Sevil Atasoy

Bazıları dopingli olacak ama asla bilemeyeceğiz

27 Temmuz 2008
Pekin Olimpiyatları’na, şunun şurasında günler kaldı. Finale kalacaklar ile madalya kazananacakların bir çoğunun dopingli olacağından kuşku duyanların sayısı giderek artıyor. Neden mi? Çünkü, testosteron ve EPO dopingi her zaman bulunamıyor. Gen dopingini ise ne siz sorun, ne ben söyleyeyim. Bir kaç hafta önce, Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin önerileri doğrultusunda yürütmekte olduğumuz bir proje çerçevesinde, farklı spor dallarının antrenörleriyle gerçekleştirdiğimiz bir sohbet toplantısında, konumuz olmamasına rağmen, doping gündeme geldi.

Antrenörlerden biri, "Bilimde ileri olan ülkelerin sporcuları, henüz doping taramalarında aranmayan maddelerle doping yapıyor ama anlaşılmıyor, kabak bizim başımıza patlıyor" diyecek oldu. Diğerleri bu görüşe katıldı ve ben, bütün gayretlerime rağmen, onların bu yargısını kıramadım. Moral bozmamak için, o toplantıda dile getirmedim ama, haksız da sayılmazlar. Sadece doping listesinde olmayanların değil, olanların bile saptanmasında ciddi sorunlar var.

GENİ FARKLI OLAN YAKALANMIYOR

Dünya Anti Doping Ajası WADA’nın istatistiklerine göre, doping kontrollerinde alınan idrar örneklerinden pozitif sonuç verenlerin yüzde 43’ünde, testosteron bulunuyor. Bu veri, testosteronun ne denli sık kullanılan bir doping maddesi olduğunun kanıtı. Kısa bir süre önce İsveç’ten gelen bir haber, aslında testosteron kullananların çok daha fazla olduğunu ve kontrollerde yakalanamadıklarını ortaya çıkarttı.

Karolinska Enstitüsü’ndeki araştırmaya katılan 55 erkeğin tamamı çok sağlıklıydı ve bilim uğruna denek olmayı kabul etmişlerdi. Hepsine aynı miktarda testosteron hormonu enjekte edildi ve 15 gün boyunca hepsinin idrarı alınarak, testosteron dopingi kontrollerinde uygulanan standart yöntemle incelendi. Sonuçlar beklendiği gibi çıktı. Daha doğrusu, çıktı "sayılır". Çünkü 33’ünün idrarından, bedenlerine testosteron enjekte edildiği anlaşılıyordu da, 17’si "temiz"di. Daha önce hiç bilinmeyen bir durumdu bu ve keşfedilen bir kalıtımsal özelliğin sonucuydu. Bu 17 erkeğin kasları, testosteron hormonuna yanıt veriyor ve gelişiyordu ama, testosteronu idrarda çözünen şekle dönüştüren genleri eksikti.

Moleküler genetikçi Jenny Jakobsson Schulze’ye göre sarı ırkın her üç erkeğinden ikisinde, beyaz ırkın her on erkeğinden birinde, böylesi bir eksiklik gözleniyor. Diğer topluluklarla ilgili henüz bir bilgi yok. Ayrıca kadınlarla erkekler arasında bir fark olup olmadığı da bilinmiyor.

Bu bulgu, dopingle mücadele açısından bir kabus. Çünkü, testosteronu idrarda çözebilecek şekle dönüştüren gene sahip olmayan sporcular testosteron kullanırsa, halen yapılmakta olan testle dopingi saptamak mümkün değil.

Bunun da bir çözümü var elbette. Sporcuların DNA’sını inceleyerek, bu gen kusurunu taşıyıp taşımadığına bakmak. Şimdilik WADA, DNA düzeyindeki araştırmalara, etik kaygılarını öne sürerek sıcak bakmıyor. Zaten baksa da, şu anda bir işe yaramaz, çünkü Pekin Olimpiyatları’na pek bir şey kalmadı.

Testosteron kullandığı halde, doping kontrollerinde yakalanmayanlar, bu tür bir kalıtımsal özellik taşıdıklarını tesadüfen fark ederek testosteron kullanmayı sürdürebilirler. İnsanın aklına ister istemez daha kötü bir senaryo geliyor. Acaba, sporcuların DNA’sını inceledikten sonra, "Sen testosteron kullanma, yakalanırsın, ama sen kullanabilirsin." diye akıl verenler var mı?

UTANÇ TURU SÜRÜYOR

Eritropoietin, ya da kısaca EPO, böbreklerce sentezlenen ve kemik iliğinin daha fazla alyuvarlar yapmasını sağlayan bir hormondur. Dışarıdan EPO alınırsa, alyuvarların sayısı, dolayısıyla dokulara taşınan oksijen miktarı artar. Oksijen demek, enerji ve dayanıklılık demektir, bu nedenle EPO kullanmak dopinge girer ve WADA tarafından akredite laboratuvarlara gönderilen idrar örneklerinde mutlaka aranır.

EPO ile doping yapıldığı ilk kez 1998’de, bir rastlantı eseri ortaya çıkmıştı. Fransız gümrükçüler, Belçika’ya geçmekte olan Festina bisiklet takımının fizyoterapisti Willy Voet’un bagajını açtırmasaydı eğer, otomobilinde taşıdığı büyüme hormonu, testosteron, uyuşturucu madde, amfetamin ve sayısız enjektörle birlikte EPO bulunmayacak ve bunun dopingte kullanıldığını kim bilir ne zaman öğrenecektik.

Dünyanın en büyük spor organizasyonlarından Uluslararası Fransa Bisiklet Turu, yıllar içinde, EPO kullananlar yüzünden bir Utanç Turu’na dönüştü. 95’incisi 5 Temmuz’da başlayan ve 180 bisikletçinin 3 hafta boyunca 3 bin 500 kilometreden fazla pedal çevireceği turda, önce iki İspanyol bisikletçide, Moises Duenas Nevado and Manuel Beltran’da, ardından 22 yaşındaki İtalyan Riccardo Ricco’da EPO bulundu. EPO’nun sadece bisiklet, atletizm, kayak krosu gibi dayanıklılık gerektiren spor dallarında yarışan sporcular tarafından kullanıldığını sanmak yanlış olur. Örneğin geçtiğimiz aylarda, Almanların milli bilardocusu Axel Buescher’in de EPO kullandığına tanık olduk.

EPO DOPİNGİ ATLANIYOR

26 Haziran 2008 günü, Journal of Applied Physiology’de (Uygulamalı Fizyoloji Dergisi) yayınlanan, ancak sonuçlarını mayıstan bu yana bildiğimiz bir araştırma var.

Yaş ortalaması 23 olan 8 sağlıklı erkek, 7 hafta süreyle, Kopenhag Kas Araştırmaları Merkezi’nin araştırmasına katılıyorlar. Bu kişilere, ilk iki hafta boyunca her gün, ardından birer hafta aralıklarla, iki kez daha EPO iğnesi yapılıyor. Bu erkeklerden deney öncesinden başlamak üzere, 49 gün boyunca biyolojik örnek alınıyor ve idrarları WADA tarafından akredite iki laboratuvara gönderiliyor.

Adları gizlenen bu laboratuvarlardan "A" diye tanımlananı, her gün EPO iğnesi yapılan dönemde, bütün deneklerin EPO kullandığını saptadığı halde, "B" laboratuvarı bir örneğe "negatif", kalanlarına "şüpheli" sonucu veriyor. Kısacası, deneklerden bir tekine bile EPO iğnesi yapıldığını anlayamıyor.

Araştırmanın, haftada bir kez EPO yapılan ikinci döneminde alınan idrar örneklerinde ise, ne "A" ne B" laboratuvarı, deneklerin tamamında EPO bulabiliyor. Üstelik "A" nın şüpheli dediğine, "B" negatif, "B" laboratuvarının pozitif dediğine, diğeri "negatif" sonucu veriyor.

Carsten Lundby ve arkadaşlarının bu araştırması, spor dünyasına bomba gibi düştü. Çünkü, akredite laboratuvarlar arasındaki kalite farkını ve çelişkili sonuçlar elde ettiklerini ortaya çıkartması bir yana, laboratuvarların EPO dopingi yapmış kişileri her zaman saptayamadığını kanıtladı.

Testosteron’un her zaman bulunamadığını gösteren araştırmaya, bir de EPO analizlerinde yaşanan bu kargaşa eklenince, Pekin Olimpiyatları’ndaki madalyalara duyulacak kuşkuyu hayal bile edemiyorum.

GEN DOPİNGİNE BİR İKİ

Çin’de bir hastanede, iki Çinli doktor ve Amerikalı bir yüzme antrenörü konuşuyor. "Kür, iki hafta sürer. Damardan dört kez kök hücre verilmesi uygun olur. Her seferinde 40 milyon hücre enjekte ederiz. İki katına da çıkılabilir. Ne kadar fazla olursa, performansı o kadar yükselir. Henüz sporcularda denemedik ama, hayati bir aksilik olmaz. Bedeli 24 bin dolar. Bizde büyüme hormonu tedavisi de var. Ancak dikkatli olmanız gerekir, çünkü büyüme hormonu doping listesinde". Doktorlar, antrenöre hastaneyi gezdiriyor, uygulamanın yapılacağı odayı gösteriyorlar.

Geçtiğimiz hafta, kendisini yüzme antrenörü olarak tanıtan bir Alman gazetecinin, Çinli doktorlarla giriştiği gen dopingi pazarlığının gizli kamera görüntüleri, Alman ARD televizyonunda yayınlandı.

Çin’in ev sahipliğinde gerçekleşecek olimpiyatlara az kala, şok edici sahneleri izleyen Uluslararası Anti-Doping Ajansı (WADA) Genel Müdürü David Howman, "En kötü tahminimden de daha kötü" demek zorunda kaldı. "Şu anda gen dopingi yapıyor olmaları ve pek yakında başlayacak muhteşem olayda da gen dopinginin yapılabilecek olması çok kaygı verici. Bundan hep korkmuş, ancak hekimlerin bu tür davranışlara yönelmeyeceğini ummuştuk. Meğer yanılmışız."

Kas kitlesini birkaç günde dört katına çıkaran tedaviye hücum

Dr. Se-Jin Lee, Baltimore’daki Johns Hopkins Üniversitesi’nde çalışan bir gen tedavisi uzmanı. AIDS, kanser gibi hastalıklarda görülen kas erimesini tedavi etmek amacıyla araştırmalar yapıyor. Farelere enjekte ettiği ve myostatin adını verdiği bir maddenin, kas kitlesini bir kaç günde dört katına çıkarttığını yayınladığı andan itibaren, myostatin’i denemek isteyen antrenör ve sporcuların e-posta bombardımanı ile karşılaşmış.

Se-Jin Lee’nin kas hastalıklarını tedavi amacıyla yürüttüğü araştırmanın, kısa zamanda doping amacıyla deneneceği muhakkak. Köln’deki Alman Spor Yüksek Okulu’nda görevli gen tedavisi uzmanı Patrick Diel, bir süre önce konuyu Alman Parlamentosu’nun gündemine taşıdı. Diel, Çinli bilim adamlarının Se-Jin Lee’nin tedavide kullandığı maddenin tablet halinde de işe yaradığını keşfetmiş olduklarını iddia ediyor. Bu durumda, doping için iğne olmaya bile gerek yok.

Torontolu spor doktoru Mauro di Pasquale ise, antrenörlerle yaptığı görüşmelere dayanarak, şimdiye değin çok sayıda profesyonel atletin yanı sıra olimpik düzeyde elit atletin de Çin’e giderek, üniversite hastanelerinde, özel kliniklerde gen dopingi yaptırdığını ileri sürüyor.

Gen dopingini en az iki yıl sonra saptayabilecekler

WADA’nın tanımlamasına göre gen dopingi, tedavi amacını taşımayan ve performans arttırmaya yönelik olarak, insan organizmasına yabancı genlerin sokulması ya da kişinin kendi genlerinin değişikliğe uğratılmasıdır. Genlerin çalışma şekli, çok basit kimyasallarla bile değişikliğe uğratılabilir. Bu nedenle, "gen dopingi" çerçevesi çok geniş bir kavram ve moleküler genetik ve eczacılıkla ilgili araştırmaların doğal bir sonucu olarak gelişen bu doping şeklinin, alışageldiklerimizden daha zararlı olduğunu iddia etmek için henüz çok erken.

Gen dopingine yarayacak yöntemlerle çalışan araştırıcılar, antrenör ve sporcuların doping talepleriyle karşılaşmaktan yakınıp, duruyorlar. Gen dopingini kanıtlamak henüz mümkün değil. Bu nedenle taleplerin karşılanıp, karşılanmadığını bilmiyoruz. Bu tür bir dopingin yapıldığını, en erken iki yıl sonra saptayabileceğiz. Üstelik gen dopinginde kullanılabilecek her yöntem için, farklı bir tanı tekniği geliştirmek gerekiyor. Dolayısıyla bu süre iki yılı da aşabilir.

Sudan ucuz doping

Geçen haftanın spor gündeminde, iki ilginç haber daha vardı. Bunlardan ilki, küçük yaştakilere doping maddesi vermekten iki kez ceza almış bir milli takım antrenörü Çinli’nin halen görev yaptığı, diğeri bayanlar 200 metre kurbağalamada gümüş madalya sahibi Çinli Huang Xiaomin’in, 1988 Seul Yaz Olimpiyatları’nda hem kendisinin, hem de arkadaşlarının dopingli olduğu.

Bu ve benzeri negatif propagandalar yüzünden Çin hükümeti, dopingle mücadeleyi ciddiye aldığını ve kesinlikle göz yumulmayacağını her fırsatta dile getiriyor. Hatta, yasaklı maddelerin piyasaya sürülmesini engellemek amacıyla, olimpiyatlar öncesinde bu maddeleri imal eden fabrikaların lisanslarını bile kaldırdı.

Faaliyeti geçici olarak durdurulan şirketlerden biri GenSci. Çin’in, karlılığı en yüksek ilaç imalatçısı GenSci, bir doping maddesi olan büyüme hormonu piyasasının yüzde 70’ini, Jintropin adlı preparatı ile elinde bulunduruyor. Bu hormonu internetten pazarlayan, müşterileriyle doğrudan e-posta aracılığı ile iletişime geçen GenSci, şu sıralar verilen siparişleri karşılamakta gecikeceğini, ürün doping listesinde yer aldığından olimpiyatlar öncesi satış yapamadıklarını, oyunlar biter bitmez hizmetin eski hızına döneceğini bildiriyor.

