilaç ambalajlarını açmadan, içindekilerin orijinal olup olmadığını belirleyeceği, taşınabilir boyutlarda, makul fiyatlarda ve kullanımı basit FTIR ve Raman spektroskopları geliştiriliyor. Bu gayretler birkaç yıl içinde meyvelerini verecek.
İÇİNDE AMFETAMİN VAR
Orijinal Viagra tabletleri, baklava şeklinde ve mavi. Bir yanlarında yanında Pfizer, diğer yanında dozuna göre VGR25, VGR50 ya da VGR100 yazar, iç kısmı beyazdır. Cialis’ler badem şeklinde sarı tabletlerdir. Sadece bir yüzlerinde C10 ya da C20 yazılıdır. İç kısımları beyazdır. Bunların sahtelerini, kimi zaman sadece dış görünüşünden bile fark etmek mümkündür. Ancak son yıllarda ele geçenler, dikkatli bir tüketicinin dahi gözünden kaçabilecek kadar aslına uygun.
Sahte Viagra’ların bazıları, olması gerekenden daha az etkin madde içeriyor. Bazılarında ise hiç etkin madde yok, sadece kireç ya da şeker içeriyor. Bazılarında ise, kinin, kafein, amfetamin, yohimbin, gama amino bütirik asit veya kloramfenikol gibi maddeler var. Bunların baş dönmesinden ölüme varacak geniş bir yelpazede yan etkilerinin olabileceği unutulmamalı. Bilindiği gibi amfetamin, aralarında ekstazinin de bulunduğu bir dizi uyarıcıya verilen addır ve ciddi psikolojik bağımlılık yapar. Yohimbin ise, Pausinystalia yohimbe ağacının kabuklarından elde edilir, bazı Afrika kabileleri afrodiziyak olarak kullanmıştır. Ancak ne bunun ne de amfetamin’in Viagra benzeri bir etkisi var.
Zaman zaman gazetelerimizde yakalanan sahte viagra tabletlerine ilişkin haberler yer alıyor. Toplum, bunların piyasa değeri konusunda bilgilendiriliyor ama, içerisinde ne bulunduğunu öğrenemiyor. Analiz sonuçlarının paylaşılması, caydırıcılığı artırır kanısındayım.
Piyasada Viagra’ya hiç benzemeyen, ancak içinde etkin maddesi sildenafil bulunduğu iddia edilen taklitleri de bulunuyor. Genellikle Hindistan ve Çin’de üretilen bu ürünlerde de, ciddi yan etkileri olan maddelere rastlanabiliyor.
BAĞIMLILIK İLACINDAKİ EROİN
Buprenorfin, morfinden 25-40 kez daha güçlü bir ağrı kesici olmanın yanı sıra, son 15 yıldır, İran da dahil, dünyanın birçok ülkesinde, eroin bağımlılarının tedavisinde başarıyla kullanılan maddelerden biri. Son yıllarda, buprenorfin içeren Subutex, Temgesic ve Bunsegic adlı preparatların tedavi dışı kullanımı giderek artıyor ve bu ilaçların bağımlıları oluşuyor. Örneğin, Fransa’da üretilen, Subutex’in yüzde 20-25 kadarı, başta İskandinav ülkeleri olmak üzere yasadışı uyuşturucu piyasalarına kayıyor. Birleşmiş Milletler Uyuşturucu Kontrol Kurulu olarak, 2006 raporumuzda bu konuya dikkat çekmiş, anılan ilaçların kötüye kullanımının engellenmesi için önlemlerin arttırılmasını talep etmiştik.
Ancak sorun bununla bitmiyor. Talep olan her meta gibi, buprenorfinli ilaçların da sahteleri yapılıyor. İran Adli Tıp Kurumu Toksikoloji Bölümü’nden Mansoor Faryadi’nin bulguları tüyler ürpertici. Tahran karaborsasında el konan sahte Temgesic ve Bungesic’lerin hepsinde eroin ve asetilkodein bulduklarını bildiriyor. Asetilkodein, yasadışı eroin imalatı sırasında oluşan bir ara üründür ve eroinle kullanıldığında ölüm riskini artırır. İran piyasasında yaygın biçimde bulunan eroinli sahte ilaçların, Türkiye’ye girmesi an meselesi. Güvenlik birimlerinin, toksikolojik analiz yapanların, buprenorfine yasadışı yollarla ulaşmaya çalışanların dikkatini çekmek isterim.
600 milyar dolarlık pazar
Tam hesaplanamamakla birlikte, Interpol’e göre küresel ticaretin 600 milyar dolara varan kısmını oluşturan sahtecilik, korsanlık ve taklitçilik çok büyük vergi kayıplarına yol açar, bu yüzden ülke ekonomilerini olumsuz etkiler, yüz binlerce kişiyi işsiz bırakır, hatta terörizmi finanse eder. Örneğin, Lübnan’da ele geçen piyasa değeri 1,2 milyon dolarlık sahte fren balataları ve amortisörlerin Hizbullah’a ait olduğu anlaşılmış, Kuzey İrlanda ile Kolombiyalı marksist isyancıların sahte CD ve sigara gelirinden yararlandığı ortaya çıkmıştı.
Moskova’daki parfümler nereden geliyor
Moskova’da, büyük bir alışveriş merkezindeyiz. Parfümlerin satıldığı bölümde rengarenk ambalajlar dizili. Fiyatları, Avrupa piyasalarındakini üç aşağı beş yukarı tutuyor. Yanımdaki bir meslektaş, Dior’un Fahrenheit adlı erkek kokusunu arıyor. "Havaalanından alırsın, çok daha ucuza gelir" diyorum. "Aeroflot’la Delhi’ye uçuyorum" diyor. "Çıkışta bulamazsam, elim boş dönmek zorunda kalırım." Fiyatına bakıyoruz, garibine gidiyor. "Piyasadakinin yarı fiyatına" diyor ve ekliyor "Fahrenheit ambalajını iyi tanırım, bu orijinal. Üstelik burası sıradan bir mağaza değil." Israrım üzerine, yaklaşan tezgahtara soruyor "Afedersiniz, bu Fahrenheit gerçek mi?" "Tabii ki değil" diye yanıtlıyor kız sırıtarak. "Türkiye’den geliyor." Başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor.
Rusya İçişleri Bakanlığı Ekonomik Suçlar Müdürlüğü GUBEP’in verilerine göre, Moskova’da satılan parfüm ve kozmetik ürünlerinin yarısı sahte. Neyse ki, tamamı Türk malı (!) değil. Örneğin bundan bir süre önce, Moskova’daki ünlü bir mağazada, farkında olmadan, 18 ay boyunca sahte kozmetik satıldığı ortaya çıkmış, İtalyan ve Fransız asıllarından ayırt edilemeyecek ambalajlardaki ruj, rimel ve tırnak cilalarını, Arap ve Afrikalılardan oluşan bir örgütün, Moskova ve yakınlarındaki imalathanelerde, Tacik ve Özbek kaçaklara ürettiği anlaşılmıştı.
Gelin görün ki, geçen eylülde, İstanbul Emniyeti’ne bağlı mali suçlarla mücadele ekiplerinin Bahçelievler, Eyüp ve Zeytinburnu’nda üç ayrı sahte parfüm imalathanesi ile bunların kutu ve etiketlerini basan matbaayı bulması, binlerce şişe parfüm, kutu ve etikete el koyması, bu sahtekarlık alanındaki ünümüzün boşuna olmadığını kanıtlıyor.
Hintli dostum, sahte Fahrenheit parfümünü, orijinal sanmıştı. Zaten, parfüm ve kozmetik müşterisi için, sahte ürünün fiyatı dışında neredeyse hiçbir ipucu bulunmadığı da, bir gerçek. Hem ambalajı hem de ürünün görünümü, rengi ve kokusu aslınınkiyle çok benzeşir. Ayrıca, pek çok kişi, zaten sahte olduğunu bile bile alır. Sahte parfüm, kolonya, şampuan, krem, ruj, rimel gibi ürünlerin, hiçbir denetimden geçmediği, ciltte sivilcelenme, yanma, kızarma, gözde sulanma, batma gibi çok ciddi zarar verici etkileri olabileceği ya bilinmez ya da önemsenmez.
Başkanın taklidi TV’nin başını yedi
Otel odasına girdiğimde yaptığım ilk iş, televizyonu açmak olur. Bir Asya ülkesindeki otelde, bir yandan eşyalarımı yerleştiriyor, ara sıra zaplayarak bir haber kanalı bulmaya çalışıyordum ki, Pakistan devlet başkanı Pervez Müşerref’i görür gibi oldum. Bir an için, "Koskoca Müşerref, nasıl olur da program sunuculuğu yapar?" diye geçti aklımdan. Ona çok benzeyen birinin olduğunu anlamam fazla sürmedi.
Daha sonra Pakistanlı bir dostumla konuştum. Programı sunan kişinin Vajihuddin Han adlı bir komedyen olduğunu öğrendim. Meğer Geo TV yapımcılarından biri, Karaçi’nin Alaaddin Parkı’nda, ailesiyle piknik yaparken rastlamış ona. O sıralar, Vajihuddin devlet memuruymuş. Yapılan teklif öylesine cazipmiş ki, hemen istifa edip "Hum Sab" adlı siyaset programını sunmaya başlamış.
Vajihuddin’i ekranda görünce, benim gibi "başkan Müşerref" sanan yoktur sanırım. En azından, Pakistanlı yoktur. Ancak, sokakta görenlerin etrafını çevirdiğini, imza almaya ya da şikayetlerini dile getirmeye çalıştığını biliyorum. Demek ki, Vajihuddin’in "aldatma yeteneği" ya da eski yasalarımızda yer alan deyimiyle "iğfal kabiliyeti" var. Topluma "zarar verme" yani "ızrar kabiliyeti" var mı bilmem ama, çalıştığı Geo TV’ye zarar vermiş olması mümkün. Çünkü, Pakistan’daki sıkıyönetim sırasında kapatılan diğer tüm TV kanalları açıldığı halde, Geo TV’nin yayın yapması hálá yasak.
Yazının Devamını Oku 16 Aralık 2007
Kimimiz için sonsuz uykunun mekanıdır, kimimiz için sadece mineral ve organik maddeden oluşan bir malzeme. Suçlu peşinde koşanlar için, çok değerli bir delildir, diğer tüm deliller gibi, sessizce sesinin duyulmasını bekleyen. Terzi bayan Eva Disch, Frankfurt yakınlarındaki bir fasulye tarlasında, kendi başörtüsüyle boğulduğunda mevsim sonbahardı. Bedenin yanı başında, çamurun içinde bir mendil buldular. Biri, burnunu silmişti mendile. "Mutlaka katilin mendilidir, üstelik sümüğün içinde küçük siyah parçacıklar var. Elbet inceletecek birini buluruz" dediler ve alıp gittiler. İşte, bundan tam 104 yıl önce, Eva Disch’in katilinin mendili, kimyacı Georg Popp’un beyaz fayanslı tezgahının üzerine böyle geldi.
