Sevil Atasoy

Önce bir köpek sevin, sonra bir kadın ve hapisten kaçın

21 Eylül 2008
Yan tarafına siyah renkte köpek patisi resmedilmiş beyaz minibüs, her zamanki gibi saat tam 16.30’da demir kapının önünde durdu. "Hoşçakalın hanımefendi" dedi görevli kapıyı açarken. Her zamanki gibi, "Yarın görüşürüz evlat!" diye seslendi kadın ve yavaşça uzaklaştı. Beyaz minibüsün içine bakmak, kimsenin aklının ucundan bile geçmedi.

Rahibe, rahibe olmadan önce küçük bir kızdı. Annesi, ikinci kez evlenmişti. Bir meyhanede bulaşıkçıydı. Eve gelişi sabahın ilk ışıklarını buluyordu. Üvey baba işsizdi, adam yaralamaktan hapse girip çıkmıştı, eline ne geçirse içiyordu. Küçük kız, olur olmaz dayak yiyor, aç bırakılıyor, bütün bunlar yetmezmiş gibi ırzına geçiliyordu.

Dayanamayıp evden kaçtı, bir yurttan diğerine yerleştirildi, istismar bitmedi. Hamile kaldı, bebeğini doğurdu ve daha hastaneden çıkmadan evlatlık olarak verdi. Yeniden sokaklara düştü, bir lokma ekmek, bir kap çorba karşılığında bedenini satmaya başladı, birkaç kez intihara kalkıştı, bir türlü başaramadı.

Günün birinde, bir sokak köpeği tanıdı. O nereye gitse, köpek peşinden geliyordu. Köpeğin karşılıksız sevgisi onu hayata bağladı, "Beni seviyor, benim için kaygılanıyor. Onun sayesinde acılarımı unuttum. Onun için yaşamalıyım" dedi, bir Dominikan manastırına girdi, rahibe oldu. Kendi gibi acı çeken başkalarını da hayata bağlamak istedi, yanına Washington Üniversitesi Veteriner Fakültesi Dekanı Profesör Leo K. Bustad ile psikolog Linda Hines’i aldı, en yakın cezaevine başvurdu.

1981 yılıydı, dünyanın ilk "cezaevi köpekleri" programı böyle başladı.

BİR BELGESEL İZLEDİ HAYATI DEĞİŞTİ

Aradan 20 yıl geçti. Günün birinde bir televizyon kanalı, rahibe Pauline Quinn ve cezaevi köpekleriyle ilgili bir belgesel yayınladı. Belgeseli izleyenlerden biri, sekreterlikten emekli Bayan Toby Young’dı.

Toby, liseyi bitirdiğinde sınıf arkadaşı Patrick ile evlenmiş, aynı küçük kasabanın aynı küçük evinde yaşamış, iki oğulları olmuştu. Birbirlerine sıkıca bağlı, yasalara saygılı, komşuları tarafından çok sevilen bir aileydiler. Adam, itfaiyecilikten emekli olduktan sonra kötü bir haberle sarsılmışlardı. Toby, tiroid kanseriydi. Ameliyat oldu, uzun, yorucu tedavilerden geçti.

O sabah Bayan Toby Young, seyrettiği belgeselin son cümlesinden çok etkilendi. Hindistan Bağımsızlık Hareketi’nin lideri Mahatma Gandhi’nin bir cümlesiydi bu: "Kendini bulmanın en iyi yolu, başkalarına hizmet ederek kendini kaybetmektir." "Moralim çok bozuk, yaşamak bile istemiyorum" diye düşündü Toby, "Bir dernek kursam, ben de rahibe gibi, sokak köpeklerini mahkumların eğittiği bir program başlatsam, hem köpeklere, hem mahkumlara hayrım dokunsa, kendimi daha iyi hissedebilirim." Hemen harekete geçti, komşuları dolaştı, gazete ilanları verdi, başka gönüllüler buldu ve "Güvenli Barınak" adlı bir dernek kurdu.

Çalışmaya, en yakındaki Kansas Lansing cezaevinden başladı. Gönüllü mahkumlar arasından özel olarak seçilenlerin, köpek eğitimi konusunda uzmanlaşmasını sağladı. Ardından, belediyenin barınaklarında yaşayan köpeklerden yaralı, istismara uğramış, ürkek ve içine kapanık olanlarını seçti. Neşeli, güzel ve çekici köpeklerle işi yoktu. Zaten çeşitli sivil toplum örgütleri onlara kısa zamanda sıcak bir yuva buluyordu.

Derneğin çok sayıda çalışanı olduğu halde Bayan Toby, her sabah, üzerine siyah bir köpek patisi resmedilmiş, kocaman puntolarla "Güvenli Barınak" yazılı beyaz bir minibüsün direksiyonuna geçiyor, köpekleri kafes içinde cezaevine taşıyor, kendi elleriyle mahkumlara zimmetliyordu. Kimi zaman, gün boyu çalışmaları yerinde izliyor, eğitimi tamamlananları, kendilerine bir sahip bulacağından emin olarak, derneğin barınağına geri götürüyordu. Hayvanların büyük bölümü sabah bırakılıp, akşam alınmaktaydı. Ağır psikolojik travma geçirmiş köpeklerin, bu gidip gelmelerden zarar görebileceği endişesiyle, geceyi mahkumun tek kişilik hücresinde geçirmesine izin veriliyordu.

Bayan Toby, haftanın 50 saatini cezaevinde geçiriyordu ve hayatında hiç olmadığı ölçüde mutluydu. Adam öldürecek kadar katı yürekli bir insanla, her türlü istismara uğramış bir köpek arasındaki sevgi ve dayanışmanın adım adım gelişmesini izlemekten güzel bir şey yoktu. Güvenli Barınak, sadece bir kaç yılda 700 kadar köpeği eğitip yuva sahibi yapmak gibi olağanüstü bir başarıya imza attı. Ünü ülke geneline yayıldı.

Her şey yolundaydı. Ta ki 12 Şubat 2006 akşamı, Bay Patrick Young evden üç şeyin eksildiğini fark edinceye kadar: İki yarı-otomatik tabanca ve 28 yıllık sevgili eşi Toby.

BİR KADIN SEVDİ13 KİLO ZAYIFLADI

Otomobil çalmaya kalkışan iki kişiydiler. Yan yana dizili irili ufaklı dükkanların hemen karşısındaki açık otoparka girdiler. Sol ön penceresi inik bir araç gördüler. Radyo çalıyordu, kontak anahtarı üzerindeydi. Arka koltukta yaşlıca bir erkek oturuyordu. Silah tehdidi ile adamı araçtan indirdiler. O sırada kadın çığlıkları duyuldu. Bir el ateş edildi, adam yere düştü. Ertesi gün tümörlü beyin dokusunun içinden 0.45 kalibrelik bir kurşun çıkarttılar.

Adamlar yakalandı. Biri, son üç yılını ıslahevinde geçirmiş 17 yaşındaki John Manard’dı. Yargılandı, ömür boyu hapse mahkum oldu. Kansas’taki Lansing cezaevine kondu. Vücudunun yarısı dövmelerle kaplı, karnını boydan boya "Hooligan" sözcüğü örten, 64844 numaralı genç mahkum, cezaevinde liseyi bitirdi, gitar çalmasını öğrendi, 2028’de şartlı tahliye edilebileceği umudu, ama daha önce, cezaevinde öleceği korkusuyla günlerini geçirmeye başladı.

Bayan Toby, Güvenli Barınak’ı kurduğunda, John Manard neredeyse on yıldır demir parmaklıklar arkasındaydı. Cezaevi müdürü "Kim köpek eğitmek ister?" diye sorduğunda, hemen talip oldu. O tarihte ülkenin 70 kadar cezaevinde 2500 mahkum köpek eğitmekteydi. İşte Bayan Toby Young ile katil John Manard’ın hayatı böyle kesişti.

John, otuza yakın köpek eğitti. Hepsi çok kötü durumda hayvanlardı. Hepsi geceleri Manard’ın hücresinde kaldı. Bu arada Manard sadece köpeklerle değil, Toby Young’la da arkadaş oldu. Bir sabah "Size aşığım" dedi, kendinden 21 yaş daha büyük kadına. Adamın gençliği mi, orantılı vücudu mu, dövmeleri mi, yoksa her sabah eline tutuşturduğu, küçücük kağıtlardaki tatlı sözcükler yüzünden mi bilinmez, Bayan Toby yanıtlamakta gecikmedi, "Ben de!" 2005 Aralık’ında, "Eğer buradan kaçabilirsem, benimle gelir misin?" diye sordu mahkum. "Evet" dedi kadın.

Manard, 1.88’lik boyunu kısaltamayacağını, ama zayıflayabileceğini biliyordu. Bildiği bir şey daha vardı. Cezaevinden çıkan kamyonlar, kalp seslerini algılayan detektörün önünden geçmek zorundaydılar. Böylece içinde bir kaçak olup olmadığı kontrol ediliyordu. Ama Bayan Toby’nin minibüsü dedektörsüz kapıdan girip çıkmaktaydı.

KÖPEK KAFESİNDEKİ MAHKUM KILLARI

12 Şubat 2006 pazar günü öğleden sonrasında, Kansas Eyaleti Lansing Cezaevi sakinleri, genç adamla Bayan Toby’yi son kez bir arada gördüler. Aynı gece John Manard’ın cezaevinden kaçtığı anlaşıldı ve aynı gece, itfaiyeden emekli Pat Young, tabancalarının ve karısının ortadan kaybolduğunu bildirdi.

Ertesi gün, kadının bir ay kadar önce cezaevine 20 dakika kadar uzaklıktaki Bonner Springs’te bir depo kiraladığı, 40 bin doları bulan emeklilik tazminatının tamamını bankadan çektiği ve bunların hiçbirinden kocasının haberi olmadığı ortaya çıktı.

Polisin ilk işi depoya gitmek oldu, içinde beyaz bir minibüs buldu. Tahmin ettiğiniz gibi, Güvenli Barınak’ın kapısına siyah bir köpek patisi resmedilmiş minibüsüydü bu. İçinde boş bir kafes vardı. Kafeste de Manard’ın saçları.

Yapılan soruşturmada, birkaç mahkumun Manard’ın köpek kafesine sığmasına yardımcı olduğu, ardından minibüsün arkasına yükledikleri anlaşıldı. Bir komşu Young Ailesi’nin yeşil renkte otomobili olmadığı halde, şubat başlarında Bayan Toby’yi yeşil bir Chevrolet’nin direksiyonunda gördüğünü hatırladı. Kadınla adamın fotoğraflarını gören bir market sahibi, siyah renkte saç boyası ve traş bıçakları aldıklarını söyledi.

Cezaevinde yapılan aramada, kaçak olarak içeriye sokulmuş bir cep telefonu bulundu. Bu telefonla bayan Toby’nin cep telefonu arasında 12 bin dakika görüşüldüğü anlaşıldı. Ancak en önemlisi, bu telefonla 1000 kilometre ötedeki Tennessee eyaleti aranmıştı. Polis, kaçakları Tennessee’de aramaya başladı.

TAHTA KULÜBEDE KUTLANAN SEVGİLİLER GÜNÜ

Maynard ve Toby 24 Şubat 2006 günü, eyaletin dördüncü büyük kenti Chattanooga’da Hamilton Caddesi üzerindeki Barnes & Nobles kitapçısından çıkarken görüldüler. Bir özel güvenlik elemanı, bindikleri yeşil Chevrolet’nin plakasını polise bildirdi. Aşıkların kuzeye doğru nehir boyunca yol almakta olduğunu saptayan polis, takibe başladı. Arkasından polislerin geldiğini gören Manard, hızını giderek arttırdı, sonunda direksiyon hakimiyetini kaybetti, yoldan çıktı, bayırdan aşağıya doğru birkaç takla attı, ağaçlara çarptı ve durdu.

İçinde Sevgililer Günü’nü kutladıkları, birbirlerine hediyeler verdikleri, kimi zaman sohbet ederek, kimi zaman sevişerek 12 gün yaşadıkları ve daha sonra her ikisinin de "Hayatımın en güzel günleriydi. Kesinlikle pişman değilim" diye anlatacakları, Manard’ın cezaevinden telefonla arayarak kiraladığı küçük tahta kulübeden sadece 500 metre uzaktaydılar.

Her ikisi bir süre aynı hastanenin yoğun bakımında kaldı. Sağlıklarına kavuşunca cezaevine kondular. Toby 27 ay hapis cezası aldı, 2006 Nisan’ında kefaletle serbet bırakıldı. Hálá depresyon tedavisi görüyor. Kansas’taki El Dorado Yüksek Güvenlikli Cezaevi’ne nakledilen Manard, 2028’teki şartlı tahliye umudunu tamamen kaybetti.

CEZAEVİ KÖPEKLERİ

30 yıl kadar önce, rahibe Pauline Quinn, profesör Leo K. Bustad ve psikolog Linda Hines tarafından, Washington Eyaleti Yüksek Güvenlikli Kadın Cezaevi’nde başlatılan program, günümüzde Amerika’nın ve dünyanın pek çok cezaevinde başarıyla yürütülüyor.

Belediye tarafından sokaktan toplanan köpekler, özellikle dayak yemiş, aç bırakılmış, işkence edilmiş olanlar, belirli nitelikleri taşıyan mahkumlara zimmetleniyor. Başlangıçta eğitimci olarak sadece kadın mahkumlar kullanılırken, şimdilerde erkeklere de eğitilmek üzere köpek teslim ediliyor.

Mahkumların eğittiği, bir bölümü çok özel becerilerle donatılan köpekler (engellilere yardımcı olmak, çocukları korumak vb.) ihtiyaç sahiplerine veriliyor ya da satılıyor. Böylelikle hem mahkumlar bir canlıyla dostluk ve sevgi bağları kuruyor, daha az şiddet gösteren kişilere dönüşüyorlar, hem köpekler sokaklardan ve itlaf edilmekten kurtuluyor ve daha kolay sahip buluyorlar. Köpek eğiten mahkumların bulunduğu cezaevlerinde disiplin sorunlarının yüzde 60 oranında azaldığı, bu mahkumların serbest kaldıktan sonra suç işleyip cezaevine dönme oranlarının ciddi biçimde düştüğü bildiriliyor.
Yazının Devamını Oku

Siz siz olun mutfaktakini hoş tutun

14 Eylül 2008
Mutfağı kimin kontrol ettiği önemlidir. Çünkü o, yemeklere istediğini katmak gibi, olağanüstü bir gücün sahibidir. Canı isterse sizi baştan çıkartır, isterse başka bir aleme yolcu eder. Kısacası, "biraz tuz, biraz biber" demekle yetinmez. Nitekim, yazılı tarihin ilk kadın seri katili de, Pelin Batu’nun canlandırdığı şekilde bakire kanı doldurulmuş küvetten değil, mutfaktan çıkmıştır.