Ancak, Çin hükümetinin aldığı önlemlerin pek de yeterli olmadığı muhakkak. Çünkü Çin piyasasında, halen batı dünyasının hiç bilmediği ve daha önce insanlarda hiç denenmediğinden yan etkilerine ilişkin bilgi bulunmayan bir dizi steroid preparatına rastlamak mümkün. Bu maddeler henüz doping listelerine alınmadığından, yapılacak doping kontrollerinde aranmayacaklar. Öte yandan, batı pazarlarında 100 gram EPO’nun 6 bin Euro olan fiyatı, Çin’de 150 Euro’ya kadar düşmüş.
Yazının Devamını Oku

Beslan’ın eve dönemeyen çocukları

20 Temmuz 2008
Henüz 22 yaşındaydı. İyi futbol oynardı. Moskova Üniversitesi’nde öğrenciydi ve anlatıldığına göre, pek çok yaşıtı gibi Che Guevara hayranıydı. Çok istediği, ancak puanı tutmadığı için giremediği hukuk fakültesi yerine, mühendislik fakültesinde arazi amenajmanı okuyordu. Kırk yaşına geldiğinde, bir yanda Rusya’nın en çok arananlar listesindeydi, ABD ve Güvenlik Konseyi’nce terörist sayılıyordu, diğer yanda özgürlük savaşçısı olarak saygı duyuluyor, peşinden gidiliyordu. Şamil Basayev, "Kötüyüm, haydutum, teröristim. Ama onlar 40 bin çocuğumuzu öldürdüler" şeklindeki beyanatından bir yıl kadar sonra, 10 Temmuz 2006 günü, dinamit yüklü bir kamyonun patlaması sırasında öldü. Basayev, çok sayıda eylemi üstlenmişti. Yaşananların ardından "Korkunç bir trajedi" diye nitelendirdiği Beslan işgali, bunlardan biridir. Ancak eminim ne o, ne de o sabah okula doğru yürüyüşe geçen siyah maskeli 33 kişi, 186 çocuğun ölümünü öngörememiştir.

Faciaya işgali yapanların mı, yoksa sonlandıranların mı neden olduğunu meslektaşlar arasında tartışıp durmuş, otopsi raporları olmadan bir yere varamayacağımızı anlamış ve konuyu "şimdilik" kaydıyla kapatmıştık.

Geçtiğimiz haftalarda, gene bir otel odasında yalnızdım. Televizyon kanalları arasında dolaşıp durmaktaydım ki, 13-14 yaşında bir erkek çocuğunun "En kötüsü uykusuzluktu, izin vermediler" dediğini duydum. "Beslan" dedim, kendi kendime. "Başka bir yer olamaz." "Hayır, susuzluk daha kötüydü" diye karşı çıktı bir kız, "O kadar susamıştım ki, avucuma çiş yapıp içtim." En küçükleri sordu: "Ablam, cennete gitmiştir değil mi?"

Öylesine küçüktüler ki, çoğu çocuk 334 kişinin bir türlü açıklanmayan otopsi raporlarının önemini henüz bilmiyorlardı. Bildikleri tek şey, bir eylül sabahı hayatları değişmişti ve bir daha hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktı.

TELLERE DOKUNDUN PARAMPARÇA OLDUM

1 Eylül 2004 sabahı saat 9’a geliyordu. Rusya Federasyonu’nun her köşesinde, orta dereceli okulların ilk günüydü. Tabii, Kuzey Osetya-Alanya Cumhuriyeti’nin, Beslan kentindeki 7 okulda da. Komintern sokağı, Bir Numaralı Okul’un bahçesindeki çoğunluğu Oset, bir bölümü Rus 1300 kadar öğrenci, öğretmen, anne ve baba birbirine sarılıyor, hasret gideriyor, siyah ve lacivert üniformalı, beyaz önlüklü çocukların sesleri iki sokak öteden duyuluyordu. Gerçi bahçeyi biraz küçültmüştü ama olsun, kapalı spor salonu inşaatının tamamlanması velileri sevindirmişti. Çocuklar, dondurucu kış günlerinde bile spor yapabilecekti.

O sabah, başkent Vladikavkaz’ın (eski Ordjonikidze) 15 kilometre kuzeyindeki 35 bin nüfuslu Beslan’daki hemen hemen her ailenin bir kızı, oğlu ya da akrabası, Bir Numaralı Okul’daki mutluluğun parçasıydı.

Saat 9.30 sularında, bir GAZ polis minibüsü ile GAZ-66 askeri kamyonun bahçeye girişi pek kimsenin dikkatini çekmedi. Araçlardan atlayan kamuflaj üniformalı, siyah kar maskeli, bazıları bellerine patlayıcı sarmış 10-15 kişiyi görenler de, Rus askerlerinin olağan tatbikatlarından biri sandılar. Ancak gelenler havaya ateş edip, okulda kim varsa, kapalı spor salonuna girmesini emredince şaşırdılar. Çocuklar ağlamaya, büyükler bağırıp çağırmaya, birbirini ezercesine sağa sola kaçışmaya başladı. Kargaşadan yararlanan 50-60 kişi kendini sokağa atabildi, az sayıda da olsa, ana binanın bodrumundaki kazan dairesine ulaşanlar oldu.

Beslan polisinin olay yerine gelmesiyle birlikte çıkan çatışma kısa sürdü. Bu arada saldırganlardan biri öldürüldü. Çapraz ateş altında kalan bazı yetişkinler yaralandı, hatta ölenler oldu. Geriye kalanlar, artık 10 metre eninde, 25 metre uzunluğundaki spor salonundaydı. Cep telefonları toplanmıştı. Yüzükoyun, balık istifi yanyana dizilmişlerdi. 1100-1200 kişiydiler. "Kolunu, bacağını oynatanı, ağlayanı, Osetçe konuşanı vururum" diye bağırıyordu maskelilerden biri. Rusça konuşuyordu, ama Çeçen şivesini fark edenler oldu.

İri yapılı ve genç 15-20 erkek öğretmen ve veliyi seçtiler, okulun ikinci katına çıkarttılar. Az sonra büyük bir patlama duyuldu, kollar, bacaklar etrafa saçıldı. İntihar bombacısı kadındı ve hemen oracıkta ölse de gözleri, The Who adlı rock grubunun son albümünde yaşayacaktı: "Odanın öbür yanında gözlerini gördüm. Siyah çerçevenin içinden bana bakıyordun. Elinde silah vardı, çocuklar ağlıyordu, tellere dokundun, paramparça oldum, maviliğe savruldum, çaresizdim, sana o an aşık oldum".

52 SAATLİK KABUS YENİ BAŞLIYOR

Rus polisi, Rus askeri, federal güvenliğe bağlı özel eğitimli Alfa ve Vympel timleri ile İçişleri’nin özel ekipleri, spor salonu ve okul bahçesinin dört bir yanına patlayıcı yerleştiren, bunları tellerle birbirine bağlayan, arkadaşlarından biri vurulursa, karşılığında 50 rehineyi öldüreceğini, müdahale edildiği takdirde okulu havaya uçuracağını söyleyen saldırganları etkisiz hale getirmek amacıyla, okula 250 metre kadar yaklaşmıştı. Bu resmi güçlere, sayıları 5 bini bulan silahlı Oset milisinin katılmasıyla birlikte, yetkililerin disiplini ve eşgüdümü sağlamakta zorlandığı söyleniyor. Ayrıca, olay yerine yeterince itfaiye ve ambulansın sevk edilmediği de iddialar arasında.

"Hep birlikte açlık grevi yapacağız" demişlerdi. "Kuzey Osetya Başkanı Aleksander Dzasokhov buraya gelip, bizimle pazarlığa oturuncaya dek, ne su ne de yemek var." Başkan okula gelmedi, belki de gelmesine izin verilmedi ve çocukların, idrar içerek, saksılardaki bitkileri gizlice koparıp yiyerek, öldürülenleri görerek ve hiç ağlamamaya çalışarak geçireceği 52 saatlik kabus, yeni başlıyordu.

Çocuk hastalıkları uzmanı Leonid Roshal’in yürüttüğü pazarlıkların sonuç vermediği ilk günün akşamında, Rusya’nın talebi üzerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi toplandı ve bir karara vardı: "Teröristler hemen ve koşulsuz olarak bütün rehineleri bıraksınlar". Aynı gece ABD Başkan’ı George W. Bush "Rusya’ya her türlü desteğe hazırız" dedi.

Ertesi gününün en önemli olayı, Başkan Putin’in konu hakkında ilk kez konuşmasıydı. "Başlıca görevimiz, rehin alınanların hayatını ve sağlığını korumaktır. Kuvvetlerimizin tek hedefi budur." Aynı günün ikinci önemli gelişmesi de, İnguş Cumhuriyeti’nin önceki başkanı, emekli generalin, Ruslan Aushev’in okul binasına girebilmesi ve yeni doğum yapmış 11 anneyle 15 çocuğu dışarı çıkartabilmesidir. Emekli generalin işgal edilen okulda çekilen video kayıtları ile orada bulunmayan Şamil Basayev’in "Çeçenistan’a bağımsızlık" yazılı notunu da teslim alması, kimi Rus yetkililerin onu "terörist işbirlikçisi" olarak suçlamasına yol açmıştır.

Öğleden sonra, okulun bir penceresinden Komintern sokağına doğru bir el bombası atıldı. İsabet alan polis otosu yandığı, bir memur da yaralandığı halde, resmi kuvvetler herhangi bir karşılık vermediler. Ancak bu olay, taraflar arasındaki görüşmelerin kesilmesine neden oldu.

PATLAYAN BOMBALAR KAZA MI KASIT MI?

3 Eylül 2004 günü saat 13.03’te, spor salonundan büyük bir patlama sesi duyuldu. 22 saniye sonra bunu ikincisi izledi. Birkaç dakika içinde binanın çatısı yanmaya başladı ve spor salonunun tavanı rehinelerin üzerine çöktü. Tank ve helikopter desteğindeki Rus kuvvetleri, iki saat içinde kontrolü tamamen ellerine geçirdiler. Geride 186’sı çocuk, 400’e yakın ölü, aralarında kolunu, gözünü kaybetmiş ya da ağır biçimde yanmış küçüklerin de olduğu 1000 kadar yaralı kaldı.

Kuşatma sırasında can verenlerin yarı kadarının, yani yaklaşık 160 kişinin tavan çöktüğünde ve çöküşü izleyen dakikalarda kaybedildiği sanılıyor. Sanılıyor diyorum, çünkü, patlamaların niteliğine ve hemen ardından yaşananlara ilişkin çok sayıda senaryo var. Kimilerine göre bomba yanlışlıkla patlamış, tavan çöktüğünde işgalciler, Rus askerlerinin spor salonunu bastığını sanarak gelişigüzel etrafa ateş etmeye başlamışlar. Henüz okul dışında bekleyen Oset milisler de teröristlerin içeridekilerin üzerine ateş ettiklerini düşünerek binaya girmişler. Kuzey Osetya Parlamentosu’nun bir sözcüsü ise, federal güçlere bağlı bir keskin nişancının, bir işgalciyi ayağından vurduğunu, onun da bomba üzerine basarak patlamasına neden olduğunu ileri sürüyor

Buna karşılık ateşli silah ve patlayıcı uzmanı Yuri Savelyev, daha rehine kurtarma operasyonu başlamamışken, yan taraftaki beş katlı binanın çatısından RPO-A Shmel (Bumblebee) roketatarla ateş edildiğini ve olayların bundan sonra kontrolden çıktığını iddia ediyor. Beslan’ın tek sağ kalan işgalcisi, 25 yaşındaki Çeçen Nur-Paşi Kulayev’in bir yıl süren ve 26 Mayıs 2006’da müebbet hapse mahkumiyeti ile sonlanan yargılanması sırasında, bu teoriyi kısmen destekleyen görgü tanıkları olsa da, mahkeme, olaylara militanların patlattığı bombanın yol açtığı sonucuna varmıştı. Zaten, Rus Parlamento komisyonundan Aleksander Torşin’in resmi raporunda da, teröristlerin bombaları kasten patlattığı, esasen kuşatmanın baştan beri bir intihar saldırısı olarak planlandığı kayıtlı.

Rehinelerin neden kurtarılamadığı, itfaiyenin neden geç geldiği, ambulansların neden az olduğu, Beslan’ın tek hastanesinde yeterli yatak, ilaç ve cerrahi donanım bulunmadığı halde, neden bütün yaralıların Vladikavkaz hastanelerine sevk edilmediği, elbette günün birinde ortaya çıkar, sorumlular bulunur, yargılanır, cezasını çeker, ama gidenler geri gelmez ki.

İşgalciler eroinman mıydı?

Şamil Basayev’in Beslan’a, 2 Çeçen kadın, 12 Çeçen, 9 İnguş, 3 Rus, 2 Arap, 2 Oset ve birer Tatar, Kabar ve Guran olmak üzere, toplam 31 erkek mücahit gönderdiğini ilan etmesinin ardından, işgalde yer alanların özel yaşamlarına ilişkin doğru, yalan pek çok şey yazılmaya başlandı. Örneğin, kulaklarından eksik etmedikleri kişisel müzikçalarlarından, dans ve endüstriyel metal tarzı rock müzik yapan Alman grubu Rammstein’ın parçalarını dinleyerek uyanık kaldıkları, bu müziğin direnme güçlerini artırdığını söyleyenler oldu.

2004 yılı Ekim ortalarında Başsavcı Nikolay Şepel, ölü ele geçen 31 teröristin 22’sinin kanını inceleyen adli tıp uzmanlarının, normal koşullarda bir insanı öldürmeye yetecek dozda eroin ve morfin bulduğunu, dolayısıyla uzunca bir süredir uyuşturucu bağımlısı olduklarının anlaşıldığını açıkladı. Başsavcı, kuşatmanın 3. gününde bina içinden gelen patlama seslerini de, uyuşturucu bulamayan teröristlerin yoksunluk krizine bağladı. Zaten işgalcilerden birinin (Bir Numaralı Okul mezunu Vladimir Khodov) uyuşturucu kaçakçısı olduğu, Rusya’nın değişik kentlerinde kendisini havaya uçuran kadın intihar bombacılarının da madde etkisi altında eylemlerini gerçekleştirdiği uzunca bir süredir iddia edilmekteydi.

Rus yetkililerin, Beslan işgalcilerini eroin bağımlısı olarak tanımlaması, bilimsel platformlarda bile tartışıldı. Örneğin, Lancet adlı ünlü tıp dergisinin 2007 Mart sayısında, Kanada’nın HIV/AIDS Yasa Birliği Başkanı Joanne Csete, polisin olay yerinde uyuşturucu kullanımına yarayacak iğne ya da enjektör bulamamasına ve kuşatma sırasında madde kullandıklarını gören olmamasına rağmen bu sonuca varan ve bir türlü otopsi raporlarını açıklamayan Rus makamlarını sert bir dille kınadı.

Şamil Basayev nasıl öldü?

Şamil Basayev’in, 10 Temmuz 2006 günü, Çeçenistan’a komşu İnguşetya’nın Ekazhevo köyü yakınlarındaki bir patlamada öldüğünü öğrendik. Çeçen kaynaklar, yolda giden patlayıcı dolu bir KamAZ kamyonunun çukura düşmesiyle birlikte infilak ettiğini, kamyona eskortluk eden araçlardan birindeki Basayev’in, üç arkadaşı ile birlikte kaybedildiğini bildirdiler.

Rus resmi kaynaklarının 29 Aralık’taki açıklaması ise, bundan farklıydı. Patlama, Rusya Federasyonu’nun federal güvenlik biriminin planladığı özel bir operasyondu. Kamyondaki patlayıcılardan birine, önceden gizlice detonatör yerleştirilmiş, Basayev’i taşıyan otomobil, insansız hava aracından alınan video görüntüleriyle izlenmiş, kamyona iyice yaklaştığı bir noktada, detonatör uzaktan kumandayla ateşlenmişti. Bu söylem, 2007 yılında değiştirildi. Moskova Savcılığı Basayev’in ölümünü, aracında taşıdığı bir bomba düzeneğinin kazaen patlamasına bağladı.

