Sevil Atasoy

Mata Hari’yi idama götüren makyaj çantası

4 Ocak 2009
Gerçekten casus muydu, yoksa günah keçisi mi? Her şey bir yana, koca dayağı yemese ve bir Rus askerini sevmese, idam mangasının karşısına çıkmazdı. "Doğu Hint Adaları’nda görevli subay, cana yakın genç kızla tanışmak istiyor- niyeti ciddi."

Doğu Hint Adaları, 100 yıldır Hollanda sömürgesiydi. Göğsüne sıralı rengarenk madalyalardan başarılı bir asker olduğu hemen anlaşılan pos bıyıklı, iri yarı, çapkın Rudolph MacLeod, 40’ına merdiven dayamıştı. Java’nın iklimi ona pek yaramamıştı. Romatizma ağrılarına bir de şeker hastalığı eklenince keyfi iyiden iyiye kaçmış, kendini alkole vermişti. Baktı olacak gibi değil, tedavi için Amsterdam’a döndü.

Bir dostunun ondan habersiz verdiği ilana çok sinirlendi ama, başvuranlardan biri ile görüşmeden de edemedi. "Anam, babam yok, seninle hemen evlenir, dünyanın neresi olursa gelirim" dedi kız. Bu, sarı saçlı, mavi gözlü, açık tenli insanların çoğunlukta olduğu kuzey Avrupa ülkesindeki kara kaşlı, kara saçlı, uzun boylu, esmer tenli Margaretha Geertruida "Grietje" Zelle’nin, ne ilk, ne de son yalanıydı.

11 Temmuz 1895’te evlendiler. Önce Java, ardından Sumatra’ya taşındılar. İki çocukları oldu. Bir haziran gecesi, her ikisi kusmaya başladı. Oğlan öldü, kız yaşadı. Onları kimin, neden zehirlediği anlaşılamadı. Genç kadın, kocasının kıskançlığına, sarhoşluğuna, dayağına, çapkınlığına dayanamadı. 1902’de, boşanma talebiyle mahkemeye başvurdu ve kızını bundan sonra sadece bir kez görebildi.

ASYA MÜZESİNDEKİ YALAN DANSI

Paris’te mankenlik, modellik yaparak ve Moliere Sirki’nde at binerek karnını doyurmaya çalıştıysa da, başaramadı. Sonunda, Montmartre eğlence bölgesindeki bir gece kulübünde, kendi icadı olan "Yılan Dansı"nı sergilemeye başladı. Bir gün, Madam Kireevsky’nin sosyete için düzenlediği partide dans etmesini istediler. Onu, "Oryantal Dansçı Leydi MacLeod" diye takdim ettiler. 1905 yılının Ocak ayıydı. Temsilden sonra, Asya Sanatları Müzesi’nin sahibi, işadamı Emile Guimet, "Bir gece müzemde dans eder misin?" diye sordu. "Sergilediğim elbiseleri giyer, mücevherleri takarsın, Hint prensesi olduğunu söyleriz, ama Leydi MacLeod adını değiştirmemiz gerek."

13 Mart 1905 gecesi 1.78’lik boyuyla Margaretha, yarı karanlık bir Hint tapınağı dekorunun önünde, çıplak ayaklarının dibinde bir yağ kandili, bedenini çorap gibi saran ten rengi bir tül, beline tutturulmuş, yerleri süpüren Hint kumaşları, kıymetli taşlar işlenmiş küçük bir sutyen, kol ve bacaklarına takılı göz alıcı takılarla, etrafına parfüm kokuları saçarak dakikalarca dans etti. O gece, annesinin Hint prensesi, dedesinin Endonezya kralı olduğu masallarına inanmaya dünden razı milyonların dünyasına bir yıldız düştü. Erkekleri çıldırtacak ve tüm zamanların hakkında en çok şey uydurulacak güzel kadının Malayca bir adı vardı artık: Mata Hari (Şafağın Gözü, Güneş).

DÜNYAYI KANA BULAYAN İLK KURŞUN

Mata Hari, başında, tavus kuşu tüyleriyle süslü tepeliği, yanı başında kürkleri, köpekleri ve aşıklarını sayan dedikodu yazarları ile birlikte Avrupa başkentlerini dolaştı, sadece gece kulüplerinde değil, hiçbir dans eğitimi almamış olmasına rağmen Milano’nun ünlü Scala’sında bile sahneye çıktı, yarı çıplak fotoğrafları kartpostalları, sigara paketlerini, bisküvi kutularını; bedeninin kıvrımları da çok sayıda subay, diplomat, politikacı ve işadamının rüyalarını, 150 kadarının yatağını süsledi. 1917’de çift taraflı casuslukla suçlandığında, pek azı yanındaydı.

1914 yazında Berlin’deydi. 28 Temmuz’da beklenmedik bir şey oldu ve bütün planları suya düştü. Saat 10.45 sularında, Saraybosna’daki Latin Köprüsü yakınlarında bir adam, önünden geçmekte olan üstü açık otomobile doğru, Belçika malı 38’lik yarı otomatik tabancasını doğrulttu ve iki kez ateş etti. Kurşunlardan biri, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun veliahtı Arşidük Franz Ferdinand’ın şahdamarına, diğeri karısı Hohenberg Düşesi Sophie’nin karnına saplandı. Birkaç hafta içinde 1. Dünya Savaşı’nın alevleri her yanı saracaktı. Mata Hari, zor bela Almanya’yı terk ederek anavatanı Hollanda’ya döndü.

İSTİHBARAT ŞEFİYLE KAPALI KAPILAR ARDINDA

Yeni aşığı, Hollanda ordusunda albay Baron Willem van der Capellen, Lahey’deki evin kirasını ve faturalarını ödemekten vazgeçmiş ve savaş, kimsede Hintli bir dansözü seyredecek keyif bırakmamıştı. Beş parasız kalan (ya da kaldığını söyleyen) Mata Hari, Paris yakınlarındaki malikanesini satmak için Fransa’ya gitmek istediğinde vize alamadı.

İngiltere üzerinden önce İspanya’ya, oradan Fransa’ya girmeyi planladı. Elindeki pasaportun sahte olduğunu fark eden İngilizler, onu istihbarat servisinin şefi Sir Basil Thomson’un karşısına çıkarttılar. "Konuşurum ama, bir şartım var" dedi Mata Hari, "Yanımızda kimseler olmamalı." Yarım saat sonra, "Casus olduğunu kabul etti" diye anlattı polis şefi "Ama sandığımız gibi Almanlara değil, Fransızlara çalışıyormuş." Kapalı kapılar ardında neler olduğunu bilemeyiz elbette, Mata Hari gerçekten o sıra Fransızlar için mi çalışıyordu, yoksa söyledikleri yalan mıydı. Şu var ki, Sir Thomson bu görüşmeden 10 yıl sonra, bir gece vakti, Londra’nın ünlü Hyde Parkı’nda "ahlaka mugayir" davranıştan ötürü tutuklandı. 64 yaşındaydı, bir banka oturmuş, torunu olacak yaştaki genç kadının boynuna kollarını dolamıştı.

PEŞİNDE ÜÇ MİLLETTEN AJAN KALBİNDE GENÇ RUS

Savaşın bütün zorluklarına rağmen Mata Hari, tanıdığı üst düzey subay ve diplomatların desteğiyle Londra’dan Madrid’e, oradan Paris’e gidebildi. Savaş öncesi satın aldığı malikanesini satabildi. Rus subayı Wladimir Masloff’la bu arada tanıştığı sanılıyor. O Masloff ki, kendinden 17 yaş küçüktü, yıllar önce kaybettiği oğluna benziyordu. O Masloff ki, cepheden tek gözünü kaybederek dönecek, tedavi olmazsa kör olacağı söylenecekti.

Genç Rus, Mata Hari’yle gerçekten evlenmek istedi mi; çok sayıda kaynakta ileri sürüldüğü gibi, Mata Hari, Fransız istihbaratının şefi George Ladoux’nun casusluk önerisine, onun gözlerini tedavi ettirecek parayı bulmak için mi evet dedi bilinmez. Ancak şurası muhakkak ki, 1916 ortalarında Mata Hari’nin peşinde bir değil, iki değil, üç milletin ajanı vardı ve her biri, kimden yana çalıştığını çözmeye çalışıyordu.

ASKERİ ATAŞE TUZAK KURUYOR

Ocak 1917’de, eski aşıklarından biri, Almanların Madrid’deki askeri ataşesi binbaşı Arnold von Kalle, Berlin’e şifreli bir radyo mesajı geçerek H21 kod adlı ajanın verdiği bilgileri aktardı. Von Kalle, Fransızların şifreyi çözeceğini, H21 ile Mata Hari’yi kastettiğini anlayacaklarını biliyordu. Çift taraflı çalıştığına emin olduğu kadını ortadan kaldırma işini, Fransızlara bırakmıştı.

13 Şubat 1917 sabahı, komiser Albert Priolet, Paris’in ünlü Champs-Elysees caddesindeki Elysees Palace otelinin 131 numaralı odasının kapısına üç kez vurdu. Kapıyı Mata Hari açtı. Komiser, yargıç yüzbaşı Pierre Bouchardon’un tutuklama emrini okudu. Yanındaki 5 memur odayı aradı, kuşkulandıkları eşya ve belgeleri 12 ayrı pakete ayırıp, mühürlediler.

Mata Hari’yi idama götürecek en önemli delil, küçük bir makyaj çantasından çıkanları doldurdukları ve üzerine, "Delil No 11" diye yazdıkları torbadaydı. Çantadakileri, adli kimliklendirme bürosu müdür yardımcısı kimyacı Edouard Bayle inceledi. Ruj, rimel ve parfümlerin orijinal olduğuna karar verdi. Dr. Vergne’nin yazdığı reçete üzerine Paris’teki Roberts eczanesinin hazırladığı kremde cıva oksisiyanür, kahverengi cam şişedeki sıvıda ise cıva 2 iyodür ve potasyum iyodür buldu. Savcılığa gönderdiği ekspertiz raporunun sonuna bir cümle ekledi. "Gerek krem, gerekse şişedeki sıvı, tedavi amaçlı kullanılan bileşiklerdir. Ancak su ile seyreldiklerinde, görünmez mürekkep olarak işe yarayabilirler."

FRENGİ İLACINA GÖRÜNMEZ MÜREKKEP DEDİLER

Mata Hari, makyaj çantasından çıkan cıvalı krem ile sıvıyı, gebe kalmamak için vajinal yolla kullandığını söyledi. Alman casusu olduğuna inanan Fransızlar, düşmana yolladığı gizli bilgileri bunlarla yazdığını ileri sürdüler. Görünmez mürekkep olarak limon suyu ya da süt gibi sıradan sıvılar yerine, neden eczanede hazırlanan cıvalı preparatları kullandığını kimse merak etmedi.

Aslında, 1900’lerin ilk yıllarında seks işçileri arasında frengi çok yaygındı. Tedavisinde devrim yaratacak arsenikli Salvarsan henüz çok yeniydi, penisilin daha keşfedilmemişti, tek çare yutulan ve deriye sürülen cıvalı preparatlardı.

Çok sayıda erkekle birarada olan Mata Hari, belki de frengiliydi. Elimizde, Mata Hari’nin bu açıdan incelendiğine dair hiçbir veri yok. Ancak, delil yetersizliğinden serbest bırakılacağını ummuşsa, meslek hayatını etkilememesi için bu gerçeği gizlemiş olabilir.

Otel odasında ele geçen ve Hollanda’daki Alman konsolosunun, hesabına 20 bin frank yatırdığını bildiren telgrafı, Mata Hari, "hizmetlerim karşılığında" şeklinde açıkladı. Savcı, söz konusu hizmetin, düşmana satılan gizli bilgiler olduğuna emindi. Birkaç kişi dışında, Rus sevgilisi dahil olmak üzere, tanıdıklarının ihanetine uğradı.