Popp, sümüğün içinde kömür parçacıkları, tütün kırıntıları ve magnezyum silikat tanecikleri buldu. Polisin şüphelendiği maden işçisinin tırnaklarının altında kömür ve magnezyum silikata, burun deliklerinde tütün kırıntılarına rastladı. Adamın pantolon paçasındaki kurumuş çamurun alt tabakası, cesedin bulunduğu tarlanın toprağına, üst tabakası ise, olay yeri ile evi arasındaki yolun toprağına tam olarak uyunca, Karl Laubach tutuklandı.
Polisler mendili almasaydı, mendil kimyacı Georg Popp’u bulmasaydı, Popp’un da aklına toprak analizi gelmeseydi, Karl Laubach cezasını yine çeker miydi bilinmez. Ancak adli bilimlerle ilgilenenler, Popp’un toprak analizini, yanlış yere, adli jeolojinin bilinen ilk uygulaması diye överler. Hatta Popp sayesinde, Sir Arthur Conan Doyle’un bir rüyasının daha gerçekleştiğini ileri sürer ve onun 1887’de yayınladığı Kızıl Dosya (A Study in Scarlet) adlı öyküsünde, hayali dedektifi Sherlock Holmes’e, paçalardaki çamur lekelerinden, pantolon sahibinin Londra’nın nerelerinde gezindiğini buldurduğunu anlatırlar.
150 YILDIR PEK BİRŞEY DEĞİŞMEMİŞ
Conan Doyle’un, delillerin incelenmesinde başvurduğu bazı yöntemlerin, evvelce hiç akla gelmemiş olduğu muhakkak. Ama, toprak analizi için bunu ileri sürmek doğru değil. Çünkü, Conan Doyle’un Edinburgh Tıp Fakültesi öğrencisi olduğu yıllarda, Dr. Alfred Swaine Taylor’un, 1865’te yayınlanan "Adli Tıbbın Teori ve Pratiği" adlı ders kitabı okutuluyordu ve kitapta, toprak sayesinde aydınlatılmış bir cinayete de yer verilmişti. Taylor, 1857’de, hendeğe atılmış şekilde bulunan kadının katilinin, Snipe adındaki şüphelinin paçalarından alınan çamur lekeleriyle kanıtlandığını anlatır. Taylor, katilin adını belirtir de, öldürülen kadının kim olduğundan söz etmez. Anlaşılan 150 yıldan bu yana pek bir şey değişmemiş. Kadının adı, bugün de yok!
Aradan geçen 150 yılda jeoloji, Türkiye de dahil olmak üzere, sayısız suçun aydınlatılmasında kullanıldı. Ancak kanımca hiçbiri, Time dergisine kapak olmuş efsanevi polis Enrique "Kiki" Camarena Salazar’ın katillerinin bulunması ve buna bağlı olarak yürütülen başarılı narkotik operasyonlarındaki kadar kilit bir rol üstlenmedi.
7 Şubat 1985 Perşembe günü, öğleden sonra saat tam iki’de, 37 yaşındaki Enrique (Kiki) Camarena, hizmet tabancası ile brövesini çalışma masasının çekmecesine koydu, karısı Mika ile buluşmak üzere konsolosluğun yan kapısından, Libertad Caddesi’ne çıktı. Aracını önüne park ettiği Camelot lokantasına doğru yürümeye başladı. Alışılagelmişin aksine, etrafta pek kimse görünmüyordu. Büyük bir olasılıkla, Camarena ya bu durumu fark etmedi ya da Guadalajara kentinin sokaklarını ısıtan güneşten korunmak isteyen Meksikalıların, öğle tatillerini uzatmalarına yordu. Yoksa, kendisine pusu kurulduğundan kuşkulanacak kadar deneyimliydi. Bir süre önce, kentin sokaklarında dolaşırken kaçırılan iki Amerikalı turistin, Albert Radelat ve John Walker’in başına gelenleri unutmuş olamazdı.
Aracına birkaç metre yaklaştığında, elindeki uzaktan kumandayla önce alarmı devreden çıkarttı, sonra kapı kilitlerini açtı. Tam binecekti ki, etrafını beş kişi çevirdi. Onu, karga tulumba bej renkte bir Volkswagen Atlantic’in içine ittiler ve hızla uzaklaştılar. Ajan Camarena’yı bir daha canlı gören olmadı.
Camarena’nın kaçırılışından birkaç saat sonra, Guadalajara Havaalanı yönünde ilerleyen bir aracın önü kesildi ve sürücüsü kaçırıldı. Kaçırılan Alfredo Zavala Avelar, Meksika Tarım Bakanlığı’nın bir pilotuydu. Ancak sıradan bir pilot değildi. Birçok operasyonda, Camarena ya da diğer DEA mensuplarını taşıyan helikopterleri kullanmıştı.
Her iki kaçırma olayının soruşturması, Meksika federal adli polis teşkilatından komutan Jorge Armando Pavon Reyes’e verildi. Ertesi sabah Guadalajara savcısı, kaçırmalardan aynı kişinin, uyuşturucu baronu Caro Quintero’nun sorumlu olduğunu düşündü ve tutuklanmasını emretti.
POLİS-KAÇAKÇI ORTAK
24 saat geçmeden, Caro Quintero, tümü silahlı ve sahte polis kimlikli altı adamıyla birlikte Guadalajara Havaalanı’na geldi. Özel uçağına binmesi önce engellendi, o sırada 60 polis memuru ile birlikte alanda bulunan komutan Pavon Reyes ile baş başa görüştükten sonra uçuş izni aldı ve bilinmeyen bir yöne doğru hareket etti. Caro Quintero’nun, Meksika’yı terk etmek için, komutana 60 milyon peso’luk (o tarihte 265 bin dolar) bir çek verdiğini henüz kimse bilmiyordu.
Şubat ayı boyunca Meksika polisi, ajanla pilotu ölü ya da diri bulmak amacıyla birçok ev ve çiftliğe operasyon düzenledi. Sonuçsuz kalan bu uğraşlar boyunca Amerikalılar, siyasi baskılarının dozunu giderek artırdılar, hatta Meksika’yı ekonomik yaptırımlarla tehdit etmeye başladılar.
Mart başında komutan Pavon Reyes, imzasız bir ihbar mektubu aldığını bildirdi. Ajanla pilotu, Bravo çetesi kaçırmış, öldürmüş ve çetenin Guadalajara’nın 70 kilometre kadar güneydoğusundaki çiftliğine gömmüştü. Komutan Pavon Reyes, 100 kadar polisle çiftliği bastı, çıkan çatışmada bir polis memuru ağır yaralandı, çetenin mensuplarının tamamı öldürüldü.
Komutan, gün boyunca çiftliğin altını üstüne getirtti, ajanla pilotu bulamadı ve bu duruma pek şaştı. Neden mi? Çünkü Camarena’yla Zavala’yı aslında Bravo çetesinin kaçırmadığını gayet iyi biliyordu. Bir taşla birkaç kuş vurmayı hayal etmişti. Bir yandan bağlantıda olduğu kaçakçı dostlarını rakiplerinden, yani Bravo çetesinden kurtaracak, diğer yandan cesetleri bularak Amerikalıları memnun edecek, üstelik çete mensuplarının tümü ölünce, soruşturma da bitecekti. Çetenin kökünü kurutarak işin bir bölümünü halletmişti ama, cesetleri gömülü olduğu La Primavera Parkı’ndan çıkartıp, Bravo’ların bahçesine getirip gömecek adamın işi yarım bırakacağını ve onları yol kenarına atacağını hiç hesaba katmamıştı.
Ertesi günü, köylünün biri polisi aradı ve Bravo çiftliğine 800 metre uzaklıkta, karayolunun yan tarafındaki hendeğin içinde, beyaz naylona sarılı iki büyük cisim gördüğünü söyledi. Elleri ayakları iple bağlı, yarı çürümüş iki erkeğin cesetleriydi bunlar ve hemen yakınlardaki bir hastanenin morguna götürüp otopsi yaptılar. Daha sonra, Kadavra 1 ve 2 diye işaretlenen cesetler başka bir morga nakledildi ve kesin teşhis için ABD konsolosluğuna haber verildi.
BAŞKA YERE GÖMÜLMÜŞ
7 Mart 1985 günü, aralarında silahlı kuvvetler mensubu bir patoloğun da bulunduğu FBI kriminalistlerinden oluşan kalabalık bir ekip Meksika’ya geldi. Artık ileri derecede çürümüş Kadavra 1’in parmakizlerinden Camarena’yı, Kadavra 2’nin dişlerinden pilot Zavala’yı teşhis ettiler. Beden ve başlarındaki yaralara, künt cisim darbelerinin yol açtığı anlaşıldı.
FBI elemanları, giysileri, el ve ayakları bağlamakta kullanılan ipleri ve beyaz naylonları götürmek istedilerse de, bunlardan sadece birer "örnek" alınmasına izin verildi. Bu sırada Amerikalılar, giysilerle naylonlar üzerindeki toprak kalıntılarının aynı olmadığını fark ettiler ve hem cesetlerin bulunduğu yol kenarından, hem de komutan Pavon Reyes’in yerle bir ettiği Bravo çiftliğinden, toprak örneği almakta ısrar ettiler.
Ertesi akşam, ajanlarının cesedi ve bir torba dolusu delille ülkelerine döndüler. Çıkacak laboratuvar sonuçları, ne kadar dikkatli olduklarının kanıtıydı. Cesetlerin üzerindeki toprak, ne naylonun, ne karayolunun, ne de çiftliğin toprağına benziyordu. Camarena’nın bambaşka bir yerde öldürüldüğü, gömüldüğü, bir süre sonra topraktan çıkartılıp naylona sarıldığı, sonra yol kenarına atıldığı kesindi. 150 yıllık ipucu, toprak, bir kez daha işe yaramıştı.
Uyuşturucunun peşindeydi
Kiki Camarena, Amerikan konsolosluğunda, yine ABD Adalet Bakanlığı’na bağlı uyuşturucu ile mücadele ajansı DEA’in personeli olarak görev yapıyor, muhbirleri aracılığıyla elde ettiği bilgiyi Meksikalı yetkililerle paylaşıyor, hatta narkotik operasyonlarına eşlik ediyordu. Üç ay kadar önce askerlerin, kaçakçı Rafael Caro Quintero’nun El Bufalo çiftliğine düzenlediği baskın, bunların son örneğiydi. ABD’ye gönderilmek üzere hazırlanan birkaç ton esrara el konmuş, malın sahibi baskın sırasında çiftlikte bulunmadığından yakalanamamıştı. Camarena, kaçakçı Caro Quintero da dahil olmak üzere, Meksika’nın belli başlı uyuşturucu kaçakçılarının polis, ordu ve hükümet yetkilileri ile bağlantıda olduğuna inanıyordu.
Polisler tutuklandı, deliller toplandı
Amerikan hükümeti kaygılarını Meksikalı yetkililere bildirince, federal polis teşkilatının birçok personeli sorgulandı, komutan Pavon Reyes açığa alındı, 11 polis tutuklandı, ileri gelen uyuşturucu çetelerinin peşine düşüldü, hatta uyuşturucu baronu Caro Quintero ve adamları, Kostarika’da yakalandı ve Meksika’ya iade edildi. Oldukça sert sorgular sırasında, Camarena’nın kaçırıldıktan sonra, Quintero’nun "881 Lope de Vega" adresindeki malikanesinde tutulduğu öğrenildi. Delil toplamak üzere, FBI’ın bir ekibi yine Meksika’ya geldi. Bir hafta önce duvarları boyanmasına rağmen, iki katlı malikane ve bahçesindeki "konuk evi"nden beş torba delil toplayarak geri döndüler.