Vladikavkaz adli tıbbınca verilen otopsi raporu açıklandığında, Basayev’in bedeninden, kamyona ait bir kaporta parçası ile 2-3 santim uzunluğunda, 3-4 milimetre çapında, birbirinin aynı yapıda, her iki ucu makineyle kesilmiş, 15-20 tel parçasının çıkartıldığı öğrenildi. "Yüksek teknolojiye sahip federaller, hiç tahrip gücü artsın diye içine tel doldurulmuş el yapımı bir bombaya itibar eder mi? Basayev’i öldüren, olsa olsa rakibi Rabbani Khalilov’dur" diyenler oldu. (Rabbani de, 17 Eylül 2007’de öldürüldü)

Rus makamlarının, Basayev’in öldürüldüğünden hiç kuşkusu yok. Olay yerinde bulunan başının yarısı ve 2000 yılında bir kara mayınına bastığında kopan ayak kısmı eksik bacağının teşhise yeterli olduğu bildirilse de, Vladikavkaz’daki uzmanlar sol elinin kalan dört, sağ elinin bir parmağından, karşılaştırmaya elverişli izler alabilmişler. Ancak, resmi kurumların elinde Şamil Basayev’in parmakizlerinin bulunmadığı, bu nedenle karşılaştırmanın mümkün olmadığı söyleniyor. DNA analizi için tırnakları, sırt derisinin bir parçası, koltuk altı kılları, humerus kemiğinin bir bölümü ve kanının alındığını biliyoruz. Elimdeki son bilgilere göre, Basayev’in yakın akrabalarının bir çoğu ölmüş, hayatta olanların da DNA analizi için isteyerek örnek vereceğini hiç sanmıyorum.
Yazının Devamını Oku

Kadın adamlar ve başka tehlikeler

13 Temmuz 2008
Olay, yaklaşık iki ay önce, meslektaşım ve Uluslararası Adli Bilimler Merkezi’ndeki ortağım Prof. Dr. Ersi Abacı Kalfoğlu’nun "Hocam, bir sorun var" demesiyle başladı. Adli Tıp Enstitüsü’ndeki öğrenciliğinden bu yana birlikte çalıştığım Ersi, ne zaman "Bir sorun var" dese, aklıma, Apollo 13 uzay gemisinin kaptanı James A. Lovell’in "Houston, bir sorun var" deyişi gelir. Ay’a gitmekte olan uzay aracında bir patlama olmuş, ilginç bir kurtarma operasyonuyla Dünya’ya sağ salim dönmeyi başarmışlardı. Gökyüzündeki patlamayla kıyaslanamayacak olsa bile, başımıza gelen, benim için ufak çapta bir felaketti. Kendisi dahil herkesin erkek bildiği çoluk çocuk sahibi biri, DNA profiline göre kadındı./images/100/0x0/55eaace5f018fbb8f88f8e78

Kısaca özetleyeyim: Steril koşullarda üretim yapan küçük bir işyerinde biyolojik kirliliğe rastlanır. İşyeri sahibi, gerekli önlemleri almak amacıyla kirliliğin kaynağını bulmaya çalışır. "Ya üretim sürecinde bir aksaklık var ya da çalışanlardan biri farkına varmaksızın kirlenmeye yol açtı" diye düşünür. Kaygısını, tamamı erkek olan işçileriyle paylaşır. Onlar, DNA profillerinin incelenmesini isterler. İşveren bize başvurur, biyolojik kirliliğin DNA’sı ile işçilerin DNA profillerinin karşılaştırılmasını ister.

- Ne oldu? diye sordum.

- Erkeklerden birinin DNA profili kadın olduğunu gösteriyor, dedi Ersi.

İlk aklıma gelenleri yıldırım hızıyla sıraladım. - Kanları kim aldı? - Biz aldık. - Laboratuvarda çalışılan başka örnek var mı? - Yok. - Başka biri tekrar çalışsın! - Çalışıldı, amelogenin her seferinde tek bant veriyor. - Kanları kodlayalım, Wolfgang’a gönderelim. Klasik profilleme yapsınlar, yani 15 STR artı amelogenin. Konuyla ilgili bilgi verme.

Wolfgang’dan, yani Münih Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nün şefi Profesör Wolfgang Eisenmenger’in laboratuvarından gelecek sonuçları büyük bir heyecanla bekledik. Sonuçlar örtüştü, onlara göre de, kan örneklerinden biri, kadına aitti. Oldukça ender görünen bu durum, bize denk gelmişti.

Uluslararası Adli Bilimler Merkezi’ne yapılan başvuru, adli bir olay değildi. İşveren ve çalışanlar, kalite güvencesi açısından alınacak önlemleri planlamak istiyordu. Analizlerin defalarca tekrarlanması mümkündü. Kısacası, kimseyi suçlamayacak, soruşturmayı yanlış yönlendirme olasılığı bulunmayan bir durumdu. Ama ya çalıştığımız suç mahallinden elde edilen kan lekesi olsaydı, ya cinayet silahının üzerindeki DNA olsaydı? Örnekler bir erkeğe ait olduğu halde, kadın sanacaktık.

DNA KİTLERİ CİNSİYET DE BELİRLİYOR

Doğan Kitap’ın yayınladığı "Bu Ayak İzi Senin Dr. Watson" adlı kitabımda yer vermiştim. Ancak, yakın zamanda başımızdan geçmiş olması nedeniyle, İçişleri Bakanlığı Polis ve Jandarma Kriminal Laboratuvarları ile Adalet Bakanlığı Adli Tıp Kurumu Biyoloji İhtisas Dairesi’nde çalışan ve on binlerce örneğin DNA profilini incelemekle yükümlü genç meslektaşlarım için, bir kez daha değinmekte fayda görüyorum.

Bir kan lekesinin DNA profilini, evvelce suç işlemiş kişilerin ya da eldeki şüphelilerin DNA profilleriyle karşılaştırmak, artık hemen her kriminal laboratuvarın rutin işleri haline geldi. Profil veritabanında yoksa, şüphelilere de uymuyorsa, faili meçhul olay yerlerinde elde edilen biyolojik delillerin DNA profilleriyle karşılaştırılır. Böylelikle, en azından farklı zaman ve mekanda işlenen suçun, aslında aynı kişi tarafından işlenip işlenmediği araştırılır.

DNA’nın incelenmesi, her türlü akrabalık ilişkisinin saptanmasında da işe yarar. Bu nedenle sadece babalık tayinlerinde değil, analık, kardeşlik ve daha bir çok bilinmezi aydınlatmakta, yeni doğanın hastanede karıştırılmasından tutun da, göçmenlik başvurusuna, yıllar önce ölmüş birisiyle ilgili miras paylaşımına kadar, pek çok alanda kullanılır. DNA profillerinin eldesinde, yanıtlanması istenen soruya bağlı olarak, DNA molekülünün farklı bölgeleri, farklı yöntemlerle incelenebilir. Bir suçun aydınlatılması söz konusu olduğunda, hem delilleri inceleyen birimler arasındaki bilgi alışverişini mümkün kılmak, hem de incelemenin hızlı, güvenilir ve ucuz yapılmasını sağlamak amacıyla kitler kullanılır. Türkiye’nin kriminal laboratuvarlarında da, tıpkı dünyanın birçok polis ve jandarma laboratuvarındaki gibi, DNA profilleri, yurtdışından ithal edilen kitlerle yapılır. Uluslararası meslek örgütleri, Interpol, FBI gibi kuruluşların yönlendirilmesiyle imal edilen bu kitler, DNA üzerindeki bölgelere paralel olarak cinsiyeti de belirler. Kısacası, ayrı bir gayret ve masraf sarf etmeksizin profilin bir kadına mı, yoksa erkeğe mi ait olduğunu öğrenirsiniz. Daha doğrusu, "öğrendiğinizi sanırsınız".

ERKEKLER KADIN ÇIKIYOR

DNA kitlerinde yer alan ve profilin kadına mı, yoksa erkeğe mi ait olduğunu saptamakta kullanılan bölgenin adı amelogenin. Aslında cinsiyetle uzak yakın bir ilgisi olmayan bu bölge, diş minesinin oluşumundan sorumlu. Bilindiği gibi kadınlar iki tane X kromozomu, erkekler bir X ve bir de Y kromozomu taşır. Gerek X, gerekse Y kromozomları üzerindeki amelogeninin, X kromozomundaki boyu, Y’dekine oranla biraz daha kısadır. Bu yüzden, amelogenin incelemesinde birbirine eşit iki kısa parça elde edilirse, elektroforezde tek çizgi görünür, dolayısıyla sahibinin kadın (XX) olduğu sonucuna varılır. Buna karşılık biri uzun, diğeri kısa iki parçanın oluşturduğu iki çizgi görülürse, çalışılan örneğin kaynağı, erkektir (XY).

Amelogenin ile cinsiyet belirtiminin kolaylığı sadece kriminal laboratuvar çalışanlarını değil, antropologları da büyülemişti. Düşünsenize, toprağın altından küçük bir kemik parçası çıkartıyor, kolayca kadına mı, yoksa erkeğe mi ait olduğunu öğrenebiliyordunuz.

Bu rüya, yaklaşık 7-8 yıl sürdü. 1998’in ilk aylarında, Brezilyalı biyokimyacı Fabricio R. Santos "Sri Lanka’da garip şeyler oluyor" demeye başladı. "Dış görünüşü tamamen normal 24 erkeğin amelogenin tiplemesini yaptık. İkisi kadın çıktı." Santos bulgularını bir iki kongrede dile getirdi, Nature dergisinde bile yayınladı, ancak pek ciddiye alınmadı. "Örnek sayısı küçük, hele biraz daha çalışılsın, yüzde 8’lik hata olamaz" diyerek geçiştirildi. Ancak birkaç yıla varmadan, dünyanın farklı ülkelerinden "Benim de erkeklerimin arasında kadınlar var" sesleri yükselmeye başladı. Avusturya’nın DNA bankasını gözden geçiren Steinlechner’e göre hata oranı on binde ikiydi, Hintli Thangaraj’a göre yüzde iki. 2004 yazında, "Dikkat edin" diyenlere, İsrail Savunma Bakanlığı da katıldı. Ölenleri kimliklendirilebilmek amacıyla her askerin DNA profilini depolayan İsrail ordusunda, dış görünüşü, kromozomları normal, ancak amelogenini kadın olan bir askere rastlanmıştı.

2001’deki Üzeyir Garih cinayeti sonrasında mezartaşlarının birinin üzerindeki kan lekelerinin, kadın kanı olduğu bildirilmişti. Bu sonuca amelogenin incelenmesi sonucunda varılmıştı. Kan lekesinin DNA profili, soruşturmaya adı karışan kadınların hiçbirini tutmamıştı. Belki de görülen bir istisnaydı, yani leke aslında bir erkeğe aitti. Hindistan’da, Kalküta Ulusal DNA Merkezi’nden V.K. Kashyap, akraba evliliklerinin yüksek olduğu topluluklarda, ayrıca Ortadoğu’da yaşayanlarda bu soruna daha sık rastlandığını hesaplıyor. Her iki koşulu da taşıdığımız unutulmamalı ve cinsiyetin önem taşıdığı adli olaylarda, terör saldırılarında, birden fazla kişinin bulunduğu mezarların açılmasında, ithal edilen DNA kitlerindeki amelogenin sonuçlarına kesinlikle güvenmemeliyiz.

HAYATIMIZ SİNEMA DEĞİL

Son birkaç yıldır gündemi sürekli meşgul eden amelogenin, sadece erkeklerin kadın sanılma tehlikesini taşımıyor. 2007 sonlarına doğru, sıradan bir akrabalık testi için Yeni Zelanda’nın Auckland Üniversitesi’ne başvuran hem annede, hem kızında, hem de kız kardeşinde amelogenin bölgesinin XY özelliği taşıdığı görüldü. Kadınların hiçbirinde, erkeklere özgü Y kromozomu bulunmuyordu. Dünyada ilk kez rastlanan bu gariplik, sadece laboratuvar çalışanları Dr. Stapleton ve arkadaşlarını değil, durumdan haberdar olan hepimizi hayretler içinde bırakmıştı.

Stapleton ve ekibi bulgularını henüz yayınlatabilmiş değil ama, CSI Miami televizyon dizisinin birçok bölümünde, kan lekesinden cinsiyet belirtimi amacıyla pek sevilerek ve güvenilerek incelenen amelogenin’in, gerçek hayatın kriminal laboratuvarlarında rafa kaldırılması yakın gibi gözüküyor. Hele hem X, hem de Y kromozomu taşıyan kadınların, ya da 46 yerine 47 kromozomlu XXY erkeklerin olduğu düşünülürse, amelogenine dayalı cinsiyet belirtimine fazla güvenmemek gerektiği ortada. (27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale Ödülü’nü alan, 2007 Arjantin yapımı XXY adlı filmi belki gördünüz. Film, bu özelliği taşıyan bir kız çocuğunun dünyasını anlatıyordu. Halbuki XXY, neredeyse her 500 erkekten birinde görülen bir durumdur ve bu kişilerin dış görünüşleri genellikle normaldir.)

Gözün göremediği gerçekler

Döllenmelerin yüzde 8 kadarında bir kromozom anomalisi gözlenir ve bunların binde 995’i düşükle sonlanır. Canlı olarak doğan binde 5’inin yarı kadarında etkilenen, cinsiyet kromozomlarıdır ve kimi zaman bireyin dış görünüşü, yani fenotipiyle, genotipinin birbirini tutmamasıyla sonlanır. Kısacası, bireyin nüfus kağıdında yazan cinsiyeti ile, DNA düzeyindeki genetik cinsiyeti birbirini tutmaz. Örneğin, "androjene tam duyarsız" kişiler (Complete androgen insensitivity syndrome, cAIS), normal erkekler gibi 46 kromozom taşırlar ve XY genotipine sahiptirler ama, dıştan bakıldığında kadındırlar. Benzer şekilde saf gonadal disgenezis (pGD) ya da 5-alfa-redüktaz eksikliği (ARD) bulunanlar da XY kromozomlarına rağmen, kız çocuğu gibi büyütülürler. cAIS’in her 100 bin doğumda bir ortaya çıktığı sanılıyor. Diğerlerinin rastlanma sıklığı hakkında henüz hiç bir bilgimiz yok.

1996 Atlanta Olimpiyat Oyunları’na katılan 3 bin 387 kadın atletin dördünde kısmi, üçünde tam anderojen duyarsızlığı, birinde ARD saptanmıştı. Yapılan muayenede kadın olduklarına karar verilmiş, dereceleri tescil edilmişti. 2006’da Doha’daki Asya Oyunları’nda, 800 metrede gümüş madalya kazanan Hintli kadın atlet Santhi Soundarajan ise, bir cAIS’di. Erkek sayıldı, madalyası geri alındı. Spor dünyasında ciddi biçimde tartışılan cinsiyet belirtiminin neden olduğu sıkıntılar saymakla bitmez. Ancak polisler için sonucu tektir. Gözün kadın olarak gördüğü bu kişilerin bir suça karıştığını ve mağdurun avucunda saç tellerinin bulunduğunu varsayın. Amelogenin sonuçları geldiğinde, polisin bir erkeğin peşine düşmekten başka çaresi yoktur.