Saint Lazarre kadın cezaevinde tutulduğu beş ayda 17 kez sorgulandı, sadece ilki ve sonuncusunda avukatı, eski aşıklarından 74 yaşındaki Edouard Clunet yanındaydı. Paris adalet sarayında dinleyicisiz olarak yapılan duruşması bir buçuk gün sürdü, hukuk eğitimi almamış 7 askeri yargıç tarafından suçlu bulundu ve 16 Ekim 1917’de kurşunlanarak idam edildi. Cesedi, eğitimlerde kullanılmak üzere Sorbonne Tıp Fakültesi anatomi kürsüsüne teslim edildi.

GERÇEKLERİ 2017’DE ÖĞRENECEĞİZ

1970’te açılan Alman askeri istihbarat arşivi, H21 kod adıyla görevlendirildiğini, ancak işe yarar bir istihbarat toplayamadığını kaydediyor. İngiliz istihbarat servisi MI5’in 1999 başında yayınlanan belgelerinde, Mata Hari’nin iki yıl izlendiği, askeri açıdan önem taşıyan bir bilgiyi düşmana ilettiğine dair delil bulunamadığı yazılı. 2001 Ekim’inde bir kısmı yayınlanan, Fransız askeri mahkeme tutanaklarında ise, tutuklanışının 3. haftasında Alman casusu olduğunu itiraf ettiği kayıtlı. Mata Hari’nin gerçekten casus mu, yoksa o sıralar pek başarılı olamayan Fransız ordusunun aradığı bir günah keçisi mi olduğunu, soruşturma dosyasının tamamının açılacağı 2017’de öğreneceğiz.
Yazının Devamını Oku

Sosyolojik açıdan ırkçılık ne kadar gerçekse, biyolojik açıdan ırk, o kadar hayaldir

28 Aralık 2008
Son günlerdeki malum DNA - soybağı tartışmalarına, Ertuğrul Özkök’ün 23 Aralık 2008’deki "soyağacımın tepesindeki maymun"u eklenince, kendimi alamadım, oturup bu yazıyı yazdım. Yıllar önce tesadüfen daldığım tehlikeli sularda başıma gelenlerden başlayarak, "DNA’nızı inceliyor, etnik kökeninizi buluyoruz" şeklindeki iddialara kadar, paylaşmak istediğim birçok şey var. Okuduğum bilimsel araştırmaları her zaman iki sınıfa ayırmışımdır: İlgimi çekmeyen ve çekenler. Çekenlerden bazıları, içimde isyan fırtınaları kopartmış, genellikle "Boş ver, olay çıkartma!" deyip geçmişimdir. Ender olarak biri, içimi kemirip durmuştur. İşte, başımı ciddi biçimde belaya sokan, ama bütün hayatımı değiştirecek olan, K. Hummel’in Human Genetics dergisinin 1970 yılı, 8. cilt, 4. sayı, 330. sayfasında yer alan Almanca makalesi, böylesi bir kurttu.
/images/100/0x0/55ea784bf018fbb8f8820702
Makalenin adı uzun, sabırla okuyun: "Freiburg ve Köln bölgesindeki Almanlar ile Türklerde, haptoglobin Gc, eritrosit asit fosfataz, fosfoglukomutaz, adenilatkinaz kalıtım sistemlerinin rastlanma sıklığı ile Gm(1), Gm(2) ve InV(1)’in kalıtım özellikleri".

Sıralanan biyokimyasal işaretlerin rastlanma sıklığı ve kalıtım özelliklerinin araştırılmasının nedeni basitti. O yıllarda henüz DNA analizleri yoktu. Gelişmiş ülkeler, babalık ve akrabalık tayinlerinde, kan gruplarının yanı sıra bu işaretleri de kullanıyordu. Anne, çocuk ve baba olduğu iddia edilen erkeğin kanında bunlar inceleniyor, uyumsuzluk çıkarsa erkeğin baba olmadığına karar veriliyordu. Uyum çıkarsa, karmaşık bir istatistik hesap yapılıyor (Essen-Möller olasılığı), böylelikle rastlantısal benzerliğin önüne geçilmek isteniyordu.

Alman yasaları 70’lerde, bu hesap sonunda % 99.73’ten daha yüksek bir doğruluğa ulaşılmasını şart koşmuştu. Hesabın yapılabilmesi için katsayılar gerekiyordu ve katsayılar için, incelenen işaretlerin farklı biçimlerinin şüpheli erkeğin geldiği topluluktaki rastlanma sıklığını (örneğin A kan grubu % şu kadar, B bu kadar gibi) bilmek gerekiyordu.

Hummel’in araştırması, sıklıkla karşılaşılan bir soruna çözüm bulmayı amaçlamıştı. Alman kadınlar mahkemeye başvurarak, çocuğunun babasının bir Türk olduğunu iddia etmekteydi. Çocuğun, annenin ve erkeğin kanındaki işaretler inceleniyordu ama, hesap yapmaya gelince, iş sarpa sarıyordu. Çünkü bu işaretlerin Türklerdeki dağılımı bilinmediğinden, katsayı yoktu. İşte, Hummel, Türklerle ilgili davalardaki katsayıların peşindeydi. Amaç çok güzeldi de, tepemin tasını attıran örneklemdi. Hummel, Köln’de çalışan 100 kadar Türk işçisinin kanını inceleyerek, "Türk katsayıları bunlardır" deyivermişti. Oysa, Türkiye’den belirli bir bölgeye göç etmiş bu insanlar arasında, aynı kasaba ya da köyden gelenler, hatta kan akrabaları olabilirdi.

Soruşturulduk, aklandık, korkmadık devam ettik

Hummel’in makalesini okuduktan sonra, Almanya’daki meslektaşlarımı aradım. Türkler babalık davalarına konu olduğunda, onun katsayılarını kullandıklarını öğrendim. Çok sayıda bilirkişi ve yargıçla yüz yüze görüşerek, hesapların hatalı olduğunu anlatmaya çalıştım. Sonunda, bir öğrencime verdiğim yüksek lisans tezi ile, aynı köyde yaşayan kişilerin genetik açıdan birbirine ciddi biçimde benzediğini gösterdik. Hummel’in örnekleminin ülkemizi yansıtmayacağını ileri sürdük. Sonuçları, Avrupa’da düzenlenen uluslararası bir adli bilimler kongresinde sunduk. O tarihte Adli Tıp Kurumu’nda çalışan ve kongre kitapçığındaki yayınlanan özetimizi okuyan biri, çalışmanın amacının ayırımcılık olduğunu iddia edince, hakkımızda disiplin soruşturması açıldı, savcılıkta ifade verdik. Aklanmakla kalmayıp, çalışmalara devam etmek açısından yüreklendirildik.

İzleyen yıllarda kan grupları, enzimler, proteinler bir yana bırakıldı. Gerek babalık tayinlerinde, gerekse olay yerinde bulunan biyolojik delillerin kime ait olduğunun belirlenmesinde, DNA’nın üzerindeki belirli bazı bölgeler çalışılır oldu. Ülkemizin üniversitelerinde, jandarma, polis ve Adli Tıp Kurumu laboratuvarlarında çalışan onlarca araştırıcı, yıllar önce ayırımcılıkla suçlandığımız bir alanda bilim ürettiler, Türkiye’nin dört bir yanında genetik işaretlerin rastlanma sıklığını incelediler, yerli yabancı bir çok kongrede sundular, dergilerde yayınladılar. Artık bütün dünya, işin içinde Türkiye’de doğmuş biri varsa, bizlerin saptadığı katsayıları kullanıyor. Çok sıkıldım, yakınlarımı çok üzdüm, ama bu alanda korkmadan çalışmayı sürdürdüğüm için kendimle gurur duyuyorum. (Babalık davalarına %99.73 doğruluk alt sınırını getiren Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 8.3.1995 tarihli kararı da, bu çalışmalarımın bir ürünüdür).

İNSANLAR KUŞA BENZEMEZ; BAYKUŞ, BÜLBÜL GİBİ AYRILMAZ

Genetik işaretlerin rastlanma sıklığı, sadece ceza ve hukuk davalarında kullanılmaz, popülasyon genetiği adlı olağanüstü cazip başka bir alanın da konusunu oluşturur. Onlar, bu bilgilerden yararlanarak insanlığın on binlerce yıl önceki geçmişine doğru yolculuk eder, topluluklar arasındaki akrabalıkları, nereden nereye göç ettiklerini genetiğin ışığıyla aydınlatmaya çalışırlar.

Genetik işaretleri araştıran biri olarak, yolumun 20. yüzyılın en ünlü popülasyon genetikçisi Luigi Luca Cavalli-Sforza ile kesişmesi doğaldı. Onunla ilk kez, Stanford Üniversitesi’nde karşılaşmış ve birlikte çalışmaya karar vermiştik. İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nden öğrencilerim, laboratuvarında çalışma fırsatı buldular, başka araştırıcıların defalarca atıfta bulunduğu ortak yayınlara imza attık.

Profesör Cavalli-Sforza’nın çalışmaları devrim niteliğinde. Milliyetçi ve ırkçı ideologların kendi amaçları doğrultusunda yorumladığı, dil ve kültür birliği gibi kavramlar, onun 60’larda başlayan 30 yıllık emeğini bir araya getirdiği, "Diller, Kültürler ve Genler" adlı kitabıyla sarsılmıştır. Dünyanın dört bir yanındaki on binlerce insanın kan grubunun, protein ve enzim farklılıklarının; paylaşılan dil, kültür ve arkeolojik bulgulara dayalı verilere paralel olarak değerlendirdiği bu dev yapıtın vardığı sonuç tektir: İnsanlar, kuşlar gibi ırklara ayrılamaz.

Cavalli-Sforza, o günkü koşullarda elde bulunan bilgilerden yola çıkarak, topluluklar arası genetik uzaklığı hesaplayan ve buna dayanarak göç haritaları çizen ilk araştırıcılardan biridir. 90’larda bu haritalar, DNA molekülündeki işaretlerin rastlanma sıklığı ile çizilmeye başlandı ve geçmişe yolculukta, anneden çocuğa değişmeden aktarılan mitokondriyal DNA (mtDNA) ile babadan oğula değişmeden aktarılan Y-kromozom DNA’sı incelenir oldu. Ve ben kendimi, 1995 sonbaharında, mtDNA’nın babası Emory Üniversitesi’nden profesör Douglas C. Wallace’ın yanında buldum.

DNA duvarına çarpan ırkçılar

2007 yılında Nobel ödülü alan DNA’nın babası James Watson, herkesin tüylerini ürperten bir konuşmasında, Afrikalıların genetik açıdan diğer ırklardan daha aşağı olduğunu söylemiş, birkaç hafta sonra kendi DNA’sının, Avrupalı ortalamasının 16 katı "Afrikalı geni" taşıdığı ortaya çıkınca ne diyeceğini şaşırmıştı. Benzeri bir hayal kırıklığını Avustralya’nın One Nation (Tek Millet) partisinin, göçmen aleyhtarı söylemleri ile ünlü eski başkanı Pauline Hanson da yaşamış, The Sunday Mail gazetesinin ricasını kırmayarak yanağının içine sürttüğü pamuklu çubuğu Amerika’daki bir şirkete gönderdiğinde, genlerinde % 9 oranında "Ortadoğu" işaretleri taşıdığını öğrenerek pek hayret etmişti. İngiliz Channel 4 televizyon kanalındaki 100% English (Yüzde Yüz İngiliz) programına katılan ve kuşaklar boyu damarlarında sadece İngiliz kanı aktığını iddia eden birçok ünlü, az ya da çok, "Güney Asya" ya da "Afrika" işaretleri taşıdıklarını öğrendiklerinde ne yapacaklarını şaşırmışlardı.