Roma İmparatoru Claudius’un dördüncü karısı Genç Agrippina, kafaya koymuştu bir kere. Kocasının ölümünden /images/100/0x0/55eb668ff018fbb8f8beb428sonra tahta geçmesi planlanan Brittanicus’un önünü kesecek ve her ne pahasına olursa olsun, önceki evliliğinden oğlu Nero’yu imparator yapacaktı. Ama, her şeyin bir sırası var. Önce imparatoru öldürtmek gerekiyordu.

Genç Agrippina büyük bir olasılıkla, ne kendisinden yüzlerce yıl önce yaşamış Sümerlerin zehirler hakkında yazdıklarından, ne de Mısırlıların, şeftali çekirdeği ve yılan zehiri deneyimlerinden haberdardı. Zaten, neyi bildiğin değil, kimi tanıdığın önemlidir ve Agrippina, bayan Locusta’yı iyi tanıyordu, Locusta da Claudius’u. Üstelik, önüne mantarlı bir yemek geldiğinde dayanamayıp yediğini bilecek kadar.

Herhalde, "Locusta, Claudius’un yemeğine zehirli bir mantar kattı" diye düşüneceksiniz. Mesele o kadar basit değil. Çünkü bir kere, Claudius’un çeşnicileri vardı. Önüne konan her türlü yiyecek ve içeceği önce onlara tattırırdı. Bir başka engel, kusma adetiydi. Sofrada daha uzun oturabilmek, yiyip içtiklerinden daha fazla tat alabilmek için, doydukça gırtlağını bir kuş tüyüyle gıdıklar, kusar, midesinde yer açar, tekrar yiyip içmeye başlardı. Hal böyle olunca, Claudius’u zehirlemek hiç de kolay değildi.

ZEHİRLİ TÜYLER

Efsaneye göre, Locusta sadece becerikli değil, kurnazdı da. Ölümcül mantar Amanita phalloides’i imparatorun yemeğine katarak itibarını zedelemedi. Suyunu, kusmakta kullandığı tüylere sürdü. Bir ziyafet boyunca, defalarca etliden sütlüye ne varsa yiyen, ardından zehirli tüyleri gırtlağına sokup kusan imparator, sabaha karşı fenalaştı. "Bu nasıl iş" dedi kendi kendine "Çeşniciler sağlam, ben de yedikçe kustum. İyisi mi, bağırsaklarımda ne varsa onları da çıkartayım." Fikir iyiydi de, Claudius, milattan sonra 54. yılın Ekim ayının 13. günü, güneşin battığını göremedi. Doktor Ksenofon, lavman suyuna biraz Citrullus colocynthis meyvesi katmıştı, yani Ebucehil karpuzu. Böylece doktor alttan, bayan Locusta üstten, imparatoru öbür dünyaya yolcu ettiler. Genç Agrippina muradına erdi, henüz 16 yaşındaki oğlu Nero imparator oldu.

Şimdi Locusta, tahtın gerçek várisi, Claudius’un oğlu Brittanicus’u ortadan kaldırmalıydı. Nitekim, kaldırdı da. Ancak farklı bir yöntemle. O yıllarda şarap, sıcak suyla seyreltilerek içilirdi. 11 Şubat 55 günü bir ziyafet sofrasında dağıtılan içki Brittanicus’un ağzını yaktı. "Şuna biraz soğuk su ekleyiverin" dedi. Hemen arkasında, elinde sürahiyle dört gözle bu fırsatı bekleyen Locusta olmasaydı eğer, ertesi gün, 14. yaşını kutlayacaktı.

ZÜRAFA TECAVÜZÜ

Geçen yıllar içinde Locusta’nın müşterileri arttı. İşi çoğalıp da, her isteği yerine getiremeyince, bir okul açıp, başka katiller yetiştirdi. Mahkumları deney insanı olarak kullandı, böylelikle daha hızlı ve daha etkili zehirleme yöntemleri geliştirdi ve bütün bunlar tam 13 yıl, iktidardan düşen imparator Nero, kendi boğazını kesinceye dek sürdü. Eğer yazılanlar doğruysa, yeni imparator Galba’nın kiralık katil Locusta’ya layık gördüğü ceza, pek yaratıcıydı doğrusu. Bir zürafa tarafından tecavüz edilerek idam.

Toksikoloji kitapları, Locusta’yı, "Tarihin bilinen ilk kadın seri katili" diyerek onurlandırır. Bu, daha önce kadın seri katiller olmadığı anlamına gelmez elbette. Örneğin, Locusta’dan en az 2 bin yıl kadar önce, Babil’in Gula adlı bir tanrıçası vardır ki, tanrıçalığını insanları yaşatma ve öldürme bilgisine borçludur. Ancak her nedense ne Locusta, ne de Gula, günümüzde pek tanınmıyor. Varsa yoksa, edebiyat dergisi Karakalem’in Ağustos sayısına konu olan ve derginin kapağında, Pelin Batu’nun kan dolu bir banyo küvetinde canlandırdığı Elizabeth Bathory. Bana kalsa Elizabeth’i, ilk kadın seri katil olarak değil, 1479 yılının 13 Ekim günü, Macar topraklarındaki Ekmek Tarlası’nda, Fatih Sultan Mehmed’in 30 bin (yanlış okumadınız, otuz bin) askerini katleden ve aynı gece Türklerin cesetlerinin üzerinde sarhoş olup şarkı söyleyen, Erdel (Transilvanya) Voyvodası Stephen Bathory soyundan bir kanlı kontes olarak hatırlamak daha doğru olur.

Biraz kurbağa kemiği, birkaç kuduz böceği

Birçoğunu değil yemek, adını bile okumak istemeyeceğiniz yüzlerce maddenin, cinsel gücü artıran birer afrodizyak olduğu söylenir. Bunların en ünlüsü, Meloidae familyasından 15-22 milimetre boyunda, 5-8 milimetre enindeki zümrüt yeşili İspanyol Sineği’dir. (Lytta vesicatoria, kuduz böceği). Bu kanatlı böcek, % 5 oranında kantaridin içerir. Kantaridin, dokuları tahriş eden bir maddedir. Yutulduğunda, idrarla atılır, bu nedenle idrar yolunun iç çeperini tahriş eder ve tıp dilinde priapizm denen bir duruma yol açar, yani erkek cinsel organının fiziksel ya da duygusal bir uyarı olmadığı halde, saatlerce sürebilecek sertleşmesine. Bundan tam 2 bin yıl önce, Augustus Sezar’ın karısı Livia’nın, rezil etmek istediklerinin yemeklerine, kurutulmuş birkaç böceğin tozunu serpiştirdiği anlatılır.

MONVOISIN’İN SERVETİ

22 Şubat 1680’de, cadı olduğu iddiasıyla Paris’in ortalık yerinde yakılarak idam edilen Bayan Catherine Monvoisin, geride bıraktığı büyük ün ve serveti, aynı böceklere borçludur. Monvoisin’in, birkaç kurbağa bacağı kemiği, 2-3 fare dişi ve 3-5 İspanyol Sineği’ni yarasa kanı içinde, suyu tamamen buharlaşıncaya dek kaynatarak elde ettiği toza, büyük paralar ödeyen markizler, kontesler arasında, 72 yıl tahtta kalan Kral 14. Louis’nin birkaç metresi de vardı. Monvoisin’den neredeyse yüz yıl sonra, erotik edebiyatın en önemli yazarlarından Marquis de Sade’ın, İspanyol Sineği tozuna anason karıştırarak imal ettiği pastilleri genç kadınlara yedirdiği kayıtlıdır.

1970’lerin başında, Tenis Eskrim Dağcılık Kulübü’ndeki bir davette, ünlü bir gazetecinin genç yaştaki kızı aniden rahatsızlanmış, önce Teşvikiye Sağlık Yurdu’na, ardından Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne kaldırılmış, ancak kurtarılamamıştı. Genç kızın kesin ölüm nedeni uzunca tartışılmış, içeceğine kantaridin katılmış olabileceği bile gündeme gelmişti. Adli Tıp Kurumu Kimya Şubesinin o tarihteki teknik olanakları, bu iddianın doğru olup olmadığını kanıtlamaktan uzaktı. Kuduz böceği, Sağlık Bakanlığı’mızın 1 Ekim 1985 tarih ve 5777 sayılı daimi genelgesi gereği, aktar, baharatçı ve benzeri dükkanlarda satılması tehlikeli olan maddeler arasında yer alır. Fas yemeklerini yapmakta kullandığımız ve afrodizyak etkisi olduğuna inanılan bitki - baharat karışımı, Ras el Hanout, bundan 10-15 yıl öncesine kadar kuduz böceği tozu da içerirdi. Kantaridin’in etkili dozu ile zararlı, hatta öldürücü dozu arasındaki fark pek küçük olduğundan, 1990’larda böceğin ve tozunun, birçok ülkede olduğu gibi Fas aktarlarında da satışı tamamen
yasaklandı

İnternette sahte afrodizyaklar satılıyor

Doğal ürünler, ilaçlar kadar sıkı denetlenmezler, ayrıca tüketici, onların yan etkileri olmadığını düşünür, bu nedenle kullanmaktan çekinmez. 5 - 6 yıldır internet ticaretinin gözbebeği afrodiziyak etkili doğal ürünler. Örneğin doğal Viagra diyerek pazarlananlar. Kısa bir süre önce Hollanda Halk Sağlığı ve Çevre Enstitüsü, internet üzerinden "doğal afrodiziyak" olarak pazarlanan Libidfit, Satibo ve Viamax adlı ürünleri satın alıp, analizledi. Birçoğunun aslında doğal olmadığını, % 90’a varan oranlarda, reçeteyle satılan ve erektil (sertleşme) disfonksiyonun tedavisinde kullanılan sildenafil (Viagra) ve vardenafil (Levitra) ya da tadalafil (Cialis) gibi müstahzar ilaçların, laboratuvarlarda sentezlenen türevlerini içerdiğini saptadı. Çünkü bu türevlerin laboratuvarda sentezi, bitki kökenli afrodizyak eldesinden çok daha ucuz.

Hollandalılara göre, internetten satın alınan bu ürünlerin ambalajlarının üzerinde, yüzyıllardır bu amaçla kullanılan doğal bitkilerin adları yazılı, ancak içindeki diğer türevlerden söz edilmiyor. Bu durum, halk sağlığı açısından önemli bir risk oluşturuyor. Çünkü, PDE5 adlı bir enzimin çalışmasını engelleyerek cGMP düzeylerini arttıran, bunun sonucunda damarları genişleten bu türevlerin yan etkileri olabiliyor, ayrıca bazı ilaçlarla birlikte kullanıldığında, kalp için ciddi bir tehlike oluşturuyorlar.

Her şey zehirdir, su bile önemli olan dozu!

Birini öldürmek için zehir kullanan çok sayıda erkek olduğu halde, her nedense zehir dendiğinde akla hep kadınlar gelir. 1912 ile 1929 arasında, Budapeşte yakınlarındaki bir kasabada, ebe Julius Fazekas ve arkadaşı, Susanna Olah’tan temin ettikleri arsenikle, koca, sevgili, akraba, çocuk demeden 300 kadar kişiyi öldüren kadınlar nasıl unutulur? 1980’lerin sonlarında dört Avusturyalı hemşirenin, biri hastanın başını sabitler, diğeri burnunu sıkar, kalan ikisi boğazından aşağıya litrelerce suyu boşaltarak, bazı kaynaklara göre 49, bazılarına göre 200 yaşlı hastayı öldürmelerine ne demeli? (Unutmayın, her şey zehirdir, su bile. Önemli olan dozdur)

Ancak bazı kadınların, haksız yere bu genellemeden nasibi aldıklarını da belirtmek gerek. Örneğin, bundan 500 yıl kadar önce yaşamış Papa 6. Aleksander’in kızı Lucretia Borgia, bu önyargının kurbanı olabilir. Sofrasından zehirlenmeden kalkanların pek az olduğu söylenir ama, gerçek katilin kardeşi, belki de babası olduğunu ileri sürenler çoktur.

Fransa kralı 2. Henri’nin karısı Catherine de Medici’nin, hazırladığı özel karışımlarla çok sayıda kişiyi zehirlediği, bu arada gözlemlerini not ettiği iddia edilse de, modern tarihçilerin bir bölümü bunu kabullenmiyor. Bundan 450 yıl kadar önce, kraliçe ömrünün bir bölümünü, Fransa’nın Loire vadisindeki Bois Şatosu’nda geçirmişti. 1850’lerde halkın ziyaretine açılan şatoyu ziyaret edenler "Sırlar Odası"na mutlaka uğrar, duvar boyunca, yan yana ve üst üste dizili onlarca kapaklı küçük dolabı ilgiyle izler. Merakın nedeni, kraliçenin cinayetlerinde kullandığı zehirleri bu dolaplarda sakladığı rivayetidir. Aslında kraliçenin, dolaplarda zehirlerini değil, eşe dosta göstermek üzere mücevher ve benzeri kıymetli eşyalarını muhafaza ettiği biliniyor.

Sultan Bayezid’i öldüren elmas tozu mu?

Kraliçe Catherine de Medici’nin, bazı kurbanlarının yemeğine elmas tozu kattığı söylenir. Maxwell Hutchkinson, 1988’de yayınladığı "Zehirleyiciler İçin El Kitabı"nda, elmas tozunu, "bilinen en korkunç zehir" diye tanımlar. Bağırsak çeperine saplanan taneciklerin, zamanla daha derinlere doğru ilerleyerek iç organları yırtacağını, 2 - 6 ay içinde öldüreceğini ve ölüm nedeninin anlaşılamayacağını kaydeder.

İkibin yıldır elmas tozu, kimi zaman her derde deva sihirli bir ilaç, kimi zaman zehir olarak gündeme gelmiştir. 1998’de, Redlands, Kaliforniya’daki bir toplantıda, elmasın, bu amaçlara yönelik tarihçesini anlatan Dr. Stanley D. Korfmacher, sıraladığı örnekler arasına, Yavuz Sultan Selim’in babası 2. Sultan Bayezid’i elmas tozuyla öldürdüğünü de katmıştı.