Polisiye yazarlara birkaç ipucu

Konuya suçların aydınlatılması penceresinden bakıldığında, kemik iliği/kök hücre nakilleri, hele vericiyle alıcının cinsiyetleri farklıysa, olay yerindeki biyolojik delillerden kimlik belirtimini zora sokar. Çünkü, verici ile alıcının genetik özellikleri genellikle birbirinden farklıdır ve başarılı bir nakilden sonra, sağlıklı iliğin, alıcının bedeninde ürettiği sağlıklı kan hücreleri vericinin DNA özelliklerini taşıdığı halde, hastanın saç kökü, tırnağı ya da yanak içi hücrelerindeki DNA, kendi orijinal DNA’sıdır. Kısacası, hastanın kanındaki DNA ile bedeninin diğer yerlerindeki DNA birbirini tutmaz. Bir süre sonra alıcının biyolojik örneklerinde hem kendisinin, hem de vericinin DNA’sını yan yana görmek mümkün olabilir. Graz Üniversitesi’nden Dauber, nakilden beş yıl sonra bile, alıcının kan, tırnak ve yanak içi hücrelerinde vericinin DNA’sına rastlamış, ancak saçında bulamamıştır.

Gebelik sürecinin bir bölümünde, anne kanında bebeğe ait genetik özelliklere rastlanır. Pek etik olmamakla birlikte, doğmamış bebeğin cinsiyetini annenin kanını inceleyerek saptayanlar, bu gerçeğe dayanır. Şimdi, erkek çocuğa hamile bir kadının, bıçak zoruyla kaçırıldığını ve bu sırada birkaç damla kanının yola damladığını varsayın. Aynı kadın, birini bıçaklayarak öldürmeye kalkabilir, bu arada elini kesebilir, kaçarken kanı kapının kulpuna bulaşabilirdi. Yola damlayan, kapıya bulaşan kanın amelogenin incelemesi sonucunda erkeğe ait olduğu sanılabilir. Bu yanılmanın soruşturmayı nasıl açmaza sokacağını varın siz hesaplayın.
Yazının Devamını Oku

Ölümsüz gerilla Che Guevara

29 Haziran 2008
Dalgalı saçlı, bereli, kısa sakallı, uzaklara bakan adam, uyumadan önce son gördüğüm kişiydi. Düzene başkaldırışın simgesiydi, umuttu, cesaretti. Birkaç yıl içinde, yerini Mustafa Kemal’in kalpaklı fotoğrafına bırakacaktı. Adı, Ernesto Guevara’ydı. Nam-ı diğer, sıkça kullandığı bir sözcük olan "Che", yani "arkadaş". Yaşasaydı, 14 Haziran 2008 günü, 80 yaşında olacaktı.
/images/100/0x0/55eb0fe3f018fbb8f8a891c5
"Önce bir tıp öğrencisi, sonra bir doktor olarak, Latin Amerika’nın Haiti ve Dominik Cumhuriyeti dışındaki tüm ülkelerini gezdim" diye yazıyordu Che. Fakirliğe, açlığa, hastalığa tanıklık ettim. "Tıp bilimine katkıda bulunarak ün kazanmak yerine, bu insanlara yardımcı olmam gerektiğine karar verdim." Kısa bir süre sonra Fidel Castro’ya rastlayacak ve esas aradığının o olduğunu anlayacaktı. 27 Temmuz Hareketi’nin kumandanlığından Küba başsavcılığına, merkez bankası başkanlığına, sanayi bakanlığına uzanan yükselişine paralel olarak, gerilla savaşının teori ve pratiğini kaleme alacak ve dünyayı dolaşarak Küba sosyalizmini anlatacaktı.

1964’ün son günlerinde, New York’ta Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na hitap eden Che, önce Paris’e gitti, ardından Mao’yu ve Nehru’yu ziyaret etti. Çok sayıda Afrika ülkesine uğradıktan sonra Cezayir’e gelerek, İkinci Afrika-Asya Ekonomik Dayanışma Semineri’nde bir konuşma yaptı ve bu onun topluluk önüne son kez çıkışı oldu. Dinleyiciler arasındaki genç diplomat K. Gajendra Singh, (1992-96, Hindistan’ın Türkiye ve Azerbaycan Büyükelçisi, ayrıca Hint-Türk Araştırmaları Vakfı’nın Başkanı) 12 Haziran 2008 tarihli internet bloğunda "Siyah beresiyle, hem bir Hollywood, hem de bir Bollywood yıldızının karizmasını taşıyordu" diye yazmakta.

Fidel Castro’nun görüşlerine ters düşecek biçimde Sovyetleri eleştiren, Mao rejimini göklere çıkartan Che, Cezayir konuşmasından sonra Küba’ya döndü. Önce kamu hayatından çekildi, ardından tamamen ortadan kayboldu. Tam 32 yıl sonra, ikinci vatanına bir tabutta geri döndü ve Santa Clara’da kendisi için hazırlanan anıtmezara kondu. Tabii, içindekiler onun kemikleriyse.

KAYBOLAN ELLERİ KESİK CESET

ABD Başkanı Johnson, Che Guevara’nın az sayıda Bolivyalı asiyi bir kampta eğitmekte olduğunu, ulusal güvenlikten sorumlu Walt Rostow’un 23 Haziran 1967’de kendisine verdiği bilgi notundan öğrenmiştir. Aynı belgede, ABD’nin Bolivya’ya sağladığı askeri desteğin önemi ve CIA’nın gelişmeleri yakından izlediği kayıtlıdır. Ajan Gustavo Villoldo ve Felix Rodriguez’in Bolivya’ya gönderilişi bu tarihlere rastlar.

Başkan, 9 Ekim 1967’de, Amerikalıların eğittiği Bolivyalı birliğin, La Higuera yakınlarında asilerle girdiği çatışmada üç kişiyi öldürdüğünü, iki kişiyi yaralı ele geçirdiğini, birinin Guevara olabileceğini öğrenir. Ertesi sabahki bilgi notu, "Bolivyalı askerlerce infaz edilen yaralının, Che olduğundan yüzde 99 eminiz" cümlesiyle başlar.

Ertesi gün, Vallegrande’deki Malta Hastanesi’nin çamaşırhanesinde, fotoğrafçı Freddy Alborta, Guevara’yı Latin Amerika’nın yeni İsası konumuna getirecek olan, gözleri ve pantolonunun üst düğmesi açık, belden yukarısı ve ayakları çıplak ünlü fotoğrafı çeker. Ardından otopsiye geçilir. Başhekim Dr. Moises Abraham ve asistanı Dr. Jose Maria Cazo’nun imzaladığı aynı tarihli raporda, göğsünde ve bacaklarında 9 kurşun yarası bulunduğu kayıtlıdır. Kimliklendirme amacıyla cenazenin her iki eli bileğinden kesilir ve formaldehid doldurulmuş teneke kutuda La Paz’daki merkez karargáha gönderilir. Hem onun, hem de çatışmada öldürülen diğerlerinin cesedi önce yakılmak istenir, sonra gömülür. Nereye gömüldükleri yıllarca bir sır olarak kalır.

Guevara’nın doğum yeri Arjantin’den çağrılan iki uzman polis, alışageldikleri "Juan Vucetich" yöntemini kullanarak kesik ellerin parmak izlerini inceleyemez ve muşambaya transfer ettikleri izlerle ülkelerine döner. Arjantin polisi, bu izlerin, Guevara’ya ait olduğunu bildirir. Yine Bolivya’ya çağrılan Arjantinli bir el yazısı uzmanı, ölenin üzerinde ele geçen günlükteki el yazılarının Guevara’ya ait olduğunu raporlar.

UÇAK PİSTİNİN ALTINDA MI

Emekli Bolivyalı General Mario Vargas Salinas, "Gömüldüğü yeri biliyorum, Vallegrande’deki eski uçak pistinin altında" deyince, Amerikalı gazeteci John Lee Anderson’un kalbi durabilirdi. Otuz yıla yakın bir süre geçmişti ve Malta Hastanesi’nde otopsisi yapıldıktan sonra ortadan kaybolan erkek cesedinin Che Guevara olduğuna inanan azdı.

Bolivya Başkanı’nın emri üzerine oluşturulan soruşturma komisyonu, Arjantin’deki yedi yıllık askeri rejim boyunca "ortadan kaybolan" onbine yakın kişiyi bulmaya çalışan EAAF adlı sivil toplum örgütünden (Equipo Argentino de Antropologia Forense) yardım istedi. Kübalı antropolog ve adli tıp uzmanlarının da desteklediği EAAF, iki yıl uğraştıktan sonra, 28 Haziran 1997 günü, uçak pistinin altındaki kalıntılara ulaştı. EAAF başkanı Luis Fondebrider, kafatası, diş ve kemiklerin antropometrik yöntemlerle incelendiğini, iskeletlerden birinin Guevara’ya ait olduğunu bildirdi. Küba’daki anıtmezara götürülen bu kalıntılardır.

Guevara’nın diş ve kemiklerinden DNA analizi yapılmadı. Buna karşılık, Bolivya’nın farklı yerlerindeki kazılarda ele geçen birçok gerilla kemiği bu yöntemle kimliklendirilmiştir. Hatta bazılarını, Küba’nın Havana Genetik Merkezi’nden Lleonart, Kriminal Laboratuvarı’ndan Pena, Adli Tıp Enstitüsü’nden Bacallo’nun yer aldığı ekip gerçekleştirdi ve uluslararası dergilerde yayınladı.

Geçen yıl ortalık karıştı. 71 yaşındaki eski bir CIA ajanı konuştu. "Buldukları Guevara değildi" dedi. "Onu ben gömdüm. Gömmeden önce saçını kestim. DNA analizi yaptırmaya izin verirlerse, gömdüğüm yeri ailesine söylerim."

BENİM AJANIM İŞİNİ BİLİR

Che Guevara’yı sorgulayan ve infazına tanıklık edenler arasında, Bolivya askeri üniforması giymiş, ancak asker olmayan iki kişinin bulunduğu biliniyor. İlki, "Yüzüne ateş etmeyin" şeklinde uyarıda bulunan, Küba devriminden sonra ABD’ye iltica etmiş, Castro karşıtı CIA ajanı, Felix Rodriguez’dir. Yıllar sonra Rodriguez, bir çelik Rolex saati gazetecilere gösterip Guevara’nın bileğinden çıkarttığını söylemiştir. Rodriguez, Guevara’nın ölümünden önceki son fotoğrafında da boy gösterir. Elleri kelepçeli devrimcinin bir yanında üç Bolivyalı askerin, diğer yanında ajanın göründüğü fotoğrafın, fotomontaj olduğu ileri sürülüyor.

Anıtmezardaki kalıntıların Guevara’ya ait olmadığını iddia eden diğer Küba doğumlu CIA ajanı ise Gustavo Villoldo. Villoldo’nun DNA analizi çağrısına Guevara’nın çocukları (oğullarından biri Balıkçılık Bakanı) kulak asmadı. 2007 Kasımı’nda, elindeki "anıları" (ceset fotoğrafları, parmak izi kartı ve yüze yakın saç kılını) açık artırmayla 119 bin 500 dolara Teksaslı Bill Butler’e sattı. Saçların DNA’sıyla Santa Cruz’daki kemikler karşılaştırılmadığı sürece, anıtmezardakinin Guevara olmadığı dedikoduları sürecek.

Ölü sırtından turizm

Günün birinde yolunuz Bolivya’ya düşerse eğer, dünyanın bulutlara en yakın başkentine, La Paz’a uğrayacaksınız demektir. Geçtiğimiz yıl, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na cebinden çıkarttığı koka yaprağını gösteren ve "Bu yaprak, halkımın umududur" diyerek uluslararası sözleşmeleri çiğneyen Devlet Başkanı Evo Morales’in soydaşlarının, tezgáhlara serdiği And dağlarının rengi ve lezzetiyle karşılaşacaksınız.

Kentin irili ufaklı onlarca müzesinden vaktiniz kalırsa, binlerce yıllık Tiahuanacu Harabeleri’ni ya da Titicaca Gölü’nü görecek, trafik kazasında dünya rekorunu elinde bulunduran Yungas Vadisi’nin Ölüm Yolu’nda, 1500 metrelik uçurumlara bakarak heyecanlanacaksınız.

Orta yaşın üzerindeyseniz, üstelik ağzınızdan devrim, gerilla gibi sözcükler de çıkmışsa, rehberiniz, La Higuera Köyü’nü, ardından Vallegrande’yi görmenizi önerecektir. Tozlu, dar ve virajlı yoldaki altı saatlik otobüs yolculuğunuz boyunca, size duvarlara çizilmiş sakallı ve bereli adamın resmini gösterecek, sonra "İşte burada yakalandı, önce bu okula götürüldü, ertesi gün burada öldürüldü, bir helikopterin iniş takımlarına bağlanan cesedi Vallegrande hastanesine götürüldü ve elleri kesildi" diyecektir. Sözünü ettiği, bölge halkının "Aziz Ernesto"sudur, yani Che Guevara’nın ta kendisi.

Ünlü fotoğrafın öyküsü

Kırk yıl önce duvarımda asılı fotoğrafın modası hiçbir zaman geçmedi. Hatta, fotoğrafçılık tarihinin en fazla çoğaltılan örneği olduğu söyleniyor. Ona, Marakeş’teki kartpostalda, İstanbul’daki anahtarlıkta, Maradona’nın dövmesinde, /images/100/0x0/55eb0fe3f018fbb8f8a891c7savaş karşıtı Amerikalı’nın fularında, Filistinli’nin atkısında, top model Gisele Bundchen’in bikinisinde ve akla hayale gelmeyen daha nice yerde rastlamak mümkün.

68 kuşağının pop ikonuna dönüşen ünlü fotoğrafın orijinalini, bundan birkaç hafta önce Viyana’nın WestLicht Galerisi’nde, Guevara’nın doğumunun 80. yılı münasebetiyle açılan sergide gördüm. Kübalı fotoğrafçı Alberto Korda’nın, 5 Mart 1960 günü çektiği ve "Guerrillero Heroico" (Yiğit Gerillacı) adını verdiği asıl fotoğrafta, Che Guevara’nın sol arkasında bir palmiye ağacı, sağ yanında başka bir erkeğin profili görünüyor. 31 Temmuz 2008’e dek açık kalacak sergi, bu fotoğrafın yanı sıra Osvaldo Salas, Rene Burri, ayrıca adı bilinmeyenlerin çektiği görüntüler aracılığıyla, sadece 68 kuşağını değil, onların çocuklarını dahi etkileyen ve Küba devriminden bağımsız olarak ününü sürdüren efsanevi "Comandante Che"nin devrimci yaşam felsefesini öğretmeyi amaçlıyor, Bolivya’nın bir köyünde silah arkadaşlarıyla birlikte ölümüyle sonlanıyor.

"Belçika’dan Havana’ya silah getiren Fransız bandıralı La Coubre gemisi infilak etmiş, yüzden fazla dok işçisi ölmüştü. Ertesi gün, Colon Mezarlığı’ndaki törende, Küba’nın günlük Revolucion gazetesi için fotoğraf çekmekteydim. 90 milimetrelik objektifli, Leica M2’mi kürsüye yöneltmiş sağa sola gezdiriyordum ki, vizörde yeni hükümetin sanayi bakanı Che Guevara’nın yüzü belirdi. Bir modern zaman peygamberini andırırcasına uzaklara doğru bakıyordu. İşte o an, elim deklanşöre gitti, iki kare çektim," diye anlatmıştı Alberto Korda.