Taban ile duvarın bitiştiği yerde Camarena’nın saç telleri, süpürgeliğin arkasında kanı, ayrıca el ve ayaklarının bağlandığı ipin bir parçası bulundu. Malikanenin bir yatak odasında, saç teli ile giysisinin lifleri ele geçti. Bir çardağın altında, ajanın kaçırılmasında kullanılan Volkswagen Atlantic araç, içinde de saçları ve kanı bulundu. Böylece, Camarena’nın kaçırıldıktan sonra, burada dövülüp öldürüldüğü kesinlik kazandı, ancak bu bahçedeki toprak da, cesedinin üzerindekilerle örtüşmüyordu.
Her yakaladığı uyuşturucu çetesi mensubunu günlerce sorgulayan Meksika polisi, bu arada, Camarena ile pilotun kaçırılışından çok önce ortadan kaybolan iki Amerikalı turistin, kentin varoşlarındaki La Primavera Parkı’na gömüldüğünü öğrendi. 1985 Eylül’ünde, parkı kazmaya başlayan FBI timleri, sadece turistlerin kalıntılarına ulaşmakla kalmadılar, parkın iki metre kadar derinliğinden aldıkları toprak örneklerini kriminal laboratuvarlarına gönderdiler. Toprak, Camarena ve pilotun giysileri üzerindekilerle bire bir örtüştü.
ÇETE REİSİ HÁLÁ ARANIYOR
Amerikalılar, bir toprak analiziyle başlayan ve çorap söküğü gibi birbirini izleyen çalışmaları sayesinde, ajanlarının nasıl kaçırılıp nerede, kimler tarafından sorgulandığını ve öldürüldüğünü, nereye gömüldüğünü buldular ve daha da önemlisi, Meksika polisinin uyuşturucu kartelleriyle bağlantısını ortaya çıkarttılar. Sonunda üçü polis, dokuz Meksikalıyı, ajanlarının ölümünden sorumlu tuttular. İkisi dışında diğerlerini gıyaplarında yargıladılar ve 20-40 yıl arası hapis cezasına çarptırdılar.
DEA’in Meksika irtibat görevlisi Enrique "Kiki" Camarena Salazar ölmeden önce, uyuşturucu arzıyla mücadele eden profesyonellerin çok takdir ettiği bir elemandı. Ölümünden sonra, uyuşturucu kullanımıyla mücadele eden milyonlar için de bir sembol haline geldi. Günümüzde bile, ABD’de ekim ayının ilk haftasında yürütülen uyuşturucu ile mücadele etkinliklerinde, küçük çocuklar yakalarına taktıkları kırmızı kurdelelerle onu anıyorlar.
Ajanı öldüren çetenin elebaşısı Caro Quintero Meksika’da yargılandı, ancak cinayetle doğrudan bağlantısı kanıtlanamadığından serbest kaldı. Bununla birlikte, 1988’den bu yana DEA’in "arananlar" listesindeki yerini koruyor. Kıvırcık siyah saçlı, posbıyıklı resminin altında, takma adları, boyu, kilosu ve son görüldüğü kentler yer alıyor. En altta da "Dikkat silahlı ve tehlikelidir, görürseniz yakalamaya kalkışmayın, hemen 1-877-926-8332’yi ya da en yakın DEA bürosunu arayın, ödül verilecektir" yazılı.
Yazının Devamını Oku 9 Aralık 2007
"Bir aydır İtalya’dayım, üniversiteye başladım, yeni evim çok güzel, Perugia ayaklarımın altında. Bir çamaşır makinesi aldık. Bozuk çıktı. Tamire gelen adam gece bizde kalmış. Sabah, banyodan iç çamaşırı ile çıkıyordu. Koridorda karşılaştık. Pazartesi hariç, akşam 22’den sabahın 2.30’una kadar LeChic adlı bir barda çalışıyorum. Eve yürüyerek 10 dakika uzaklıkta. Barın sahibi Patrick Diya Lumumba. Kongolu’ymuş. Barda, benden başka bir Cezayirli çocuk çalışıyor. Pek yakışıklı. Ara sıra dans ediyoruz. Henüz niyetini anlayamadım. İtalyanlara bayıldım. Öğlenleri, üç saat boyunca her yer kapanıyor. Keşke hayatın sadece çalışmak, okula gitmek ve para kazanmaktan oluşmadığını bizimkiler de öğrense. Sizi çok özledim, Amanda."
Henüz 20 yaşındaki Amanda Fox ya da MySpace’teki takma adıyla "Foxy Knoxy", 15 Ekim 2007 günü sayfasına bunları yazmış. "Foxy", İngilizce argoda, "cinsel açıdan çekici, seksi" anlamına geliyor. Bildiğiniz gibi MySpace, tıpkı Facebook gibi sanal bir ortam. 2007 Eylül’ünde, tüm dünyadaki üye sayısı 200 milyonu aşmış bu "sosyal iletişim" ağına, günde 230 bin kişi yeni kayıt yaptırıyor, yaşamının her türlü ayrıntısını, fotoğraf ve video kliplerle süsleyerek dostlarıyla paylaşıyor.
Unutuyordum. Amanda’nın edebiyatçı yönü de var. Zaman zaman, kısa öyküler de yayınlamış. Örneğin, 11 Aralık 2006’dakinin adı, "Küçük Kardeş". Şiddet dozu yüksek, "kan" sözcüğünün sıklıkla tekrarlandığı, kardeşlerden küçüğünün, genç bir kıza uyuşturucu verdikten sonra tecavüz ettiği bir öykü. Amanda’nın fantezileri, yazdıklarıyla sınırlı kalmayacaktı.
SARHOŞ PİLİÇ’İN İTALYAN SEVGİLİSİ
Amanda, kasım ayının ilk yarısından bu yana MySpace’te yok. Sayfasına ulaşmak mümkün olamasa da, YouTube’a gönderdiği, 3-5 arkadaşıyla birlikte bir evin mutfağında çekilen video filmini hálá seyretmek mümkün. Konuştuklarını anlamak biraz dikkat gerektiriyor. Ya alkol, ya uyuşturucu ya da her ikisinin birden etkisinde çünkü. Zaten Amanda klibine, "Sarhoş Piliç" adını vermiş. "Amanda, artık anılarını küçük bir deftere yazıyor" diyorlar. Kitaplaşırsa, çok satacağından hiç kuşku yok. Seks, uyuşturucu ve şiddet, hele içinde genç ve güzel kadınlar olunca, her zaman satar.
Amanda’nın, sayılarının pek çok olduğu anlaşılan sevgililerinden birinin adı, Raffaele Sollecito. 23 yaşındaki Raffaele de, Perugia’daki, sayıları 15 bini bulan üniversite öğrencisinden biri. Yabancı öğrencilerin ağırlıkta olduğu bu güzel ve küçük üniversite kentinde, evinden ve çevre baskısından uzakta, her türlü "olanaktan" alabildiğine yararlanmaya çalışmış.
Geçen günlerde, Facebook’taki sayfasında, Cadılar Bayramı’nda çektirdiği bir fotoğrafı duruyordu. Tepeden tırnağa gazlı bezle sardırmıştı kendini. Yüzünün sadece yarısı gözüküyordu. Eline bir kasap satırı alarak poz vermişti ama, artık böyle pozlar vermesi mümkün değil. Ayrıca ne bıçak ve kılıç koleksiyonunu geliştirmesi, ne de evinde ele geçen, kadınların kesici aletlerle doğrandığı "Blood", "Mad Psycho" ya da "The Immortal" benzeri çizgi romanları okuması mümkün. Çünkü, Raffaele de, sevgilisi Amanda gibi, Capanne cezaevinde yargılanmayı bekliyor.
BAHÇEDEKİ CEP TELEFONLARI
Meredith Kercher, Leeds Üniversitesi’nde öğrenciydi. Erasmus değişim programıyla eğitimini sürdürmek üzere Perugia’ya geldi ve Pergola sokağı 7 numaralı evin dört odasından birini kiraladı. Kısa bir süre sonra, evin bir kiracısı daha olacaktı. Birlikte gitar çaldıkları, yemek pişirdikleri, eve getirdiği Hişam, Abdül, Giacomo, Merlin, Spiros, Daniel ve daha nice erkek arkadaşıyla yaşamına renk katan, ara sıra kullandığı esrar dışında fazlaca bir rahatsızlık vermeyen Amerikalı bir öğrenciydi bu. Adı, Amanda Knox’tu.
1 Kasım 2007 günü, dini bayram nedeniyle dükkanlar kapalıydı, okul da yoktu. Meredith, saat 17.00’ye doğru iki kız arkadaşının evine gitti. Birlikte pizza ısmarlayıp yediler, sonra romantik bir aşk öyküsünün anlatıldığı "The Notebook" adlı filmin DVD’sini izlediler. Meredith, 21.00’e doğru ayrıldı. 21.15’te Pergola sokağındaki otoparkın güvenlik kamerasının önünden geçti ve kaldığı eve girdi.
Bahçeye çıktığınızda, yere atılmış iki cep telefonu görürseniz ne yaparsınız? Hiç ellemeden polisi ararsınız değil mi? Nitekim, 2 Kasım sabahı, Sperandio 5b adresinde oturan Bayan Lana Elisabetta da öyle yaptı. Kısa bir süre sonra polis, her iki telefonun aynı kişiye kayıtlı olduğunu saptayacak, üzerleri silindiğinden bahçeye atanların parmak izini bulamayacak ve saat tam 12.35’te, sahibine iade etmek üzere gelecekti. Pergola Sokağı’ndaki, Meredith Kercher’in evine.
YORGANIN ALTINDA BİR CESET
Sokak kapısının önünde iki genç durmaktaydı. "Ben de bu evde oturuyorum," dedi Amanda Knox. "Geceyi sevgilim Raffaele’nin evinde geçirdim. Sabah birlikte buraya geldik. Odasını içeriden kitlemiş. Bakın penceresi de kırık. Garip bir şeyler olmuş anlaşılan. Biz de tam şimdi sizi arayacaktık." "Öyle mi? diye sordu memur. "Hele şu odanın kapısını kırıp içeriye bir bakalım."
Sekiz saat kadar sonra, odadaki eşyalar, yerdeki kanlı ayakkabı izleri, duvara sıçramış kan lekeleri ile yastık kılıfının üzerindeki kanlı parmakizi, olay yeri inceleme ekibinin tutanaklarında ve cinayet masasından gelen fotoğrafçının çektiği karelerde, birer sayı ya da harf olarak yerlerini almışlardı. Çalışma masası ile yatağın arasındaki yorganın numarası "7"ydi. Bir kadının sol ayağı gözüküyordu sadece. Yorganın altında, boynunda kesikler ve sol avucunun içinde birkaç saç teliyle Meredith Kercher, bir kan gölü içinde ve yarı çıplak yatıyordu.