Günümüzde pek çok kişi, tıpkı yukarıda verdiğim örneklerde olduğu gibi, yanağının içerisine pamuk sürterek aldığı birkaç doku hücresini zarfa koyuyor ve sayıları bir elin beş parmağını geçmeyen, genealoji laboratuvarlarından birine gönderiyor. Kimi zaman gelen sonuçları, kendi gibi incelenmiş onbinlerce kişinin bilgisinin yer aldığı veri tabanına yüklüyor, böylelikle dünyanın bir başka yerinde, kendi özelliklerini taşıyan bir akrabasını bulmaya çalışıyor.

HEPİMİZ 140 BİN YIL ÖNCE YAŞAMIŞ BİR KADININ TORUNLARIYIZ

Genetik araştırmalar, bundan yaklaşık 140 bin yıl önce Afrika’da yaşamış bir kadının mitokondriyal DNA’sının özelliklerini hálá taşıdığımızı gösteriyor. Erkeklerin Y-kromozom DNA’sı da, bundan 60 bin yıl kadar önce yine Afrika’da yaşamış bir erkeğin özelliklerini koruyor. (Evcil kediler de, 70-100 bin yıl önce Ortadoğu’da yaşamış bir kedinin mtDNA özelliklerini koruyor). Buradan yola çıkarak, o dönemlerde sadece bir kadının, bir erkeğin (ve bir kedinin) yaşadığı sanılmasın. Diğer çağdaşlarının ve ondan öncekilerinin soyu bir yerlerde kesintiye uğradığından, genetik özellikleri günümüze kadar ulaşmadı. Afrika’dan yola çıkan insanlar, önce Güney Asya’ya doğru, ardından Çin ve Java adasına göç ettiler ve çok sonra Avrupa’ya geçtiler (Bu yolculukta kediler de onlara eşlik etti).

Gerek mtDNA, gerekse Y-Kromozom DNA’sı, değişikliğe uğramadan bir kuşaktan diğerine aktarılsa da, belirli zaman aralıklarında nokta halinde farklılaşmalar (mutasyon) gözlenir. Birer "kalıtımsal işaret"e dönüşen bu değişikliklere, kuşaklar sonra o bölgede yaşayan herkeste rastlanmaya başlar. Bölge terkedildiğinde, işaret de birlikte götürülür. Değişik yerli toplulukları incelenmiş, çok sayıda kalıtımsal işaretin, nerede ve ne zaman oluştuğu saptanmıştır. Bu sayede, herhangi bir kişinin taşıdığı işaretlerden yola çıkarak, atalarının yaklaşık ne zaman, nerelerden geçtiği izlenebilir. Bembeyaz tenli James Watson’da "Afrika", sarı saçlı Avustralyalı ırkçı siyasetçi Pauline Hanson’da "Ortadoğu" işaretinin bulunması bu yüzden.

İnsanlar arasında cilt rengi, göz rengi gibi fiziksel özellikleri kodlayan genlerde farklılıklar olmasına karşın, bir ırkı diğerinden ayırmaya yarayacak gen bölgeleri bulunmuyor. Bu da, DNA düzeyinde, insanların sınıflanabilir alttürlere ayrılamayacağını gösteriyor. Kuşaklar boyu aynı coğrafyada yaşamış olanlarda bazı işaretlere daha sık rastlanmakla birlikte, sadece bir toplulukta gözlenen ve diğerlerinde hiç rastlanmayan bir genetik özellik de bulunmuyor. Dolayısıyla, DNA analizleriyle etnik grupları -hele aynı coğrafi bölgede yüzyıllarca yaşamış olanları- birbirinden ayırmayı unutun.
Yazının Devamını Oku

İki kilo patates, üç kilo domates gönderiyorum

21 Aralık 2008
Başlıktakine benzer bir mesaj, günümüzde çok ciddi ve mutlaka yanıtlanması gereken bir soruyu da beraberinde getiriyor. Yazan, interneti kullanan bir sosyete manavı mı, yoksa bombaların hazır olduğunu bildiren bir terörist mi? İşte, bütün mesele bu. Dünyada halen yaklaşık 120 milyon kişinin, haberleşmenin yanı sıra, fotoğraf, video ve link paylaşımı amacıyla yararlandığı sosyal iletişim platformu Facebook’ta sayfası olan ülkeler sıralamasında Türkiye, dünya altıncısı.

Zaman zaman yasaklanan (Suriye ve İran gibi), birçok işyerinde üretimi azaltıyor gerekçesiyle erişimi engellenen (Kanada ve ABD gibi) Facebook, tutukluyu savunacak avukatın ücretini toplamaya, adresinde bulunmayan tanığın duruşmaya çağrılmasında (Avustralya), hatta Adli Tıp Enstitüsü’nden öğrencim Bingöl Emniyet Amiri Zafer Ercan’ın "1000göl’e 1000el" kampanyasıyla spor malzemesi toplamasında bile kullanılıyor. /images/100/0x0/55eb20bff018fbb8f8acf91b

Pek çok kişi, Facebook sayesinde iş buluyor. Tabii, pek çok kuruluş, kendine uygun elemanı da bu yolla arıyor. Bunlardan biri, 2006 yılının Aralık ayında sayfa açan Amerikan merkezi istihbarat örgütü CIA.

Ara sıra Facebook’u kötü amaçlarına alet edenler çıkmıyor değil. Kanadalı Adam Guerbuez, 4 milyon kullanıcıya penis büyütücü krem ve esrar reklamı göndermiş, 873 milyon dolar tazminat ödemeye mahkum edilmişti. Geçenlerde, Pamukkale Üniversitesi’nden Dr. Safi Avcı adına sayfa açıp ortalığı karıştıranın başına neler geleceğini de yakında öğreniriz.

YASAĞA RAĞMEN DÜNYA ÜÇÜNCÜSÜYÜZ

Ancak, istihbarat örgütlerinin bu gibilerle pek ilgilemediği muhakkak. Yıllardır, Facebook, YouTube, blog ve chat odaları gibi "Sosyal Medya"ya "kulak misafiri" olmalarının, ayrıca cep telefonları ile çekilen fotoğrafların yüklendiği "Vatandaş Medya"sını yakından izlemelerinin başka nedenleri var.

YouTube, ses ve videoların paylaşıldığı, hatta televizyonlarının bile zaman zaman görüntü yayınladığı bir site. Halen, mahkeme kararıyla Türkiye’den erişimi yasaklanmış olsa da, pratikte bir anlam taşımıyor, siteyi ziyaret edenler sıralamasında, ülkemiz dünya üçüncüsü.

YouTube, sadece popüler bir eğlence platformu değil, aynı zamanda güvenlik birimlerinin suçluları yakalamakta yararlandığı bir kaynak. Gömleğinin sırtındaki logo ya da odadaki eşyalar sayesinde ele geçen pedofiller, kaydın yapıldığı çevrenin ele verdiği teröristler, olay yerinde cep telefonuyla kaydedilen görüntüler sayesinde yakalanan suçluların sayısı hiç az değil.

Öte yandan YouTube, polislerin aşırı şiddetinin de gözler önüne serildiği bir imkan yaratıyor. 9 bine yakın klip arasında izlenme rekoru, Los Angeles polis teşkilatına bağlı iki polisin, yere yatırdıkları 24 yaşındaki William Cardenas’ın yüzünü acımasızca yumruklayıp tekmelediğini gösteren 56 saniyelik videonun. Her an birinin cep telefonuyla olan biteni çekebileceği ve görüntülerin dakikalar içinde bütün dünyaya yayılabileceği gerçeğinin, polisleri daha insaflı davranmaya yönlendirdiği muhakkak.

ETOBURLAR SİHİRLİ LAMBA IŞIĞINDA TERÖRİST AVLIYOR

FBI’ın, "Etobur" (Carnivore) adlı bir yazılımla e-postaları gizlice izlediği 2000 yılı yazının başlıca tartışmasıydı. Uzunca bir süre sessizliğini koruyan FBI, 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra, internetteki yazışmaları Etobur’la izlediğini resmen açıkladı.

Etobur, istihbarat birimlerinin kullandığı terimle, bir "koklayıcı". Bu özellikteki yazılımlar, e-postalar dahil olmak üzere, internetteki iletişim trafiğini koklar ve programlandıkları bilgiyi yakalarlar. Etobur’a, değişik işler yaptırılabilir. Belirli bir bilgisayardan gönderilen ve buna yollanan e-postaların tamamını taramaktan, belirli bir web sayfasını kimlerin ziyaret ettiğine kadar. Bir FBI yetkilisinin "Etobur, iletişim ağındaki tüm veriyi çiğner, sadece bir mahkeme emri bulunanı yer" şeklinde açıkladığı yazılım, genel olarak internet servis sağlayıcılarına yerleştirilir ve teorik olarak saniyede milyonlarca e-postayı tarayabilir.

MAFYANIN SİHİRLİ LAMBASINDAN TEFECİLİK VE KUMAR ÇIKTI

FBI, Etobur’u kullandığını açıkladığında, çok sayıda siyasetçi ve akademisyen, özel hayatın gizliliğinin ihlal edildiğini ileri sürmüş, Adalet Bakanı Janet Reno konuyu bir komisyon kurarak inceleteceğini ve hazırlanacak raporu toplumla paylaşacağını belirtmişti. Ancak rapor, Reno’nun bakanlıktan ayrılışından sonra bile yayınlanmadı.

"Sihirli Lamba" (Magic Lantern) şüphelinin bilgisayarına yerleştirildiğinde, basılan her tuşu kaydeden bir yazılımdır. Bu açıdan, bilgisayar ile internet arasında bir yere, genellikle servis sağlayıcıya yerleştirilen Etobur’dan ayrılır.

Sihirli Lamba ile elde edilen deliller, ilk kez bundan 10 yıl önce bir mahkemede delil olarak kabul edilmiştir. Olay kısaca şöyle:

FBI, ömür boyu hapse mahkum ünlü mafya babası Nicodemo Scarfo’nun, kendisiyle aynı adı taşıyan ortanca oğlunu, tefecilik ve yasa dışı kumar oynatmakla suçlayabilecek delillere bir türlü ulaşamıyordu. Küçük Nicodemo’nun, bilgisayarındaki tüm belgeleri, kriptolama yazılımı PGP ile anlaşılmaz hale getirdiğini öğrenen FBI, 10 Mayıs 1999 günü, New Jersey’deki ofise gizlice girdi ve klavye "koklayıcısı" Sihirli Lamba’yı bilgisayarına yerleştirdi. Artık, Nicodemo’nun kriptolamada kullandığı her şifre, kayıt altına alınıyordu. FBI, daha sonra yargıç Donald Haneke’nin imzasını taşıyan yedi sayfalık mahkeme emrine dayanarak defalarca ofise girdi, ele geçirdiği şifreler sayesinde bilgisayardaki tüm belgeleri açtı. Nicodemo’nun avukatının itirazlarına rağmen, deliller hukuka uygun kabul edildi ve Nicodemo mahkum oldu.

Postmodern terörizm: www.terror.org

İnternet, günümüzde bir milyarı aşkın kullanıcının eğlenmek, öğrenmek, haberleşmek, bir şey alıp satmak, kısacası her türlü ihtiyacını karşıladığı, vazgeçilmez bir olanak.

Aynı zamanda uyuşturucu imalatı, sahtecilik, kimlik hırsızlığı gibi çeşitli suçların öğretildiği bir dersane; kaçakçılığın her türlüsünün planlandığı bir ortam ve kimlik hırsızlığı, virüs saldırıları, çocuk pornografisi gibi pek çok suçun işlendiği, ucu bucağı olmayan bir olay yeri.