Modern toksikoloji kitaplarında elmas tozuna yer verilmiyor. Yaptığım kaynak taramasında, elmas tozunu yutmaya bağlı bir ölüm olgusuna da rastlamadım. Ancak, kimyacı Peder Schultz’un 2005’teki hayvan deneylerinden haberim var. Mamalarına 5 kırat elmas tozu karıştırdığı köpek ve kediler şimdi ne oldular bilmem ama, deneylerden bir yıl sonra mutlu ve mesut bir şekilde yaşamlarını sürdürmekteydiler.
Yazının Devamını Oku

Eroinli halılarla uçuyor HIV/AIDS’le uyanıyorlar

7 Eylül 2008
Dünyanın gözü, 8.82 milyon Uygur Türkü’nün yaşadığı Çin Halk Cumhuriyeti Sincan Özerk Bölgesi’nin üzerinde. Sincan, sadece buradaki insan hakkı ihlali ve baskıcı politika iddialarıyla değil, doğal gaz ve petrol rezervleri, ayrıca 1-5 Eylül 2008 tarihleri arasında düzenlenen 17. Urumçi Ticaret Fuarı ile de gündemde. Ancak gözardı edilen çok önemli bir başka gerçek var. Sincan, "Altın Hilal"e komşu. Doğu yönüne kaçırılan eroin ve esrarın yolu üzerinde olduğundan, uyuşturucu bağımlılığı artıyor ve özellikle Uygurlar arasında HIV/AIDS büyük bir hızla yayılıyor. /images/100/0x0/55ea0c51f018fbb8f8671bf2

Yeraltı dünyasında yaşayanlar arasındaki iletişim hızı, tahmin edilmeyecek kadar hızlıdır. Örneğin, evvelce gözlenmeyen bir zula yöntemi, kısa bir süre sonra başka bir ülkede tekrarlanır. Bu nedenle, dünya polisi ve gümrükçüleri, kaçakçılığın değişik bir yöntemi ile karşılaştıklarında, Uluslararası Polis Teşkilatı (İnterpol) ve Dünya Gümrük Örgütü (WCO) üzerinden diğer ülkelerdeki meslektaşlarını bilgilendirirler.

30 Ekim 2007’de, Sincan Özerk Bölgesi Urumçi Halk Güvenliği Bürosu’nun, Kazakistan’dan gelen 67.5 kilo eroin ve 5 kilograma yakın esrarın, 682 adet sunta levha içine zulalandığını bildirmesi bu açıdan önemliydi. Pakistan’ın İslamabad Havaalanı gümrükçülerinin ele geçirdiği "uçan halılar" da, en az bunun kadar dikkate alındı.

Yaklaşan olimpiyatlar yüzünden, kara, hava ve deniz sınırlarındaki güvenlik önlemlerini birkaç katına çıkartan Çinli meslektaşları, önce Hong Kong’ta benzeri bir olayla karşılaştılar. Ardından, 18 Mart 2008’de, Urumçi’nin Divopu havaalanındaki gümrükçüler, Pakistan’dan gönderilen el yapımı 100 halıdan 32’sinin "uçtuğunu" saptadılar. Halılara, tam 48 kilogram eroin zulalanmıştı. Hem de, "Yeraltı dünyasında yaşayanların hayal gücü, yerüstünde yaşayanlarınkinden daha geniştir" söylemini haklı çıkartacak biçimde.

Eroini halılarla kaçırma yönteminin ayrıntılarını Gümrük Müdürlüğü Kaçakçılıkla Mücadele Dairesi Başkanı Wang Zhi’nin ağzından dinleyelim: "Kaçakçılar, eroini 1-2 milimetre çapında plastik tüplere doldurmuşlar, daha sonra etraflarını renkli iplikle sarmışlar ve bunları, normal ipliklerle birlikte halıları dokumakta kullanmışlar. "

İki yıl öncesine kadar Çin’e uyuşturucu madde girişi, genellikle Laos, Myanmar (Burma) ve Tayland’ı kapsayan "Altın Üçgen"den olurdu. Buralarda yürütülen yasadışı afyon ekimi ve uyuşturucu bağımlılığıyla mücadele sayesinde, yolun kullanımı giderek azaldı.

Şimdilerde afyon, eroin ve esrar daha çok "Altın Hilal"den giriyor. Yani İran’ın dağlık bölgelerini, Pakistan ve Afganistan’ı içine alan bölgeden. Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde hem uyuşturucu yakalamalarının, hem de 2000 yılından bu yana, bağımlı sayısındaki en az altı kat artışın nedeni, bu güzergah değişikliği.

EJDERHA KOVALAMAK OUT DAMARDAN ENJEKSİYON IN

Çin’de, damar yoluyla uyuşturucu kullananlar arasında ilk HIV vakası 1989 yılında Yunnan eyaletinde görülmüştür. Bundan daha doğal bir şey olamazdı. Çünkü Yunnan, ülkenin güneybatısında bir eyalettir ve Myanmar’a komşudur. O tarihte Myanmar, Laos ve Tayland ile birlikte afyon ve eroinin en fazla bulunduğu ülkeydi ve Afganistan, henüz dünyanın yasadışı afyon ve eroin üretiminin % 93’ünü ele geçirmemişti. Yunnanlılar, afyon kullanma alışkanlığını terk edip eroin kullanmaya başlamış, üstelik, eroini ısıtıp burna çekmekten, yani "ejderhayı kovalamaktan" (Çincesi zhuilong) vazgeçip, damara enjekte etmeyi tercih etmişlerdi. Kısacası, HIV bulaşmasına yol açan başlıca riski taşımaktaydılar.

On yıl içinde, damar yoluyla eroin kullanımı, dolayısıyla HIV, Çin’in 31 eyaletinin her birine, her belediyesi ve her özerk bölgesine yayıldı.

Halen, HIV’le yaşayan kişi sayısı yaklaşık bir milyon, bunların 650 bin kadarı damar içi yolla uyuşturucu madde kullanıyor. Çin’de zaten toplam 743 bin kayıtlı eroin bağımlısı var. Demek ki, neredeyse tamamına HIV bulaşmış. Sağlık Bakanlığı, AIDS’li sayısının 75 bin ve 2007’de bu hastalıktan ölenlerin 39 bin olduğunu bildiriyor. Nüfusu 1.3 milyar olan Çin genelinde, HIV sıklığı şimdilik binde birden az. Ancak Bakanlık, giderek artan korunmasız cinsel ilişkinin, seks işçiliğinin ve en önemlisi damar içi yolla uyuşturucu kullananların, bu oranı yükseltmesinden korkuyor. Birleşmiş Milletler’e göre, 2010 yılında HIV taşıyanların sayısı, 10 milyonu bulacak.

UYGURLAR HER GÜZEL ŞEYİ PAYLAŞIR, İĞNELERİNİ BİLE

Aslında, HIV virüsü Sincan’a, Yunnan’daki ilk olgunun görülmesinden çok sonra ulaşmıştır. 1995’te, damar içi yolla uyuşturucu kullananlar arasında hiç HIV’li yokken, üç yıl sonra virüs, Urumçi’deki bağımlıların % 28.8’ine, Gulca’dakilerin % 82.2’sine bulaşmıştı. Günümüzde Sincan, Yunnan’dan sonra HIV/AIDS’li sayısının en yüksek olduğu yerdir. Kaygı veren bir başka gerçek daha var. Çin’deki her 100 kişiden sadece biri Sincan’da yaşadığı halde, HIV’le enfekte olan her 10 kişiden biri Sincan’da. Başka deyişle, burada ciddi bir kümelenme oluşmuş.

Pekin, Sincan ve Urumçi’deki halk sağlığı uzmanlarının, iki Amerikan üniversitesinin destekleriyle yürüttüğü çalışmalar sayesinde, Sincan’daki HIV salgınına, damar yoluyla eroin kullananların, enjektörü, iğneyi ya da enjektörün içini yıkamakta kullanılan suyu başka bağımlılarla paylaşmasının yol açtığını öğrendik. Bu riskli davranışlara, eğitim ve ekonomik düzeyi düşük, yaşı 26’nın üzerindeki erkekler arasında daha sık rastlandığını bildiriyorlar. Daha önemlisi, enfeksiyonun Uygur kökenlilerde, Çinli Han’lara oranla üç kat daha yüksek olduğunu saptıyorlar. Uluslararası Kızıl Haç Teşkilatı’nın verileri ise, çok daha acı verici. Sincan’da HIV pozitif olan 18 bin 206 kişinin % 75’inin damar içi yolla uyuşturucu kullandığını ve HIV taşıyanların % 80’inin Uygur olduğunu bildiriyorlar.

Peki, Uygurlar arasında HIV neden daha fazla?

Uygur kökenli eroin bağımlılarına ilişkin çok sayıda yayını olan ve şu sıralar Urumçi’de, Amerikalıların bir projesi çerçevesinde onlara Suboxone adlı ilacı dağıtan Renmin Üniversitesi antropologlarından Xiaoxing Fu, diyor ki: "Uygurlar geleneksel olarak ellerindeki her güzel şeyi başkalarıyla paylaşır. Bu nedenle iğnelerini de paylaşıyorlar. Bağımlılığın yayılmasının bir nedeni de fakirlik."

Anlaşılan, Sincan’daki Uygur kökenli gençlere yeterince sağlık hizmeti götürülemiyor. Böylesi bir ihmal, sadece Çin hükümetinin ayrılıkçı sağlık politikaları yüzünden suçlanmasına yol açmaz, ülke nüfusunun % 92’sini oluşturan Han’ların, Sincan’a göçünün hararetle özendirildiği şu sıralarda, virüsün daha fazla yayılmasına neden olur.

2008’de çıkartılan yeni Narkotik Kontrol Yasası’sı çerçevesinde, halen Sincan’ın sadece 13 yerinde bulunan iğne değişimi ve metadon tedavi istasyonlarının sayıca artmasını ve Uygurlara, inanç ve kültürel özelliklerini göz önüne alacak biçimde sağlık hizmeti verilmesini diliyorum. Yoksa, Urumçi’deki yol kavşaklarına asılan "Han milleti ile etnik azınlıkların kaderi ortaktır. Kalpleri birbirine bağlıdır" afişlerinin doğruluğundan şüphe edilecek.

DEĞİŞKEN NÜFUS VE ERKEK FAZLASI TEHLİKESİ

Bundan on yıl kadar önce, evinden ayrılarak ülkenin başka bir yerine çalışmaya gidenlerin sayısı 55 milyon kadardı. 2004’te 140 milyon oldu. Kimi uzmanlar, 2020 yılında iç göçmen sayısının 300, hatta 500 milyonu bulabileceğini hesaplıyor.

İç göçe, Çin’in hemen her yerinde az çok rastlanıyor ama, bu hareketlilik Sincan için farklı bir anlam taşıyor. Çünkü hükümet, neredeyse 50 yıldır, Han Çinlilerinin buraya göçünü teşvik ediyor. 1995 ile 2000 arasında Sincan, 2.5 milyon göçmene evsahipliği yaparken, "Batıya Git" kampanyası sayesinde, bu sayı şimdi 5 - 6 milyon dolayında. Ayrıca, her yıl pamuk toplamak üzere bir kaç aylığına gelen ve evine geri dönen 600 bin işçi var. Bunlar genellikle genç, eğitimleri az, gelirleri düşük, bekar erkekler. Seks işçileriyle korunmasız ilişki ve uyuşturucu bağımlılığı yüzünden, göçmenler arasında HIV hızla artıyor ve bu durum Sincan için ayrı bir tehlike oluşturuyor.

Esasen Sincan’a göç, ileriki yıllarda çok daha artacak. Çünkü Çin’de erkek çocuk tercih ediliyor. Tek çocuğu destekleyen politikalar, özellikle kırsal kesimde, ultrasonla kız olduğu belirlenen gebeliklerin kürtajla sonlandırılmasına yol açtığından, 1980 ile 2000 arasında doğan erkek çocukların sayısı, kızlardan 8.5 milyon fazla. Dolayısıyla 2020 yılında, yaşları 20 - 40 arasında 8.5 milyon erkek fazlası olacak. Bekar, eğitimsiz, fakir ve işsiz olacağı öngörülen bu erkeklerin çalışmak amacıyla batıya göç edeceği ve Sincan nüfusu için ayrı bir tehdit oluşturacağı söyleniyor.

SİNCAN’DAKİ SEKS İŞÇİLERİNİN YARISI HASTA

Çin’deki seks işçiliği son 20 yılda önemli biçimde arttı. 1986’da, 25 bin iken, 1996’da 420 bine yükseldi. Günümüzde sayılarının 6-10 milyona ulaştığı, 60-70 bininin HIV dahil, cinsel yolla bulaşan bir hastalık taşıdığı sanılıyor. Ulusal AIDS Merkezi’ne göre, onlarla korunmasız cinsel ilişki, HIV yayılma riskini yükseltiyor.

Aralarında erkekler olsa da, seks işçileri, genellikle kırsal kesimden kasaba ve kentlere göç etmiş genç, fakir, bekar ve eğitim düzeyi düşük kadınlar. En az 12 çeşit seks işçisi var. Genelevde, fabrika, büyük inşaat ya da tarla yakınında çalışanlar gibi. Geçici işçilere, yani kendilerine ait küçük bir işyeri kurmak ya da mali sıkıntıya düşen ebeveynlerine destek olmak amacıyla, evlerinden çok uzaklardaki kentlerin berber, hamam, bar, otel ve sokaklarında, birkaç ay ile birkaç yıl çalışanlara da sık rastlanıyor.

Sincan Aile Planlaması Komisyonu 2003 yılında, Urumçi’deki seks işçilerinden sadece % 13’ünün HIV/AIDS’ten haberdar olduğunu ve % 80’inin müşterileriyle ilişkide kondom kullanmadığını saptamıştı. İki yıl sonra, Ulusal Aile Planlaması Komisyonu, her on seks işçisinden birinin HIV taşıyabileceğine dikkat çekiyordu. 2006 yılına gelindiğinde, Sincan’ın dört büyük kentindeki her 10 seks işçisinden en az dördünün cinsel yolla bulaşan bir hastalık taşıdığı ortaya çıktı. Bu arada, uyuşturucu madde karşılığında cinsel ilişkiye giren seks işçisi kadınların sayısındaki artış da, başlı başına bir sorun.

Sincan, anneden çocuğa HIV bulaşmasında, Yunnan’dan sonra ikinci sırada. Gerekli önlemler alınmazsa, bir zamanlar Tayvan’da gözlenen kısırdöngünün içine düşülecek. HIV, önce enjektör paylaşan uyuşturucu bağımlılarından seks işçilerine, oradan sağlıklı erkeklere, onlardan eşlerine, eşlerden de yeni doğanlara bulaşacak.

Çin’deki erkek eşcinsel sayısının 2 - 8 milyon olduğu, 50 bin kadarının HIV taşıdığı sanılıyor. Kanunlar karşısında suç olmayan eşcinsellik, 2001 yılına dek akıl hastalığı sayıldığından, damgalanma korkusu yüksek ve gizli tutuluyor. Eşcinsellerin, sosyal baskılar nedeniyle evlendiği, ancak erkek partnerleriyle ilişkilerini sürdürdükleri biliniyor. Yeterli güvenli seks eğitimi verilmediğinden, evli kadınlara eşcinsel kocalarından HIV bulaşıyor. Birkaç ay önce Sağlık Bakanlığı’nın eşcinsel erkekleri risk grubu olarak kabul etmesi ve onlara yönelik özel eğitim programlarının uygulanacağını bildirmesi bile, olağanüstü bir gelişme.