Revolucion gazetesi, cenaze töreniyle ilgili haberlerinde Che’nin portresini kullanmadı. Yine Korda’nın çektiği, Fidel Castro, Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir fotoğraflarını basmayı tercih etti. Korda, henüz kimsenin rağbet etmediği fotoğrafı, yedi yıl stüdyosunda sergiledikten sonra, İtalyan yayıncı Giangiacomo Feltrinelli’ye hediye etti. Birkaç hafta sonra aynı fotoğraf, İtalyan gazetelerinin birinci sayfasındaydı. Haber, dünyayı sarsacak nitelikteydi: "Küba devriminin efsanevi kumandanı, Fidel Castro’nun silah arkadaşı Che Guevara, Bolivya ordusunun askerleri tarafından öldürülmüştür." 1967 yılının sonbaharıydı ve aynı fotoğrafın milyonlarcası, 1968 baharından itibaren dünyanın neresinde bir öğrenci, işçi ya da köylü hareketi varsa, orada ön saflardaydı.

2001’de ölen fotoğrafçı Korda, Guevara’nın portresinden bir Küba Pesosu bile kazanamadı. Sadece bir tek kez, o da içki içmeyen devrimcinin manevi şahsına hakaret kabul ettiğinden, fotoğrafı Smirnoff votkasının reklamında kullanan Lowe Lintas reklamcılık şirketinin aleyhine dava açtı. 50 bin dolara uzlaştıkları, parayı Havana’daki bir hastaneye bağışladığı biliniyor. Orayı seçmesinin nedeni açık. 1956 Kasım’ında Fidel Castro ve bir avuç Kübalı’yla birlikte adaya çıkan, iki yıllık silahlı çatışma sonunda diktatör Fulgencio Batista’yı devirmeyi başaran, Arjantin doğumlu Ernesto Rafael Guevara de la Serna, Buenos Aires Tıp Fakültesi mezunu bir doktordu.
Yazının Devamını Oku

Her çikolata yenmez

22 Haziran 2008
Üç bin yıldır buradaydılar. Yemyeşil tepeler arasından akan nehrin kıyısında. Vebaya, Bavyeralılara, Norveçlilere, hatta Tuna’nın taşmasına direnerek bugünlere gelmişlerdi. Yeryüzünün bu cennetinde üzüm yetiştirir, dünyanın en iyi şaraplarını üretmeye çalışırlardı. Hele bir Spitz Brut Sekt şampanyaları vardı ki, Avusturya’nın iftiharıydı. Gelin görün ki Bay Helmut, atalarının mesleği bağcılık ve meyhanecilikten vazgeçmiş, otelcilik yapmak istiyordu ve bu hayalini gerçekleştirmek için her şeyi göze alabilirdi. Adam öldürmeyi bile.

9 Şubat 2008, soğuk, kuru, bol güneşli bir kış günüydü. "Haydi gel, bu sabah birlikte koşalım" dedi adam, "Hava bir harika". 34 yıllık hayat arkadaşının elini tuttu. Nehir boyunca bir saat kadar koştular, vadinin her iki yamacını süsleyen üzüm bağlarını keyifle seyrettiler, geri dönüp kahvaltı ettiler. Adam, cumartesi olmasına rağmen takım elbisesini giydi, özenle kravatını bağladı, evrak çantasını aldı, karısını öptü, kapıya doğru yürüdü.

Tam o sırada "Şuna baksana" dedi, "Dün akşam belediyeden çıkarken Mercedes’in sileceğinin altında ne buldum!" Dış cebinden, hafifçe buruşmuş, kalınca, orta boyda bir zarf çıkarttı.

"İçinde bu vardı" dedi, iki sevimli ayıcığın resmedildiği açık sarı renkteki kartpostalı göstererek. Ayılardan biri, diğerinin kulağına eğilmiş, "Sana önemli bir şey söyleyeceğim!" diyordu. Kartpostalı açınca, ne söyleyeceğini anlıyordunuz: "Sen benim için çok özelsin!"

Her iki cümle matbaa baskısıydı. Gönderen, başkaca bir şey eklememiş, ancak kırmızı ruj ya da dudak kalemiyle iki kalp resmi çizmişti. Adam gülerek "Bir rakibin var" dedi. "Üstelik kartla yetinmemiş, bir de bunu bırakmış."

Pembe-kırmızı renkte parlak kağıda sarılı küçük cisme baktı kadın ve hemen tanıdı. Bu bir "Mon Cheri"ydi. Ferrero firmasının imal ettiği, içindeki likörlü kirazıyla ünlü, yarı bitter çikolata. "Hoşçakal" dedi adam, bir yandan çikolatayı ağzına atarken, "Krems’e gidiyorum. Akşama görüşürüz". Üşenmeden mutfağa kadar gitti, çikolatanın kağıdını çöpe attı. "Yavaş sür" dedi kadın. "Saat henüz erken, B3’te trafik azdır, 20 dakikada varırsın."

ÇİKOLATADAKİ ACI SÜRPRİZ

B3 Donau Bundestrasse üzerindeki devriye aracı, Unterloiben yakınlarındaki eve vardığında, hastanenin helikopteri çoktan caddeye inmişti. Krems yönünde seyretmekte olan siyah bir Mercedes’in önce sağa sola yalpaladığı, sonra yol kenarında durduğu, aracın kapısını açan sürücünün, kendisini asfaltın üzerine bırakıverdiği bildirilmişti. Bir tanık, titreyen ve kasılan adamın sadece "Yardım edin, zehirlendim" diyebildiğini, ardından bilincini kaybettiğini anlatıyordu.

Adam, saat dokuzu on geçe, her bir yanına tüpler bağlanmış biçimde, Krems hastanesinin yoğun bakımında yatıyordu. Felç olmuştu. Adı Dr. Hannes Hirtzberger’di, sabah karısıyla kahvaltı eden adamdı, yani Spitz kasabasının belediye başkanı.

Başkanın sol cebinden bir zarf çıktı. Zarftan da aşk sözcükleri basılı, rujla iki kalp resmi çizilmiş ayılı kartpostal. "En son bir Mon Cheri yedi" dedi Bayan Renate ağlayarak, "Dün, arabasının ön camına bırakılan zarftan çıkmış. Kağıdı, bizim evdeki çöpte." Olay yeri inceleme ekibi zarfı, kartpostalı, çikolatanın ambalajını kriminal laboratuvara gönderdi. Savcılık, DNA analizleri için, özel bir şirkette çalışan moleküler biyolog Christa Nussbaumer’i görevlendirdi.

Doktorlar, yaşamla ölüm arasında gidip gelen Dr. Hannes Hirtzberger’in kanını, idrarını, mide yıkama sıvısını toksikoloji laboratuvarına yolladılar. Başkanı felç eden, belki bir zehirdi ve belki zehirli olan çikolataydı.

10 Şubat günü, Avusturya’nın kuzeydoğusundaki, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya’ya komşu Aşağı Avusturya eyaletinin sakinleri radyo ve televizyonlarını açtıklarında, kriminal laboratuvarlardan sorumlu emniyet müdürü Ernst Schuch’nun hiç alışık olmadıkları bir açıklamasıyla karşılaştı. Aynı bilgi, yerel gazetelerin baş sayfalarında da yer bulmuştu. "Kamu çalışanları, kendilerine gönderilen mektup ve hediyeleri kesinlikle açmasın ve bulundukları yerin güvenlik birimine iletsin."

Halk henüz başkanın neden yoğun bakımlık olduğunu anlamamıştı ama polis, hastaneye bu kadar yakın olmasaydı ve midesi hemen yıkanmasaydı, Dr. Hannes Hirtzberger’in felç geçirmekle kalmayıp çoktan ölmüş olacağını gayet iyi biliyordu. Kriminal laboratuvar, çikolatanın kağıdında; hastane de başkanın vücudunda aynı maddeyi bulmuştu. Striknindi bu, yani fareleri, köpekleri öldürmekte kullanılan zehir. Başkanın midesinde kalan ve midesi dolu olduğundan henüz kanına geçecek vakti bulamayan striknin miktarı, sadece onu değil, onun ağırlığında en az birkaç kişiyi öldürmeye yetecek kadar çoktu.

Striknin acıdır. Hem de çok acı. Başkan, çikolatayı pek çiğnemeden, hızla midesine yuvarlamış olmalıydı. Ayrıca, çikolatanın "bitter" denen tipte olması, zehrin acılığını örtmüştü herhalde.

PARMAK İZİ YOK AMA DNA’SI VAR

14 Şubat günü müdür Ernst Schuch’nun keyfine diyecek yoktu. Sevgililer Günü olduğu için değil elbette. Polis kriminalin uzmanları, sileceğin altına iliştirilen kartpostalın Krems’te satıldığını saptamıştı. Dış yüzeyinden parmak izi ya da DNA elde edememişlerdi ama, şans yüzlerine gülmüştü. "Rujla çizilmiş kalpleri mikroskop altında inceledim, üzerine kepek taneciği düşmüş, DNA elde edilebildi, bir erkeğe ait" demişti uzman Christa Nussbaumer. "Başkan’ınki olmalı" diye yanıtlamıştı müdür. "Hayır, onunki değil, başka birinin, üstelik Mon Cheri’nin ambalajında da onun DNA’sı var." Bundan daha güzel bir haber olamazdı. Hele bir de ulusal bankada DNA profilinin karşılığı varsa, başkanı öldürmeye kalkanı elleriyle koymuşçasına bulacaklardı. Başsavcıya bilgi verdi.

Müdürün keyfi fazla uzun sürmedi. Aradıkları adam, bankada yoktu. "Krems’te oturan erkeklerden örnek alıp, DNA analizi mi yaptırsam?" diye düşündü bir an. Ocak ayından bu yana Avusturya yasaları kitlesel DNA analizlerine izin vermekteydi. "2-3 bin kişiyi bulabilir. En az 30-40 bin Euro’ya mal olur. Yaratacağı rahatsızlık da cabası. İyisi mi Başkan Hirtzberger’i kimlerin ortadan kaldırmak isteyebileceğini bulalım. İhbarda bulunana 20 bin Euro ödül vereceğimizi ilan edelim."

İzleyen on günde, 25 kadar polis 150 kişiyi sorguya çekmiş, ancak çikolatanın içine zehri yerleştireni bulamamıştı. 27 Şubat’ta, aralarında Jack Unterweger ve Horst David gibilerinin de yer aldığı seri katillerin soruşturmasına katkıda bulunmuş, kriminal profilci psikolog Thomas Müller’in de konuyla yakından ilgilendiğini öğrendik. Hemen ertesi gün, müdür Ernst Schuch saldırganı bulduklarını, olayı çözdüklerini gururla ilan etti.

Tutuklanan, Helmut Osberger adlı bir adamdı. DNA örneği vermemek için bir hayli direndiği, DNA örneğinin yanak içinden alındığını bilmediğinden, oğullarından birine "Şu çanağın içine tükür, polise benim tükürüğüm diye yutturayım" dediği ortaya çıktı. Polise göre, Bay Helmut’un başkanı öldürmek istemesinin nedeni açıktı. Uzunca bir süredir belediyeye gidip gelmekteydi. Sahibi olduğu üzüm bağını sökmek, onun yerine bir "Spa" inşa etmek istiyordu. Durmadan, geleceğin şarapta değil, turizmde olduğunu söyleyip duruyordu. Değişikliğe gereken formaliteleri bir türlü tamamlamadığından imar izni alamıyor ve giderek sinirleniyordu. 1700 kişinin yaşadığı Spitz’in küçük belediyesinde, isyanını duymayan kalmamıştı. Gerçi hararetle masum olduğunu iddia ediyordu ama, nafile. 56 yaşındaki meyhaneci Bay Helmut Osberger’in DNA profili, hem kartpostaldaki, hem de çikolata kağıdındaki DNA’yı tutmuştu.

CİNAYET EĞİTİMİNE DÖNÜŞEN DAVA

Helmut Osberger’in, belediye başkanını öldürmeye teşebbüsten yargılanması, Viyana Tıp Fakültesi’nden adli tıp uzmanı Prof. Dr. Christian Reiter ile aynı fakülteden farmakolog Prof. Michael Freissmuth’u karşı karşıya getirdi.

Bir davanın hem savunma, hem de iddia makamının bilirkişilerini tanımak bana pek keyif verir. Zaman zaman, önündeki litrelik Vöslauer maden suyu şişesinden bir yudum alan ve tel gözlüklerinin üzerinden bir sağa, bir sola bakan bayan yargıç Ingeborg Kristen için durumun aynı ölçüde keyifli olduğunu sanmıyorum.

Dr. Reiter, bir powerpoint sunumuyla anlatmaya başladı. "Başkan’ın idrarında 40 miligram striknin bulunmuş" dedi. "Bu durumda 700 miligram striknin yutmuş olmalı." Dr. Freissmuth atıldı. "Bir Mon Cheri’nin içine bu kadar çok striknin sokulamaz. "Sokuluyor" dedi Reiter: "700 miligram striknini toz haline getirdim, enjektöre doldurdum, sonra bir Mon Cheri’ye batırdım, ortasındaki sıvıyı enjektöre çektim, bal yoğunluğunda bir karışım oldu, strikninli likörü tekrar çikolataya zerk ettim." Karşı taraf itiraz etti. "Pek çok kez denedik, bir Mon Cheri’ye en fazla 500 miligram striknin doldurulabiliyor."

Osberger’in avukatı Nikolaus Rast yanında getirdiği, içinde tüpler, pipetler, enjektörler bulunan plastik leğeni masanın üzerine koydu. "İzin verin yargıcım" dedi, "deneyleri bir de burada tekrarlayalım." Dr. Reiter, bu teklife karşı çıktı. "İster 700, 710 ya da 680, hiç önemi yok. 500 miligram striknin bile, bir insanı haydi haydi öldürmeye yeter." Yargıç Kristen, Viyana’nın 80 kilometre kadar uzağındaki küçük duruşma salonunda, kimya deneyleri yapılmasına izin vermedi. Sanırım haklıydı. Anlatılanlar giderek "Tek çikolatayla insan öldürme" dersine dönüşüyordu.

Christa Nussbaumer’in, ruj üzerindeki kepekten DNA eldesi hayranlık uyandırdı. Sekiz kişilik jüri, sunulan delilleri ve komadaki belediye başkanının yaşasa bile, konuşamayacak, yürüyemeyecek oluşunu dikkate aldı, Helmut Osberger’i suçlu buldu.

Osberger, masum olduğunda ısrar etti, Mercedes’in camına zehirli çikolatanın bırakıldığı saatlerde başka bir kentte, ipek kadın geceliği satın almakta olduğunu kredi kartı slipi ve kasa fişiyle kanıtlamaya çalıştı. Dükkan sahibiyle arkadaşlığı anlaşılınca, belgelerin düzmece olabileceği kuşkusu uyandı. Otelcilik heveslisi meyhaneci, 20 Mayıs 2008 gecesi 20 yıl hapisle cezalandırıldı. Dava, temyiz aşamasında. Başkan hálá hastanenin yoğun bakımında.

Asitler, zehirler, bombalı mektuplar

Avusturya, belediye başkanı suikastlarına yabancı değil. Aralık 1993’te, zamanın Viyana Belediye Başkanı, göçmen yanlısı politikalarıyla bilinen sosyal demokrat Helmut Zilk, bir bombalı mektup yüzünden sol elinin iki parmağını kaybetmişti. Saldırıyı gerçekleştiren ırkçı terörist Franz Fuchs, benzeri mektup ve boru tipi bombalarla dört kişi öldürdükten, 15 kişiyi ağır yaraladıktan sonra, bir trafik kontrolü sırasında tesadüfen durduruldu. Kendisinden şüphelenildiğini sandı, intihar etmek amacıyla yanındaki bombayı patlattı. İki eli koptu, çevresindekiler yaralandı. Ömür boyu hapse mahkum edildi, 26 Şubat 2000 günü, Graz-Karlau Cezaevi’ndeki hücresinde, elektrikli tıraş makinesinin kablosuyla intihar etti.