Öte yandan internet, terör örgütlerinin de faaliyetlerini yürüttüğü ideal bir arena. Böyle olması da çok doğal. Bir kere, ucuz ve kolay ulaşılabilir, resmi makamlarca denetimi zor, geniş kitlelere erişmesi hızlı. Farklı bir ad kullanarak, yazı, ses, çizim, fotoğraf, video gibi her türlü malzeme yüklenebildiği gibi, bunların içine mesajlar gizlenebiliyor. (Steganografi olarak adlandırılan bilgi gizleme, şifrelemeden farklıdır, baktığınızda göl manzarası gibi duran bir fotoğrafın içine bir fabrika planı gizlenebilir).

Hal böyle olunca, suçu önlemek, suçluyu yakalamak amacıyla, gerek güvenlik, gerekse istihbarat birimleri, haklı olarak internette olan biteni dikkatle izliyor, sessizce "kulak misafiri" oluyor.

CIA İLE BİRLİKTE SOHBET ODALARINDA

Görev tanımının gereği olarak bilgi toplamak zorunda olan CIA, sadece Facebook ve YouTube gibi ortamlardaki etkinlikleri değil, olası terör eylemlerini durdurabilmek amacıyla internetin sayısız sohbet (chat) odasındaki yazışmaları da izliyor.

2003 yılından başlayarak CIA, doğrudan ya da dolaylı olarak (örneğin, Amerikan üniversitelerindeki temel bilim ve mühendislik araştırmaların % 20 kadarına fon sağlayan, yıllık bütçesi 6 milyar dolar olan Ulusal Bilim Vakfı, NSF aracılığıyla) izlemede kullanılacak yazılımları geliştiren araştırmaları destekliyor.

Bunlardan biri, New York eyaletindeki Rensselare Politeknik Enstitüsü’nden Doç. Dr. Bülent Yener ve Doç. Dr. Mukkai Keishnamoorthy’nin sunduğu proje. 1 Ocak 2005’te başlayan, 171.758 dolarla desteklenen ve iki yıl sürmesi beklenen araştırma, sohbet odası kullanıcılarının davranış ve profilini otomatik olarak izlemeyi hedefliyordu.

Aynı araştırıcılar, Ahmet Çamtepe ile birlikte daha önceki bir yayınlarında, 144 bin kullanıcılı ve 55 bin kanallı IRC (internet relay chat, internet aktarmalı sohbet) ağı Undernet’i "sessizce" izleyebildiklerini bildirmiş, yöntemin istihbarat örgütlerinin işine yarayabileceği sonucuna varmışlardı. Halen dünyada Undernet benzeri 700’e yakın ağ var. Yeni projenin, bu ağların 600 bine yakın kanalında, ecstasy imalatından puf böreğine kadar akla gelen her türlü konuda muhabbet eden 1.5 milyon kullanıcıdan kaçını otomatik olarak izleyebildiği bilinmiyor. Ancak, "X odasında, A konusu hakkında kim, kiminle konuşuyor?" ya da "A konusu hangi sohbet odasının gündeminde?" gibi sorulara hızlı ve ucuz biçimde yanıt vererek, pek çok suçun aydınlatılması, birçoğunun işlenmeden önlenmesi noktasında, CIA’yı çok önemli bir yetenekle donattıkları kesin.
Yazının Devamını Oku

Kabahat hep ayın yolunu şaşırmasında Her zamankinden daha fazla yaklaşıp dünyaya Aklını başından aldı insanların

14 Aralık 2008
Dünyamızın tek doğal uydusu ve bize en yakın gökcismi olan Ay, eski Çinliler ve Fırat-Dicle havzasında oturan Babillilerden bu yana, en az beş bin yıldır insanın ilgisini çekiyor. Bildiğiniz gibi Ay, bize hep aynı yüzünü gösterir. Çevremizde dolandığında bu yüzün değişik bölgeleri aydınlanır. Böylelikle, her biri 29.53 günde tekrarlanan, Yeniay, İlkdördün, Dolunay ve Sondördün evreleri oluşur. Ay’ın evreleri ile insan fizyolojisi ve davranışı arasında ilgi kurulmasının da uzun bir geçmişi bulunuyor. Milattan 400 yıl kadar önce, Bodrum’un 4 kilometre kadar açığındaki İstanköy adasında doğan "Tıbbın Babası" Hipokrat’a göre, astronomi bilmeyen, hasta tedavi etmemeliydi. Birinci yüzyılda yaşamış Romalı Plinius, bilinen ilk ansiklopedi olan Doğa Tarihi’nde "Sakın dışarıda, dolunay ışığı altında uyumayın. Sarhoş olur, sersemlersiniz" diye uyarır.

1300’lerin başında engizisyon mahkemesinin karşısına çıkan Dr. Pietro d’Abano, bazı hastalıkların tedavisini Ay’ın evrelerine göre düzenlemekten yanaydı. Dörtyüz yıl kadar sonra, Dr. Franz Mesmer, Viyana Tıp Fakültesi öğretim üyelerinden oluşan bir jürinin karşısında "Gezegenlerin İnsan Vücuduna Etkisi" adlı doktora tezini savunuyor, vücuttaki sıvılara Ay’ın ve diğer gezegenlerin mıknatıs etkisi yaptığını, oluşan gel-git hareketinin hastalıklara yol açtığını anlatıyordu.

Dr. Mesmer’den bu yana geçen 250 yılda, Ay’ın insan duygudurum ve davranışına etkisini inceleyen sayısız araştırma yayınlandı. Özellikle dolunayın, cinayetlerden borsa hareketlerine kadar, iyi ve kötü her türlü durumla ilişkisi masaya yatırıldı.

GEL-GİT GİBİ VÜCUT SIVILARINI ÇEKİYOR

Dolunayın insanı etkilemediği sonucuna varan bilimsel araştırmaların sayısı iki yüzün üzerindedir. Tam aksini ileri sürenler ise, az. Üstelik bazılarının istatistik hesaplarında hatalar var. Buna rağmen insanoğlu, ay ışığının insanı fizyolojik, biyolojik ve psikolojik olarak etkilediğine inanmak istiyor.

Ay’ın, insan davranışını etkilediğini savunanlar arasında başlıca üç isim öne çıkar. 1972 yılından başlayarak konuyu inceleyen Miami Üniversitesi Psikiyatri Bölümü’nden Prof. Arnold Lieber, Polonya Bilim Akademisi Deneysel Tedavi Bölümü’nden Prof. Dr. Michal Zimecki ve Hindistan’ın Patna Tıp Fakültesi’den Prof. C.P. Thakur.

Lieber ve Thakur, bu etkinin nedeni üzerinde de kafa yormuş ve Ay’ın tıpkı okyanuslar gibi, vücut sıvılarını da çektiği ve beyinde oluşan gel-git dalgalarının, davranışları değiştirdiğini ileri sürmüştür.

Bu ve benzeri yayınlar, polislerin, hastane acillerinde çalışan sağlık personelinin, astrologların, azımsanamayacak sayıda ruh hekiminin ve elbette, kurt adam efsanelerinin her dönem okurun ilgisini çektiğini bilen gazetecilerin sıklıkla atıfta bulunduğu kaynaklar.

DOLUNAY YAKLAŞINCA DEVRİYELERİ ARTIRDI

Yapılan araştırmalardan esinlenen İngiliz polis müfettişi Andy Parr, güvenliğinden sorumlu olduğu bölgede, 2006 yılında işlenen suçları Ay’ın evrelerine göre sınıflandırmış ve adam öldürme ile yaralamaların dolunaylarda arttığı sonucuna varmıştı. 2007 yazından bu yana Dolunay gecelerinde güney İngiltere’nin kıyı kenti Brighton’un sokaklarında, diğer günlerden daha fazla devriye görevlendiriyor. Onun bu kararını gazetelerde okuyan Yeni Zelanda’nın şaraplarıyla ünlü Hawke’s Bay bölgesinin polis müdürü de kalemi kağıdı eline almış, sonra gazetecilerin karşısına çıkarak Dolunay’da aile içi şiddete, intihar girişimlerine daha fazla rastladıklarını anlatmıştı. Müfettiş Parr, daha fazla polis görevlendirerek suçları önleyebildi mi, yoksa bu gereksiz masraf yüzünden başına dert mi açıldı bilemem, ancak bin yıllardır çekiciliğini koruyan "Dolunay-Şiddet" ikilisi sayesinde ünlendiği muhakkak.

Türk polisinin dolunayla ilgili düşüncesini öğrenmek amacıyla Adli Tıp Enstitüsü’nde öğrencim olmuş bazı emniyet mensuplarını aradım. Genel olarak, dünyanın bir çok ülkesindeki meslektaşları gibi Dolunay’ın insanları etkilediğine inanıyorlar, ancak bugüne değin devriye sayısını arttırmak gibi bir önlem alındığına rastlamamışlar.

DOLUNAY VARDIHİÇBİR ŞEY OLMADI

Psikoloji profesörleri Kelly ile Rotton ve fizik profesörü Culver, 1980 sonrası yayınlanmış Ay’ın evrelerinin insana etkisini inceleyen, 250’nin üzerinde araştırmayı değerlendirmiştir. Bu araştırmalar, cinayet, trafik kazası, polis ve itfaiye çağrıları, aile içi şiddet, doğum, intihar, doğal afet, kumarhanelerin kazananlara ödediği paralar, suikast, adam kaçırma, futbolcu şiddeti, cezaevinde şiddet, psikiyatrik başvuru, saldırı, ateşli silah yaralanması, bıçaklama, acil girişi, vampirizm, alkolizm, uyurgezerlik, sar’a gibi çok değişik durumları ele almaktaydı. Kelly ve arkadaşları, bulgularını iki kez, hemen hemen aynı adla yayınlandılar: "Dolunay vardı ve hiçbir şey olmadı." Kısacası, yukarıda sayılan olayların hiçbirine dolunayın doğrudan ve istatistiksel açıdan anlamlı bir etkisi bulunmuyor.

Gerek Kelly, gerekse Rotton, neredeyse 40 yıldır Dolunay efsanesine karşı yürüttükleri mücadeleyi sürdürüyorlar ve bilim, tam aksini söylediği halde, geniş kitlelerin ısrarla ay ışığının etkisine inanmasını, medyanın yaklaşımına, halkbilim ve geleneklere, yanlış kanılara, önyargılara bağlıyorlar.

AY IŞIĞINA MERAKLI DOKTORLAR

İki tıp doktoru, Amerikalı Arnold Lieber ve Hintli C.P. Thakur’un hararetle savunduğu, Dolunay’daki insan davranış değişikliklerine beyin sıvılarının gel-git’inin yol açtığı teorisi, biyofizikçi ve gökbilimciler tarafından kabul görmez. Ay, yeryüzünün denizlerini etkilediği halde, insan bedenindeki sudan kat kat daha fazlasını bulunduran yüzme havuzlarındaki suyu bile çekip bırakacak gücü yoktur. Öte yandan hem dünyanın, hem de insanın yüzde 70’inin su olduğu, bu nedenle Ay’ın her ikisini benzer biçimde etkileyeceğini ileri sürenlere de, tek bir sözcükle yanıt verilebilir: Yanlış. Çünkü, dünyanın yüzde 70’i değil, dünya yüzeyinin yüzde 70’i sudur. Ayrıca Ay, sadece serbest su kütlelerini etkiler, insan bedeninde ise su, farklı kompartmanlara dağılmıştır ve bir bölümü protein gibi başka moleküllere bağlıdır, yani serbest değildir.

Dolunay evresinde Ay’ın çekim gücünün dorukta olduğu söylemi de yanlıştır. Çünkü, Ay, Dünya’ya en yakın olduğu konumdayken, evrelerin herhangi birinde olabilir.

Bu arada Dr. Lieber’in, dört kez Miami polisini, medyayı ve hastane acillerini "kozmik rastlantılar, cinayet ve intiharları arttıracak. Önlem alın." diye alarma geçirdiğini, 1982’de Kaliforniya’nın büyük bir depremle yerle bir olacağını öngördüğünü, ancak hiçbirinin doğru çıkmadığını belirtelim. Dr. Thakur ise, 80’lerdeki ay ışığı merakını hızla terk etti, kendisini Leishmania parazitinin neden olduğu kala-azar (kara humma) hastalığı ile mücadeleye adadı, Dünya Sağlık Teşkilatı’nda çalıştı, üç kez Patna Parlamentosu’na seçildi, önce su kaynakları, ardından sağlık bakanı oldu.