Amanda ile Raffaele el ele tutuşarak çıktılar evden. Pek üzülmüşe benzemiyorlardı. Zaten ifadeleri alındıktan sonra yine elele tutuşup öpüşüp koklaşarak, erotik kadın iç çamaşırları satan bir dükkana girdiler. Meredith Kercher’i öldürmekle suçlanmalarına sadece dört günlerinin kaldığını bilmiyorlardı.
İSTEMEDİĞİ İLİŞKİYE ZORLANMIŞ
Patoloji uzmanı Dr. Luca Lalli, "Ensesinde derin bir yara var" dedi. "Ucu sivri, çift tarafı keskin bir cisimle oluşmuş. Karotid arteri kesik değil. İki-üç saat yaşamış ve kan kaybından ölmüş. Alkol, uyutucu, uyuşturucu ya da uyarıcı bir madde yok. Ölüm saati, 22.00 ile sabahın biri arasında olabilir. Irza geçme değil, ama cinsel ilişki var. Anlaşılan, istemediği bir teklifle karşılaşmış ve direnmeye çalışmış. O şekilde bırakıp gitmeselerdi, kurtulurdu."
İlk ifadesinde Amanda Knox, cinayet akşamı evde olmadığını ve geceyi, sevgilisi Raffaele’de geçirdiğini ileri sürdü. Ancak, evin tam karşısındaki otoparkın güvenlik kameralarındaki görüntülerde, saat 20:45’te eve girdiğinin saptandığı söylendiğinde, öyküsünü değiştirdi. "Evet evdeydim. Yarım saat kadar sonra, bar sahibi Lumumba ile birlikte geldi, odaya kapandılar. İçerden korkunç çığlıklar duyduğumda mutfaktaydım. Sabahtan beri esrar içiyordum. Kafam bulanıktı, gerisini hatırlamıyorum" dedi.
Kamera kayıtlarında, Amanda’dan başkası görülmüyordu. Polis bu eksikliği, etrafın karanlık oluşuna, koyu giyimli kişileri kameranın algılayamayışına bağladı. MySpace, Facebook ve YouTube’da yer alan yazı, fotoğraf ve video kayıtlarından yola çıkarak, Meredith’le herhangi bir mekanda birlikte olduğunu saptadığı onlarca kişi ile görüştü. Sonuçta, Amanda Knox’un yanı sıra sevgilisi Raffaele’yi ve Lumumba’yı tutukladı.
Amanda ve Raffaele’nin cinayet sırasında odada bulunduğu neredeyse kesin. Yerdeki kanlı ayakkabı izlerinden biri, Raffaele ’nin 42,5 numara Nike marka spor ayakkabısının tabanı ile örtüşüyor. Genç adamın saçları arasında ele geçen, orta uzunluktaki koyu renkte tek bir saç teli, Meredith’e ait. Mutfakta bulunan bir süngerde, yıkanmış olmakla birlikte, öldürülen kızın ve Amanda’nın DNA’ları çıkıyor. Banyo musluklarından birinin üzerindeki kan lekesinin DNA’sı Amanda’nınkiyle örtüşüyor. Roma’daki kriminal laboratuvar, Raffaele’nin evinde ele geçen 15 santimlik mutfak bıçağının uç kısmında Meredith’in, sapında Amanda’nın DNA’sını buldu.
İtalyan polisi, yastığın üzerindeki kanlı parmak izi sayesinde, bir başka Afrikalı’ya, hem İtalya hem de Fildişi Sahili vatandaşı Rudy Hermann Guede’ye ulaştı. 20 yaşındaki Hermann’ın, Perugia’da, uyuşturucu satışından birkaç kez gözaltına alındığını saptadı. Ayrıca, Facebook’taki bir fotoğrafta, Meredith’in yanında durduğunu gördü. Cinayet gecesinde, Amanda Knox ile iki kez telefonlaştığı da ortaya çıkınca, tutuklama emri çıkarttı, ancak Hermann’ın nerede olduğunu bilen yoktu.
Meredith’in arkadaşlarından biri, "Ben size onu bulurum" dedi polise. "Mutlaka internete bağlanacak ve Skype’ını açacaktır."
Nitekim, öyle oldu. Hermann, Skype’a bağlandı, Almanya’nın Mainz kentinde olduğu anlaşıldı. İki ülke arasındaki antlaşma gereği, 6 Aralık’ta İtalya’ya iade edildi. Yargıç Claudia Matteini ile Perugia savcısı Giuliano Mignini, onu beş gün sorgulayabilecek.
ODADA BAŞKA KİM VARDI?
Hermann, sadece yastıktaki kanlı parmak izinin sahibi değil. Sifonu çekmediğinden kanalizasyona karışmayan dışkının DNA’sı da onun. (Olay yeri inceleme ekiplerine, "Tuvalete gitmeyin, suyu çekmeyin, musluklara dokunmayın" demekte ne kadar haklı olduğumuzun bir diğer kanıtı).
Üstelik, otopside alınan vajinal yaymada da Afrikalı’nın DNA’sı bulunuyor. Zaten Hermann, o gece Meredith’in bir içki içmek için kendisini eve çağırdığını ve rızasıyla seviştiklerini söylüyor. Bir ara midesi bulanıp karnı ağrıdığından tuvalete gittiğini, o sırada kapının çaldığını, ardından önce "İngiliz kızın" canhıraş feryatlarını, daha sonra "Zenci içeride, herkes onun yaptığını sanacak" diyen bir İtalyan’ın sesini duyduğunu söylüyor. Dışarı çıktığında, etrafta kimseyi görmediğini, Meredith’e yardım etmeye çalıştığını, ölünce korkarak evi terk ettiğini ve Almanya’ya kaçtığını anlatıyor. Bu senaryo doğruysa, yastıktaki parmak izinin kıza yardım etmek istediği sırada oluşması mümkün elbette.
Şimdilik, soruşturma yargıcı Bayan Claudia Matteini’nin iddianamesinde, biri kadın, üçü erkek dört zanlı var. Ona göre cinayet aleti, tutuklandığında üzerinden sustalı çıkan, kesici alet koleksiyoncusu Raffaele’ye ait. Yargıç, Amanda’nın bu bıçağı, odadaki üç erkeğin (Raffaele, Lumumba ve Hermann) kızla cinsel ilişkiye girebilmesini kolaylaştırmak amacıyla, Meredith’in boynuna dayadığını, bu sırada kendi elini de kestiğini ve kurban dışında diğerlerinin, alkol ve/veya esrar etkisi altında olduğunu ileri sürüyor.
Ancak eldeki delillere göre, odada bir kişi daha var. İnce, yüksek topuklu ayakkabı giymiş bir kadın. Yerdeki kanlı izler, böyle söylüyor. O gece, üç kadın, üç erkek aynı odada seks yapmaya kalkışmış, Hermann ile Meredith birlikte olduktan sonra diğerleri, Amanda’nın fantezileri doğrultusunda, olayı farklı bir boyuta taşımak istemiş olabilir. Daha önce belirttiğim gibi, genç kızın sol avucunda birkaç saç teli bulunmuştu. Bunlardan henüz DNA izole edilebilmiş değil. Eğer başarılabilirse, can havliyle kimin saçlarına sarıldığı anlaşılacak.
LUMUMBA PİZZALAR SAYESİNDE SERBEST
Dr. Luca Lalli, "Ölüm saati 22.00 ile sabahın biri arasında" deyince, 38 yaşındaki bar sahibi Lumumba da tutuklanmıştı. Avukatının itirazı üzerine, mide içeriğindeki yemek kalıntıları incelendi, Meredith’in son yemeğini ne zaman yediği bilindiğinden bir hesaplama yapıldı ve cinayet saati, 21.30 ile 23.30 arasına daraltıldı. O sıralar Perugia’da turist olarak bulunan İsviçreli profesör Romano Mero, anılan saatlerde Lumumba’nın barda olduğuna tanıklık edince, Afrikalı salıverildi. Ancak, halen cinayetin zanlılarından biri olmayı sürdürüyor. Çünkü polis, telefon sinyallerine ve SMS mesajlarına dayanarak, Lumumba ile Amanda’nın 1 Kasım akşamı, ev ile üniversitenin basket sahası arasında bir yerde buluştuklarını, birlikte eve yürüdüklerini, Meredith gelmeden eve girdiklerini ve cinayet işlendiği sırada Lumumba’nın odada bulunduğunda ısrar ediyor.
İtalyan polisinin başarısı
Uyuşturucu etkisinde, cinsel fantezileri hayata geçirmenin ne denli tehlikeli olabileceğini gösteren, delili çok, ama yeniden canlandırması zor bir cinayetle karşı karşıyayız. Deliller çok ama, olayların sırasını belirlemek mümkün değil. Zanlıların ifadelerindeki tutarsızlıklar ise, kasıt olmayıp zaman ve mekan algısını değiştiren esrarın etkisinden kaynaklanabilir. Ancak bana kalırsa, şu anda Avrupa ve Amerika’yı çok meşgul eden bu soruşturmanın en dikkate değer yönü, İtalyan polisinin internette iz sürmekte, delilleri bulmak ve incelemekte çok başarılı bir iş çıkartması. Buna karşılık, patolog Dr. Luca Lalli’ye tam not vermek mümkün değil.
Yazının Devamını Oku 2 Aralık 2007
Pearl Sokağı’nı kesen tren yolunu geçin. Solunuza önce bir su deposu gelecek, 100 metre sonra hafriyatın çitini göreceksiniz. Olay yerini size neden tarif ediyorum ki? Gitseniz de, ne tren yolu kaldı, ne de çit. Tam burada, mutemetle korumayı öldürdüğü sanılan kişiler ise, zaten 80 yıl önce yakalandılar, yargılandılar ve idam edildiler. Milyonlar, işledikleri suçlar için değil, kökenleri ve inançları yüzünden öldüklerine inandı, inanmayı sürdürüyor. Ders kitaplarına, romanlara, şiirlere, şarkılara, filmlere konu edilen bir ayakkabıcı ile bir balıkçıydılar. Polis, savcı, yargıç, jüri üyesi, avukat ve bilirkişiler sayesinde birer kahraman haline geldiler. Adları, Nicola Sacco ve Bartolomeo Vanzetti’ydi.
Ekonomik zenginlik ve sosyal özgürlük görüntüsüne rağmen, 1920’lerin ABD’sine korku, güvensizlik ve önyargılar
hakimdi. Dünya genelinde yayılmakta olan sosyalist görüşlere yönelik kaygılar, 1917 Rus İhtilali ile doruğa ulaşmış, "Kızıl Korku" hezeyanı, ülkeyi bir baştan diğerine kaplamıştı. Amerikalılar, kilise, evlilik, aile gibi kutsal değerlerini yıkacak, mal ve mülklerini ellerinden alacak komünizmi bekliyordu.
1919 Nisan’ında, hükümetin ileri gelenlerine gönderilmek üzere 36 adet bombanın hazırlandığı ortaya çıkmıştı. Hedefler arasında, göçmenlik bürosunun bir yöneticisi, bir yargıç, Bolşevikler’i soruşturan senato komisyonun başkanı ile Adalet Bakanı A. Mitchell Palmer de vardı. İki ay sonra, aynı gün, aynı saatte 8 bomba patladı. Hedeflerden biri, adalet bakanının eviydi. Patlama sırasında ölen saldırganın bir İtalyan göçmeni olduğu anlaşıldı. Beyaz, Anglosakson ve Protestan olmayan herkese, ama özellikle radikal, anarşist, sosyalist ya da komünist görüşteki İtalyan ve Polonyalı göçmenlere karşı nefret duyguları daha da arttı.