SİNCAN’IN ÜÇ ŞEYTANI

11 Eylül 2001 saldırılarından sonra Çin, ABD’yi terörle mücadele konusunda her fırsatta destekledi. Karşılığında, bazı Uygurlar ile Çin dışı İslami hareketler arasındaki ilişkileri öne sürerek başlattığı kendi "terörle savaş"ına, daha fazla taraftar buldu.

Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde ayrılıkçık, terörizm ve aşırı dincilik "üç şeytan" diye tanımlanıyor ve "ayrılıkçı" olarak damgalanan Uygur milliyetçileri, artık daha sıklıkla "terörist" kabul ediliyor. Neredeyse her şiddet olayı, Doğu Türkistan’ın kurulmasına yönelik, El Kaide bağlantılı terörist bir eylem olarak görülüyor.

Olimpiyatlar öncesi, şiddet eylemlerini önlemek üzere 70 bin kadar Uygur kökenlinin gözaltına alındığı ya da izlendiği iddiaları, ayrıca dini eğitim gördükleri için yaşları 8 ile 15 arasında değişen 150 kadar Uygur çocuğunun cezaevine konduğuna ilişkin haberler, yaşın yanında kurunun da yakıldığı inancını yaygınlaştırıyor ve çok sayıda kişiyi huzursuz ediyor.

Resmi istatistiklere göre, 1997’de Sincan nüfusunun % 47’si Uygur, % 42’si Çinli (% 38 Han ve % 4 Hui) iken, Uygurların oranı giderek azalıyor. Pekin Hükümeti, Han kökenli Çinli işadamlarını mali açıdan destekleyerek bu bölgede yatırıma teşvikini ve yarım yüzyıldır Han’ların batıya göçünü özendirmesini, Sincan’ı geliştirmeye yönelik bir plan çerçevesinde yapsa da, bu durumu, demografik yapıyı Uygurlar aleyhine değiştirmeye yönelik bir girişim olarak yorumlayanların sayısı hiç de az değil.
Yazının Devamını Oku

Fildişi masalarda kaplan eti çorbası

31 Ağustos 2008
Yabani hayvan kaçakçılığından elde edilen kara paranın hacmi, yasa dışı uyuşturucu ve silah ticaretinin boyutuna yaklaşmış durumda. Her yıl, uluslararası sözleşmeler ve ulusal düzenlemelerle yasaklandığı halde, soyu tehlikede olan 30 bine yakın memeli canlı, 2 - 5 milyon kuş ve 10 milyon dolayında sürüngen derisi, alınıp satılıyor. 2002 Haziran’ında, Afrika’nın güneydoğusundaki 10 milyonluk Malavi’nin polisi, Interpol’ün yabani hayvan ve bitki kaçakçılığı birimini aradı ve ülkelerinden yola çıkıp Güney Afrika’nın Durban limanına ulaşan 6 metre uzunluğunda ve 6.5 ton ağırlığındaki bir konteynerin, Singapur’a giden bir gemiye yüklendiğini ve konteynerde fil dişlerinin ve fildişinden yapılmış kaçak ürünlerin olduğundan kuşkulandıklarını bildirdi./images/100/0x0/55ea6946f018fbb8f87e2788

Profesyoneller, ister uyuşturucu olsun, isterse silah ya da CD, kaçak malların ancak yüzde 10 kadarının gümrük kapılarında ele geçtiğini kabul eder. Bu sayı elbette, "ortalama" bir orandır ama kaba hesaplar yapmaya ve yakalanan malın miktarından yola çıkarak, kaçakçılığın boyutunu, kazanılacak kara paranın hacmini hesaplamaya faydası dokunur.

Buna göre, konteynerdeki 6.5 ton fil dişi, gerçekte kaçakçıların elindeki malın yüzde 10’ydu ve tüylerimizi ürperten bir facianın işaretiydi. Çünkü 6.5 ton fildişi elde etmek için, en az 5 - 6 bin fili öldürmek gerekir.

13-14 MİLYON YTL’LİK FİLDİŞİ

Haziran sonunda gemi, Singapur limanındaydı, konteynere el kondu ve Malavi polisinin öngördüğü şekilde, içinden her biri ortalama 11 kilogram ağırlığında 532 adet farklı kalınlık ve boyda fil dişi ile, hanko imalinde kullanılacak tam 42 bin 120 adet 1.5 - 2 santimetre çapında, yaklaşık 6 santimetre uzunluğunda fildişi silindir çıktı. Alt yüzeyine, kişiye özgü bilgilerin kabartma şeklinde işlendiği hanko, Asya’nın doğusundaki ülkelerde, kıymetli belge, mektup, sözleşme ve sanat eserlerini mühürlemekte kullanılır. Fildişi bir hankonun piyasa değeri 150 - 200 YTL arasında değişir. Fil dişleri de karaborsada, kilosu 700 - 1000 YTL’den alıcı bulur. Bu durumda, konteynerdeki yükün değeri 13 - 14 milyon YTL’yi bulmaktaydı.

Soruşturma sırasında fil dişlerinin, komşu Zambiya’dan Malavi’ye küçük partiler halinde taşındığı ortaya çıktı. Zambiya yetkilileri, fillerin kendi ülkelerinde değil, başka ülkelerde öldürüldüğünde ısrar etti. Taraf oldukları 1989 CITES sözleşmesini (Nesli Tehlike Altında Olan Yabani Hayvan ve Bitki Türlerinin Uluslararası Ticaretine İlişkin Sözleşme) çiğnemekle suçlanmak istemediler. O tarihte henüz fil dişlerinin, hangi ülkenin topraklarındaki fillere ait olduğu elde anlaşılamıyordu. Zambiya hükümetinin haklı mı, haksız mı olduğunu ortaya çıkartmak, dört yıl sürecekti.

DNA İÇİN FİL DIŞKISI TOPLANDI

2002 yılının son aylarında bazı insanlar, Afrika’nın tropik yağmur ormanları ile kuru çölleri arasında yer alan geniş çayırlarında, bir başka deyişle savanalarında, bazıları da ormanlarında dolaşıp durdular. Ellerindeki kavanozlara fil dışkıları doldurdular, üzerini alkolle örttüler ve bir laboratuvara gönderdiler. Laboratuvar, sadece fillerin dışkısını değil, değişik araştırıcıların elinde bulunan ve Afrika’nın neresinde öldürüldüğü kesin olarak bilinen fillerin dişlerini ve derilerini de topladı. Bu koleksiyonun nedeni, savana ve orman filleri olarak iki büyük sınıfa ayrılan Afrika fillerinin DNA özelliklerini belirlemekti. Eğer başarılabilirse, fildişi kaçakçılığının en önemli sorunu, yani fillerin nerede öldürüldüğü meselesine bir çözüm bulunabilecek, Malavi’den Singapur’a yollanan 6.5 ton fildişinin kökeni anlaşılabilecek, "Bunlar bizim fillerimiz değil" diye tutturan Zambiya’nın iddiası, bilimsel bir yöntemle sınanacaktı.

SONUNDA FİLLERİN KÖKENİ SAPTANDI

ABD Balık ve Yaban Yaşamı Adli Bilimler Merkezi’nin müdürü Ken Goddard ile Afrika’da olan biteni tartışırken, "Henüz hankolardan DNA elde edemediler ama, toplanan dışkılardan, ayrıca uzun süre sıcakta muhafaza edilmiş olsa bile fillerin dişlerinden ve derilerinden DNA saflaştırabildiler" demişti. Seattle’deki Washington Üniversitesi Biyoloji Bölümü’nün doğal kaynakları koruma merkezinin başkanı Sam Wasser’in ekibinden söz ediyordu. Sam, hankolardan DNA elde etmekte sıkıntılar yaşasa da, 2005 yılı içinde, diş, deri ve dışkılardan yola çıkarak, 500 kadar Afrika filinin DNA özelliklerinin kayıtlı olduğu bir bilgi bankası oluşturabildi.

Ardından, Singapur’da ele geçen 532 fil dişi arasından rastlantısal olarak seçtiği 40 kadarının DNA’sı saflaştırdı ve bankadaki bilgilerle karşılaştırarak fillerin Zambiya’nın savanalarında öldürüldüklerini kanıtladı. DNA delilleri sayesinde, son on yılda sadece 135 filin kaçakçıların eline düştüğünü iddia eden Zambiya hükümeti, binlerle ifade edilen bir fil kıyımıyla suçlandı, yaban hayatının korunmasından sorumlu birimin müdürünün görevine son verdi. Yargıladığı kaçakçıları, evvelce görülmedik ağırlıkta hapis cezalarına çarptırdı.

2020’DE AFRİKA’DA FİL KALMAYACAK

Kişi başı yıllık gelirin ancak 400 dolar olduğu ve nüfusun yüzde 70 kadarının açlık sınırının altında yaşadığı Zambiya gibi bir ülkenin, yeterli dış destek olmaksızın fildişi kaçakçılığı ile mücadelesi imkansız olmasa bile, zor gözüküyor. Nitekim, Singapur yakalamasından 3 yıl kadar sonra bu kez Filipinler’de, yine Zambiya’dan yüklenmiş 6 ton fildişi ele geçti. Gerçi kaçakçılar adalete teslim edildiler ama, fildişleri muhafaza edildikleri Filipin gümrüğünden çalındı.

Fildişi kaçakçılığında sadece Zambiya’dan söz etmek doğru değil. Örneğin, 2006 baharında, Tanzanya’nın Darüsselam’ından yola çıkarak Tayvan’ın Kaohsiung limanına gelen, piyasa değeri 3.5 milyon doları bulan fildişlerinin, Tanzanya’da öldürülen hayvanlara ait olduğu anlaşıldı. 2008 Mayıs’ında, Kamerun’dan Hong Kong’a gönderilen 4 ton kadar fil dişinin, aslında Kamerun’da değil, Gabon ile Kongo - Brazzaville arasındaki ormanlarda öldürülen fillerden elde edildiği, yine DNA bankası sayesinde ortaya çıktı.

İnterpol’ün, yaban yaşamına karşı suçlar çalışma grubundan Bill Clark, sadece Afrika’da yılda 70 bin kadar filin kaçakçılarca katledildiğini, bu kıyımı CITES sözleşmesinin bir süre engelleyebildiğini, ancak Japonya, Çin ve A.B.D’deki fildişi talebinin yükselmesi yüzünden, yeniden hızlandığını bildiriyor.

İnterpol’e göre, 20 yıl önce 1.3 milyonu bulan Afrika fili popülasyonu, günümüzde 470 bine inmiş durumda. Katliamın en hızlı gerçekleştiği ülkelerden biri Çad. 300 bin olan fil sayısı, iki yıl önceki Zakouma Milli Parkı yakınlarındaki kıyımla birlikte, artık onbinin altına düşmüş durumda. Bu gidişe dur denmezse, 2020’de Afrika’da hiç fil kalmayacak. 1989’da iyi kalite bir dişin kilosunun karaborsada 100 dolar civarındayken, şimdilerde bin dolara alıcı bulması, kaçakçılığı körükleyen başlıca neden. Bundan 10 yıl kadar önce Kenya’nın Amboseli Milli Parkı’nda üzerinde balonla uçarken hayranlıkla izlediğimiz fil sürülerini, torunlarımızın göremeyebileceği beni üzüyor.

HER DERDE DEVA KAPLAN TOZU

Kaplan penisini kaynatıp içerek cinsel gücünü arttırmaya çalışan, ziyafetlerde kaplan eti sunarak zenginliğini kanıtlayanların sayısı hiç az değil. Her gün en az bir kaplanın, bu tip ilaçlar için öldürüldüğü tahmin ediliyor.

Asya’nın hemen her ülkesinde dini ve kültürel sembol olan kaplan, bir çoğunda milli hayvan olarak saygı görür, bayraklarda yer alır. Güçlü ve çekici görünümü sayesinde, spor malzemesinden benzine, kurşun kalemden çikolataya çeşitli ürünlerin satışını arttırır. Buna rağmen kaplan, sayısı bir yüzyılda 100 binden 4 bine inerek, en hızla azalan canlıdır. 1940’da Bali kaplanının soyu tükenmiş, 70’lerde Orta Asya, 80’lerde Java, 90’larda Güney Çin kaplanı yok olmuştur. Bu azalmayı, toprağın kullanım biçimi, iklim değişiklikleri, çevre koşulları elbette etkilemiştir ama, durdurulamadığı takdirde kaplan soyunun pek yakında tamamen ortadan kalkmasına yolaçacak tehdit, kaçakçılardır.

Kaplan parçaları ve bunların ürünlerinin ticareti, son on yıldır bütün dünyada yasaktır. Yasalara saygılı imalatçılar, geleneksel Çin ilaçlarına kaplan ürünleri yerine, alternatif maddeler koymaktadır. Bununla birlikte, kaplan penisini kaynatıp içerek cinsel gücünü arttırmaya çalışan, ziyafetlerde kaplan eti sunrak zenginliğini kanıtlayan, pirinç rakısına kaplan kemiği ekleyerek kuvvet kazanmak isteyen, derisini duvarına asarak evini dekore edenlerin sayısı hiç de az değildir. Öte yandan, 800 milyon kadar Çinli’nin her derde deva kaplanlı ilaçlardan vazgeçmediği ve bu akımın Asya’nın diğer ülkeleri bir yana, ABD ve Avrupa ülkelerine de yayıldığı bir başka gerçektir. Üç İngiliz aktivistin 1984 yılında kurduğu ve günümüzde dünyanın dört bir yanında yaban yaşam kaçakçılarının peşine düşen Çevre Soruşturma Ajansı’na göre (The Environmental Investigation Agency, EIA) her gün en az bir kaplan, bu tip ilaçların yapımı için öldürülmektedir.

Diğer yasadışı örgütlü suçlarla işbirliği içinde yürütülen kaplan kaçakçılığı karlı bir iştir. Bir orman köylüsüne 150 - 200 dolar ödenerek öldürtülen bir kaplanın dişinden pençesine, gözünden yağına tüm parçaları pazarlandığında 10 - 70 bin dolar kazanmak mümkün olmaktadır. Hele kaplan kemiği katılmış içkiler, elden ele geçtiğinde, tıpkı eroin gibi seyreltildiğinden, kazanç katlanarak büyür.
Yazının Devamını Oku

Melankoli ile Özgün Harabeler Arasında Gölgesini Gezdiren Hamile Bir Kadına Dönüşmüş Napoleon’un Burnu

24 Ağustos 2008
Biraz uzun bu başlık, Salvador Dali’nin tuval üzerine yağlıboya bir tablosunun adı. Akbank, ünlü İspanyol sürrealist ressamın bu ve 270’e yakın eserini, 20 Eylül 2008-20 Ocak 2009 tarihleri arasında Sakıp Sabancı Müzesi’nde sanatseverlerle buluşturacak. Şu sıralar Dali hayranlarını ciddi biçimde meşgul eden iki mesele var. Biri babalık, diğeri sahtecilikle ilgili. Her ikisini de sadece, DNA molekülüne tutkun Dali’nin kendi DNA’sı çözebilir. Bir Amerikalı, ressamın burnundan midesine indirilen sondadan DNA elde ettiğini iddia ediyor. İnanıp inanmamak size kalmış.