SERİ KATİL NEDEN DOLUNAYI SEVER?

Bir yıl içinde altı kişiyi öldürüp, yedi kişiyi yaralayarak New York polisine kabuslar yaşatan 24 yaşındaki eski asker, polis ve postacı David Berkowitz (ya da peşindekilerin okuması için bıraktığı ilk mektuptaki imzasıyla "Sam’ın Oğlu"), kafayı park etmiş otomobillerdeki sevgililere takmıştı.

David Berkowitz’in saldırıları, genellikle dolunaylı gecelere denk gelir. Bu yüzden, dolunayın akıl sağlığını etkilediğine inananların sıklıkla aktardığı bir örnektir. Cezaevindeki katille yüzyüze görüşen FBI’ın Davranış Bilimleri Birimi’nden Ressler ve Douglas, cinayetleri için neden Dolunay’lı geceleri seçtiğini sorduklarında, aldıkları yanıt çok mantıklıydı: "Sevgililer böyle gecelerde buluşmayı tercih eder de ondan!" Kısacası Sam’ın Oğlu sadece fırsatçıdır, yoksa Dolunay’da aklını kaçıran bir seri katil değil.

Yüze yakın çocuğu öldürüp yediği söylenen, sadece üçü kanıtlanan ve elektrikli sandalyeyi boylayan Albert Dish’in, Dolunay geceleri çırılçıplak soyunup dans ettiği, akıl hastanesinde kalp krizinden ölen bir diğer seri katil Ed Gein’in ay ışığında hoplayıp zıpladığı söylense de, kurbanlarına saldırmak için ne biri, ne diğeri Dolunay’ı beklemiştir.

ADLİ ASTRONOMİ ADLİ ASTROLOJİ

Dolunay, adli bilimler açısından da önem taşır. 90’larda Adalet Bakanlığı Adli Tıp Kurumu’nda adli astronom olarak çalışan, şimdilerde İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nde öğretim üyesi olan Bülent Üner ve Ege Güral’dan aktaracağım bir örnek, sanırım size fikir verecektir:

"Adli Tıp Kurumu’na 1992 yılında, bir Askeri Ceza Mahkemesi’nden gelen dosyada, bir asteğmen, havanın çok karanlık olduğundan, yüzbaşıyı er zannedip dövdüğünü söylemektedir. Olay saati 24.00 civarıdır ve aylardan ağustostur. Yaptığımız hesaplarda ayın Dolunay evresinde, en yukarıda olduğu, mevsim ve yöre itibarı ile havanın açık olup, hiçbir ışık olmasa bile kişilerin rahatça tanınabileceği görülmüştü."

Bir de, Amerikan Astrologlar Federasyonu üyesi, Arizona’lı medyum Dave Campbell gibi "adli astrolog" olduğunu iddia edenler var. Bu kişiler, katilleri, kayıpları, kaçırılanları astrolojik haritalarla bulabildiklerini, olay yeri, günü ve saatinden katilin kişiliğini belirlediklerini iddia ediyorlar. Hatırlarsanız 22 Kasım 1963’de Oswald adlı birinin Başkan Kennedy’yi öldürdüğü söylenmişti. Aradan geçen bunca yıla rağmen, katilin Oswald mı, yoksa başka biri mi, Oswald ise yalnız olup olmadığı tartışılır durur, eldeki deliller en ileri tekniklerle incelenir, bir türlü karar verilemez. Astrolog Dave Campbell ise, Kennedy ile Oswald’ın doğum tarihi, saati ve yerinden yola çıkarak meseleyi çözüyor: "Katil, Oswald ve tek başına". Henüz bir adli astronomi kitabı yazılmamışken, onun "Adli Astroloji"si 2004’ten beri piyasada.

Gençlerimiz adli bilimlere çok meraklı. Adli Tıp Enstitüsü’ne başvuru sayısından bunu izliyoruz. Lütfen, "adli astrolog olacağım" diye kimse kapımıza gelmesin.
Yazının Devamını Oku

Yüzü olmayan adamını geri isteyen polis

7 Aralık 2008
Bir doktor ve bir polis, aynı adamı gördüler. Adamın yüzü yoktu. Bir yazar, yüzü olmayan adamı romanına, bir rejisör de filmine taşıdı. Polis, "yüzü olmayan adamımı çaldılar, milyonları götürdüler" diye ortalığı ayağa kaldırdı. Kazanca ortak olamadı ama, en azından yüzü olmayan adamını geri aldı.

DOKTORUN YÜZÜ OLMAYAN ADAMI

"Yüzü olmayan adamın hikayesi doğru", dedi doktor. "Hastaneye yatışından birkaç hafta sonra onunla koridorda karşılaştık. Tekerlekli sandalyedeydi. Kafasına, arkası öne gelecek biçimde bir ameliyathane başlığı geçirmişti. Gözlerine denk gelen yere iki delik açılmıştı. Tıpkı "fil adam"a benziyordu. /images/100/0x0/55eb1805f018fbb8f8aaa187

Yanımdaki stajyere fısıldayarak sordum: "Kim bu?"

Gözlerini hayretle açarak yanıtladı: "Yüzü olmayan adam."

Sonra, doktor bir kitap yazdı. Meslektaşının ağzından duyduğu akıl almaz öyküyü, yani bir zamanlar yüzü olan adamın, yüzünü nasıl kaybettiğini, şöyle aktardı:

"Bir gece burnuna ’melek tozu’ çekmiş. Yanına her iki Doberman’ını almış, arkadaşlarından özür dileyerek banyoya kapanmış. Usturası ile yüzünü kesmiş, parçaları köpeklerine yedirmiş. Banyodan çıktığında kulakları, burnu, göz kapakları, dudakları ve yanakları yokmuş ama, köpekleri pek mutluymuş. Çılgına dönen arkadaşları onu bizim hastanenin aciline getirmişler. Kendisine koridorda rastladığımda, sanırım 10-15 kez ameliyat olmuştu. İzleyen aylarda iki yüz kadar ameliyat geçirdi, kendi vücudundan alınan dokular yüzüne nakledildi. Sonunda yeni bir yüze sahip oldu."

Aslında Dr. Joseph Sacco’nun, bundan 20 yıl önce yayınlanan "Morfin, Dondurma ve Gözyaşları" adlı kitabı yazmasının amacı, melek tozu, yani fensiklidin ya da PCP denen maddeyi burnuna çektikten sonra, yüzünü köpeklerine yedirecek kadar kendini kaybeden adamı anlatmak değildi.

Adını gizlediği bir New York hastanesinde staj yaparken rastladığı alkol ve uyuşturucu bağımlısı doktorlara, uzun nöbetler yüzünden düşünemez hale gelen asistanlara ve hastaları tedavi edecek hastanenin yeni hastalıklar bulaştıran pisliğine dikkat çekmek istemişti.

Gazeteciler, acımasız eleştirilerini hızla manşetlere taşıdılar. Çalıştığı yerin, New York’taki Albert Einstein Tıp Fakültesi’nin uygulama hastanesi Montefiore olduğunu buldular. Diğer birçok hastanede benzer bir durumun yaşandığı anlaşıldı. 8 milyonluk New York’taki sağlık hizmetlerinin modernizasyonu, işte bu kitap sayesinde başladı.

Dr. Sacco, halen Bronx Lebanon Hastanesi’nin medikal direktörlerinden biri olarak görev yapıyor. "Morfin, Dondurma ve Gözyaşları" artık piyasada bulunmuyor. Fazla önemsemediği ve birkaç paragrafla geçiştirdiği, yüzünü köpeklere yediren zavallı insanın şimdi nerede olduğunu bilen yok. Ama söz ettiği, yüzü olmayan adamın, başkalarının hayatını değiştirdiği muhakkak.

POLİSİN YÜZÜ OLMAYAN ADAMI

Ben, yüzü olmayan adamın öyküsünü, aynı polisin ağzından birkaç kez dinledim. Kısmet olursa, 2009 Şubat’ındaki bir toplantıda kendisini tekrar göreceğim. Konuyu tekrar gündeme getirecekmiş.

Sözünü ettiğim polisin adı, Vernon Geberth. İşletme Fakültesi’ni bitirdikten sonra FBI Akademisi’ne girmiş, bu arada psikoloji yüksek lisansını tamamlamış. New York polisi, Bronx Cinayet Büro amirliğinden emekli Vernon’a ilk kez rastladığımda, bin sayfayı bulan "Cinayet Soruşturmasının Pratiği" çoktan profesyonellerin başucu kitabı olmuştu ve aralarında akademisyenlerin de bulunduğu bir topluluğa, öldürüldükten sonra betona gömülmüş bir adamın katilini yıllar sonra nasıl bulduklarını anlatıyordu. Toplantı sonrasındaki sohbet sırasında "Binlerce kurban gördün. En çok acıdığın hangisiydi?" diye sordum. "Bir adam vardı, yüzünü köpekler yemişti. Onu unutmam mümkün değil" deyip, sürdürdü.

Az sonra okuyacaklarınızı, ileriki yıllarda kimi zaman daha kısa, kimi zaman daha uzun bir şekilde, bıkmadan, usanmadan tekrarladı. New York’ta, yılda ikibin dolayında cinayetin işlendiği, üstelik bunların 400 kadarının soruşturmasını Vernon’un amiri olduğu Bronx Cinayet Bürosu’nun yürüttüğü 80’lerin ikinci yarısında, bundan çok daha ilginç olaylar varken, yüzünü köpeklerin yediği adama odaklanmasının, bambaşka bir nedeni var.

"Bir kaç dakika arayla hem olay yerine intikal etmiş devriye aracından, hem de Montefiore acilinden aradılar. Olay yerine gidenlere ’Güvenlik çemberine alın, tanıklarla görüşün, ama delil toplamayın, geliyorum’ dedim. Fotoğrafını çektirdim. Nöbetçi doktor, intihar teşebbüsü olabilir, dedi. Saçmalıyor, diye geçirdim içimden ve zavallıyı bu hale getiren vahşiyi bulabilmek umuduyla hızla oradan uzaklaştım."

DOBERMANIN MİDESİNE GİDENLER

Cinayet Büro Amiri Vernon, zaman zaman pos bıyıklarını sıvazlayarak devam etti: "Bizimkiler adamı, bodrum kattaki dairesinin banyosunda yerde yatarken bulmuşlar. Evde bir Doberman köpekle üç yavrusu olduğundan, sağlık görevlileri sedyeye yerleştirmekte çok güçlük çekmiş. Hayvanları yatak odasına kilitlemişler. Ben gittiğimde, havlamaları sokaktan duyuluyordu. Bu koşullarda delil toplamak mümkün değildi. Acil Hizmet bürosundaki arkadaşları aradım. Özel tabancalarıyla ateş ederek köpekleri sakinleştirdiler. Önce banyoya baktım. Yerde neredeyse hiç kan olmaması garibime gitti. Herhalde başka bir yerde saldırıya uğradı, diye düşündüm. Bütün aramamıza rağmen banyonun tabanında ne bir et, ne bir deri parçası bulduk. Köpekler yemiş olmalıydı. Hayvanları veterinere gönderdik. Midelerini yıkattık. Çıkan yanak, dudak ve burnu yerine dikilebilir umuduyla hastaneye yolladık. Maalesef işe yaramadı.