Bakan Palmer, evindeki patlamanın hemen ardından, soruşturma bürosu bünyesinde, genel istihbarat birimini kurdu, henüz 24 yaşındaki J. Edgar Hoover’i başına getirdi. Aynı Hoover, 10 Mayıs 1924’te FBI’ın kurucu başkanı olacak, öldüğü 2 Mayıs 1972’ye dek kesintisiz biçimde tam 48 yıl görevde kalacaktı.
Hoover, birkaç haftada, 150 bin kişilik bir "şüpheli listesi" oluşturdu ve 7 Kasım 1919’dan itibaren polisle birlikte geniş çaplı baskınlar düzenlemeye başladı. Göçmenliği zorlaştıran, anarşistlerle mücadeleyi sertleştiren ve hükümet aleyhine kışkırtıcılığı ağır biçimde cezalandıran yasalara dayanarak, ülkedeki "istenmeyen unsurlar" pek yumuşak olmayan yöntemlerle ayıklandı, binlerce kişi tutuklandı, gemilere bindirilip sınırdışı edildi.
Gerçi, iki İtalyan göçmeni, ayakkabıcı Sacco ile el tezgahında balık satan Vanzetti’nin henüz polisle başı derde girmemişti ama, anarşist hareketin önderi, savaş karşıtı propagandaların, grevlerin, bombalı saldırıların düzenleyicisi Luigi Galleani’nin takipçileri oldukları biliniyordu ve bu temizlikten nasiplerini alması gün meselesiydi. İşte, Slater & Morrill ayakkabı fabrikasının mutemedi ile koruması, 15 Nisan 1920’de böylesi bir ortamda öldürüldü.
MUTEMET İLE KORUMASI NASIL ÖLDÜ
Öğleden sonra saat üç sularında, mutemet Frederick Parmenter önde, koruması Alessandro Bardelli arkada yürüyorlardı. Mutemet, içinde fabrika işçilerinin 15 bin doları biraz aşan haftalığı bulunan iki metal kutu taşıyordu. Tren yolunu geçtiler, lokanta inşaatının önünden geçerken biri şapkalı, diğeri kasketli, orta boylu iki kişi önlerine fırladı. Silah sesleri duyuldu. Önce koruma vuruldu, daha sonra kaçmaya çalışan mutemet. Adamlar metal kutuları aldı. Sürücü dışında iki yolcusu daha bulunan bir Buick otomobil yanlarında durdu, arkasına bindiler. Araç hareket ederken, koruma dizleri üzerine doğruldu. Arabadakilerden biri dışarı atladı, ona tek el ateş etti. Bütün bunlar bir dakika gibi kısa bir sürede oldu. Mutemet, ertesi sabah hastenede öldü. Koruma ise, hemen oracıkta.
Otopsileri yapan Dr. George Burgess Magrath, korumanın bedeninden dört, mutemetinkinden iki mermi çıkarttı. "Koruma Bardelli’yi öldüren işte bu mermi" dedi. "Akciğerinden girmiş, pulmoner arteri parçalamış, kalça kemiğine çarparak durmuş. Şekli, çarpma nedeniyle biraz bozulmuş. Ancak alt kısmını çevreleyen ilginç bir kanalı var. Onu ’III’ diye işaretledim." Üç numaralı mermi, sadece korumayı öldürmekle kalmayacak, yirmi gün sonra tutuklanan Sacco ile Vanzetti’yi elektrikli sandalyeye götüren en önemli delil olacaktı.
Buick otomobilin nerede bulunduğu, polisin Sacco ve Vanzetti’ye nasıl ulaştığının hikayesi uzun. 31 Mayıs 1921’de başlayan, 37 gün süren dava, ABD’nin o tarihteki en muhafazakar eyaletlerinden Massachusetts’te, Dedham’da görüldü. 500 başvuru arasından seçilen jüri üyesi 12 beyaz erkek, beyazların mahallelerinde oturan, günlük yaşamlarında göçmenlerle hiç karşılaşmamış kişilerdi ve zanlıların katil olmadığına yemin eden İtalyan tanıkların, kırık dökük İngilizcelerini anlamakta zorlandılar. Savcı Frederick Katzmann, ifadelerin anlaşılmaz bölümlerini, Sacco ve Vanzetti’yi suçlayacak biçimde yorumlamayı ihmal etmedi.
YABANCI DÜŞMANI YARGIÇ
Jüri sözcüsü Walter R. Ripley, milliyetçilik duyguları güçlü eski bir polis şefiydi. Her sabah, duruşma salonunda asılı Amerikan bayrağı önüne gelerek selam duran bu adam, daha jüri üyesi seçilmeden önce bir arkadaşına "Cehenneme kadar yolları var. Suçlu olmasalar bile asılmalılar" demişti. Böylesi önyargıların, diğer jüri üyelerini etkilememesi mümkün değildi.
İddianame, büyük ölçüde tanık ifadelerine dayanıyordu, yani Amerikan mahkemelerindeki duruşmalarda kullanılan hukuk deyimiyle ’ikinci derecede’ kanıtlara. Parmakizleri bulunamamıştı. Ortada, olay yerinde bulunan bir kasket, bir de mermiler vardı. Kasket, zanlıların başına iki numara küçük gelmişti. Mermiler de kafa karıştırmaktaydı. Eksikliğinin farkında olan savcı, tüm suçlamalarını, radikal düşünceli göçmenlere karşı duyulan nefretin üzerine kurdu.
"Neden siyasi görüşlerin nedeniyle yargılandığını düşünüyorsun?" diye sormuştu Vanzetti’ye. "Çünkü bana sosyalist miyim diye, komünist miyim diye, IWW (Dünya Sanayi İşçileri Sendikası) üyesi miyim, radikal miyim diye soruyorsunuz da ondan."
Yargıç Webster Thayer, jüriye dönmüş ve Vanzetti’yi göstererek, "Bu adam" demişti, "suçlandığı eylemi işlememiş olabilir. Ancak yine de suçlu, çünkü yerleşmiş tüm kurumlarımızın düşmanı." Dönem, akıl ve sağduyu dönemi değildi.
İKİ GÖÇMEN KAHRAMAN OLUYOR
Sacco ile Vanzetti’nin ilk avukatı, pek çok sendika davasını kazanmış ünlü sosyalist Fred H. Moore’du. Avukat, tutuklandıklarında söyledikleri bazı yalanlar, üzerlerinden çıkan tabancalar ve bilirkişi Proctor’un balistik raporu yüzünden soygun ve cinayetle ilgili bir savunma yapmaktan çekindi. Farklı bir strateji yürütmeye karar verdi. Duruşma sırasında, açık bir biçimde anarşist olduklarını söyletecek, tutuklanma ve yargılanmalarının siyasi görüşleri nedeniyle gerçekleştiğine jüriyi inandırmaya çalışacaktı.
Avukat Moore, basın toplantıları düzenledi, işçi sendikalarının desteğini aldı, uluslararası örgütlerle iletişime geçti, dedektifler tutarak yeni deliller bulmaya çalıştı ve sadece ülke içinde değil, dünyanın belli başlı başkentlerinde dağıtılan on binlerce el ilanı bastırttı, hatta İtalyan hükümetinin bile yardımını aldı. Avukatın bu agresif yaklaşımı nedeniyle, az kişinin bildiği çifte cinayet, dünyaca izlenen ve tartışılan bir mesele (cause celebre) haline dönüştü.
Avukatın kitle iletişim araçlarını böylesine etkin biçimde kullanması, günümüzde çok doğal olmakla birlikte, 80 yıl öncesinin muhafazakar Amerika’sı için pek alışılmamış bir uygulamaydı. Sacco ve Vanzetti’nin anarşist arkadaşları, bu büyük masrafın gereksizliğinden yakınmaya başladı. Üstelik, gerçek katilleri bulmak için bir de para ödülü koymaya kalkması, anarşist ideallerine tamamen karşıydı. 1924’te Moore azledildi. Yerine, Boston’lu hukukçu William Thompson geldi.
Yeni avukat konuyu, siyasetten çıkartıp delillerin tartışılmasına, balistik raporlarındaki çelişkilere çekmeye çalışsa da, ok yaydan çıkmış, toplum bölünmüştü bir kere. Liberaller ve sağduyulu vatandaşlar, radikal anarşistlerin, sosyalist ve komünistlerin tarafına geçmiş, Sacco ile Vanzetti’nin suçsuzluğunu savunuyordu. Buna karşılık muhafazakar ve milliyetçiler, bir an önce idamlarını istiyordu. Kim ne derse desin, iki İtalyan göçmen, dünya solcularının kahramanı haline gelmişti ve sonsuza dek öyle kalacaktı.
DÜRBÜN GÖZLÜ GÖRGÜ TANIKLARI
Savcılık, 61 tanık dinletti. Bunların birçoğu Sacco ya da Vanzetti’yi görmüş, onlarla konuşmuş değildi. Sadece dokuzu, çok uzak bir mesafeden gördükleri saldırganları, ayrıca saatte 50 kilometre hızda giden Buick otomobilin içindekileri bütün ayrıntılarıyla tarif edebildi. Bunlardan beşi Sacco’yu, dördü Vanzetti’yi teşhis etmekle birlikte, hiçbiri her ikisini birden olay yerinde gördüğünü söyleyemedi.
Olay yerinin çaprazındaki fabrikanın ikinci katındaki bir pencereden cinayeti gördüğünü söyleyen Mary Splaine adlı bir kadın tanık, olaydan bir yıldan fazla bir zaman sonra, Sacco’yu net biçimde hatırladı. "Kaslı, aktif görünümlü bir adamdı. Sol eli büyüktü. Güçlü bir adam olduğunun işaretiydi. Alnı genişti. Saçı arkaya taralıydı ve 5-6 santim uzunluğundaydı. Kaşları koyuydu" diyebildi.
Bir diğer tanık, Lola Andrews, cinayet günü Sacco’yu sokakta gördüğünü anlattı. Halbuki Lola, cinayetten birkaç hafta sonra komşusuna "Hükümet beni içeri aldı. Bu adamları tanımamı istediğini söyledi. Ben onları hiç görmedim, tanımam mümkün değil" demişti. Zaten, savcı Katzmann için önemli olan görgü tanıkları değil, koruma görevlisinin vücudundan çıkartılan "ölümcül mermi"ydi.
OLAY YERİ VE BALİSTİK İNCELEMELER
Maktullerin üzerinden silah çıkmadı. Halbuki, korumanın 0,38 kalibrelik bir Harrington & Richardson toplu tabancasının olduğu biliniyordu. Mutemedin silahsız gezmesi mümkündü de, korumanın o gün silah taşımaması biraz garipti.
Olay yerinde, korumanın cesedinin yanı başında dört kovan bulundu. Savcılığın bilirkişisi, Massachusetts Eyaleti polis teşkilatını 23 yıl yönetmiş William Proctor’a göre, kovanlardan ikisi Remington, biri Peter, biri Winchester fabrikası imalatıydı ve 0,32 kalibrelik silah ya da silahlardan atılmıştı.