Bundan yaklaşık bir yıl önce, Salvador Dali gibi Katalonya doğumlu, 56 yaşındaki Pilar A., annesiyle Dali’nin kısa süreli bir aşk yaşadığını ve kendisinin bunun ürünü olduğunu iddia etmeye başladı. Halbuki Dali’nin, 1934’te Fransız şair Paul Eluard’dan boşanan Tatar asıllı Gala ile evlendiği ve karısının 1982’deki ölümüne dek ondan hiç ayrılmadığı biliniyor. Gala’nın ilk eşinden bir kızı olmakla birlikte, Dali ile evlendikten iki yıl sonra rahmi alınmış, bu nedenle tekrar doğuramamıştı. Öte yandan Dali’nin çapkınlığına dair hiçbir tanığa, hiçbir belgeye rastlamak mümkün değil. Üstelik değişik vesilelerle "Kadın cinsel organından korktuğunu" dile getirmesi de bir başka gerçek. Bu durumda, Pilar A. eğer onun kızıysa, milyonlarla ifade edilebilecek bir mirasın da tek sahibi olacak.

Geçen haftalarda bayan Pilar, gazetelerin gündemindeydi. "Hem benim, hem de annemin kanını, tükürüğünü ABD’ye göndereli sekiz ay oluyor. Salvador Dali’nin DNA’sıyla karşılaştırılacağı söylendi. Onun kızı olmadığım telefonla bildirildi ama, elime hálá yazılı bir belge geçmiş değil," diyerek şikayet ediyordu. "İspanyol mahkemelerine başvuracağım. Ressamın mezarını açtıracağım. Artık kemiğinden mi, kalan bıyıklarından mı DNA analizi yaparlar bilemem. Ama bu işin peşini bırakmaya hiç niyetim yok."

Bayan Pilar’ın, annesiyle kendi kanının ABD’de nereye gönderildiğini bilmediği anlaşılıyor. Ama bilim dünyası, ünlü ressamın DNA’sının yaklaşık iki yıl önce elde edildiğinin ve halen üç ayrı laboratuvarda korunduğunun gayet iyi farkında. Salvador Dali’nin babalığının, resmen açıklanmasa bile, Pensilvanya’da çalışıldığını tahmin ediyoruz.

Tabii, İspanyol mahkemeleri Amerikalıların elindeki DNA’nın gerçekten Dali’ye ait olup olmadığında kuşku duyarlarsa, mezarının açılmasını gerçekten isteyebilir. Ya da, besteci Chopin’in tüberkülozdan mı yoksa kistik fibrozisten mi öldüğünü aydınlatmak amacıyla Varşova’da alkol dolu bir kavanozda tutulan kalbinden DNA analizi yapmaya kalkan araştırıcılara Polonyalı yetkililerin izin vermemesi gibi, onlar da ulusal kahramanlarının ruhunu rahatsız etmek istemeyebilir.

DALİ’NİN BURNUNDAN MİDESİNE GİDEN BORU

2007 Şubat’ında, Teksas San Antonio’daki Adli Bilimler Kongresi’nde sunulan ve binlerle ifade edilen bildiriler arasında en ilgi çekici olanı, resmi programda olmamakla birlikte "Kendi Slaytlarını Getir" adlı gece oturumunda Dr. Michael Rieders’in aktardığı çalışmaydı.

Pensilvanya’daki NMs Labs adlı şirketin kurucusu ve yönetim kurulu başkanı, toksikolog Rieders, Salvador Dali’ye 11 yaşında ilgi duymaya başlamış ve ömrü boyunca ünlü ressamın DNA’sına ulaşmaya çalışmış. Kaliforniya San Juan’daki Dali Galerisi’nin müdürü Bruce Hochman aracılığıyla tanıştığı Robert Descharnes ve oğlu Nicolas sayesinde bu rüyası gerçek olmuş. Dr. Rieders, bir ay kadar önce, Dali’nin 18. ölüm yıldönümü vesilesiyle yaptığı basın toplantısında Fransız gazetecilere aktardığı araştırmasının arka planını, bu kez meslektaşlarıyla paylaşıyor.

Hikaye kısaca şöyle: Salvador Dali, 1984’te İspanya’daki Pubol Şatosu’nda otururken çıkan yangında, bacaklarında ikinci derecede yanıklar oluşuyor, soluduğu duman gırtlağını tahriş ediyor. Tedavisi sırasında, bir süre nazogastrik sonda, yani burnundan midesine kadar uzanan bir boruyla besleniyor. Dali’nin çok yakını olan Descharnes’lar, sondalardan ikisini zarfa koyuyor, mühürlüyor, tarih atıyor ve zarfın üzerini doktor ve hemşireye imzalatıyor. Yıllar sonra, bu sondaları Dr. Rieders’e teslim ediyorlar.

NMS Labs çalışanları, önce plastik borucukların iç ve dış yüzeyine kan bulaştığını saptıyor, ardından 19 ayrı yerinden aldıkları sürüntülerden DNA elde ediyor ve 16 bölgedeki özelliklerini inceleyerek profilini çıkartıyor. Hepsinin amelogenin bölgesi aynı sonucu veriyor: Kanın sahibi bir erkek. Kalan 15 bölgenin tamamı birbirini tutuyor. "Sürrealist sanatçının kopyalarını elde etmek istemiyorum" diyor Dr. Rieders. "Saflaştırdığımız DNA’yı dörde böldük. Bir kısmını NMS Labs’da muhafaza ediyoruz. Belki Pensilvanya bir felaketle karşılaşır, sel olur, yangın olur, deprem olur, bu çok değerli örnek kaybolur gider diye, kalan kısımlarını İspanya’daki Dali Vakfı’na, Florida’daki St. Petersburg Dali Müzesi’ne ve Adli Arkeo-Toksikoloji Enstitüsü’ne gönderdim."

Aslında Dr. Rieders’in bizi, saflaştırıp tiplediği DNA’nın gerçekten Dali’ye ait olduğuna ikna edebilmesi için, bir deney daha yapması gerekiyor. Ünlü ressamın halen Paris’teki Montmartre galerisinde sergilenen 44 santimetre yüksekliğindeki bronz heykelcik Sümüklüböcek ve Melek (The Snail and the Angel) ile aynı adı taşıyan bir suluboya çalışması bulunduğu ve bunun üzerindeki kahverengi lekenin ressamın spermi olduğuna dair dedikodular var. Elindeki DNA ile bu lekenin DNA’sı uyuşursa, işte o zaman söylediklerini belki ciddiye alabiliriz.

DALİ’NİN DNA HAYRANLIĞI

Salvador Dali farklı alanlara ilgi duymuş, ressamlığın yanı sıra heykeltıraşlık, fotoğrafçılık ve filmcilikle de ilgilenmişti. Ancak, bilime apayrı bir önem verdi. 1930’larda ilham kaynağı optik ilüzyonlar ve çifte görüntüler, 1940’da Max Planck’ın kuantum kuramı, 1945’teki Hiroşima faciasından sonra atomun parçalanmasıydı. 1950’lerin başında, atom bombasını bir yana bırakmış, dikkatini Alman fizikçi Werner Heisenberg’in "tanecik"lerine vermişti bile.

1953’te, Nature dergisinin 171. sayısında, Watson ve Crick’in DNA yapısını açıkladıkları ünlü makaleyi okuyup Crick’in karısı Odile’in çizdiği çift sarmal yapıyı gördüğünde, "İşte" dedi, "Tanrı’nın var olduğunun en önemli kanıtı. DNA, Yakub’un genetik meleklerden oluşturduğu bir merdiven ve insanla Tanrı arasındaki tek bağlantı."

Bu tarihten başlayarak tam 23 yıl boyunca, DNA molekülünün yapısı, hem gündelik yaşamının, hem de sanatının ayrılmaz bir parçası oldu. Çift sarmalın, yaşamın temel şekli olduğuna inandı ve on kadar tablosunda bu simgeyi kullandı. "Kelebekli Manzara, DNA’li Sürrealist Manzarada Büyük Mastürbatör" (Butterfly Landscape. The Great Masturbator in a Surrealist Landscape with D.N.A.) adlı tablosunda, Freudyen simgelerle dolu araziye, DNA’yı üç boyutlu biçimde yerleştirmiştir.

25 Eylül 1962 tarihindeki Barselona sel felaketinde, boğulan ve kaybolan bine yakın kişinin anısına yaptığı 3 x 3.5 metre boyutlarındaki tablo, "Galacidalacidezoksiribonükleikasid" adını taşır. 2002’de, Florida’nın St Petersburg kentinde, denizin hemen kenarındaki Dali Müzesi’nde görme fırsatını yakaladığım tablonun yanındaki notta, Dali’nin zor telaffuz edilen bu adı, Gala, cid, ala ve dezoksiribonükleikasid sözcüklerinden oluşturduğu kayıtlıydı. Aynı nottaki bilgiye göre, "Gala", ressamın çok sevdiği, ilham kaynağı ve pek çok eserinin temel figürü karısının adı. "El Cid", 11. yüzyılda Berberilere karşı savaşmış İspanyolların ulusal kahramanı Rodrigo Diaz de Vivar’ın halk arasındaki adıdır. "Ala", Allah’ın kısaltılmış biçimi, "dezoksiribonükleikasid" de DNA molekülünün açık adıdır.

BİLİME DÜŞKÜNLÜĞÜ

"Tanrı’ya inanıyorum, ama inançlı değilim. Matematik ve bilim, bana Tanrı’nın olması gerektiğini anlatıyor, ama inanmıyorum" diyen Salvador Dali, bu tablosunda bilim ile dinin karmaşık ilişkisini irdeler. İlk bakışta, dinin bilime üstünlüğünü anlatmaya çalışıyor gibi gözükse de, aslında birbirine paralel olduklarını, hatta simetrik temellere dayandıklarını ifade etmeye çalışır. Beş açık ve bir gizli görüntüden oluşan resmin birkaç yerinde rastlanan DNA çift sarmalı yaşamı; sağ tarafta, dörderli gruplar halinde tüfeklerini birbirine doğrultan erkekler ölümü, gökyüzündeki varlıklar, ölümden sonrasını simgeler.

Dali, benzeri konularda ve benzeri adlar verdiği başka tablolar da yapmıştır. Madrid’teki Museo Nacional Reina Sofia’da sergilenen "Dezoksiribonükleik Asit Arapları", ressamın bu eşsiz moleküle hayranlığının bir diğer kanıtı. DNA’nın simetrisini, durmaksızın, karısıyla ilişkisine benzetir: "Tıpkı Gala ve benim gibi birbirine tam uyan bu iki yarı, hiç şaşmadan bir açılıp bir kapanıyor. Hayat, dezoksiribonükleik asidin mutlak kuralına dayanıyor, kalıtıma o karar veriyor."

Dali, 1980’lerden başlayarak ölümüne dek, matematikle ilgilendi. Özellikle, sürekli fonksiyonların sürekli olmayanlara dönüşebileceğini ve bir fonksiyonun değerinin aniden değişebileceğini (yani sakin sakin duran bir köpeğin aniden üzerinize saldırmasının matematiksel ifadesini) gösteren Fransız matematikçi Rene Thom’un katastrof teorisine ilgi duydu. Son eseri Çatalkuyruk’da (The Swallowtail) olduğu gibi, çok sayıda matematiksel sembolü resimlerine taşıdı ve onlar aracılığıyla yaşam felsefesini yansıtmaya çalıştı, ancak DNA molekülüne tutkusunu hiçbir zaman kaybetmedi.

Dali bilime düşkünlüğünü, doğum yeri Figueres’te düzenlediği "Doğada Rastlantı" adlı kongreyle taçlandırdığında, artık 81 yaşındaydı. Konuşmacıların neredeyse tamamı, Nobel ödülü kazanmış bilim insanlarıydı. Kimyacı Ilya Prigogine, fizikçi Jorge Wagensberg, matematikçi Rene Thom oradaydı. Dinleyicilerin arasında bilim dünyasının ileri gelenleri, ünlü filozoflar ve sanatçılar bulunuyordu. Dali, yatağından kalkamayacak kadar hastaydı ve her şeyi kapalı devre televizyon kameralarının görüntülerinden izledi. Salvador Dali, bu kongreden üç yıl sonra 23 Ocak 1989’da öldü. Başucunda iki fizikçi ve bir matematikçinin kitaplarını buldular: Stephen Hawking, Erwin Schrödinger ve Matila Ghyka.

Her dört Dali’den üçü sahte mi

Bir ara Katalonya’nın Cadaques kasabasında Salvador Dali’ye komşu oturmuş, tablolarını alıp satarak milyoner olmuş, bu arada bazıları sahte olduğundan İnterpol tarafından aranmış ve İspanya’da hapis yatmış Belçikalı sanat simsarı Stan Lauryssens’e göre, ünlü ressamın imzasını taşıyan eserlerin yüzde 75’i sahte. Aynı zamanda bir polisiye yazarı olan, hatta Kara Kar (Black Snow) ile 2002 yılı Hercule Poirot Ödülü’nü kazanan Lauryssens, kaleme aldığı Dali ve Ben, Sürreel Bir Hayat adlı kitabında (April Yayıncılık, 2008) bu sahtekarlığa bizzat ressamın ve karısının lüks hayata düşkünlüğünün neden olduğunu ileri sürüyor.

Haziran başında, Dali ve Ben’in yayınlanmasıyla birlikte İspanya’da ortalık ayağa kalktı. Dali’nin artistlerle seks partileri, genç erkekleri cinsel tacizi, karısı Gala’nın 1969’da Kirk Douglas’ın cüzdanından para çalması da dahil olmak üzere, ressamı ve ailesini küçük düşüren bir sürü iddia yüzünden, Gala-Salvador Dali Vakfı’nın Stan Lauryssens’i mahkemeye vermesi an meselesi. Bu arada, Andrew Niccol’ün Dali ve Ben’i filme çekmekte olduğunu, ressamı Al Pacino’nun, yazarı Cillian Murphy’nin oynadığını belirtelim.

Yaşı ilerledikçe para kazanma hırsı giderek artan Dali’nin, sanatın ahlaki kurallarını bir yana ittiği, boş çizim kağıtlarını imzaladığı ve üzerlerine bir resim yaparak fahiş fiyatlara satabilmeleri için genç ressamlara verdiğini, başkaları da iddia ediyor. Dali’nin alışılagelmiş tekniğinden farklı bu resimlerdeki sahtekarlığın sorumlusunun, boş kağıda imza atan ressamın mı, yoksa üzerini dolduranların mı olduğu tartışılıyor. Ancak şimdi elde Dali’nin DNA’sı olduğuna göre, resimlerin üzerinden elde edilebilecek DNA ile karşılaştırılarak, en azından hangisinin sahte, hangisinin gerçek olduğu bilimsel bir yöntemle belirlenebilir.