Oturma odasındaki sallanan koltuğun döşemesi kan içindeydi, etrafta kırık ayna parçaları bulduk. Birindeki kanlı parmakizi, yüzü olmayan adamınkini tuttu. Meğer üst kattaki dairede, kadının biri ve erkek arkadaşı ile birlikte melek tozu çekmişler. Birden soyunmuş, etrafa saldırmaya, bağırıp çağırmaya başlamış. Kadının arkadaşı korkmuş, onu bodrumdaki dairesine indirip, bırakmış. Anlaşılan PCP kullanmayı sürdürmüş, ardından yüzünü doğrayıp köpeklerine yedirmiş. Defalarca ameliyat oldu. Akli dengesi bir daha yerine gelmedi, halen devletin bir bakım evinde." (Yüksek dozda PCP, amil nitrit ve LSD, acının hissedilmesini engelleyebilir. Bu sırada kişi, intihar düşüncesi olmadığı halde, bu olayda olduğu gibi, kendisine gerçekten ciddi biçimde zarar verebilir.)

KURBANIMI ÇALDI, HANNİBAL’İ YAZDI

Polis Vernon’un 20 yıl önce gerçekleşen bu olayı tekrarlamasının nedeni, Amerikalı yazar Thomas Harris’le yaşadığı problem. Thomas Harris, milyonlarca satan ve aynı adla filme çekilen Kuzuların Sessizliği’nden sonra Hannibal’i yayınladığında, romandaki karakterlerden birinin, hastane acilinde fotoğrafını çektiği ve "Cinayet Soruşturmasının Pratiği"nde yer verdiği kurbanla birebir örtüştüğünü öğreniyor. Yazara bir mektup yazarak, bu karakteri kendi soruşturmasından "borç aldığını" ilan etmesini istiyor. Mesele giderek büyüyor. Aylar sonra yazar, kitabının bir sonraki baskısında bu gerçeğe yer vermeyi kabul ediyor.

Thomas Harris verdiği sözü tuttu. Hannibal’in 2000 yılındaki baskısının 547. sayfasında sıraladığı "Teşekkür"lerin arasına, "Vernon Geberth’in mükemmel ders kitabı Cinayet Soruşturmasının Pratiği, Mason Verger’in kendi kendine zarar veren davranışının klasik bir örneğini içerir" cümlesini ekledi. Ancak bu kadarı, polis Vernon’u tatmin etmedi.

Hannibal’i okumayan ya da filmini görmeyenler için kısaca hatırlatayım. FBI’ın kadın ajanı Clarice Starling, yüksek güvenlikli bir akıl hastanesinden yedi yıl önce kaçan psikiyatri uzmanı, seri katil ve yamyam Dr. Hanibal Lecter’i yakalamakla görevlendirilir. Doktorun peşinde olan biri daha vardır: Mason Verger.

Hannibal’in bulunduğu yerle ilgili bilgi verecek olana, büyük bir para ödülü vaat eden Verger, bir pedofildir. Yıllar önce tedavisini üstlenen Dr. Hannibal, ona metamfetamin - melek tozu - LSD karışımı koklatmış, kırık bir ayna parçasıyla kendi yüzünü parçalamaya ikna etmiş, etlerini köpeklere yedirmiş, daha sonra boynunu kırmıştır. Hannibal’in hayatta kalmayı başaran tek kurbanı olan Verger, tekerlekli sandalyeye mahkumdur ve yüzü, bakılamayacak derecede bozuktur. Kendisini bu hale getiren doktoru domuzlara parçalatarak intikam almayı planlar.

POLİS VERNON HAKLI MI, DEĞİL Mİ?

İlk bakışta, polis Vernon’a hak vermemek elde değil. Hannibal’deki çocuk istismarcısı, onun karşılaştığı kurban gibi (yanlış hatırlamıyorsam adı, Michael’di), burnuna yasa dışı bir madde çektikten sonra, yüzünü kırık ayna parçasıyla doğramış, köpeklere yedirmiştir. Konuyu araştıranlar, olayın o tarihte gazetelerde yer bulmadığını söylüyor. Dolayısıyla Thomas Harris bu olayı medyadan değil, gerçekten polisin iddia ettiği gibi "Cinayet Soruşturması" kitabından öğrenmiş olabilir. Yazarın, yüzü olmayan adamdan haberdar olmasının bir diğer yolu, Montefiore hastanesinde çalışan ve yüzü olmayan adamla koridorda karşılaşan Dr. Sacco’nun "Morfin, Dondurma ve Gözyaşları"dır.

Öte yandan Thomas Harris, Kuzuların Sessizliği ve Hannibal’i yayınlamadan önce, en az iki kez FBI’ın Quantico’daki Davranış Bilimleri Birimi’ni ziyaret etmiş, bu birimde görevli Robert Ressler ile saatlerce konuşmuş, hatta arşivleri incelemiştir. Cezaevlerindeki katillerle yüzyüze görüşerek kriminolojiye yepyeni bir açılım getirmiş olan Ressler, seri katil kavramını ve günümüzde çok tartışılan psikolojik profilleme yöntemini ilk kullanan kişidir. Thomas Harris, kahramanlarının tamamen hayal ürünü olduğunu belirtse de, Kuzuların Sessizliği’nde Jodie Foster’in, Hannibal’de Julianne Moore’un oynadığı FBI ajanı Clarice Starling’i, teşkilatta görevli bir kadın ajandan esinlenerek yarattığını biliyoruz. Yüzünü köpeklere yedirdiği kurbana da, polisin ya da Dr. Sacco’nun kitabında değil, FBI’ın binlerce sayfalık seri katil arşivinin bir köşesinde rastlamış olduğunu düşünüyorum. Yamyam doktor Hannibal Lecter’i, gerçek hayattaki hangi caniden esinlenerek yarattığına dair görüşlerimi ise, başka bir gün anlatırım.
Yazının Devamını Oku

Çay mı, kahve mi yoksa martini mi?

30 Kasım 2008
İyi bir barmeni kızdırmak mı istiyorsunuz? Bir votka martini isteyin ve "karıştırma, çalkala" deyin. En terbiyelisi size "peki, James Bond" diye cevap verecektir. Sakın aldırmayın. Sovyet lider Nikita Kruçev’in "Amerika’nın en ölümcül silahı" diye nitelendirdiği martini kadar tartışılmış bir içki yoktur sanırım. Uluslararası Barmenler Birliği, bu kokteyli, "bolca buz bulunan bir kaba, 5.5 santilitre cin, 1.5 santilitre vermut ekleyin, iyice karıştırın, soğutulmuş bir martini kadehine aktarın. Üzerine, ince kesilmiş limon kabuğunu sıkın ya da içine bir adet yeşil zeytin atın. Cin yerine votka da kullanılabilir" şeklinde tarif etse de, iki konuda bir türlü anlaşma sağlanamaz. İlki, vermutun miktarı, ikincisi sıvıların karıştırılması mı, yoksa çalkalanması mı gerektiği.
/images/100/0x0/55eb18e3f018fbb8f8aadaa8
Winston Churchill ve Alfred Hitchcock, vermutun yok denecek kadaz az olmasından yanaydı. Hatta "İyi bir martini, raftaki vermut şişesinin yanında beklemiş cinle yapılır!" diyecek kadar. Ernest Hemingway, Nazilerin karargah olarak kullandıkları Paris’teki Ritz Oteli’ni boşaltmasını martinilerle kutlamıştı. Onun formülü, onbeş kısım cine, bir kısım vermuttu.

Popüler TV dizisi Sex and the City’deki hanım kızlar da başarılarını martini tokuşturarak kutlar. Onlar, cin yerine votkayı tercih ederler. "Yüzyıllık martini kültürüne ihanet ediyorlar" diye suçlanmalarının nedeni votka değil, rengi elbiselerine uyum sağlasın diye, içine kattıkları meyve sularıdır.

İster votka kullanın, ister cin, ister vermutun miktarını 3’e 1 tutun, ister 100’e 1; martini kuvvetli bir içkidir. Bir kadehi, 55 kilo ağırlığındaki bir kadının; iki kadehi de 70 kiloluk bir erkeğin kanındaki alkolü, rahatlıkla 0.5 promilin üzerine çıkartabilir.

Martini konusundaki diğer tartışma, yani "karıştırmalı mı, yoksa çalkalamalı mı" konusunda barmenler, ağız birliği etmişe benziyor. Kokteyl hazırlanışına ilişkin pek çok kitapta da yer aldığı biçimde, kesinlikle çalkalamamak gerektiği, bu işlemin içkiyi rezil ettiği kanısındalar. Çünkü çalkalama, buz küplerinden küçük tanecikler kopartır, bunlar da eriyerek içkiyi seyreltir. Barmen deyimiyle, "cini çürütür". Ama gelin görün ki, bir gizli ajan, barmenlerin hayatını 50 yıldır zehir etmekte. Tahmin edeceğiniz gibi "Benim adım Bond, James Bond" diyen yakışıklıdan söz ediyorum.

Bir Vesper alır mısınız?

Hayali James Bond’un kendisi gibi, ünlü martinisi de Jamaika doğumludur. Fleming, misafirliğe gittiği bir malikanede, servis yapan kahyanın "Bir Vesper buyurmaz mısınız?" demesinden yola çıkarak, ilk Bond kızına Vesper Lynd, kahramanının tadına doyamadığı içkisine de, Vesper Martini adını koyar.

Bond, CIA ajanı Felix Leiter ile buluşmasından hemen sonra, Casino Royal’in barmenine siparişini verir. "Bir Martini Dry" der. "Derin bir şampanya kadehinde." "Peki beyefendi" der barmen. "Bir dakika" diye sürdürür Bond, "Üç ölçek Gordon, bir votka, yarım ölçek Kina Lillet. Buz gibi soğuyuncaya dek iyice çalkala, sonra büyükçe, ince bir limon kabuğu dilimi ekle. Anladın mı? " Elbette, beyefendi" diye yanıtlar barmen.

Gordon, ünlü bir cin markasıdır. Kina Lillet de, içinde meyve likörü ve kinin bulunan bir Fransız şarabı. Geleneksel olarak martini, ya cin ya da votkayla hazırlandığı halde, Bond’un Vesper Martini’sinde her ikisinin birlikte kullanılmasının nedeni, güzel sevgilisi Vesper’in bir yandan İngiliz İstihbarat Teşkilatı M16, diğer yandan Rus İçişleri Bakanlığı MVD için çalışan çift taraflı ajan olmasındandır.

Zaman içinde James Bond, rakı, rom, şampanya, bira gibi farklı içkilerin tadına baksa da martiniden hiç vazgeçmedi. Gerçi kokteylin yapısındaki içkileri ve oranları değiştirdi, votka ve Kina Lillet bir var olup, bir yok oldu. Ancak karıştırılmayıp, çalkalanmasında hep ısrar etti.

Ülkemizde "Bond 22" adıyla gösterilen son filmi Quantum of Solace’ın başlarında Bond, orijinal Vesper Martini’siyle teselli bulmaya çalışsa da, bu artık teknik olarak mümkün değil. Çünkü 1950’lerde İngiliz Gordon’un alkol derecesi 94’tü, günümüzde 80’in altında. Kina Lillet’in de, acılığını veren "Kina" kısmı, yani kinin, 1980’lerde formülünden çıkartıldı.

FİZİKÇİLER VE BİYOKİMYACILAR ÇALKALAMAKTAN YANA

Şaka gibi ama, James Bond’un "çalkala ama karıştırma"sı sadece barmenleri yormuyor. Fizikçiler ve biyokimyacılar da bu konuyla ilgileniyor. Örneğin, Lois Gresh ve Robert Weinberg’in 2006 yılında yayınlanan "James Bond’un Bilimi" adlı kitapta, martiniye ayrılmış özel bir bölüm var. İdaho Üniversitesi’nden emekli fizik profesörü Barry Parker de, 2005’de yayınlanan ve James Bond filmlerindeki süper otomobiller, bomba fırlatan kalemler, jete dönüşen sırt çantaları, insan bölen lazer ışınları gibi bir çok olayın arkasındaki bilimsel gerçekleri açıklayan kitabında, martininin çalkalanmasına değinmekten kendini alamamış. Yaklaşık on yıl önce, "Herkes James Bond’u seviyor, kimse fiziği sevmiyor. İkisini birleştirirsek belki fizik bundan nasibini alır" diyerek yola çıkan Dortmund Üniversitesi Uygulamalı Fizik Bölüm Başkanı Prof. Metin Tolan ise, 2008 Eylül’ünde piyasaya çıkan yeni kitabının ilgi çekmesi için, adını "Çalkala, karıştırma: James Bond ve Fizik" koymuş.