Meyhanesi için işletme izni alamayan biri, 6 Kasım 2003’te, Fohnsdorf Belediye Başkanı Johann Straner’in göğsüne ve karnına doğru iki el ateş etti, ardından tabancasını kendisine yöneltti. Mermilerden biri başkanın karnına saplandı, diğeri kol saatine çarpıp yön değiştirdi. Başkan halen görevinin başında.

Sosyal Demokrat Parti Milletvekili ve Weisskirchen’in eski Belediye Başkanı Rudolf Prinz, 7 Mart 2008 günü kendisine gönderilen puro kutusunu açtı ve açar açmaz üzerine sıçrayan sıvıdan elleri yandı. Polisin aldığı önlem sayesinde, benzeri puro kutuları gönderilen dört siyasetçi yara almadan kurtuldu. Kutulara bütirik asit doldurduğu sanılan kişi Bavyera’da yakalandı. Eylemleri, inşaat izni alamadığı için gerçekleştirdiği düşünülüyor.

Yeri gelmişken belirtelim, bütirik asit sadece cilde zarar vermekle kalmaz, döküldüğü eşyalar üzerindeki acımış tereyağı kokusu haftalar hatta yıllarca çıkmaz. 1990’lı yıllarda ABD’deki kürtaj kliniklerine düzenlenen 100 kadar saldırıda, bu asit kullanılmıştı. Japon bandıralı, balina avcı gemisi Nisshin Maru’daki çalışmaları protesto eden Sea Shepherd (Deniz Çobanı) aktivistleri, bir süre önce geminin güvertesine yüzden fazla bütirik asitli şişe atmıştı.
Yazının Devamını Oku

1878 dilime ayrılan adam

15 Haziran 2008
Beş kişiydiler. Beşi de idam mahkûmu. "Bedeninizi bilime bağışlamaz mısınız?" diye sordu gardiyan. Biri kabul etti. Ölümünden sonra yüzlerce parçaya bölündü ve bölündükçe ölümsüzleşti. İnsanın teknoloji alanındaki yaratıcılığı eksponansiyel, yani üstel bir hızla artıyor. Taşı yontarak işe yarar bir alet elde edebileceğini öğrenmesi, atalarımızın on binlerce yılını aldığı halde, 19. yüzyıldaki başarılarının toplamı, geçmiş bin yılına, 20. yüzyılın sadece ilk 20 yılındaki teknolojik buluşları, bir önceki yüz yılda başardıklarının tamamına eşdeğer. Bilişim sektöründeki gelişmeler ise baş döndürücü./images/100/0x0/5641c7a8f018fb2f2cd36a3d

Bugünün bulgularıyla gelecek hakkındaki kestirimleri, ayrıca optik karakter okuma ve elektronik müzik aletleri konusundaki buluşlarıyla tanınan Raymond Kurzweil, bilgisayar hızlarındaki gelişmeyi hesaplamış. Saniyede bir milyon işlem gerçekleştiren bin dolarlık bir bilgisayar için 90 yıl çalışıldığını, günümüzde bu değerdeki bir bilgisayara her gün bir milyon işlem yapabilme becerisinin eklendiğini anlatıyor. Kuzweil’e göre, 2020’de bin dolar ödeyerek satın alacağımız bilgisayar bir insan beyninin işlem hızına ulaşacak, yani saniyede 20 katrilyon (20,000,000,000,000,000) işlem yapabilecek. 2055’teki gücü, yeryüzündeki tüm insan beyinlerinin toplam hızına varacak.

Bilgisayarların hızıyla ilgili öngörüler bunlar, peki ya zekası? Kurzweil, bilgisayarların insan gibi düşünüp karar verebilmesinin bir yazılım meselesi olduğunu, insan beyninin nasıl çalıştığı anlaşıldığında bunun da üstesinden gelineceğini öne sürüyor. "İnternette bir beynin kesitleri duruyor" diyor Kurzweil, "Gerçi, fotoğrafların çözünürlüğü amaçlarımıza uygun değil, ama üzerinde çalışmaya değer." Bir bilişim gurusunun hedef gösterdiği internetteki beyin kimin? Belki merak edersiniz diye düşündüm.

GÖRÜNÜR İNSAN PROJESİ

1990’ların başında, ABD’nin Colorado Üniversitesi’ndeki İnsan Simülasyon Merkezi’nde çalışan araştırmacılar, Kongre’nin ve Ulusal Bilim Vakfı’nın desteğinde, bir projeye başladı. Projenin adı, "Görünür İnsan Projesi"ydi ve yürütücüsü Dr. Michael Ackerman’a göre, anatomide devrim yaratacaktı. Ekip, kısa zamanda önce bir erkek, daha sonra bir kadın kadavranın tüm vücuduna ait üç boyutlu dijital görüntülerini elde etti.

Kolay bir iş değildi bu. Önce, kadavraların manyetik rezonans ve bilgisayarlı tomografisini çekmişler, sonra onları mavi jelatin içinde eksi 85 dereceye kadar soğutarak dondurmuşlar ve kriyomakrotom ile, erkeği bir; kadını yarım milimetre kalınlığında dilimleyerek, her bir dilimin fotoğrafını çekmişlerdi. Bütün bu işlemler 9 ay sürmüştü.

1995’e geldiğinde, erkeğin 1878 adet, kadının 5189 adet taranmış fotoğrafı internette yayınlanıyordu bile. Artık, ne kadavra bulma sıkıntısı vardı, ne diseksiyon yapacak uzman ihtiyacı, ne de gördüklerini çizecek ilüstratör. Yeterince hızlı ve belleği yeterince büyük bir bilgisayara, biraz gelişmiş bir yazılıma sahip herkes, insan bedeninin her noktasını istediği her açıdan görme şansını yakalamıştı. Kesitler, sadece geleneksel anatomi ve biyoloji eğitimine, hastalıkların tanı ve tedavisine katkıda bulunmakla kalmadı, bilgisayar oyunlarında, dünyayı gezen sergilerde, belgesellerde kullanıldı. Bruce Willis’in oynadığı, Luc Besson’un bilim kurgu filmi Beşinci Element’teki insana benzer bir kadının yaratılma sahnesinde ve İntel bilgisayarların reklamlarında yararlanıldı.

Peki, başta tıp bilimine olmak üzere, bu denli faydası olan kadavralar kimindi? Projede çalışanlar, kesinlikle gizli kalmasına taraftar olmakla birlikte, erkekle ilgili ufak bir bilgi verdiler. "Görünür Adam, 26 Ağustos 1993 tarihinde adam öldürme ve gasp nedeniyle idam edilmiş, 39 yaşındaki bir Teksaslıdır." Bu bilgi, "Görünür Adam"ın son fotoğrafının gazetelerin birinci sayfasına basılmasına yetip artacaktı. Gerçi, proje bir anda ünlenecekti ama, insanlığın 400 yıl geriye gittiğini ileri süren tartışmaları da beraberinde getirecekti.

VÜCUDU BOZMADAN İDAM

Hırsızlık yüzünden iki kez hapse düşmüştü. 1981 Mart’ında, mikrodalga fırını kucaklamış tam mutfağın kapısından çıkıyordu ki, 75 yaşındaki ev sahibi Bay Edward Hale ile burun buruna geldi. Ekmek bıçağını kaparak birkaç kez sapladı. "Ya ölmemişse, ya beni tanırsa" diye düşündü. Tabancasını çekip üç kez ateş etti. Birkaç aya varmadan yakalandı, yargılandı, idama mahkum oldu. Bir Teksas cezaevinde, 12 yıl ölümü beklemeye koyuldu.

Onun gibi dört kişiye aynı şeyi sordu gardiyan. Hepsi beyaz tenli, orta boyda, orta ağırlıkta, orta yaştaydılar. Tıpkı 400 yıl öncesindeki gibi, "normal" birini arıyorlardı çünkü ve onu bulmaları iki buçuk yıl sürmüştü. "Bedenini bilime adar mısın?" "Evet" dedi, eski otomobil tamircisi 39 yaşındaki Joseph Paul Jernigan. "O zaman seni diğerleri gibi elektrikle değil, damarına potasyum klorür enjekte ederek idam edeceğiz." Tıpkı 400 yıl önce, halk önünde bedeni açılacakların, başı kesilmeyip asılması gibi, onun da olabildiğince değişmeden kalmasını istiyorlardı.

Jernigan’ı Teksas’ta idam ettiler, cansız bedenini Colorado’ya gönderdiler. Tıpkı 400 yıl önce idam edilenlerin, ikinci cezasını evinden uzakta bir yerde çekmesi gibi. Şimdi internette görülen, onun dilimlenmiş bedeni. Aslında Jernigan pek de "normal" sayılmaz. Birkaç dişi eksik, apandisiti alınmış, ayrıca testislerinden biri, geçirdiği bir ameliyatla çıkartılmış.

Normali temsil eden ev kadını

İdam edilen kadın sayısının azlığından olsa gerek, Görünür İnsan Projesi’nin dişisi, suç işlemiş biri değil. Proje çalışanlarının belirttiğine göre, Maryland’li bir adamın karısı. Enfarktüs kriziyle aniden ölmüş, evvelce hiçbir sağlık sorunu olmamış, 59 yaşında bir ev kadını. Kadının kimliğiyle ilgili bundan başka bir bilgimiz yok.

Proje çalışanlarının, "normal"i temsil etmek üzere seçtiği kadınla ilgili olarak, "ev kadını" tanımını kullanması kıyameti kopartmıştı. "Ne yani" diye sorulmuştu, "Çalışan kadınlar, entelektüel faaliyette bulununca, beyinlerinde erkeksi değişiklikler mi oluyor ki normalden sayılmıyorlar?"

Ayrıca, proje yürütücüsü Dr. Michael Ackerman’ın, "Örneğimiz menopoza girdiğinden, normal bir kadını tam olarak temsil etmiyor. Bu eksiği yakında telafi edecek ve genç bir kadın kadavrası bulacağız" şeklindeki beyanatı da çokça gürültü koparttı. Ne demek oluyordu bu? Apandisiti alınmış, tek testisli erkek normalden sayılıyordu da, menopoza girmiş kadın neden normal değildi?

Sanal kadın, erkek kadar ünlü olamadı. Kadının zaten "adının olmadığı" bir dünyada, bir de gerçekten kim olduğu bilinmiyor ve sadece "Maryland’li adamın ev kadını karısı" şeklinde anılıyorsa hepten yok sayılması kadar doğal ne olabilir.

Dr. Tulp’un anatomi dersi

Önde bir ceset, arkada beyaz gömlekli 7-8 kişi, ortalarında büyük hoca. Önceki kuşak hekimlerimizin albümlerinden eksik olmayan bir fotoğraf. Günün birinde hastaları iyileştirebilmek için, önce soğukça bir mekanda, garip kokulu bir kadavranın organlarına, kas ve kemiklerine dokunacaklar. Hipokrat yeminiyle sonlanan, uzun ve zor bir eğitimin, ölülerin içini incelemekle başlayan ilk adımı: Anatomi dersi.

Babamın, anatomi dersinde çekilmiş grup fotoğrafında, kendini doktorların eğitimine bırakıvermiş ölü kimdi acaba? Sormayı nedense akıl edememişim. Halbuki, ünlü Hollandalı ressam Rembrandt’ın henüz 26 yaşındayken yarattığı "Dr. Nicolaes Tulp’un Anatomi Dersi" adlı yağlı boya tablosundaki ölünün kimliğini biliyoruz. Adı, Adriaan Adriaansz’dı, nam-ı diğer Aris Kindt. Silahlı soygunlara karıştığından asılmış ve hemen Cerrahlar Birliği’nin Amsterdam’daki anatomi amfisine götürülmüştü.

31 Ocak 1632 günü, 28 yaşındaki adamın bedeni ahşap masaya bırakıldıktan sonra, dönemin ünlü anatomi hocası Dr. Tulp’un sağ yanına yedi hekim yerleşmiş, Aris Kindt’in üzerindeki anatomi dersi de böylece başlamıştı. Dr. Tulp, elindeki forsepsiyle ölünün sol kolundaki kasları kaldırırken kadavraya değil, ileriye doğru bakar. Tabloda, amfide oturanlar görünmez, ancak kalabalık oldukları ve pek azının tıp öğrencisi olduğu kayıtlıdır. Seyirciler arasındaki Rembrandt, aldığı sipariş üzerine, Dr. Tulp ve meslektaşlarını kadavra önünde resmetmek üzere oradadır.

Halen, Lahey’deki Mauritshuis Sanat Galerisi’nde bulunan, çok sayıda tıp makalesine konu edilen ve merak edenlerin detaylarını Eczacıbaşı’nın sanal müzesinde inceleyebileceği "Dr. Nicolaes Tulp’un Anatomi Dersi", 400 yıl öncesinin Avrupa’sında pek yaygın olan, günümüzde ilginç biçimde yeniden baş gösteren bir uygulamanın; kalabalıklar önündeki anatomi dersinin bir örneğidir.

İDAM ETMEK YETMEZ HALKIN ÖNÜNDE İÇİNİ AÇALIM

16. yüzyıl başlarında, bir suçlunun idamıyla yetinilmeyip daha ileri bir cezalandırma için ölü bedenini kalabalığın gözleri önünde açmanın, böylelikle iç organlarını teşhir ederek aşağılamanın, kitleleri suç işlemekten alıkoyacağı fikri gündeme gelmişti. Fikrin kimden çıktığını bilmiyorum ama, aradan yüz yıl geçmeden, Avrupa’nın hemen her kentinde, asılan ya da kafası giyotinle kesilenlerin, halk önünde diseksiyonla ikinci bir kez cezalandırıldığını görüyoruz. İngiliz ve İtalyan yasaları, suçluları kendi köy ve kasabalarında idam ederken, yakınlarına daha fazla utanç vermemek amacıyla bedenlerinin başka bir kentte açılmasını öngörür, kimliğin gizli tutulmasını, sadece işlenen suçların sıralanmasını şart koşardı. Ancak bu durum, Avrupa’nın her yerinde geçerli değildi. Örneğin, Amsterdam’da masaya yatırılıp Rembrandt’ın fırçasıyla ölümsüzlüğe kavuşanın kim olduğunu biliyoruz.

Halk önünde diseksiyonun suçları azalttığına dair bir veri yok ama, anatomi bilimine katkı yaptığı muhakkak. Üstelik, eğitim için bağışlanan kadavralar genellikle hasta ve yaşlı kişilere aitken, suçluların önemlice bölümü, idam edildiğinde genç ve sağlıklıydı. Bolonya’daki uygulamaların değerlendirmesini yapan Giovanna Ferrari, "Halk için anatomi dersleri ve karnaval" adlı makalesinde, anatomi uzmanlarının yargıçlardan orta boy, kilo ve yaşta mahkum istediğini, yargıçların da, halk önünde incelenecek mahkûmun giyotinle değil, beden bütünlüğünü bozmayan, iple asılmasına karar verdiğini anlatır.