Salvador Dali’nin imzasındaki sütten taç

Farklı giyimi, davranışları ve sözleriyle de ilgi odağı haline gelen Salvador Dali, sanatla bilimi hep buluşturmaya çalışmış ve 20. yüzyılın tüm bilimsel teorileri ve keşiflerini resimlerine yansıtmıştır. Bu gayretinin en somut örneklerinden biri, olağanüstü hızlı bir şekilde attığı, imzasıdır. "D" ve "L" hafleri dışındaki kısımlarını habire değiştiren Dali’nin, kimi yerlerde soyadının "i" harfi üzerindeki noktayı, bir taç şeklinde resmettiği görülür. Bu görüntü, Amerikalı mühendis Harold Edgerton’un 1936’da, sütün damlarken çektiği stroboskopik bir fotoğrafıdır aslında. Dali, sütten tacı imzasında ilk kez 1938’de kullanmış ve hiç terk etmemiştir.
Yazının Devamını Oku

Böcek sokmasına diş izi dediler, masumları idama gönderdiler

17 Ağustos 2008
ABD’nin orta güneyinde yer alan, yaklaşık 3 milyon nüfuslu, Elvis Presley’in ve polisiye yazarı John Grisham’ın memleketi, Mississippi eyaletinde küçük bir kasabada oturuyorlardı. "Annem rahatsızlanmış, bu gece geç geleceğim" demişti kadın. "Çocuklarla ilgilenirsin değil mi?" "Elbette" diye yanıtlamıştı adam. Üç yıldır aynı evi paylaşıyorlardı. Genç kadını bir akraba düğününde tanımış, çok hoşlanmıştı. Birkaç kez buluşmuşlar, bu arada hamile olduğunu öğrenmişti. İşsizdi, kalacak yeri yoktu, kadının evine yerleşmişti. Dünya güzeli bir kız bebek doğurmuştu kadın. Babası ortalıkta yoktu. Ardından kendi çocukları oldu, bir yıl sonra bir tane daha./images/100/0x0/55ea3f32f018fbb8f873c469

2 Mayıs 1992 gecesi, adam önce küçükleri uyuttu, sonra kıza bir masal okudu, üstünü örttü, ışığı söndürdü, bir bira daha içti, biraz televizyon seyretti, üst kata çıktı ve yattı. Kadın eve döndüğünde saat 1.30 olmuştu. Yorgundu, çocukların odasına uğramadan yukarı çıktı, usulca adamın yanına uzandı. Sabah 5 sularında ağlama sesiyle uyandılar. "Oğlanlardan biri kabus gördü herhalde" dedi adam, aşağıya indi, çocukların odasına girdi, ışığı yaktı, kız yatağında yoktu.

İki gün sonra küçüğün cesedini, evin 500 metre kadar uzağındaki derenin kıyısında buldular. Irzına geçilmiş ve boğulmuştu. Kapıda, pencerelerde zorlama yoktu. Polis, genç adamdan kuşkulandı. "Kadının başka bir erkekten olan kızını ortadan kaldırmak istemiş olabilir" dendi. Zaten komşular küçük kıza, kendi çocuklarından daha sert davrandığında hemfikirdi. Olay yerini incelemeye gidenler, kızın yatağının hemen yanındaki pencere camının avuç içi kadar kırık olduğunu fark etmedi ve adam 5 Mayıs 1992 günü tutuklandı.

BÖCEK SOKMASINI DİŞ İZİ SANDI

Üç yıl sonra çıkarıldığı mahkemede savcı, adamın küçük kızı evde öldürdüğünü, cesedini dere kenarına attığını iddia etti. Kriminal laboratuvar, bedenin üzerinden elde edilen semen örneğinin, DNA analizine yetmediğini bildirdi. Otopsiyi yapan bir adli tıp uzmanı, çocuğun vücudundaki izlerin, ısırık izi olabileceğini düşündü ve bir adli diş hekiminin görüşüne başvurdu. "Kesinlikle eminim" dedi mahkemede diş hekimi. "Bu 19 izin tamamı, diş izidir ve beşi, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde, zanlının üst iki dişine uymaktadır". Alt dişlerden hiçbirinin iz bırakmayışını kimse sorgulamadı.

Savunmanın bilirkişisi olarak dinlenen bir başka adli diş hekimi, "Zırvalık bu!" diye isyan etti. "Alt dişler iz bırakmamış, ama üst iki diş bırakmış. Hele deneyin bakalım. Bir et parçasını sadece üst dişlerinizle ısırabilir misiniz?" Derideki lezyonlara insan dişlerinin değil, ırmak kıyısında iki gün bekleyen cesede gelen böceklerin yol açtığını ileri sürdüyse de, kimseyi ikna edemedi. Mahkeme, böcek sokmasını diş izi zanneden diş hekiminin, bağlı bulunduğu meslek odasından çıkartılmasını ve üyesi bulunduğu adli bilimler derneğinin 1995 Şubat’ındaki genel kurul toplantısında istifaya zorlanmasını da göz önüne almadı.

BİR MASUMA İDAM CEZASI

Gerçi adamın pantolonunda birkaç kurumuş kan lekesi, küçük kızın yatağının ayak ucuna asılı elbisede bir dışkı lekesi ve battaniyesinde yine kan lekeleri bulunmuştu ama, hiçbirinde değil DNA, kan grubu bile incelenmedi. Adam suçlu bulundu ve 24 Mart 1995 günü ölüme mahkûm edildi.

Aradan geçen yıllarda, kriminal laboratuvarların olanakları gelişti. Çok küçük miktarlarda vücut sıvılarından, hatta bir tek saç telinden, bir damla tükürükten bile DNA incelenebilir hale geldi. İdam cezasına mahkûm edilenlerin dosyalarını gönüllü gözden geçiren ve aralarında hukuk fakültesi öğrencilerinin de yer aldığı bir avukatlık bürosu, teknolojideki bu yeniliği ileri sürerek, küçük bedenin üzerinden 1992’de elde edilen, ancak miktarı az olduğundan DNA’sı analiz edilemeyen semenin yeniden incelenmesini talep etti. Adalet Bakanlığı itirazı kabul etti. Yasalar uyarınca hálá muhafaza edilen örnek 2001’de yeniden incelendi.

Tahmin edeceğiniz gibi (yoksa size bu öyküyü anlatmazdım!), DNA profili, demir parmaklıklar arkasında ölümü bekleyen adamınkini tutmadı. Savcı, mahkûmun erkek arkadaşlarını ve akrabalarını da inceletti, hiçbirinin profili, kıza saldıranın DNA’sına uymadı. Bakanlık, yeni bir savcı görevlendirdi ve bu yeni delil sayesinde Mississippili Kennedy Brewer, işlemediği bir suç yüzünden cezaevinde 15 yıl, 9 ay, 11 gün kaldıktan ve bunun büyük bir bölümünü ölümü bekleyerek geçirdikten sonra, 15 Şubat 2008’de serbest bırakıldı.

GERÇEK KATİL BULUNUYOR

Aslında küçük kızın ırzına geçilip öldürülmesinden tam 18 ay önce, Mississippi eyaletinin aynı fakir kasabasında, bir başka üç yaşında kız çocuğu, aynı derenin kenarında ölü bulunmuş, ırzına geçilip boğulduğu anlaşılmıştı. Soruşturmayı yürüten aynı polis memuruydu, savcı aynı savcıydı, otopsiyi yapan aynı adli tıp uzmanıydı ve çocuğun sol kolu üzerindeki izlerin yine ısırık izi olduğundan kuşkulanarak aynı adli diş hekiminin görüşüne başvurmuştu.

Mahkemede dinlenen diş hekimi o zaman da, "Kuşku yok" demişti. "Koldaki bu izler diş izi ve zanlının, yani çocuğun annesinin eski erkek arkadaşının üst iki dişine tıpatıp uymaktadır." Erkek arkadaş yargılanmış, diş iziyle suçlu bulunmuş, ırza geçme ve cinayetten ömür boyu hapse mahkûm edilmişti.

Çocuğun üzerinde faile ait herhangi bir biyolojik delil bulunamamış, ayrıca giysilerde kan ya da bir başka sıvının lekesine rastlanmamıştı, bu nedenle karara itiraz edilmesi ve DNA analizi istenmesi mümkün değildi.

16 yıl haksız yere cezaevinde kaldıktan sonra bir şans eseri, az önce okuduğunuz olay sayesinde, masum olduğu ortaya çıktı ve bundan birkaç ay önce, tıpkı Mississippili Kennedy Brewer gibi, Levon Brooks da özgürlüğüne kavuştu. Çünkü, Brewer’in öldürdüğü sanılan ikinci kızın üzerindeki semen lekesinin DNA profili, aynı kasabada yaşayan Justin Albert Johnson’un DNA’sını tutmuş ve o, daha ilk sorgusunda, 18 ay arayla her iki kızı nasıl kaçırıp tecavüz ettiğini, nasıl boğup dere kenarına attığını anlatmıştı.

Binlerce rapor yazdılar, hepsi incelenecek

Çok fakir oldukları için yeterli avukatlık desteği alamayan Mississipili iki zavallı zencinin, Brewer ve Brooks’un adlarını unutabilirsiniz ama, suçsuz oldukları halde birini 15, diğerini 16 yıl demir parmaklıklar ardında tutan polis memuru, savcı ve doktorların adlarını unutmamanızı dilerim. Polis memuru Earnest Eichelberger, halen eyalet polis teşkilatının cinayet masasında görevli. Savcı Forrest Allgood da görev başında. Son yirmi yıldır, Mississippi eyaletindeki otopsilerin dörtte üçünü yapan adli tıp uzmanı Dr. Steven Hayne ile sıklıkla görüşüne başvurduğu diş hekimi Dr. Michael West’in görevlerine, önceki salı günü, yani 5 Ağustos 2008’de son verildi. Önümüzdeki haftadan itibaren, geriye yönelik olarak verdikleri binlerce rapor bir komisyonca incelenecek, kış gelmeden de hakim önüne çıkacakları umuluyor.

Ölüm hücresinden milyonerliğe

29 Aralık 1991 sabahı, Phoenix, Arizona’daki CBS barının sahibi, işyerine gittiğinde erkekler tuvaletine girdi ve hayretler içinde kaldı. Belden aşağısı çıplak garson kız Kim Ancona, bir kan gölünün içinde yerde yatmaktaydı. Birisi, kolsuz, yakasız, kısa ve pamuklu bluzunun üzerinden sol göğsünü ve sırtını ısırmış, tecavüz etmiş ve onu 11 yerinden bıçaklamıştı. Etrafa yayılan kanın grubu "0"dı. Tıpkı genç kadının kan grubu, iki gün sonra tutuklanacak Ray Krone’nin kan grubu ve nüfusun yüzde 43’ün kan grubu gibi. O tarihte, kriminal laboratuvarlarda henüz DNA analizi yapılamıyordu.

Krone, ABD Hava Kuvvetleri’nden ayrılmış bir askerdi. Sicili temizdi, postacılık yaparak geçinmekteydi, Kim Ancona’yı tanıyordu, bir erkek arkadaşıyla birlikte bu bara sıklıkla dart oynamak için gelirdi. Arkadaşı, 28 Aralık gecesi evden çıkmadığını söyledi, tuvaletteki parmak izlerinin hiçbiri Ray Krone’nin parmak izlerini tutmadı, kanlı ayakkabı izleri onun ayaklarından iki numara küçüktü, hiç sahip olmadığı bir ayakkabı markasına aitti, kadının üzerinde bulunan kıllar, mikroskobik olarak onunkilerden farklıydı, ama Dr. Raymond Rawson, ısırık izlerinin diş izlerini tuttuğu yönünde tanıklık etti. Doktor, ülkenin en ünlü adli diş hekimlerinden biriydi, "Diş izlerinin karşılaştırılmasında standartlar" komitesinin başkanıydı ve iyi bir avukat tutmak için evini satmaya razı olmayan Ray Krone, idama mahkum edildiğinde 35 yaşındaydı.

ÜLKE ÜLKE DOLAŞIYOR

Aradan 10 yıl geçti. Ray Krone, Arizona’nın Yuma Cezaevi’nde idam mahkûmu arkadaşlarının teker teker götürüldüğüne tanıklık etti. Avukatlar, kadının üzerindeki bluzun sol göğüs üzerine gelen kısmında tükürük kalmış olabileceğini düşündü, buradan DNA analizi yapılmasını sağladılar ve elde edilen profil, Ray Krone’nin DNA özelliklerini tutmadı. Onunkini tutmadığı bir yana, tükürüğün sahibinin Arizona’nın bir başka cezaevinde, çocuk tacizinden yatan 36 yaşındaki Kenneth Phillips’e ait olduğu anlaşıldı. Krone, 8 Nisan 2002 günü, 10 yıl ve dört ay boyunca suçsuz yere tutulduğu cezaevinden çıktı.

Hapse düşmeden önce, idam cezasının hararetli bir savunucusu olduğu bilinen Ray Krone, aldığı 3.5 milyon dolarlık tazminatın keyfini süreceğine, "Ölüm Hücrelerinden Özgürlüğe" adlı bir sivil toplum örgütünün iletişim sorumlusu olarak çalışıyor, kendisi gibi ölüm cezasına mahkûm edilen ve suçsuzluğu kanıtlanarak serbest bırakılan arkadaşları gibi dünyanın bir yerinden diğerine seyahat ediyor, her konuşmasına "Benim başıma geldiyse, sizin de gelebilir" diye başlıyor ve ölüm cezasının kaldırılmasına uğraşıyor.

DNA’nın gücüne inanan bizler, "Karşılaştırmaya en uygun diş izi, etrafında tükürük bulunandır" deriz. Geçen ay, haklılığımız yeniden kanıtlandı. Krone’nin 10 yılını çalan Dr. Rawson’un, 1984’teki bir başka raporda da yanıldığı ortaya çıktı. Gömleğinin üzerinden sekiz kez ısırılan 64 yaşındaki bir adamı döverek öldüren kişinin Robert Stinson olduğuna, diş izlerini karşılaştırarak karar vermiş ve ömür boyu hapsine neden olmuştu. 10 Temmuz 2008’de, gömleğin üzerindeki tükürüğün DNA sonuçları açıklandı. Profil, başka bir erkeğe ait çıktı. 24 yıldır, hiç bıkmadan masum olduğunu tekrarlayan Stinson’un, önümüzdeki günlerde özgürlüğüne kavuşması bekleniyor.
Yazının Devamını Oku

Karısını öldürdü diye doktoru astılar, masum olduğunu 98 yıl sonra anladılar

10 Ağustos 2008
Vatanından binlerce kilometre ötede "Karımı ben öldürmedim" demişti doktor. "Elbette, günün birinde masum olduğum anlaşılır." Doktor, büyük bir olasılıkla gerçekten masumdu. Karısını öldürmediğine dair ilk kanıtlar, kısa zaman önce ortaya çıktı. "Ne güzel, geç de olsa özgürlüğüne kavuşmuştur" diye sevinmeyin sakın. İngilizler, doktoru asalı 98 yıl oluyor.