Metin Tolan, James Bond’un tercihini doğru buluyor. "Önemli olan moleküllerin dağılımıdır" diyor. "Karıştırılırsa, moleküller ortamda eşit biçimde dağılır. Çalkalanırsa, martininin tadını veren moleküller, yüzeyde birikir. Bond, ağzının tadını bilen biri. Hiçbir filminde içkisini bitirmeye fırsat bulamayıp, sadece bir yudum almakla yetindiğinden, en azından lezzetini yoğun biçimde yaşamaya çalışıyor."

Aslında martini meselesi, bundan 9 yıl önce ilk kez bilimsel olarak araştırılmış ve deney sonuçları British Medical Journal adlı ünlü İngiliz tıp dergisinde yayınlanmıştı. Kanada’nın Western Ontario Üniversitesi Tıp ve Dişhekimliği fakültesinden iki biyokimya profesörü, Hirst ve Trevithick, yanlarına dört asistanlarını almış, yaptıkları deneylerle, birlikte çalkalanan iki kısım cin ve bir kısım vermutun antioksidan etkisinin, karıştırılana oranla iki kat daha yüksek olduğunu kanıtlamışlardı. Çalkalanan kokteylin, kanda ve göziçi sıvısındaki zararlı serbest radikal miktarını yarı yarıya azaltabileceğini, bu sayede kalp-damar hastalıkları ile kataraktı engelleyeceğini ileri sürmüşler ve James Bond’un sağlığını (şaka yollu da olsa) martinilerine bağlamışlardı. Bildiğiniz gibi antioksidanlar, erken yaşlanmaya ve bazı hastalıklara yol açan serbest radikallere karşı bizi korurlar.

"Çalkala, karıştırma: Martini’nin antioksidan etkisine ilişkin biyoanalitik bir araştırma" adlı yayını destekleyenler olduğu gibi, araştırıcıları Bond’un bazı alışkanlıklarını göz önüne almadıkları için acımasızca eleştirenler oldu. Bir kere Bond, cinle votkayı karıştırırdı. Deneylerde kullanılan vermut oranı yüksekti. Ajan, zaman zaman içkisine tütsülenmiş soğan, zeytin ya da limon kabuğu atardı. Kimileri de, saygın bir dergide, böylesi saçma sapan bir araştırmanın yer bulmasına kızdılar.

Aile içi şiddetin yarattığı James Bond

Sinema tarihinin en uzun soluklu ve en tanınmış gizli ajanı 007 James Bond’un yaratıcısı, 1908 Londra doğumlu Ian Lancaster Fleming, 1931’de Reuters haber ajansında çalışmaya başladığında ilk görev yerlerinden biri Moskova’ydı. İstihbarat teşkilatları ve 007 dünyasının ayrılmaz parçalarına dönüşecek votka ve havyarla tanışması bu döneme rastlar.

Fleming, kısa bir süre için de olsa, kahramanı James Bond gibi bir İngiliz casusuydu. Tarihin Yönünü Değiştiren Gizli Ajanlar kitabının yazarı Ernest Volkman’a göre, 2. Dünya Savaşı’nda, İngiliz Deniz Kuvvetleri istihbarat teşkilatında Ajan 17F adıyla görev yapmış, bir Alman radar istasyonunun ele geçirilmesi, New York’taki Japon Konsolosluğu’nun kasasından şifrelerin çalınması gibi faaliyetlere katılmıştı.

Savaş sonunda yeniden gazeteciliğe dönen Ian Fleming, birkaç kez Jamaika’yı ziyaret etti. Fazla geçmeden, yıllardır birlikte olduğu Ann O’Neill ile evlendi ve askerliği sırasında planlamasında yer aldığı bir operasyonun adına izafeten "Goldeneye" adını taktığı, Jamaika’nın kuzey sahilindeki yeni evine taşındı (Pierce Brosnan’ın Bond rolünü üstlendiği 17. filmin adı da Goldeneye’dır).

Evliliğindeki sorunlar, havada uçuşan tabaklar, tavalar ve terlikler yüzünden, günde üç paket sigara ve bir şişe cin içmeye başladığında, bunlar da zaman zaman göğsünde ağrılara yol açtığında, kendince bir çözüm üretti. Sigara ve içkiyi bırakmaktansa daha da arttırdı, roman yazarak karısının yarattığı stresle başa çıkmaya karar verdi.

Fleming’in ilk romanını yazmak üzere, yüz metrekareyi bulan oturma odasının bir köşesine yerleştirdiği, pembe abajurla aydınlanan pasta dilimi şeklindeki çalışma masasına oturduğu ilk gün, hiç kalkmadan on sayfasını yazdığı anlatılır. Askerliği sırasında edindiği istihbarat bilgileri ve tanıdığı kişilerden yararlandığı ilk romanın adı, Casino Royal’di. Gençliğinde okuduğu ve çok etkilendiği Batı Hint Adaları Kuş Rehber’inin (A Field Guide to Birds of the West Indies) yazarından esinlenerek, kahramanına James Bond adını koydu.

1953 ile 66 arasında 12 Bond romanı, iki de Bond öyküsü yayınladı. Eserleri Fleming’i zengin etti ama, sağlığına pek iyi geldiği söylenemez. Yaşasaydı, bu yıl 100 yaşında olacaktı. İçki, sigara ve pek sevdiği yağlı yemekler yüzünden, ne yazık ki bunun ancak yarısına ulaşabildi. 1964’te, 56 yaşında bir kalp krizinden öldü. Sadece, Dr. No ve önemli bir bölümü İstanbul’da geçen Rusya’dan Sevgilerle’nin filmini görebildi. Kahramanı, onun kaderini paylaşmadı. Başka kişilerin yazdığı başka Bond öyküleri sayesinde, en ufak bir sağlık sorunu yaşamaksızın, üç kuşaktır yediden yetmişe milyonları büyülemeyi sürdürüyor.

James Bond ve Mavi Dağlar kahvesi

James Bond, çırpılmış üç yumurtasının yanında kahve içerdi ve Londra’dayken tercihi, Jamaika adasının 2500 metre yükseklikteki, soğuk, puslu ve bol yağmurlu Mavi Dağlar’ında yetişen, tatlı ve yumuşak içimli "Blue Mountain" kahvesiydi.

Martinilerin, kalbini, damarlarını ve gözlerini nasıl etkilediğini bilemem ama, kahvenin sadece kokusunun bile faydasını gördüğü muhakkak. Çünkü, Han-Seok Seo liderliğinde bir grup Güney Kore, Alman ve Japon araştırıcı, 2008 Haziran’ında yayınladıkları sıçan deneylerinde, kahve kokusunun, beyindeki 17 geni harekete geçirdiğini ve uykusuzluğa bağlı stresi ortadan kaldırdığını bildirdiler.

Hele bir de kahvesi kavrulurken içine şeker katılmışsa, ayrıca ince çekildikten sonra, üzerine çok sıcak su basılarak, yani espresso yöntemiyle hazırlanmışsa, Navarra Üniversitesi’nden biyolog İsabel Lopez Galilea’nın 2008 Mart’ındaki doktora tezinde kanıtladığı gibi, kahvesi normalin çok üzerinde antioksidan özellikler kazanmıştır. Bu durumda, James Bond gençliğini ve sağlığını kahveye borçlu olabilir.

Hiç kuşkusuz kahve, Bond’un dişlerinin sağlamlığına da katkıda bulunmuştur. Çünkü bazı mikroorganizmaların etkinliğini durduran kahvenin, diş çürümesinin başlıca nedeni Streptococcus mutans’ın diş minelerine yapışmasını da engellediği artık biliniyor.

YİN HAO YASEMİNLİ YEŞİL ÇAYIN HİKMETİ

James Bond, bir Çinli gibi "Üç gün yemeksiz kalmayı, bir gün çaysız kalmaya tercih ederim" demez. Hatta, çaydan pek fazla haz ettiği söylenemez. Ancak, herşeyin en kalitelisini kullandığından, çay içmesi gerektiğinde tercihi, Yin Hao yaseminli yeşil çaydır.

Çay meraklısı biri olarak, gizli ajanın zevkini takdir etmemem mümkün değil. Ancak Bond, bir fincan yeşil çayı lezzeti ve kokusu için değil, 200 miligramı bulan antioksidan etkili kateşinleri için tüketiyor olabilir.

Örneğin, çok miktarda sigara içmelerine rağmen, Asyalılarda kalp-damar hastalıklarının ve kanserin, batıya oranla daha az görülmesini, bir diğer deyişle "Asya Çelişkisi"ni, Yale Tıp Fakültesi Damar Cerrahisi Başkanı Prof. Dr. Bauer Sumpio, içilen fazla miktarda yeşil çaya bağlıyor.

Yaşları 40 ile 79 arasında değişen 40 bin’den fazla Japon’u izleyen Dr. Şiniçi Kuriyama da, fazla yeşil çay içenlerin kalp-damar hastalıklarından daha geç öldüklerini kaydediyor.

Özetlenecek olursa, kahvenizi bol bol koklayın, yeşil çay için, martini olmasa da olur. Ama ille içecekseniz, James Bond gibi yapın, çalkalayın, ama karıştırmayın.
Yazının Devamını Oku

Biraz uzunca uyuyanlar

23 Kasım 2008
Kasım başında, İtalya’nın Luigi Talamoni hastanesinde çalışan rahibeler iyice düşündüler ve seçimlerini yaptılar. Yargıtay’ın kararına değil, Vatikan’ın görüşüne uymayı tercih ettiler. 16 yıldır bitkisel bir yaşam sürdüren Eluana Englaro’nun besin desteğini kesmeyi reddettiler. Bitkisel yaşam ya da "en düşük bilinç düzeyi" gibi durumlar, tam ve geri dönüşümsüz beyin ölümünden farklıdır ve modern tıbbın en az bilinen, ancak etik açıdan en çok tartışılan konularını oluşturur. 1971 doğumlu Eluana Englaro, 18 Ocak 1992 günü geçirdiği bir trafik kazası sonrasında komaya girdi. Kısa bir süre sonra durumu, yaşamını hortumla beslenerek sürdürebileceği bitkisel yaşama dönüştü. Kazadan 9 yıl kadar sonra doktorlar, iyileşmesinin mümkün olmadığını bildirdiler. Eluana’nın babası Beppe, mahkemeye başvurdu ve kızının bağlı bulunduğu besin destek ünitesinin durdurulmasını istedi. Ötanazinin yasak olduğu İtalya, konuyu defalarca tartıştı. Beppe’nin başvurusu iki kez reddedildi. Geçen temmuzda Milano Mahkemesi "Eluana’nın yapay yolla beslenmesinin durdurulmasına" karar verdi. Milano Başsavcılığı karara karşı çıktı. Dava Yargıtay’a taşındı. 13 Kasım 2008 günü Yargıtay kararı onadı.

Roma Katolik Kilisesi, Yargıtay’ın kararını şiddetle eleştirdi. Aileden Sorumlu Konsey’in Başkanı Kardinal Antonelli, "Eluana bitkisel durumda olabilir ama, bir bitki değil" dedi, "O, uyuyan bir insan. Bir insan, uyusa da, engelli de olsa, hálá insandır ve insan, sadece kendisi için değerlidir. Başkalarına keyif ve mutluluk vermeyince, değersiz kabul edilemez."