Bilirkişi, otopside çıkartılan altı çekirdekten üçünün Peter, ikisinin Remington, birinin Winchester imalatı olduğunu söyledi. Hepsi, 0,32 kalibrelik otomatik silahlardan atılmıştı. Winchester hariç diğerlerinin, yiv ve setleri sağa dönüşlü Savage marka tabancadan atıldığını söyledi. Winchester ise, doktorun üç numara ile işaretlediği "ölümcül mermi"ydi. Alt kısmını çevreleyen bir oluğu vardı. Sola dönüşlü bir silahtan atılmıştı. Bilirkişiye göre, 0,32 kalibrelik Amerikan tabancaları arasında sadece bir teki, sola dönüşlüydü: Colt.
Sacco tutuklandığında, üzerinden 0,32 kalibrelik bir Colt tabanca ile otuzun üzerinde fişek çıktı. Aralarında Peter, U.S. ve Remington fabrikasının imalatı olanlar vardı. Ancak altısı Winchester’di, alt kısımlarını çevreleyen birer olukları bulunuyordu. Tıpkı, "ölümcül mermi" gibi.
Bilirkişi Proctor, Sacco’nun tabancasıyla deneme atışları yaptı ve "ölümcül mermi"nin, onun Colt’undan çıkmış olabileceğini bildirdi. Savunmanın da bilirkişileri vardı (Burns ve Fitzgerald). Onlar da kovan, mermi ve silahları incelediler. Hepsi Proctor’dan farklı sonuçlara ulaştılar. Bu çelişki yüzünden, savcılık delilleri bir uzmana daha inceletti. Van Amburgh da Proctor’a katıldı. Sonunda jüri üyeleri, ellerine birer büyüteç alıp, kovanları, mermileri incelemeye kalktılar.
Vanzetti’de ise, 0,38 kalibrelik Harrigton & Richardson marka bir toplu tabanca bulundu. Olay yerinde 38’lik kovan bulunmadığından, onun ateş ettiğini kanıtlamak imkansızdı. Ancak, öldürülen koruma görevlisinin kayıp silahı ile aynı marka, aynı kalibrede olduğundan, Vanzetti’nin soygun sonrasında, korumanın silahını gasp ettiği sonucuna varıldı. 1977’de, yani cinayetlerden 57 yıl sonra koruma Berardelli’nin toplu tabancasının aslında 38’lik değil 32’lik olduğu anlaşıldı. Kısacası aslında, Vanzetti’yi idama mahkum edecek hiçbir delil yoktu.
Kızıl korkudan terör korkusunaSacco ile Vanzetti, 14 Haziran 1921’de idama mahkum edildi. Üst mahkemelere yapılan sayısız itiraz, bulunan yeni deliller, dünyanın dört bir yanındaki protestolara rağmen, yargıç Webster Thayer, yeniden yargılamaya izin vermedi. İnfazı sürekli erteleten Massachusetts valisi John Fuller, 1 Haziran 1927’de dava dosyasını yeniden inceletmek üzere, aralarında Harvard Üniversitesi’nin rektörü Lawrence Lowell’in de bulunduğu üç kişilik bir komisyon kurdu.
Aradan geçen yedi yılda balistik konusu bir hayli gelişmişti. Kalp cerrahı yüzbaşı Calvin Goddard, doktorluğu bırakıp kendini ateşli silahlara vermiş, hatta Philip O. Gravelle, onun yönlendirmesiyle ilk stereomikroskobu imal etmişti. Goddard, eldeki delilleri bir de bu mikroskopla karşılaştırmak için komisyona başvurdu. "Üç numaralı, ölümcül mermi, Sacco’nun Colt’undan atılmıştır" sonucuna vardı.
Sacco ve Vanzetti, 23 Ağustos 1927’de elektrikli sandalyede öldüler. 1939’da Massachusetts eyaleti, kanunlarında bir değişiklik yaptı ve kasten adam öldürme dava kararlarına, yüksek mahkemece onay şartı, gereğinde cezayı azaltma ve iade-i muhakeme yetkisi getirdi.
Ölümlerinin 50. yıldönümünde, Yunan göçmeni vali Michael Dukakis, 23 Ağustos’u "Sacco ve Vanzetti’yi Anma Günü" ilan etti. "Ne yazık ki" dedi, "ölüleri affetme yetkim yok."
80. yıldönümünde ise, anma komitesi bir basın toplantısıyla açıkladı. "Sacco ile Vanzetti dönemi tekrarlanıyor. O zaman, "Kızıl Korku" vardı. Şimdi terör ve uyuşturucu öne sürülerek baskınlar düzenleniyor, Araplar ve Latin Amerikalı göçmenler tutuklanıyor, sınırdışı ediliyor ve idam cezası hálá sürüyor."
Yazının Devamını Oku 25 Kasım 2007
Bir gece yarısı aynı ilanı gördüler: "Otomobilim, kömürüm ve uyku ilacım var. Altı arkadaş arıyorum." Ertesi gün polis aynı aracın içinde buldu onları. Birbirlerine iple bağlıydılar ve zehirlenmişlerdi. İnternet olmasaydı eğer, kim bilir belki hálá ölmek isteyecek, ancak tek başlarına ölmekten korkacaklardı. Japonya’nın dokuz yıldır bir türlü azaltamadığı intihar sorunu, İsviçre’nin tartışmalı intihar turizmi, internetin intiharlar siteleri yüzünden son haftalarda bu tatsız konu çok gündemde.
Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, dünyada her yıl yaklaşık 10-20 milyon kişi intihar girişiminde bulunuyor ve her 35-40 saniyede bir kişi yaşamını yitiriyor. Hindistan ve Çin dışında, intihar etmek isteyenler genellikle kadınlar, ancak son noktayı koyabilenler, erkekler oluyor.
Önlenebilir bir halk sağlığı sorunu kabul edilen intihar, az ya da çok, dünyanın her ülkesinde görülen bir davranış. Listenin en üstünde, yılda 250 bin vatandaşını kaybeden Çin var. Mutlak sayılara değil de, nüfusa orana bakıldığında bu kez en yukarıya, Litvanya, Belarus ve Rusya yerleşiyor. En altta ise, Güney Amerikalılar var. Türkiye, çok şükür, intihar oranı düşük ülkeler arasında.
Son 45 yılda, dünya genelinde her 100 bin kişiye düşen intihar sayısı yüzde 60 oranında artış gösterse de, uzmanlar gerçekte bir artışın yaşanmadığında, eskiden oran neyse, şimdi de aynı olduğunda birleşiyor. Bir zamanlar, intihar girişimi ve tamamlanmış intiharlardan söz etmenin bir tabu olduğunu, bu nedenle olayların resmi istatistiklere "kaza" ya da "bulaşıcı hastalıktan ölüm" şeklinde yansıdığını söylüyorlar.
GEL BERABER ÖLELİM
Osaka Bölge Mahkemesi yargıcı Kazuo Mizuşima, "Korkunç bir suç" diye başlamıştı söze. "Cinsel arzuları gidermek üzere başvurulan, gaddarca bir suç. Hiroşi Meue’nin bu garip özelliklerinden vazgeçmesi olanaksız gözüküyor. Ona, olabilecek en yüksek cezayı vermekten başka çaremiz yok."
38 yaşındaki Hiroşi Meue, 28 Mart 2007 günü ölüm cezasına bu sözlerle çarptırıldı. Yaptıklarının bilincindeydi ve üç kişiyi öldürdüğünü kabul ediyordu. Kurbanlarını internetteki bir intihar sitesi sayesinde bulduğunu anlatmıştı. Biri henüz 14 yaşında bir öğrenciydi, diğeri 21 yaşında bir üniversiteli, sonuncusu 24’ünde bir kadın.
"Gel beraber otomobilimde kömür yakıp intihar edelim" diye yazmıştı her birine. Hiç duraksamadan kabul etmişlerdi etmesine de, antlaşmanın tek taraflı bozulacağını, araca biner binmez ellerinin bağlanacağını, boğazlarının sıkılacağını ve cesetlerinin bir dağ yamacına atılacağını, hiç akıl etmemişlerdi.
Hiroşi Meue, intihar sitelerinde kurban bulmanın kolay olduğunu anlatmıştı. "İstesem çok daha fazlasını bulurdum da, ayda bir tane yetti."
Sıradan bir seri katil olan Hiroşi’nin giderek yaygınlaşan birlikte intihar etme akımından yararlandığı ortada. Elde kesin bir istatistik bulunmamakla birlikte, 2004’ten bu yana, internette tanışıp anlaşan 200 kadar Japon kadın ve erkeğin, son yolculuğuna evvelce tanımadığı birisiyle birlikte çıktığı sanılıyor. Tercih edilen yöntem, camları iyice kapatılan otolarda yakılan kömür.
Birbirini hiç tanımayanların bir arada intiharına, Japonya’dan sonra Güney Kore ve Avustralya’da, son zamanlarda da Avrupa ülkelerinde rastlanır oldu. Bu kişiler birbirlerini, chat odalarında, forumlarda, MySpace bloglarında buluyor. Aralarında, niyetlerini, son dakikalarını videoya kaydedip Youtube’a gönderenler var.
Aslında toplu intihar yeni bir olgu değil. Örneğin, uyuşturucu bağımlısı Amerikalı vaiz Jim Jones, 1978’de, Brezilya ile Venezüella’ya komşu Guyana’da kurduğu Halkın Tapınağı tarikatının 913 müridini aynı anda siyanür içmeye teşvik edebilmişti. İyi ki vaizin zamanında internet yokmuş. Olaydı, ölenlerin sayısı kim bilir kaça katlanırdı?
GÜNDE 90 İNTİHAR JAPONYA’YI SARSIYOR
Wataru Tsurumi’nin "İntiharın El Kitabı", 4 Temmuz 1993’te yayınlandığından bu yana iki milyon adede yakın sattı. 198 sayfalı, 11 bölümlü kitapta yok, yok. Fazla ilaç alımı, yüksekten atlama, iple asılma, gazla zehirlenme vs. vs. Hazırlıkların ne kadar zaman alacağından, malzemelerin nasıl temin edileceğine, çekilecek acının boyutundan cesedi görenlerin ne kadar rahatsız olacağına varıncaya dek çeşitli ayrıntılara yer veren kitap, ölümcül bir hastalığın son evresindekiler için değil, genç ve sağlıklı kişiler için kaleme alınmış.
Kitap, ne acısız ve onurlu bir son gibi "ulvi" konulara, ne de "insanlar neden intihar eder" biçiminden felsefi ya da tıbbi tartışmalara giriyor. Adı üzerinde "el kitabı" ve bir el kitabının basitliği içinde hangi yöntemin daha çabuk öldüreceğini anlatıyor, hatta kurtulma şansı bulunmayan yüksek binaların adreslerini veriyor.
İntihar eden pek çok kişinin, bu arada bazı lise öğrencilerinin yanında bulunsa da, Japon yasaları kitabın satışını engelleyemiyor. Polisin yoğun çabaları üzerine bazı kentlerde, küçüklere satışı yasaklanabilmiş. "Ölmek için en güzel yer, Fuji Dağı’nın eteklerindeki Aokigahara Ormanı’dır" diye yazan ve bir yılda 75 kişinin adı geçen ormanda yaşamına son vermesinden hiç alınmayan yazar Tsurumi’nin vicdanı rahat. "Kitabımda, internette tanışın, buluşup otomobile binin, bir parka gidin, camları seloteypleyin, uyku ilacı alın, kömür yakın ve ölün diye yazmıyor."