"Akşama doktorlara yemeğe davetliyiz" dedi adam, "Üzerine düzgünce bir şeyler giy, biliyorsun karısı pek süslü /images/100/0x0/55eaf60bf018fbb8f8a1e42asepelektir." "Bana ne aldın ki giymemi istiyorsun" diye sitem etti kadın. "Doktor eve her gün ya yeni bir elbise ya da takıyla geliyor." Adam, konuşmamayı tercih etti. Posbıyıklı, tel gözlüklü, orta yaşlı Doktor Hawley Crippen, kendinden on yaş daha genç, cilveli, ufak tefek, esmer güzeli karısı Cora’ya hálá aşıktı. Opera sanatçısı olmayı hayal ederken, "Güzel Elmore" takma adıyla gece kulübünde yarı çıplak sahneye çıkan kadını elinden kaçırmamak için para dökmeyip de ne yapacaktı?

Bayan Martinetti de uzatmadı. "Ah, hediyelerin nedenini bir bilsen!" diye geçirdi içinden ve dilinin ucuna kadar geldiği halde, Cora’ya aşık sanılan doktorun, sekreteri Ethel Leneve’yle metres hayatı yaşadığını kocasına söyleyemedi.

Bay ve Bayan Martinetti, o gece Crippen’lerin evinde pek eğlendi. ABD’den Londra’ya geldiklerinde satın aldıkları ve Cora’nın, "şans getirir" diyerek her bir duvarını pembeye boyadığı, bahçe içindeki evin üst katında yiyip içtiler, sonra alt kata inip iskambil oynadılar. Martinetti’ler gece yarısını az geçe evden ayrıldı. Kocasıyla birlikte bahçe kapısında durup misafirlerinin ardından el sallayan Cora’yı bir daha gören olmadı. Ne Londra’da, ne de dünyanın başka bir yerinde. Günlerden 31 Ocak’tı. Yıl, 1910.

BAŞMÜFETTİŞİN SON GÖREVİ

Yüzlerce cinayeti çözmüştü de, Karındeşen Jack’i bir türlü yakalayamadığından alay konusu olmuştu. Başmüfettiş Walter Drew, Dr. Crippen’in muayenehanesinin zilini çaldığında, kararlıydı. Emekliliğine şunun şurasında birkaç ay kala, Amerikalı doktorun karısı buhar olup havaya karışmış olsa bile bulacaktı. Güzel kadının ortadan kaybolduğu anlaşıldığında, doktor önce "Hastalandı, memlekete döndü" demiş, ardından "Öldü, vasiyeti vardı, yakıldı, külleri savruldu" masalını uydurmuştu. Biraz sıkıştırınca, "Utandım, söyleyemedim. Ölmedi, benimle evlenmeden önceki sevgilisine kaçtı" deyivermişti.

Müfettiş, kadını doktorun öldürdüğünden adı kadar emindi. Bir kere, sevgiliye kaçan kadın, mücevherlerini geride bırakır mıydı hiç? Mart ortalarında doktorun evine taşınan sekreter Ethel Leneve, her gün bir başkasını takarak etrafta dolanıyordu. İkincisi, müfettiş Drew Amerikalı meslektaşlarıyla irtibata geçmişti ve eski sevgilinin kadını 10 yıldır görmediğini öğrenmişti. Müfettiş hem doktoru, hem de sekreteri sorguya çekti, üstelik genişçe bir ekiple evi birkaç defa aradı ama, bir türlü cinayeti kanıtlayacak ipucuna ulaşamadı.

Temmuz başında bir gece, doktorla sekreter evi aniden terk etti. Nereye gittikleri aranadursun, müfettiş evi son bir kez incelemeye, ama bu sefer bahçenin her karışını kazmaya, gerekirse duvarların tuğlasını tek tek sökmeye karar verdi.

PİJAMAYA SARILI BAĞIRSAKLAR

13 Temmuz 1910 günü Crippen’lerin bahçesi köstebek yuvasına dönmüştü. Elde kazma kürek 10 kadar polis bir o yanı, bir bu yanı kazmaktaydı ki, memur Mitchell bodrum katından seslendi. "Burada garip bir koku var şef. Az aşağıya gelir misin?" Başmüfettiş Walter Drew, karanlık ve dar merdivenlerden indiğinde az miktarda kömür, biraz çalı çırpı, paslanmış bir şamdandan başka bir şey göremedi. Çömeldi, cebinden bir çakı çıkartıp döşemeyi kazıdı. "Çabuk" diye bağırdı, "Bahçeden bir kürek al gel, sanırım bunlar et parçası."

Müfettişin, kömürlüğün tabanında neleri bulduğunu, bunları incelemek üzere aynı gün teslim alan, St. Mary Hastanesi’nin adli patoloğu Dr. Bernard Spilsbury’nin notlarından okuyalım: "Etiketinde Jones Bros., Holloway yazılı erkek piyama ceketi içinde kalp, karaciğer, böbrek ve bağırsaklar. Üç adet büyükçe deri parçası ve bunlara yapışık vaziyette yağ ve kas dokusu. Üzerinde 10 santim uzunluğunda eski ameliyat izi görünen, karın bölgesine ait deri parçası. Cinsiyet tayini olanaksız. 200 miligram hiyosin. Demir bigudiye dolanmış 15 santim uzunluğunda bir tutam köklü saç."

Anlayacağınız, kafası, kolu bacağı, küçük büyük hiçbir kemiği bulunmayan, cinsel organları olmadığından kadın mıdır, erkek midir anlaşılamayan, insan kalıntılarıydı bunlar. Dr. Spilsbury’nin, üzerinde boydan boya pembe bir çizik görünen deri parçası hakkındaki raporu, onu öylesine yıldızlaştıracaktı ki, dünya adli bilimler tarihinin gelmiş geçmiş en etkili bilirkişisi olarak çıkacağı tahttan, onu ancak 40 yıl sonraki ölümü indirebilecekti.

OĞLANIN SESİ PEK İNCE

31 Temmuz 1910 günü, bir kılavuz teknesi, Kanada’nın Quebec limanına henüz girmiş SS Montrose transatlantik gemisine yanaştı. Kaptan ve üç subay gemiye bindi ve doğru kaptan köşküne gitti. Tanınmamak için bıyıklarını tıraş etmiş Dr. Crippen ile erkek elbiseleri içinde, saçlarını kısacık kestirmiş sevgilisi Ethel Leneve, onları bekliyordu. Kılavuz’un kaptanı "Merhaba" dedi elini uzatarak, "Scotland Yard’dan Walter Drew. Her ikinizi, Bayan Cora Crippen’i zehirleyerek öldürmek ve delilleri yok etmekten tutukluyorum."

O yıllarda Kanada, henüz bir İngiliz dominyonuydu ve Drew, İngiliz İmparatorluğu’nun topraklarında görev yapmaktaydı. Amerikan vatandaşı Dr. Crippen ile sevgilisi, Kanada’ya değil de, ABD’ye giden bir gemiye binmiş olsalardı, müfettişin doktoru Londra’ya geri götürmesi ve yargıç karşısına çıkartması pek kolay olmazdı.

Tabii, bir de Montrose gemisinin kaptanı Henry George Kendall’in dikkati var ki, her babayiğidin harcı değil. Kömürlükte insan parçalarının bulunduğunu bir gazetede okumuş, doktorla sevgilisinin sırra kadem bastığını öğrenmişti. Gemi yolcuları arasındaki orta yaşlı, ufak tefek, gözlüklü adamın, "oğlum" diye tanıttığı gencin sesi pek inceydi.

Kaptan, bir suçlunun yakalanmasında işe yarayan ilk telsiz telgrafı çekerek tarihe geçti. "Kömürlük katili Crippen ile suç ortağı gemide olabilir." Dr. Crippen’le sekreter, 3. sınıfta yolculuk etseydi eğer, büyük bir olasılıkla kaptanın dikkatini çekmeyecekti. Öte yandan telgrafı alan müfettiş Drew, SS Montrose’dan daha hızlı giden SS Laurentic’e binemeseydi, Quebec limanına Dr. Crippen’den iki gün önce varamayacak ve onları elinden kaçıracaktı.

APANDİSİT AMELİYATI İZİ Mİ ÖLÜM SONRASI KATLANMA MI

İnsan kalıntıları doktorun karısına mı aitti, yoksa başkasına mı? Londra’nın Old Bailey Mahkemesi’nde beş gün boyunca bu sorunun cevabı arandı. Londra Üniversitesi’nden Prof. Augustus J. Pepper, ölümün 4-8 ay önce gerçekleştiğini, yaş ve cinsiyetin belirlenemediğini bildirdi. Dr. Bernard Spilsbury’ye göre, parçaların Bayan Cora’ya ait olduğu kesindi. Çünkü karın bölgesine ait deri parçasının üzerindeki uzun pembe iz, iyileşmiş eski bir yara iziydi ve Bayan Cora yıllar önce apandisit ameliyatı olmuştu.

Savunmanın bilirkişileri, iki patoloji profesörü, Dr. Turnbull ve Dr. Wall, apandisit ameliyatından kaynaklandığı sanılan izin, aslında "postmortem bir artifakt" olduğunu, yani ölüm sonrasında derinin katlanmasıyla oluştuğunu ileri sürdü. Kimseyi ikna edememiş olmalılar ki, Savcı Travers Humphreys’in "Dr. Crippen, karısını hiyosin adlı zehirle öldürdükten sonra, büyük bir ustalıkla ayırdığı kol ve bacaklarını mutfak fırınında yakmış, organlarını banyoya doldurduğu asitte eritmiş, kafasını da bir çantaya koyup denize atmıştır" senaryosu kabul gördü.

Dr. Crippen, hiyosini hastalarının tedavisinde kullandığını, ancak sır saklama zorunluluğu yüzünden adlarını veremeyeceğini söyledi. Jüri, 27 dakika tartıştıktan sonra doktoru suçlu buldu. Temyiz başvurusu sonuçsuz kalan Dr. Crippen, 28 Kasım 1910 günü, Londra’nın Pentonville Cezaevi’nde, asıl mesleği berberlik, ikinci işi cellatlık olan John Ellis’in kurduğu darağacında can verdi. Son sözleri "Karımı öldürmedim" oldu, "Elbette günün birinde ortaya çıkar."

Cora’nın başı ve kemikleri hiçbir zaman bulunamadı. Müfettiş Drew, doktorun asılmasından üç hafta önce emekliye ayrıldı. Yazdığı "Crippen’i Nasıl Yakaladım" adlı kitap uzun süre "en çok satanlar" listesinde kaldı.

25 bin otopsi yaptı, 50 kişiyi darağacına gönderdi

Dr. Crippen’i bir tek mikroskop preparatıyla darağacına gönderen Dr. Bernard Spilsbury, yaşamı boyunca 25 bin otopsi yaptı, "Sir" unvanıyla onurlandırıldı, bilirkişiliğiyle en az 50 kişinin asılmasına neden oldu. Oğullarından doktor olanını II. Dünya Savaşı’nda, diğerini veremden kaybedince kendine gelemedi. 17 Aralık 1947 günü laboratuvarına girdi, kapıyı içeriden kilitledi ve havagazını açtı.

Deri parçası erkeğe ait

Amerikalı doktor Crippen’in idamından yaklaşık 50 yıl sonra, adli tıp uzmanı Prof. Dr. Francis Camps, çalıştığı Londra Kraliyet Hastanesi’nin histopatoloji arşivine indi. Artık hayatta olmayan meslektaşı Sir Bernard Spilsbury’nin hazırladığı preparatlardan birini alarak odasına döndü, mikroskoba yerleştirdi ve uzun uzun inceledi. "Bu, geçirilmiş bir apandisit ameliyatının izi değil" dedi. "Postmortem artifakt."

Aradan bir 50 yıl daha geçti. Bu kez ünlü toksikoloji uzmanı profesör John Trestrail, Dr. Crippen’in karısını hiyosin (diğer adıyla skopolamin) ile zehirleyip zehirlemediğinin peşine düştü. Gerçi inceleyecek materyal bulamadı ama, bu arada, aklına parlak bir fikir geldi. "Londra Hastanesi arşivindeki preparattan DNA analizi yapılsa, derinin kime olduğu anlaşılamaz mı?" diye düşündü. Şecereci (soy izleme uzmanı) Beth Wills’den, Cora Crippen’in varsa, yaşamakta olan kadın akrabalarını bulmasını istedi. Wills, beş yıl boyunca, doğum, evlilik, nüfus sayımı ve göçmenlik kayıtlarını araştırdıktan sonra mutlu haberi verdi: "Cora’nın çocuğu olmamış ama, ana bir, baba başka bir kız kardeşi varmış. Bu kız kardeşin kızının kızları hayatta." Bundan iyisi olamazdı. Deri parçası Cora’ya aitse, mitokondriyal DNA’sı bu kızlarınkiyle örtüşmeliydi.

Michigan Eyalet Üniversitesi Adli Bilimler Enstitüsü müdürü David Foran ile Carrie Jackson, kızların mtDNA’sını, üzeri pembe çizgili deri preparattan elde ettikleri mtDNA ile karşılaştırdı ve hiçbir uyum bulamadı. 2008 Temmuz’unda, aynı araştırıcı ekipten şok edici bir açıklama daha geldi: "Deri parçası ne Cora Crippen’e, ne de başka bir kadına ait."

"Karımı öldürmedim, elbet günün birinde gerçek ortaya çıkar" diyen, ancak karısını zehirleyip paramparça ettiği sanılan doktorun suçsuzluğunu kanıtlamak 98 yıl sürmüştü.


Mektubu cebine koydu hiç sesini çıkarmadı

27 Kasım 1910 günü, Pentonville Cezaevi müdürü Mytton-Davies’e, "Ben ölmedim, Amerika’dayım. Sağlığım da yerinde" yazılı bir mektubun verildiği, onun da mektubu içişleri bakanına teslim ettiği ileri sürülüyor. Ne kadar doğrudur bilmem ama, mektup Chicago’dan postalanmış, Cora Crippen imzasını taşıyormuş. Dr. Crippen ertesi gün, 28 Kasım’da idam edildi. Mektubu cebine koyan ve hiç sesini çıkartmayan bakan ise tanıdık bir isim: Winston Churchill.
Yazının Devamını Oku

Abartıyorlar sanmıştım, meğer CSI Konya gerçekmiş

3 Ağustos 2008
"29 Temmuz’da Konya’ya giderim" diye planlamıştım. "Hürriyet Hakkımızdır, Tren Özgürlüktür sayesinde hem vatandaşlarla sohbet eder, bilimsel delillerin hak aramadaki önemini anlatırım, hem de şu "CSI Konya" diyerek göklere çıkartılan polislerle yüz yüze konuşurum." Gazetedeki hesap, çarşıya uymadı. Vatandaşlarla sohbet edemedim. Çünkü Konya’da geçirdiğim 14 saatte -iki kez ellerimi yıkadığım dakikalar dışında- hep polislerle birlikteydim. Sordum, anlattılar, sordular, anlattım ve kararımı verdim. Konya, suçla mücadele ve suç aydınlatma teorilerinin pratiğe dönüştüğü bir laboratuvardır.