Erkekler, genellikle adam öldürme yüzünden idam edilirken, Avrupalı kadınlar, yeni doğan bebeklerini öldürdüğünde ya da hırsızlık yaptığında da ölüm cezasına çarptırılırdı. Suç işleyen kadın sayısı azdı, bu nedenle onların bedenlerine talep yüksekti. Tarih profesörü Ludmilla Jordanova, erkeklerden daha hafif suçlar işlemiş olmasına rağmen, kadınların kendilerini diseksiyon masasında bulmasını bu talebe bağlar. Hatta, üreme organlarının incelenmesinin, erkekler için seyirlik bir malzeme oluşturduğunu öne sürer.

İdam mahkûmlarının bilime katkısı sürüyor. Kimi zaman, Çin’deki gibi doğru mu, yalan mı olduğunu bilmediğimiz uygulamalarla. Ama kimi zaman, her ayrıntısını bildiğimiz ve 17. yüzyıl Avrupası’nı aratmayacak gerçeklerle.
Yazının Devamını Oku

Gerçek Indiana Jones’lar ve Kristal Kafatasları’nın Sırrı

8 Haziran 2008
Indiana Jones filmlerinin ilki, Kutsal Hazine Avcıları’ydı. Onu, Lanetli Tapınak ve Son Macera izledi. Geçen haftalarda serinin dördüncüsü, Kristal Kafatası Krallığı seyircisiyle buluştu. Şimdiye dek, yapımcılarına bir milyar doların ve 7 Oscar ödülü kazandıran Indiana Jones’lar, bize 27 yıldır aynı soruyu sorduruyor. Harrison Ford’un canlandırdığı macera düşkünü, deri ceketli, şapkalı, kamçılı arkeoloğun bir gerçeği var mı? Son film, buna bir soru daha ekledi: Müzelerdeki kristal kafataslarının sırrı ne? Indiana Jones’un, zaman zaman mesleğine yakışmayan davranışları olduğu da muhakkak. Ama genç kuşakları bu çok önemli bilim dalına özendirdiği için onu seviyorum.

Amerikalı film yapımcısı, yönetmen ve yazar George Walton Lucas Jr.’un, maceraperest arkeolog Indiana Jones’u yaratırken kimden esinlendiği bilinmiyor. Genç okurlarım için özetlemekte fayda var: 1981’de gördüğümüz serinin ilk filmi, Kutsal Hazine Avcıları’nda (Raiders of the Lost Ark) ünlü arkeolog ve gizli hazine uzmanı, içinde on emrin yer aldığı sanılan kutsal sandığı bulmakla görevlendirilir. Indy, eski sevgilisi Marion’la birlikte, sandığın izini Nepal’den Kahire’ye kadar sürerken, aynı sandığın peşindeki Hitler’in ajanlarının çeşitli tuzaklarıyla karşılaşır.

Üç yıl sonraki Lanetli Tapınak’ta (Temple of Doom), Indiana Jones, Şanghay’daki bir gece kulübünde çıkan kargaşadan son anda kurtulur, Uzakdoğulu küçük yardımcısı ve kader birliği ettiği genç, sarışın şarkıcı Willie ile birlikte Hindistan’a yollanır. Köy çocuklarını kaçırarak madenlerde çalıştıran ve onlara olmadık kötülükler yapan Thuggee tarikatıyla mücadele eder. Hindistan hükümeti, geçmişte var olan Thuggee örgütünün filmdeki gibi çocukların kalbini çıkartmadığını ileri sürerek, bir süreliğine gösterimini yasaklamıştı.

Son Macera’da (The Last Crusade), arkeoloğun babası profesör Henry Jones, Naziler tarafından kaçırılır. Nedeni, Kutsal Kase hakkındaki araştırmaları ve bulgularını not ettiği günlüğüdür. Indy, hem babasını, hem günlüğü, hem de kaseyi Naziler’in elinden kurtarmaya çalışır.

Serinin son filmindeki kristal kafatası meselesi ise, arkeologları neredeyse 150 yıldır meşgul eden, çok sayıda bilimsel araştırmaya konu olan bir bilmeceye dayanıyor.

Yazımın başında da belirttiğim gibi, George Lucas’ın Indiana Jones’u yaratırken kimden esinlendiği bilinmiyor. Ancak ilk filmin çekiminden dört yıl kadar önce, ortağı Steven Spielberg’e, 1940’lı ve 1950’li yılların bazı film kahramanlardan etkilendiğini söylemiş. Lucas’ın keyifle izlediği bu filmler, 20. Yüzyılın başında yaşamış bir kaç gözü pek arkeologun gerçek yaşam öykülerine dayanıyor. Dolayısıyla, Lucas’ın şapkalı, kamçılı hayali arkeologu Indiana Jones, bunların bir sentezi olabilir.

MOĞOL ÇÖLLERİNDEKİ INDIANA JONES

Ünlü Amerikalı kaşif Roy Chapman Andrews, hayali arkeolog Indiana Jones’a en çok benzetilen bilim insanlarının başında gelir. New York’taki Amerikan Doğal Yaşam Müzesi’nin bir yetkilisi, "Kusura bakma evlat, sana göre işimiz yok" dediğinde, liseden henüz mezun olmuştu. "Paspas yapar, tuvalet temizlerim. Yeter ki buranın havasını soluyayım" diyerek çalışmaya başladığı bu ilk ve son işyerinde, Alaska, Japonya, Kore, Çin ve Endonezya’ya yapılan keşif gezilerine katılmış, Batı’nın hiç tanımadığı dev yılanlar ve kertenkeleler, vahşi domuzlar, balıklar ve kuşlarla geri dönmüştü. Zamanın müze müdürü Henry Osborn’un, "Fosiller orada, kumların altında, git bul onları" şeklindeki yüreklendirmesini dikkate almış, haritacıdan zooloğa büyükçe bir ekip oluşturup kendisini Asya’ya, Gobi çölüne, kum fırtınalarının ortasına, iç savaşların ve silahlı haydutların arasına atmıştı.

1922 baharında, onlarca Dodge otomobil, ayrıca yiyecek, benzin ve yedek parça yüklü 125 deveden oluşan konvoyunun önünde, başında kovboy şapkası, elinde silahı, aracının üzerine monte edilmiş makineli tüfeğiyle, Çin Seddi’nin bir kapısından çıktı. Devrimi henüz geride bırakmış Rusların, kontrol etmekte zorlandığı Moğolistan’ın içlerine, bilinmeyen yerlere yöneldi. Bir hafta kadar sonra, çadırının önünde nöbet tutuyordu ki, araçlarından biri, tozu dumana katarak ona doğru yaklaştı. "Bulduk Roy, başardık!" diye bağırdı, kıdemli paleontolog Walter Granger ve cebinden birkaç kemik parçası ve bir gergedan dişi çıkarttı. Bunlar, pek yakınlardaki büyük hazinenin ilk işaretleriydi.

ÇİZMEDE AKREP YATAKTA YILAN

İleriki günlerde, kum taşlarına gömülü olarak buldukları dev bir gergedan çenesi ve çok sayıda iskelet kemiği, paleontoloji tarihinin en önemli keşifleri arasında sayılır. Buldukları, 20-30 milyon yıl önce yaşamış, bilinen en büyük kara memelisinin kalıntılarıydı. Eldeki verilere göre, boynuzu yoktu, 15-20 ton ağırlığındaydı, boyu 7, yüksekliği 5.5 metreydi ve günde en az 2 ton yaprak yemek zorundaydı. Ona, Baluchitherium adını verdiler.

77 yıl sonra Jean-Loup Welcomme öndeliğindeki bir Fransız ekip, Pakistan’ın Belucistan bölgesinde, aynı canlının bu kez tam bir iskeletini gün yüzüne çıkarttı, kuraklıktan kıvranan bu yörelerin, milyonlarca yıl önce ormanlarla kaplı olduğunu yeniden kanıtladı. Ancak Andrews’un Gobi Çölü’nde geçen beş yıllık serüveni sırasındaki önemli keşiflerinden bir diğeri, 13 Temmuz 1923’te rastladığı dinozor yumurtalarıydı.

Andrews ve ekibi, dünya tarihinin çok gerilerinde kalmış hazinelerine ulaşırken, çöl koşullarının sayısız zorluk ve tehlikeleriyle de karşılaştı. Kum fırtınalarında kaybolup giden çadırlar, araçları soymaya kalkan atlı Moğollar, çizmelerden çıkan zehirli akrepler, gecenin dondurucu soğuğundan korunmak üzere yataklara giren yılanlar, Indiana Jones filmlerindeki sahneleri aratmayacak kadar heyecan vericidir.

Bir yandan arayışların giderek tehlikeli hale gelmesi, diğer yandan Çin hükümetinin buluntulara el koymaya kalkması, Andrews’un ABD’ye dönmesine neden oldu. Orta Asya keşiflerinin altın çağı da böylelikle son buldu. Gobi Çölü’nü dünyaya tanıtan, adına dernekler kurulan ünlü kaşif, yer silmeyi kabul ederek girdiği müzede 1942’ye dek çalıştı ve müze müdürlüğünden emekli oldu. Aktör Clint Eastwood’un, yıllar sonra belediye reisi seçileceği Carmel’e çekildi, ölünceye dek hatıralarını yazdı, maceralarını anlattı.

Kristal kafatasları ünlü müzelerde

1850’lerde ortaya çıkmaya başlayan kristal kafatasları, sadece bilimsel araştırmalara değil, gizemli görünüşleri nedeniyle roman ve belgesellere de konu olmuştur. Müze ve özel koleksiyonlarda bulunan 13 kadar kristal kafatasının kökenleriyle ilgili senaryolardan biri, bunların Maya ya da Aztekler tarafından yapılmış olmasıdır. Sular altında kalmış bir kıtada ya da çok uzaklardaki bir gezegende, uzaylılarca üretildikleri de iddia edilir.

Son Indiana Jones filminin dayandığı bu çekici yontular ile Kristof Kolomb’un keşfinden önceki Orta Amerika kültürleri arasında sıklıkla bir bağlantı kurulur. Ancak, müzelerde bulunan kristal kafataslarının hiçbiri, belgelenmiş bir arkeolojik kazıda ele geçmemiştir. Ayrıca, kafatası motifinin sıklıkla kullanıldığı Mezoamerikan kültürünün heykel ve resim sanatına, biçimsel ve teknik açıdan da benzemez. Öyleyse bu kristal kafatasları nereden geliyor, onları kim, neden yaptı?

İlk kristal kafatası, 1856’da British Museum’da sergilenmiştir. Büyük bir olasılıkla aynı yıl, bankacı Henry Christy’den satın alınan kafatası, sadece 2.5 santimetre yüksekliğindeydi. 1863’te Fransızlar Meksika’yı işgal edip Habsburg hanedanından Maximilian’ı imparator yaptılar. Birkaç yıl sonra, kendisini Meksika sarayının arkeoloğu olarak tanıtan Fransız Eugene Boban, elindeki iki kristal kafatasını Paris’teki dünya fuarında sergiledi. Bunu, Mexico City ve Smithsonian müzelerinde ortaya çıkan kristal kafatasları izledi. Birinci kuşak kafataslarının hepsinin boyu iki santimden kısaydı ve ortalarında, yukarıdan aşağıya uzanan birer oluğu vardı.

İkinci kuşak olarak adlandırılan ve normal insan kafası büyüklüğündeki kristal kafataslarının ilki, 1881’de tanıdık bir ismin, Eugene Boban’ın Paris’te açtığı antikacı dükkanında ortaya çıktı. "Dünyada eşi yok" diyerek pazarladığı kafatasını Tiffany&Co şirketine satabilmiş, British Museum da, Tiffany’den almıştır.

O yıllarda Meksika’da henüz arkeolojik kazılar başlamamıştı. 1884’te Meksika’ya giden Smithsonian Enstitüsü arkeoloğu William Henry Holmes, her köşe başında bir antikacı, her antikacıda Kolomb öncesi döneme ait sahte çanak, çömlek ve heykelcik satıldığını görünce, Science dergisinde bir makale yayınlamış ve dünyayı Meksika’daki eser sahteciliğine karşı uyarmak zorunda kalmıştı. Kristal kafataslarının sahte olabileceği akla gelse de, elde bunu kanıtlayacak delil yoktu.

Kristal kafataslarının en ünlüsü, 1943’teki bir müzayedede, derin deniz balıkçısı, araştırmacı zengin Mitchell-Hedges’in, Londralı antikacı Sidney Burney’den aldığı ve gözlerinden mavimsi bir ışık saçtığı söylenen kafatasıdır. Üçüncü kuşak kafatası, altçenesinin ayrılabilir olması dışında, British Museum’dakinin tam bir kopyasıdır.

Cam gözlü arkeolog NelsonCIA ajanı Hibben, Arabistanlı Lawrence

17 yaşına dek okuma yazma bilmeyen Danimarka asıllı Amerikalı Nels Christian Nelson, Indiana Jones’a model olduğu sanılan bir diğer arkeolog. Danimarka, İspanya ve özellikle ABD’nin güney batısında yürüttüğü kazılara stratigrafi, yani katman bilimin prensiplerini uygulamasıyla tanınan Nelson, Roy Chapman Andrews ile hemen aynı dönemde, Moğolistan çöllerine de gitmişti. Ancak onun, Andrews’den farklı olarak tüfeğe ihtiyaç duymadığı, takma gözünü çıkartıp haydutlara doğru tuttuğu anda, onları korkutup kaçırdığı anlatılır.

Büyük hayvan avcısı, arkeolog, antropolog ve yazar Frank Hibben; Roy Andrews’a özenerek çıktığı Moğolistan keşfinde, Amerikan hükümeti adına gizli görevler üstlendiğini, Çin’in batısındaki Lob Nor bölgesine atom bombası deneylerini izleyecek bir gereci yerleştirmeye kalktığında, Çinli askerlerin ateşi altında kalarak yaralandığını aktarır. Aslında Hibben gibi, casus olarak kullanılan çok sayıda arkeolog bulunur.

Örneğin 1917 sonbaharında, Honduras kıyılarındaki bir İspanyol kalesini fotoğraflamaya çalışırken yakalanan Amerikalı Maya kültürleri uzmanı arkeolog Sylvanus Morley’in amacı, geçmişi aydınlatmak değil, Almanların gizli radyo istasyonlarının ve olası denizaltı üslerinin yerini belirlemekti. Tarihçiler, arkeolog Morley’i, Amerikalıların 1. Dünya Savaşı’ndaki en başarılı casusu olarak kaydeder.

İngiliz arkeolog Leonard Woolley ile birlikte Suriye’deki Karkamış kazılarına katılan Thomas Edward Lawrence’in asıl görevi, İngiliz istihbaratı adına, Almanların Berlin Bağdat tren yolu yapımındaki gelişmeleri izlemek ve annesine yazdığı 1914 tarihli mektubunda da belirttiği gibi, "siyasi bir göreve arkeoloji süsü" vermekten öte bir şey değildi. Arabistanlı Lawrence olarak bilinen bu kişinin, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı yürütülen Arap isyanında üstlendiği rol, malumlarınızdır.
Yazının Devamını Oku

Bambu Bar’da bir Yakuza

1 Haziran 2008
Eğildi, sandalyenin altından çanta benzeri bir şey aldı, açtı, bir tomar kağıt çıkartıp önüme sürdü. Bu sayfada yayınlanmış bazı yazılarımın internet çıktılarını gördüm. "Haftalar öncesinden Wagner’e biletim var" diye direnmem işe yaramadı. Gece, "Gel, kır beni. Göm beni, göm beni. Seninle işim bitti. Gözlerime bak. Beni öldürüyorsun" naralarıyla başladı, parmakları kesik ve sarhoş bir Yakuza’nın, "N’olur romanımı yaz" yalvarışlarıyla sürdü. Burası Bambu Bar, Viyana.