Tsurumi haklı, kitabında ne bir arada intihara, ne de son yıllarda giderek artan kömür yakmaya özendiren bir bilgi var. Aslında, kömürle yolculuğu ilk deneyenin de, 1998 Kasım’ında, Hong Konglu sigortacı Bayan Çoy Yuk-Çan olduğu biliniyor. Yani kitabın yayınlanışından beş yıl sonra. Ama Japonya’nın on yıldır, yılda 30 binin altına düşüremediği, her gün 90 cana mal olan, üstelik ölenlerin yaşı giderek küçülen intihar salgınına "İntiharın El Kitabı"nın hiç mi katkısı yok?
İSVİÇRE’DE İNTİHAR TURİZMİ
Avukat Ludwig A. Minelli, bundan birkaç ay önce tekrar taşındı. Zürih yakınlarındaki Schwarzenbach’ta, beş katlı bir apartmanın sakinleri sekiz yıl sonra "Artık yeter" demişti. "Sağlam şekilde asansöre binip üçüncü kata çıkanların birkaç saat sonra ceset torbalarında inmesine tahammülümüz kalmadı." Kira kontratı yenilenmeyen avukat, ekibini ve malzemelerini topladı, bir otele taşındı, daha sonra bir başkasına. Zürih Otelciler Birliği, otel odalarını kullanmasını engelleyince, baktı çare yok, bir minibüs kiralayıp bir otoparka yerleşti.
Avukat Ludwig A. Minelli’nin taşıyıp durduğu şirketin, bir hukuk bürosu olmadığını sanırım fark ettiniz. Minelli, Dignitas’ın sahibi. Dignitas, Latince "onur", "itibar" anlamına gelen bir sözcük ve Minelli’ye göre her insanın onurlu bir yaşama ve onurlu bir ölüme hakkı var.
Hayırsever Dignitas’ın hazırlayıp bıraktığı ölüm şerbetini otoparktaki araçta ilk tadanlar, biri 50, diğeri 65 yaşında iki Alman erkeği oldu. 10 Kasım 2007 günü öğle sularında yürüyerek girdikleri araçtan, torbalar içinde çıktılar. Avukat Minelli, kısa bir açıklama yaptı: "Faaliyetlerimizi engellemek isteyenleri mahkemeye verdik. Ölmek isteyen insanların dava sonucunu beklemeye tahammülleri olmadığından, böyle bir çözüm geliştirdik."
İsviçre ceza yasaları, dünyanın diğer ülkelerinden, bu arada bizimkinden de farklı olarak, kişisel bir çıkar bulunmadığı takdirde intiharı kolaylaştırmayı suç kabul etmiyor. Avukat Minelli ve hemşireleri de, destek oldukları kişilerle aralarında bir çıkar bulunmamasına büyük bir özen gösteriyorlar.
İntihar edecek kişinin, ölümü sağlayacak eylemi kendisinin gerçekleştirmesi gerektiğinden, hastaların yanında genellikle kimse bulunmuyor. Bu nedenle Dignitas’ın, İsviçre Sosyal Demokrat Partisi milletvekillerinin eleştirilerine, ayrıca bitmek bilmez tıbbi, etik ve yasal tartışmalara rağmen, kurulduğu 17 Mayıs 1998’den bu yana, başı yasalarla hiç derde girmemiş. Bir de işlerini yapabilecek bir apartman katı bulabilseler, hiçbir sıkıntıları kalmayacak.
İsviçre’de, intihara yardım eden, Dignitas’tan başka kuruluşlar da var. Ancak Dignitas, diğerlerinden farklı olarak yabancılara da hizmet veriyor. Bugüne değin intihar ettirdiklerinin 753’ü, yabancı ülke vatandaşı.
Dignitas’a artık, tedavisi tıbben olanaksız ölümcül hastaların yanı sıra, İsviçre Yüksek Mahkemesi’nin belirlediği kriterlere uyan, tedavisi olanaksız psikiyatri hastaları da başvurabiliyor. Şirketin, yabancı hastalarının yarısı Alman olduğundan, Almanya’da bir irtibat bürosu vardı. Müşterilerini, İsviçre’ye yolculuk sıkıntısından kurtarmak isteyen avukat, şimdilerde orada da bir intihar istasyonu açmak üzere.
İnternet çağının ölümleri
Liderlerinin acısına dayanamayan 47 Japon savaşçının yüzyıllar geride kalan ve efsaneleşen toplu intiharından ya da on yıl öncesinin Kaliforniya’sında, Hz. İsa’yı taşıdığına inandıkları uzay gemisine binebilmek için bir örnek giyinen ve yanlarına "Neme lazım, belki yolda lazım olur" diyerek beşer dolar alan, fenobarbitalli votkaları içtikten sonra kafalarına naylon poşet bağlayan 38 kişiye varıncaya dek çok çeşitlerini gördüğümüz ölümler, internet çağında farklı bir boyuta taşınmış durumda. Çünkü artık, ölüme birlikte gidenlerin ortak bir gerekçesi yok ve en önemlisi, birbirlerini tanımıyorlar.
Marconi ölümlerinin sırrı
Polis kayıtlarına intihar diye geçirilen birçok ölümün, aslında cinayet olabileceği unutulmamalı. Dünya kamuoyunu uzun yıllar meşgul etmiş, hálá içinden çıkılamamış tartışmalı örneklerden biri, 1982 ile 1990 arasındaki dönemde, İngiltere’nin Marconi Elektronik Sistemleri firmasında, ABD’nin Sting Ray torpido projesi ve Star Wars (Yıldız Savaşları) adıyla bilinen savunma projeleri için çalışan 22 uzmanın ölümüdür.
Yapılan soruşturmada, aralarında hiçbir bağlantı bulunamayan bu ölümler, polis kayıtlarına intihar ya da kaza olarak geçmiş, savunma konularında uzman İngiliz gazeteci Jonathan Moyle’un, 1990 Nisan’ında, Şili’nin Santiago kentinde bir otel odasında asılı bulunması da Marconi ölümleriyle ilişkilendirilmeye çalışılmış, ancak bir sonuca varılamamıştır. (Gazetecinin önce intihar ettiği ilan edilmiş, ölümden 8 yıl sonra olayın cinayet olduğu ortaya çıkmış, ama fail bulunamamıştır).
Aynı yerde çalışan bu 22 uzmanın her birinin ölümündeki tuhaflıkları aktaracak yerim yok. Ancak, ölenlerin hiçbirinin daha önce intihar düşüncesi ya da girişiminin bulunmadığını, hepsinin bilgisayar konusunda uzman olduğunu, üzerinde çalıştıkları konuyu tamamladıktan ya da başka bir yerde çalışmak üzere işten ayrıldıktan sonra öldüklerini belirtmem gerek. Çok sayıda İngiliz parlamenter, bir meclis soruşturması açılmasını talep ettiği halde, Thatcher Hükümeti’nin buna yanaşmaması ve zamanında gerekli incelemelerin yapılmaması yüzünden, konu şimdilerde sadece komplo teorisyenlerini meşgul ediyor.
Yazının Devamını Oku 18 Kasım 2007
Bundan üç bin yıl kadar önce, "Efrayimli misin?" diye sordular. "Hayır" dedi, adam. "Öyle mi? O zaman ’şibbolet’ de bakalım!" "Sibbolet" dedi adam ve öldü. Efrayimliler, "ş" harfini söyleyemezdi. O gün Gilatlılar, şibbolet diyemeyen 42 bin Efrayimli’yi öldürdü. Musevilerin kutsal kitabı Tanah’ta böyle kayıtlı.
Babamın adı Şemsi’ydi. Bana, ille "Şemsi Paşa Pasajı’nda sesi büzüşesiceler" dedirtmeye çalışırdı. Bir türlü dilim dönmezdi, kahkahalarla gülerdik. Şibbolet, zor ya da yanlış söylendiğinden, hoşça vakit geçirten böylesi tekerlemelerden değil. Bir grubu diğerinden ayıran, sosyal ya da bölgesel aidiyet belirleyen basit bir sözcük, kısa bir cümle, bir iz ya da bir davranışa verilen genel bir ad ve bazıları için ölümün parolası.
Geçenlerde, 1942 yılında Amerikan Savaş Bakanlığı’nın, Pasifik bölgesindeki askerlerine dağıttığı 75 sayfalık bir cep kitabının ilk baskısında yer alan, daha sonraki baskılarında kaldırılan birkaç illüstrasyon gördüm. Zaten bu yazıyı kaleme almak da, o zaman aklıma geldi.
Milton Caniff’in çizgileriyle, bir Japon’un, bir Çinliden ya da Filipinliden nasıl ayırt edilebileceğini anlatılıyor. İlkinde iki çıplak ayak resmedilmiş. Biri normal, diğerinin baş parmağı ile ikincisi arasında önemlice bir aralık var. Resmin altında diyor ki: "Japon askeri, çizme giymeye başlamadan önce, parmakarasından deri şeridi geçen tahta sandaletlerle dolaşırdı (Şu bizim "tokyo" dediklerimizden söz ediyor). Bu nedenle, başparmağı dışa doğru açıktır. Ayrıca, parmağın iç kısmı, şerit nedeniyle nasır tutmuştur."
JAPONLAR LALAPALOOZA DİYEMEZ
"Bir Japon’u Tanımak" adlı cep kitabının 72. sayfasında, biri sarışın, ikisi esmer üç erkek görülüyor. Resmin üzerinde şunlar yazılı: "Kimi zaman, Japon subayların ayaklarında bu özelliğe rastlanmaz. Çoğu İngilizce bilir, hatta bazıları bizim deyimlerimize bile aşinadır. Ancak Japonların çoğu, "s" harfini söylerken tıslarlar. İçinde çok sayıda "s" harfi olan "Smith left the fortress" (Smith kaleden ayrıldı) gibi bir cümleyi tekrarlamalarını isteyin. Ayrıca "L" harfini söyleyemezler. "Lalapalooza" dedirtin."
İkinci Dünya Savaşı sırasında, kimi Amerikan askerlerinin, bu kitapçık yüzünden "Lalapalooza"yı şibbolet olarak kullandığı, "L" harfini söylemekte zorlanan ve "L" yerine genellikle "R" diyen Japonları ayırt etmek üzere, kontrol noktalarına yanaşanlara bu sözcüğü söylettikleri, "roro" diye başlayanlara, daha devamını getiremeden ateş edildiği kaydedilir.
Çok şükür şimdilerde, Japonları "Lalapalooza" ile avlamaya çalışanlar yok. Ancak, onların "L" ile "R" sesi arasındaki farkı algılayamadıkları da bilimsel bir gerçek. Özellikle, on yaşından sonra İngilizce öğrenmiş olanlar, "light" (ışık) ve "right" (sağ) sözcüklerini ayırt etmekte zorlandıklarından, Japon turistlere yol tarif etmenin güçlüğü de bundan ileri geliyor.