Masaüstü bilgisayarımdaki "powerpoint" sunumunu taşınabilir bir ortama kaydedemeden elektrikler kesilmiş ve yeniden gelmesi için güneşin doğuşunu beklemek zorunda kalmıştım. Sabahın beşinde, Atatürk Havalimanı’na doğru otomobil kullanırken "Uçakta kestiririm" diye düşünüyordum. Mümkün olmadı. Yanımda oturan, Dalaman’a gelin gitmiş genç öğretmenle konuşmayı, onu yeniden çalışmaya ikna etmeyi ve ara sıra çocuklarından küçüğünü oyalamayı tercih ettim.

Konya polisi hakkında çok şey okumuş olduğunuzu tahmin ediyorum. En azından, cinayetleri aydınlatmadaki başarıları yüzünden "CSI Konya" diye adlandırıldıklarını duymuşsunuzdur. Gülden Aydın’ın kaleme aldığı, Levent Arslan’ın fotoğrafladığı, CSI Konya başlıklı haberin 2006 aralık ayında Hürriyet Pazar’da yayınlanmasından önce, onları ünlü Amerikan TV dizisinin kahramanlarına benzeten olmuş mudur hatırlamıyorum, ancak daha sonrasında, gerek yazılı, gerekse görsel basında pek çok kez bu şekilde anıldılar.

Yolculuk öncesinde, Konya Emniyet Teşkilatı’yla ilgili basında yer almış haberleri yeniden gözden geçirdim. Önemlice bir bölümü, 2004’te göreve gelen bir ekibin faili meçhul cinayet bırakmadığı, geçmiş yıllara ait dosyaları tozlu raflardan indirerek yeniden araştırdığı, katilleri teker teker bulduğu dile getirmekteydi. Hemen hepsinde üç isim öne çıkartılıyordu. İl Emniyet Müdürü Salih Tuzcu, Asayiş Şube Müdürü Ercan Taştekin ve Cinayet Büro Amiri Ertuğrul Güler. Onları tanımak, deneyimlerini paylaşmak ilginç olacaktı. Teşkilatta görevli 400 kadar polis memuruna, bilimsel delillerin suçları aydınlatmadaki önemini aktarabilmek beni heyecanlandırıyordu. Konya’da cinayetlerin azaldığı, suçların önlendiği söyleniyordu. Bunu nasıl başardıklarını anlamak, başka kentler ve ülkelerdeki uygulamalarla karşılaştırmak istiyordum. Kısacası, Konya’dan öğrenecek çok şey vardı.

KAHVALTIDA BEYİN FIRTINASI

Konya’da şaşırmaya, Polisevi Müdürü Yunus Aydın’ın bir emniyet müdürü olduğunu öğrenmekle başladım. Olağanüstü disiplin ve titizliği, içten misafirperverliği, polisevinin her personelinde tekrarlanıyordu. Konya polisinin ilk liderini tanıyor, ilk takım oyununa tanık oluyordum. Gün boyu sayısız lider tanıdım, sayısız takım oyunu gördüm. Kanımca, Konya başarısının en temel özelliklerinden biri bu.

Bahçeye kurulmuş kahvaltı sofrasında, 8-10 kişiydiler. Emniyet müdür yardımcıları, şube müdürleri ve büro amirleriydi. Her şeyi öğrenmek istiyorlardı, dünyayı merak ediyorlardı. Biri soruyor, daha cevabımı bitirmeden, bir diğeri söz alıyordu. Gözlerinin içi gülüyordu. Şakalaşıyorlardı. Birbirlerini sevip saydıkları belliydi. Hani "Biz büyük bir aileyiz" denir ya. Genellikle lafta kalır. Onlar, birbirlerine kardeş kadar yakındılar. Başarılarının bir diğer sırrı da bu. Asayiş Şube Müdürü Ercan Taştekin’le bilgilerimizi paylaşmaya, işte bu sofrada başladık ve inanmayacaksınız ama, tam 13 saat kesintisiz biçimde sürdürdük.

FİLM SENARYOSU BİLE YAZDIK

Polisevi’nin konferans salonu büyük, düzenli ve pırıl pırıldı. Kadınlı erkekli 400 kadar polis memurunun oluşturduğu mavi denizin arasından geçerek bana ayrılan yere oturdum. Ön sıralardaki jandarma subaylarını görünce sevindim. Benzeri toplantılardaki gibi önce özgeçmişim okundu, sonra Emniyet Müdür Yardımcısı Kenan Özgür’ün elinden bir teşekkür plaketi aldım ve "Her şeyin hızla değiştiği bir çağda yaşıyoruz. Dünya değişiyor, Türkiye değişiyor, failler, mağdurlar, olay yerleri, suç tipleri ve yasalar değişiyor" diyerek, slaytlar eşliğinde konuşmaya başladım.

Resmi suç istatistiklerinin, adam öldürme dışında, gerçeği yansıtmadığını, "kara sayıları", görgü tanıklığı ve ikrarın yarattığı sakıncaları, suçu önlemenin, suç aydınlatmaya oranla ne kadar daha ucuz olduğunu açıkladım. Suçluyu yakalamada DNA delillerinin nasıl kullanıldığını, Konya’dan, Türkiye’nin diğer kentlerinden ve dünyadan örnekler vererek aktarmaya çalıştım. Hatta, birlikte bir polisiye dizi film senaryosu bile geliştirdik. Filmin sonunu, DNA bankası bulunan ve Türkiye gibi henüz bir bankası bulunmayan ülkelere göre değiştirdik.

Bitirirken, delillerin kaybolmaması için alacakları bazı önlemlerden söz ettim. Ben anlatmaktan çok keyif aldım. Umarım, onlar da almıştır. Öğlen olmuştu. Yorgun ve açtım. "Biraz dinlenirim" diye umutlanıyordum. Ne mümkün. Polisevi bahçesindeki sofra bizi bekliyordu. Biri soruyor, daha sözümü bitirmeden bir diğeri, bu kez kendi alanıyla ilgili bir şey soruyordu. Ben dayanamayıp başka şeyler soruyordum, onlar heyecanla anlatıyordu. Bu kez, "Ne yedin, ne içtin?" diye sorabilirsiniz. Etli ekmeğin lezzetini unutmak ne mümkün.

Yeni teknolojileri kullanmak istiyorlar

Konya emniyet mensupları öylesine heyecanlıydı ki, "Bırakın da soluklanayım. Az sonra sunumum var" demeye dilim varmıyordu. Salı sabahı kahvaltıda "Ne yiyip ne içtin?" diye sormayın sakın. Bunları hatırlamıyorum, ama hatırladığım daha önemli şeyler var: Konya polisi çağı yakalamak istiyordu, mesleklerindeki gelişmelere meraklı, bilime saygılıydı. Yeni teknolojilere sahip olmak, yeni suç önleme tekniklerini uygulamayı arzuluyordu ve istisnasız hepsinin hedefi aynıydı: "Mutlaka başaracağız."

Biz de Hürriyet trenindeydik

Söz verdiğim gibi saat 14:00’te gardaydım. Etrafta "vatandaş" göremediğimden, planlanan sohbetimi gerçekleştiremedim. Bana eşlik eden asayiş ve çocuk şube müdürleriyle birlikte Hürriyet Kurumsal İletişim Direktörü ve Proje Yöneticisi Temuçin Tüzecan, Hürriyet Treni Proje Görevlisi Emel Armutçu ve Hürriyet Aile İçi Şiddete Son Kampanya Koordinatörü Neşe Hacısalihoğlu ile 15-20 dakika sohbet ettik. Ardından, bir vagonda, Konya /images/100/0x0/55eac381f018fbb8f8952d12emniyetinin 11 üst düzey yetkilisiyle kapalı bir çalıştay gerçekleştirdim. Karşılaşılan sorunlara birlikte çözüm aradık.

Neşe Hacısalihoğlu, saat 16:00’dan itibaren aynı vagonda, Meram, Karatay, Selçuklu ilçe emniyet müdürleri ve bu birimlerde çalışan görevlilerle Dutlukır Polis Merkezi görevlilerine, toplam 22 emniyet mensubuna, Aile İçi Şiddete Son Kampanyası çerçevesinde etkinliklerini, bir "powerpoint" sunumu eşliğinde anlattı. Konya polisinin, kadın ve çocuk mağdurların korunması noktasında neler yaptığını öğrendi. Bu toplantıya ben de katıldım. Konya’nın bir laboratuvar olduğunu, her türlü yeniliğe açık olduklarını, motivasyonlarının yüksekliğini, gelecekte planlanan çalışmalarında, Konya polisinin bu niteliklerini değerlendirmelerini tavsiye ettim. Ardından, trenin önünde bir fotoğraf daha çektirdik ve gardan ayrıldık.

Saat 17:20’de, Konya İl Emniyet Müdürü Salih Tuzcu’yu makamında ziyaret ettik. Çocuk pornografisinden, pedofilinin hastalık oluşundan ve daha birçok konudan söz ettik. Konya polis teşkilatının büyük ve mutlu bir aileye dönüşmesinin sırrını, onu tanıyınca çözdüm.

Emniyet mensupları için emeklilik yaşı 60. Salih Tuzcu, çok yakında emekliye ayrılacak. Dinlenmekten, bahçeyle uğraşmaktan bahsetti. Emniyet teşkilatının buna izin vereceğini hiç sanmam. Deneyimleri ve liderlik biçiminden mutlaka yararlanacaktır. Hele, Konya’daki Kabahatler Kanunu uygulamasındaki bilgi birikimini, eminim değerlendirecektir.

DNA ANALİZLERİ PAHALI DEĞİL

Saat 18:30’da, yeniden Polisevi’ndeydik. "Yemeğe kadar biraz dinlenirim herhalde" diye düşünmüştüm, ama nafile. Ercan Müdür beni, dört bir yanı koltuklarla çevrili büyük bir salona yönlendirdi. Olay Yeri İnceleme Şube Müdürü Salih Baydar ve ekibiyle değişik suç tiplerinde delil toplama tekniklerini, DNA bankasının önemini ve daha pek çok şeyi tartıştık. Kendilerine, bir DNA analizinin 1000 YTL’ye mal olduğunu söyleyen olmuş. Bunun kesinlikle doğru olmadığını, ne kadar çok DNA analizi yapılırsa maliyetin o denli düştüğünü, hatta tam otomasyonda bir analizin 50 YTL’ye kadar indirilebildiğini anlatmaya çalıştım.

DNA’nın bedenin her noktasında aynı olduğunu, olay yerinde ya da mağdur üzerinde bulunan biyolojik delille karşılaştırmak için, şüphelinin yanak içinden, ucu pamuklu çubukla sürüntü almanın yettiğini, kan almaya gerek olmadığını tekrar tekrar anlattım. At hırsızlığı ve dana karışması gibi savcılığa yansıyan olayları Selçuk Üniversitesi’nin DNA analizi yaparak çözdüğünü, üniversiteyle işbirliği yapmalarını, en kısa zamanda kendi DNA laboratuvarlarını kurmalarını tavsiye ettim.

SON YEMEK VE SON BAKIŞ

Akşam yemeğini yine o güzelim bahçede yedik. Ercan Taştekin’in Konyalı olduğunu öğrendim. "İşte" dedim, kendi kendime "Başarılarının bir nedeni de bu." İleri ülkeler polislerini, içinden çıktıkları çevrelerde görevlendirmeyi tercih eder. Olabildiğince iş konuşmamaya çalıştık. O sırada Emel Armutçu beni telefonla aradı. Ercan Müdür’le konuşmak istedi. Hürriyet treninin programında bir konser vardı ve yeri, Konya’daki en büyük caminin yanıydı. O gece kandildi. Kaygıyla müdüre baktım. "Merak etme" dedi. "Burada hiç bir şey olmaz." "Olmaz", dedi ama, önlemleri birkaç katına çıkartmayı ve konser dağılıncaya dek, on dakikada bir telefonla bilgi almayı ihmal etmedi.

22:10’da, uçağın kapısından içeriye adımımı atmadan arkama baktım. Çok uzakta, alanın ışıklarının aydınlattığı deniz mavisi üniformalarıyla onları son bir kez gördüm. Elimi salladım. Hemen karşılık verdiler. "Demek, gözlerini benden ayırmamışlar" diye düşündüm. Teşekkürler Konya CSI, iyi ki varsınız.

Polislerin cebindeki kırmızı kitap

Bildiğiniz gibi 1 Haziran 2005’te yürürlüğe giren Kabahatler Kanunu, kabahatleri suç olmaktan ve ceza kanunları kapsamından çıkartmış, dilencilik, sarhoşluk, gürültü yapma gibi fiilleri işleyenlere idari yaptırımlar getirmiş ve uygulanmasından sorumlu tutulacakların başında kolluk birimlerini saymıştır. Bu nedenle Konya’da her polis memurunun cebinde kırmızı kaplı, üzerinde Türk bayrağı bulunan bir kitapçık var: "Kabahatler Kanunu’nun Uygulanması El Kitabı."

Uygulamayı yerinde inceleyecek fırsatım olmadı. "Sıfır tolerans" modeli olduğunu söylediler. Bana göre Konya polisinin, New York Belediye Başkanı Rudolph Giuliani döneminde orada uygulanan "sıfır tolerans" ile uzak yakın ilgisi yok.

New York polis müdürü Howard Safir’in kurduğu "Sokak Suçları Birimi"nin üniformasız ve genç polisleri, metroda geceleyen, dilenen, kumar oynayan, içki içen, laf atan ve sarkıntılık edenlerin üstünü arıyor, tutukluyor, geçmişlerini, yakınlarını araştırıyor ve azınlıkları, zencileri, fakirleri, evsizleri hedefliyordu. Günün birinde 23 yaşındaki göçmen Amadou Bailo Diallo’yu, peşinde oldukları bir seri katile benzettiler, silah çektiğini sandılar ve 41 el ateş ettiler. New York kenti, Diallo’nun annesine 3 milyon dolar tazminat ödedi. Bir sonraki başkan Michael Bloomberg’in ilk icraatı, Giuliani’nin Sokak Suçları Birimi’ni lağvetmek ve "sıfır tolerans" politikasını terk etmek oldu. New York’ta suç, azalmaya devam etti.
Yazının Devamını Oku