2005 Mayıs’ından bu yana yılda üç kez Viyana’ya geliyorum ve şehir merkezine bir hayli uzakta, ama çalıştığım yerin hemen karşısında, ufak bir mutfağı bulunan bir otel odasında kalıyorum. Sabah 8.30’da başlayan toplantılar neredeyse 18.00’e kadar sürüyor. Ama bu kez kararlıyım. Kentin bitmek tükenmek bilmeyen kültürel olanaklarından yararlanacağım. Günlerden 22 Mayıs Perşembe, devlet operasına biletim var. Wagner’in Lohengrin’ine.

Birleşmiş Milletler’de çalışan, fazla muhabbetimiz olmayan Japon asıllı bir hukukçu ilk kahve arasında beni buluyor. "Bu akşam size bir sürprizim var," diyor telaşla. "Kesinlikle olmaz," diye yanıtlıyorum, "Operaya gideceğim." Gün boyu, her fırsatta ısrarını sürdürüyor, hatta yalvarıyor. Soruyorum, "Neymiş bu sürpriz? Bir ipucu verin, belki fikrimi değiştiririm." "Fuchu Cezaevi’nde yatmış bir mahkûm sizinle tanışmak istiyor," diyor ve sürdürüyor. "Suçunu söylemem, ama onun gibisine bir daha rastlayamazsınız." "Bir erkek" diyorum içimden. Fuchu’da, sadece erkekler var. Aklıma, o cezaevinde yapılmış ilginç bir araştırma geliyor. "Yabancı olabilir" diye düşünüyorum. Çünkü Japonya’da suç işleyen yabancılar Fuchu’ya gönderiliyor. "Örgüt mensubu ya da madde bağımlısı" diyorum ve çoğunu tutturuyorum.

SANDALYENİN ALTINDAN ÇIKAN HÜRRİYET PAZAR SAYFALARI

Avuç içi kadar yarı karanlık bir mekanda, birbirine çok yakın masalarda oturmuş, aynı parçayı üçüncü ya da dördüncü kez dinliyorduk. Wagner hayalleri kuran ben, Amerikan rock grubu 30 Seconds to Mars’ın, bir rastlantı eseri nakaratını bildiğim The Kill (Cinayet) adlı şarkısını öldürmeye yardım etmekteydim. Sıra bana geldiğinde, elime tutuşturulan mikrofona "Bury me, bury me", yani "Göm beni, göm beni" diye bağırıyordum. Hukukçu arkadaş, "Sözler de tam size göre" diyerek, dalga geçiyordu. Etraf sıcaktı, bira, yanmış yağ ve ter kokuyordu. Bir saatten fazladır, 38 numaralı tramvayın istasyonuna yakın bir bodrum katında karaoke yapılan barda gecenin sürprizi, Fuchu mahkûmu her kimse, onu bekliyorduk ve ben giderek sinirleniyordum.

Yanı başıma iliştiğini fark etmemiştim. Kulakları tırmalayan detone sesler arasında "Profesör Atasoy, ben Okaza" dediğini duydum. Beyaz gömlekli ve siyah takım elbiseliydi. Koreli ya da Japon’du. Yaşını tahmin etmek zordu. Çok bozuk bir Almanca konuşuyordu. Kalın ve çatallı bir sesle, beni buraya getiren avukatı nereden tanıdığını anlattı.

Sonra eğildi, sandalyenin altından çanta benzeri bir şey aldı, açtı, bir tomar kağıt çıkartıp, önüme sürdü. Hürriyet Pazar’da, yani bu sayfada yayınlanmış bazı yazılarımın internet çıktılarını gördüm. Meğer Japonlarla ilgili ne çok şey yazmışım. Yatak odasındaki hikikomori, kaçırılan Megumi Yokota, genç kızı sosa batırıp yiyen Issei Sagawa, insan deneyleri ve daha başkaları. "Hayrola," dedim merakla "Türkçe biliyor musunuz?"

Türkiye cezaevlerinde yazılarımı okuyan mahkûmlara alışıktım da, ünümün (!) Fuchu’ya ulaşması garibime gitmişti. Alışılmadık genişlikteki yüzüne bir gülümseme yayıldı, "Fuchu çok gerilerde kaldı," dedi, "bunları Almanya’da tanıştığım bir Türk verdi." Sonra, cesaret almak istercesine arkadaşıma baktı ve bana döndü, "Ne olur beni yazın," dedi, "benim hayatım roman." Güzelim programım zaten mahvolmuştu, "Hele anlatın bakalım", dedim, "düşünürüz." Saat, gece yarısını çoktan geçmişti. Ertesi sabahki oturumu ben yönetecektim. "Lütfen kısa kesin," diye ekledim, "erken kalkmam gerekiyor."

PARMAKLARI KESİKSIRTI EJDERHA DÖVMELİ

Bir kilisenin adını vererek, "Gelecek pazar günü günah çıkartacağım. Geleceğinize söz verin, yoksa anlatmam" diye başladı söze. Hayretle sordum, "Tanık önünde günah çıkartmak hangi dinde var?" Okaza, bedenine göre son derece ufak, üzeri bir hayli kırışmış etli ellerini masaya koydu. Sağ eliyle, sol elinin küçük parmağına uzandı, hafifçe çekti. O da nesi? Parmağın ucu protez. Sonra, yüzük parmağındaki protezi çıkarttı. Gözlerime inanamıyordum. "Adam, bir Yakuza mı?" diye geçti aklımdan. "Yoksa, dövmeleri de var mı?" Kendimi tutamayıp sordum.

Yavaşça kalktı, benden en az iki kafa uzundu, arkasından yürüdüm. Tuvalete giden koridorda tavandan sarkan ampulün altına gelince durdu. Ceketini çıkartıp bana uzattı, sırtını döndü, gömleğini sıyırdı. Ensesinden başlayan, bir omzundan diğerine yayılan, yılanlar sarılı, kanatlı, rengi solmuş bir ejderha, belinin altına doğru uzanıyordu. Yoksa cezaevinde geçirdiği her yıl başına, bir yerinin derisi altına gömdüğü inciler de mi var? "Saçmalama" dedim kendi kendime. "İnci konusu, şehir efsanesi olmalı."

"Önceki hayatında neler yaptın?" diye sordum. "Parmaklarını neden kestin? Neden günah çıkartacaksın?" "Fuhuş, kumar, uyuşturucu" gibisinden bir şeyler geveledi. Kesik parmakları, dövmeleri ve cezaevi geçmişine rağmen, isminin Okaza olduğunu söyleyen ve ısrarla soyadını vermek istemeyen bu adama inanmak gelmedi içimden. Masaya döndük. Bir takım gençler, kol kola girmiş, "Tridi-he-yo, di-he-yo, tri-di-yo" diye böğürürken, avukatla eski mahkum birkaç bira daha içti. Kobe doğumlu bir Koreli olduğunu öğrendim. "Postmodern absürdite bu olsa gerek" diye düşündüm. "Kalkın, gidiyoruz" dedim, birdenbire. "Sesini kaydedeceğim, özel bir makineyle stres düzeyini inceleyeceğim. Bakalım, anlattıkların doğru mu." Belki ürküp cayar, ben de gidip uyurum diye ummuştum. Oysa o, bir roman kahramanı olacağını sanarak hevesle ayağa kalktı.

BEDEN DİLİ YALAN SÖYLÜYOR

Okaza’nın anlatacaklarının bir bölümünün yalan olacağına adım kadar emindim. Sesini kaydetmek istememin nedeni, bir yandan onu vazgeçirmeye çalışmak, bir yandan bilgisayarıma yüklenmiş bir yazılımı denemekti. Büyük bir olasılıkla, en az üç yüz yıllık geçmişe sahip Japon mafyası ile ilgili, ne basılırsa okunduğunu bilmekteydi. Shoko Tendo’nun, uyuşturucu, fuhuş ve şiddet içinde geçen gençlik hatıralarını sorduğumda, "O, gangsterin kızıydı, ben ise onlardan biriydim" diyerek küçümsemişti.

Sabah olmak üzereydi. Kaldığım otelin lobisinde ben soruyordum, o anlatıyordu, not alıyordum. Ancak aldığım notlar, anlattıklarını unutmamak için değil, beden diline ait gözlemlerimdi. Öte yandan, bilgisayarın ekranındaki renkli çubuklar, sesinin titreşimlerine uygun şekilde bir yükselip, bir iniyordu.

Okaza, babasının tabak, çanak satan bir Koreli olduğunu ve Japonların kendilerini nasıl aşağıladığını anlattı. Kötü öğrenciliğini, evden kaçışını, Yakuza’nın Yamaguchi-gumi ailesine katılışını, 1995’te Kobe’yi yerle bir eden depremde, halka günlerce su, battaniye ve yiyecek dağıtanların hükümet değil, kendileri olduğunu ve örgütte önemli bir pozisyona kadar yükseldiğini öğrendim.

Metamfetamin satışından Fuchu’ya düşmeden önce, Tokyo’nun Kabukicho bölgesindeki bazı gece kulübü, lokanta ve karaoke barlardan örgüt için haraç topladığını, ayrıca Filipinli kızların geneleve yerleştirilmesinden sorumlu olduğunu, aşık olduğu kadına kur yapan bir başka örgüt üyesini öldürmeye kalkınca ilk parmağını, patrondan habersiz evlenince ikinci parmağını kesmek zorunda kaldığını, tutuklanınca örgütten atıldığını söyledi.

Bir ara, "Çok içtim, çok uyuşturucu kullandım, çok adamın vurulduğunu gördüm" dedi. "Tamam," dedim içimden, "şimdi yalan söylüyor." Yüzüme bakarak konuşmasına rağmen, gözleri gözlerime değil, kendi sağına doğru odaklıydı, daha sık kırpıyordu, gülümsemesi asimetrikti, 10 saniyeden uzun sürmüştü ve elini burnuna götürmüştü.

Bedeni, yalan söylemenin bir değil, birkaç işaretini birden vermişti. Okaza, cinayetlerin sadece tanığı değildi. Bir Yakuza uyuşturucu sattığı ya da haraç topladığı için günah çıkartmazdı. Bakalım, "Kulağınızın duyamadığı ses titreşimindeki farklılıkları, karmaşık matematiksel algoritmalarla değerlendirir, doğruyu, yalandan ayırır" şeklinde reklamı yapılan yazılım tahminlerimi destekleyecek miydi? "Yeniden görüşelim" dedim, "Ama gerçek adın ne?" Güneş gözlüklerini taktı, "Gelecek pazara mutlaka bekliyorum" dedi, saygıyla eğildi ve gitti.

85 bin Yakuza’dan birini tanıdım

Japon mafyası, batıda bilinen adıyla Yakuza ya da Japon yasalarında geçen tanımlamayla Boryokudan (şiddete başvuran örgütler), ulusal ve uluslararası düzeyde yasadışı örgütlü faaliyette bulunan, otuzdan fazla çetenin toplu adı. Bunlar, tefecilik, kumar, düzmece evlilik, kredi kartı sahteciliği, gasp, hırsızlık, haraç, fuhuş, pornografi, kara para aklama, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı işlerinin yanı sıra emlak ve turizm sektöründe tekelleşmeye varan bir dizi eylemin içinde yer alıyor. Son yıllarda yasadışı faaliyetlerine, bir ülkede çalınan otomobilin, başka bir ülkede satılması da eklendi.

Yakuza’nın, özellikle Pakistanlı ve Hintlileri kullanarak Japonya ve Singapur’da çaldırdığı otomobilleri değişik ülkelerde pazarladığı biliniyordu. 2008 Mayıs’ı başında, Yeni Zelandalı bir çiftin, bir otomobil galerisi aleyhine açtığı dava sırasında, satın aldıkları Mercedes Benz CLK 320’nin, 2002’de Yakuza’nın talimatı üzerine Londra’da çalınıp önce Japonya’ya, oradan Yeni Zelanda’ya nakledildiği ortaya çıktı.

Japon polisini denetleyen, bağımsız Ulusal Polis Ajansı, 1958’den bu yana Boryokudan istatistiği tutuyor. Buna göre, 1968’de 184 bini geçen üye sayısı 2007’de 84 bin 700’e düşmüş. 41.500’ü "tam gün" çalışıyor, geri kalanı zaman zaman eylemlere katılıyor. Polis, "yarım zamanlı" üye sayısının, tarihte ilk kez "tam zamanlıları" geçtiğini kaydediyor. Yakuzaların büyük bir bölümü, Kobe merkezli Yamaguchi-gumi, Tokyo merkezli Sumiyoshi-kai ya da Inagawa-kai örgütlerine mensup. Benim karşılaştığım Yakuza, üye sayısı 40 bini aşan Yamaguchi-gumi için çalıştığını söylemişti.

Aşk dedektörünün az gelişmişi

Cesar Lombroso’nun, ifadesi alınan İtalyanların tansiyonunu ölçmesinden bu yana geçen 120 yılda, yalan ile doğrunun ayırımında kullanılabilecek pek çok gereç geliştirildi. Poligraf, diğer bir deyişle yalan makinesi bazı ülkelerde yaygın bir uygulama alanı buldu ve halen Hindistan’da soruşturmaları yönlendirmede kullanılıyor.

Elde taşınabilir poligrafları, Amerikan birlikleri Irak’ta denedi. Güvenilirliği yüzde 90’ın üzerine çıkamamakla birlikte, 2008 Nisan başından bu yana Afganistan’daki bazı kontrol noktalarında da kullanıyor. Bilgisayar destekli ses stres analizörü, kısaca CVSA ise, poligrafa göre uygulaması daha kolay, hızlı ve ucuz. Sorgulanacak kişiye birtakım aletler bağlanmasını gerektirmiyor. Üstelik, telefon ve video kayıtlarındaki ses titreşimleri değişikliklerini de inceleyebiliyor. İmalatçıları, Pentagon’un itirazına rağmen, Irak ve Afganistan’daki bazı sorgularda kullanıldığını iddia ediyor. Kimilerine göre, ABD’de sayıları 1400’e varan polis biriminde uygulanan CVSA teknolojisi, yazı tura atmaktan farksız.

Hatırlarsanız, 2005 sonbaharında, sevenlerin gündeminde "aşk dedektörü" diye bir yazılım vardı. Önce bir telefon numarası aranıyor, ardından, duyguları merak edilen kişinin numarası tuşlanıyordu. 3-5 dakikalık havadan sudan konuşmadan sonra, önce karşı tarafın telefonu kapatması sağlanıyor, hatta bekleniyor ve arkadaşın ses analiz sonuçları öğreniliyordu. Yani, "sevip, sevmediği". Basitleştirilmiş CVSA teknolojisine dayanan aşk dedektörü yazılımını, artık bilgisayarınıza internetten indirebiliyorsunuz. Ancak benden söylemesi, sakın sonuçlara güvenip sevgilinizi terk etmeyin.

Yakuza olduğunu ileri sürüp "Romanımı yazın" diye tutturan adamın sesini kaydettiğim bilgisayara ise gelişmiş bir CVSA yüklüydü. Siz bu satırları okurken, Bay Okaza büyük bir olasılıkla kilisede günah çıkartıyor olacak. Ben ise, aynı saatlerde memlekete dönmek üzere uçağa bineceğimden, CVSA sonuçlarını ona söyleyemeyeceğim.
Yazının Devamını Oku