JYUGOYEN GOJYUSEN DİYEMEYEN KORELİLER
Gelelim, Japonların Korelileri avlamakta kullandığı şibboletlere. 1 Eylül 1923 sabahı, tam 11.58’de, Japonya’nın en büyük adası Kanto, 8 Richter ölçeği dolayında, dört dakikadan fazla süren bir depremle sarsıldı. Öğle saatine denk gelen deprem, ocakların devrilmesi yüzünden çok sayıda yangının çıkmasına da neden oldu. Tokyo ve Yokohama’yı da yerle bir eden Kanto depreminde, 100 bin kişi öldü, 37 bin kişi kayboldu ve bir daha bulunamadı.
Depremin ve bir türlü söndürülemeyen yangınların yarattığı panik ve kargaşa, gazete sayfalarına, sanki doğruymuş gibi yansıtılan bir dedikoduyla korkunç ve kontrol altına alınamaz boyutlarla ulaştı. Koreliler, felaketten yararlanmakla, evleri soyup kundaklamakla, hatta su kuyularına zehir atmakla suçlandılar. Bunun üzerine Japonlar, kent, kasaba ve köy sokaklarına kurdukları barikatlarla, geçenleri tek tek kontrol etmeye, Koreli olanları ayıklamaya başladılar.
Bu amaçla, Korelilerin sözcük başlarında yer alan G ve J harflerini, Japonlardan farklı biçimde telaffuz etmesinden yararlandılar. "JyuGoYen GoJyuSen" (15 yen 50 sen) ya da "GaGiGuGeGo" birer şibbolet olarak kullanıldı. Bunları gereği gibi söyleyemeyenler, bulundukları yeri terk etmeye zorlanmakla kalmadı, dövüldü, hatta öldürüldü. Bu arada, aynı hatayı yapan Çinliler, hatta bazı lehçeleri konuşan Japonlar da öldürüldü. Saldırganlar arasında bazı polis ve askerlerin de bulunduğu, bazılarının olaylara müdahale etmeyerek katkıda bulunduğu iddia edildi. Ölenlerin resmi sayısı 250 kişi kadar. Resmi olmayan kaynaklara göre, 6 binin üzerinde.
Gazetelerde yer alan asılsız bir dedikodunun yol açtığı cinayetler, Japonlara ders olmuş. Bu yüzden, 80 yıldır vatandaşlarına verdikleri deprem eğitimlerinde, portatif radyoların hep taşınmasını ve resmi kaynaklar dışında söylenenlere itibar edilmemesini öğretiyorlar.
FİNLİLER RUSLARI NASIL ARADI
1918 Nisan’ıydı. Finlilerin iç savaşı sona ermek üzereydi. Beyaz Muhafızlar, Kızılların kalesi Tampere kentine girdi ve sadece sosyalistlerin değil, sayılarının çok olduğunu sandıkları sivil kıyafetli Rusların da peşine düştüler. Tarih profesörü Heikki Ylikangas, bu amaçla Fince "bir" sayısının şibbolet olarak kullanıldığını, Rus olduğundan şüphelenilen kişilere bu sözcüğün söyletildiğini, doğru sesi çıkartamayanların hemen orada öldürüldüğünü belirtiyor.
Bu ölüm sorusunun temeli, "bir" sayısını "yksi" şeklinde yazan, ancak "üksi" okuyan Finlilere karşılık, dillerinde "ü" sesi bulunmayan Rusların "juksi" şeklinde söylemesine dayanıyor. Ancak, pek işe yarar bir soru olmadığı muhakkak. Çünkü öldürülenler arasında, Çek ve Polonyalılar gibi başka Slavların, hatta Beyaz Muhafız üyesi Finlilerin de olduğu sonradan anlaşılmış.
Finlandiya üç ay süren iç savaşta 37 bin dolayında insanını, yani nüfusunun yüzde birini kaybetti. Bunların sadece 7 bini çatışmada öldü. 8300’ünü Beyazlar, 3100’ünü Kızıllar infaz etti. 13 bini esir kamplarında öldü. Binlercesi kayboldu.
Finli askerler, dillerinin ilginç özelliklerinden II. Dünya Savaşı sırasında da yararlandılar. Buharlı yol silindiri anlamına gelen ve kendilerinden başka kimsenin doğru dürüst söyleyemediği, "höyryjyr?"yi sıklıkla parola olarak kullandılar. Ruslar, baştaki "h" harfini kesinlikle çıkartamadıklarından, şibbolet olarak işe yaradığı söylenir.
DAYANAMADIM BİR DENEY YAPTIM!
Şibbolet işinin şakaya gelir tarafının olmadığını biliyorum. Ama dayanamadım, küçük bir deney yaptım ve şu sıralar Viyana’da, Birleşmiş Milletler binasında birlikte çalıştığım bir Çinliyle bir Japon’u karşıma alarak, "N’olur Leghorn deyin" diye rica ettim. Leghorn’un, onlar için bir şibbolet olabileceği kayıtlı. Gerçekten, Japon "Reghorn", Çinli Legholn" diyor. Çok utanıyorum ama, şimdi bu şibbolete" Bir taşla iki kuş vuran şibbolet" denmez de ne denir?"
Dili dönmeyen düşman
II. Dünya Savaşı, anlaşılan şibbolet açısından pek zenginmiş. Örneğin Hollandalı yazar Johannes Voskuil, anılarını kaleme aldığı son kitabı "Onder andere"de, Nazilerin Hollanda’ya saldırdığı 1940 Mayıs’ında, babasının, direnişçiler tarafından "Scheveningen" demeye zorlandığını anlatıyor. Gerçekten de, başkent Lahey yakınındaki bu yerin adını, anadili Hollandaca olanlar Skhefeningen, Almanca olanlar ise, Şeveningen şeklinde söyler. Savaş bittiğinde, kaçmakta olan Almanları teşhiste kullanılan bir diğer kent adı, sınıra yakın Nijmegen’dir. Almanlar bunu, tıpkı bizim gibi telaffuz ederken, Hollandalılar Naymehın benzeri bir biçimde söylediklerinden, bir şibbolet olmuştur.
Hispaniola Adası’ndaki maydanoz katliamı
Karayip denizindeki Hispaniola Adası’nı paylaşan Haiti ve Dominik Cumhuriyeti arasındaki sınır, 1929’da çizildi. Bir yıl sonra başa geçen Rafael Trujillo 1961’de öldürülünceye dek Dominik Cumhuriyeti’ni yönetti. Trujillo, sınırın çizilmesiyle birlikte kendi topraklarında kalan ve genellikle şeker plantasyonlarında işçi olarak çalışan Haitililerden çok rahatsızdı. İki ulus arasında, etnik, kültürel ve ekonomik farka dayanan 400 yıllık gerilimi, bir çırpıda ortadan kaldırmaya niyetlendi.
2 Ekim 1937 gecesi, onuruna verilen baloda kısa ve öz bir konuşma yaptı: "Sınır bölgesinde yaşayan vatandaşlarımız, Haitililerin; sığırlarını, tahıl ve meyvelerini çalmalarından şikayetçi. Onlara söz verdim. Bu sorunu en kısa zamanda halledeceğim. Nitekim, halletmeye başladım bile. Topraklarımızdaki 300 Haitili öldürüldü. Öldürülmeye devam edilecekler."
Diktatör Trujillo sözünü tuttu. 2 Ekim’le 8 Ekim arasındaki 5 günde, Dominikli asker, sivil ve yerel yöneticiler, sayıları tam bilinmeyen, ancak 17 bin ila 35 bin olduğu sanılan Haitili kadın, erkek ve çocuğu katlettiler. Sınır boyunca akan Rio Artibonito Nehri üzerindeki ana köprü de kapatılınca, çoğu Dominik topraklarında doğup büyümüş Haitililer ülkelerine kaçamadı.
Trujillo’nun adamlarının, sözümona ülkelerine götürmek üzere, ev ev Haitilileri topladığı, kamyonlara doldurup kırsala taşıdığı, gece boyunca katlettiği, cesetlerini Atlantik Okyanusu’ndaki köpekbalıklarına attığı, yenmeyen insan parçalarının günlerce kıyıya vurduğu anlatılır.
Askerler, sokakta ve tarladaki Haitilileri belirlemek için bir şibboletten yararlandılar. Şüphelendiklerine, ellerindeki maydanoz demetini sallayıp, sordular "Como se llama sto?" (Bunun adı ne?). Aldıkları yanıta göre ya "geç" dediler, ya da öldürdüler. Çünkü, kanlı parola perejil’di ve "R" harfini söylemekte zorlanan zavallı Haitililer, "pe-sil" diyordu. Maydanoz, tarihin en kanlı şibboletlerinden olsa gerek.
MODERN ZAMAN ŞİBBOLETLERİ
Her yıl yüz binlerce kişi, mülteci olarak tanınmak amacıyla bir başka ülkeye sığınır. Başvurular, terk edilecek ya da yasal yollarla girilen yeni ülkenin BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne yapılabilse de, pratikte sığınmacılar bir nüfus kağıdı ya da pasaportları olmaksızın ve genellikle insan kaçakçılarına önemli paralar ödeyerek yasadışı yollarla yeni ülkeye girerler.
Başvuru sahibinin, 1951 BM Sözleşmesi’ne uygun, "gerçek bir mülteci" mi, yoksa daha iyi şartlarda yaşamak isteyen "ekonomik bir mülteci" mi olduğunu belirlemek kolay değil. Şimdilerde, aralarında Almanya, Avustralya, Belçika, Hollanda, İngiltere, İsveç, İsviçre ve Yeni Zelanda’nın da yer aldığı çok sayıda ülke sığınma başvurusu yapana, orijin ülkesini belirlemek üzere bir "dil analizi" de yaptırıyor. Henüz bir standardı bulunmayan bu inceleme sırasında, kendinden menkul bazı "bilirkişiler" şibboletlerden yararlanıyor.
Avustralya’da verilen "Afganistan’da Urdu dili konuşulmaz. Kişi, bazı Urduca sözcükler kullanmıştır. Buna göre Afgan olamaz" raporu, Yeni Zelanda’da, bir Afgan’ın başvurusu üzerine hazırlanan "Kişi 15 dakikalık görüşme sırasında, patates için bir kez "patata" sözcüğünü kullanmıştır. Bu da, uzunca bir süredir Pakistan’da yaşadığının kanıtıdır" şeklindeki görüş ya da çok iddialı bir özel şirketin, başvuru sahibinin kullandığı sözcüklerden yola çıkarak, "Somalili" demekle yetinmeyip başkent Mogadişu’nun kuzeyindeki bir varoştan geldiğini belirtmesi durumun vahametini göstermeye yeter sanırım.
Zaten dilbilimci akademisyenler ve Uluslararası Adli Fonetik ve Akustik Birliği de henüz bir standardın bulunmadığından yakınıyor, hele Afganistan, Pakistan, Irak, İran gibi ülkelerdeki karmaşık ve iç içe geçmiş lehçeler yüzünden, bu coğrafyadan gelenlere kesinlikle uygulanmaması gerektiğinde uzlaşıyorlar. On yıl geride kalmakla birlikte, İsveç Hükümeti’nin, ülkelerine geri gönderildiği sanılan kaçaklar arasında, dil analizi yüzünden yanlış yere gidenlerin olduğunu açıklaması, hálá akıllarda.
Yazının Devamını Oku