Luigi Talamoni hastanesinin rahibeleri de kardinalle aynı görüşteler ve 1994’ten beri bakımını üstlendikleri genç kadının su ve besin desteğini kesmemekte direniyorlar. Şimdilerde baba Beppe, mahkeme kararını uygulatabileceği bir hastane arıyor. Büyük bir olasılıkla, kızını İsviçre’ye götürmek zorunda kalacak.

Komünistler, benzin kuyrukları, et karnesi nerede?

1942 doğumlu, Polonyalı demiryolu işçisi Jan Grzebski’nin hayatı, 1988’deki felaketten sonra aniden değişti. Rayları tamir ederken bir vagon ona çarpmış, beynindeki hasar onu komaya sokmuştu. Günün birinde doktorlar karısına, "Bizim yapacağımız bir şey kalmadı" dediler ve 2-3 yıllık bir yaşam biçtiler. Gerdruda, tek parmağını kımıldatamayan, tek sözcük edemeyen dört çocuğunun babasını eve götürdü ve sırtı yara olmasın diye saat başı bir o yana bir bu yana çevirmekten, söylediklerinin anlaşıldığına dair hiçbir belirti olmadığı halde, fırsat buldukça memlekette yaşananları anlatmaktan hiç vazgeçmedi.

Jan Grzebski, vagonun çarpmasından 19 yıl sonra, 12 Nisan 2007 günü gözlerini açtı. Üç ay sonra tekerlekli sandalyesine oturmuş, TVN 24 haber kanalının kameralarına doğru konuşuyordu. "Alışmakta çok zorlanıyorum" dedi. "Ben uykuya dalmadan önce, dükkanlarda sadece çay ve sirke satılırdı, et karneyle alınırdı, bir litre benzin için saatlerce kuyruk beklerdik. Meğer arada neler olmuş neler! Berlin Duvarı yıkılmış, Sovyetler dağılmış, komünistler gitmiş, Polonya NATO’ya üye olmuş, Avrupa Birliği’ne katılmış. Hay Allah, unutuyordum, 11 de torunum doğmuş."

Jan Grzebski’nin durumu, Wolfgang Becker’in 2003 yapımı Alman filmi Elveda Lenin’deki anneyi anımsatıyor. Doğu Almanya’da yaşayan ve Sosyalist Birlik Partisi üyesi olan Bayan Christiane, kalp krizi geçirir, 8 ay komada kaldıktan sonra uyanır. Bu arada, Berlin Duvarı yıkılmış, iki Almanya birleşmiş, parti ortadan kalkmıştır. Doktoru en ufak bir şokta annenin ölebileceğini söyleyince, oğlu ona yapay bir dünya oluşturur. Sahte haber bültenleri çeker, Doğu Almanya’ya özgü Spreewalder turşularını bulur. Ancak dev bir Coca Cola ilanı, Trabant’ların yerine BMW’lerin satılması, kadının aklını karıştırır.

Anne, Pepsi, süt

Otomobil tamircisi Terry Wallis, 13 Temmuz 1984 günü, evinin yakınlarındaki bir uçuruma düşüp aracından fırladığında henüz 19 yaşındaydı, yeni evliydi ve kızı Amber doğalı, sadece altı hafta olmuştu.

Yanındaki arkadaşlarından biri ağır yaralıydı, bir hafta sonra ölecekti. Diğeri şanslıydı, kazadan neredeyse hiç yara almadan kurtulmuştu. Başına aldığı darbe sonucunda boynundan aşağısı felç olan Terry ise ertesi gün komaya girdi. 1984 Ekim’inde bir sabah aniden gözlerini açtı, ancak hareket edemiyor ve konuşamıyordu. Zaman zaman gözleriyle etraftakileri izlese, püre haline getirilen yemek kaşıkla verildiğinde yutabilse de, doktorlarına göre, içinde bulunduğu "en düşük bilinç düzeyi", sonsuza dek sürecekti.

Terry’nin annesi Angilee, 19 yıl boyunca her hafta oğlunu ziyarete gitti, yanına oturdu, konuşup durdu. Terry’nin 6 haftalıkken ayrıldığı kızı, zaman zaman hastaneye geldi, okulunu, arkadaşlarını anlattı, babasına en sevdiği şarkıları dinletti.

2003 yılının 11 Haziran’ı, anne Angilee için sıradan bir gündü. 19 yıl boyunca olduğu gibi, yine hastaneye gitti, bekleme salonundaki otomattan bir Pepsi satın aldı ve oğlunun yattığı odanın yolunu tuttu. Hemşireler için de sıradan bir gündü. Çarşafları düzeltmekte olan biri, annenin içeriye girdiğini görünce, her zamanki gibi, "Bak Terry, kim gelmiş!" deyiverdi. "Annem" dedi Terry ve hemşire neredeyse bayılıyordu. Annesinin elindeki şişeye baktı genç adam ve "Pepsi" dedi, hemen ardından da "süt". 19 yıl sustuktan sonra ağzından çıkan ilk üç sözcük bunlardı.

BEYİN KENDİNİ ONARABİLİYOR

Terry, konuştuktan üç gün sonra ilk kez hareket etti. Haftasında kızını tanıdı. Kaza öncesinde yaşadıklarını hatırladı. Başkan’ın artık Ronald Reagan olmadığı hemen söylense de, o hastanedeyken karısının üç çocuk daha doğurduğu ve halen Terry’nin küçük kardeşi ile yaşadığı, bir süre saklandı. Gerçi üç yıl sonra hálá yürüyemiyordu ve yemek yerken yardıma muhtaçtı ama eve dönmüştü, konuşuyordu ve duraklamadan 25’e kadar sayabiliyordu.

Terry’yi 20 yıl boyunca izleyen Dr. James Zini "Nasıl olduğunu anlayabilmiş değilim. Bu bir mucize" demiş olsa da, mucizelere inanmayan ve benzeri durumdaki başka hastalara yardım edebilmek için, söylediği ilk sözcüklerin hemen ardından beynini incelemeye koyulanlar oldu ve dünyanın dört bir yanındaki uzmanlar, insan beyninin gizemlerinden birini aydınlatabilecek bulguları, sabırla bekledi.

Cornell Üniversitesi nöroloji bölümünden Dr. Nicholas Schiff, aynı üniversitenin radyoloji bölümünden Dr. Aziz Uluğ, Citigroup görüntüleme merkezinden Henning Voss’un da aralarında bulunduğu araştırma ekibi, belirli aralıklarla Terry’nin beyninin ak maddesini, difüzyon tensör manyetik rezonans görüntüleme tekniği (DTI) ile incelediler. Trafik kazası geçirmiş 24 yaşındaki bir başka erkeğin bulguları ile birlikte "Journal of Clinical Investigation" adlı derginin Temmuz 2006 sayısında yayınladılar. Bitkisel yaşamdan "en düşük bilinç düzeyi"ne geçişin DTI ile saptanabileceğini bildirdiler. Daha önemlisi, Terry’nin tahrip olmuş aksonlarının, yani beyin hücreleri arasında iletişimi sağlayan liflerin yerine, yenilerinin oluştuğunu, bir başka deyişle beynin aradan geçen 19 yılda kendini onardığını ileri sürdüler. Çokça tartışılan bu yayın, en düşük bilinç düzeyindeki hastalarla ilgili görüşlere yeni bir boyut kazandırdı. Ancak, beynin kendisini nasıl onardığını anlayabilmek için henüz çok erken.

Bitkisel yaşam kriterleri değişir mi?

Dışarıya tepki vermeyen bitkisel hayattaki kişilerin, etrafta olan bitenin farkında olup olmadığı sorusu, yıllardır tartışılır. 2006 ortalarında Science dergisinde yayınlanan bir araştırma, bir yıl kadar önce trafik kazası geçirmiş 23 yaşındaki genç bir kadınla ilgiliydi. Farklı mesleklerden kalabalık bir ekibin, uluslararası kriterlere göre "bitkisel hayatta" olduğuna karar verdiği kadının beyni, işlevsel manyetik rezonans görüntüleme (fMRI) tekniği ile incelenmişti.

"Kahvenin sütü ve şekeri vardı" gibisinden basit bir cümle ya da içerisinde birden fazla anlamı bulunan sözcüklerin yer aldığı karmaşık cümleler söylendiğinde, fMRI görüntüleri, tıpkı sağlam bir insanınki gibiydi. Üstelik, "Bir tenis maçını seyrettiğini hayal et" ya da "Evinin kapısından içeri girdiğini ve her bir odayı tek tek dolaştığını gözünün önüne getir" emirleri verildiğinde, beyninde gözlenen değişiklikler, sağlam biri ile aynı anatomik yer ve biçimdeydi.

Yazarları arasında, Cambridge Üniversitesi Algılama ve Beyin Bilimleri Bölümü’nden Adrian Owen ile Liege Üniversitesi Siklotron Araştırma Birimi’nden Steven Laureys’in bulunduğu çalışma, Nature dergisinin "2006 yılının en önemli bilimsel gelişmeleri" listesinin ilk sırasında yer aldı. Owen’e göre, geliştirilen yöntem, klinik kanıtlar bulunmadığı halde hastanın çevresini algıladığını, bitkisel bir yaşam sürdüğü halde sözlü komutları anlayabildiği ve ’düşünceleriyle’ buna cevap verebildiğini kanıtlıyor. Bu araştırma, belki de "bitkisel hayat" kriterlerinin değiştirilmesine doğru bir gidişin habercisi olacak.

Yaşamla ölüm arasındaki belirsiz çizgi

Türkiye organ ve doku bağışında çok yetersiz. Onbinler, sağlığına kavuşabilmek için yıllarca sıra bekliyor. Hatta öldükten üç yıl sonra nakil sırası gelen bile var. Sağlık Bakanlığı şu sıralar kadavra organ bağışını ve beyin ölümü bildirimlerini arttırabilmek için bütün gücüyle uğraşıyor. "Adli olaylarda, öncelikli olan otopsi mi, organ nakli mi?" ikilemini de, savcıları beyin ölümü - bitkisel hayat arasındaki fark konusunda aydınlatarak, ilkini vazodaki, ikincisini saksıdaki çiçeğe benzeterek çözmeye çalışıyor.

Yasalarımız, klinik bir tanı olan beyin ölümünü, beynin işlevlerinin tam ve geri dönüşümsüz kaybı olarak tanımlar ve hekimlerin beyin ölümüne nasıl karar vereceğini ayrıntılı biçimde düzenler. Ayrıca, beyin ölümü tanısı konanların, tıbbi ve yaşam desteklerinin hangi koşullarda kesilebileceğine açıklık getirir.

Beyni ölen kişilerin "ölü" kabul edilip edilemeyeceği konusu, batı dünyasında bizdekinden çok daha yoğun biçimde tartışılıyor. Kimileri, hastaya "öldü" demek için, hatıraların ve kişiliğin saklı bulunduğu beyin bölgelerindeki hasarın bile yeterli olduğuna inanırken, kimileri beyin ölümünün "ölüme" yetmediğini, kalbin durması gerektiğini ileri sürüyor.

Ancak uzlaşılamayan daha önemli bir sorun var. O da, beyin ölümünün tam ve geri dönmez olduğuna, hangi kriterlerle, hangi yöntemlerle karar verileceği. Giderek gelişen tanı tekniklerinin en küçük beyin faaliyetini bile saptayabilmesi, beynin kendi kendini onarabileceğine ilişkin yeni yayınlar, nanoteknoloji ve mikroişlemciler sayesinde beyindeki bazı hasarların implantlarla düzeltilmesi, ayrıca kök hücre araştırmaları, "ölüm"ü yeniden tanımlamayı gerektiriyor. Nitekim, 2008 Mayıs’ında Küba’nın tatil beldesi Varadero’da biraraya gelen 400 kadar Kübalı, Amerikalı, Japon ve daha pek çok ülkenin uzmanı, 5. Uluslararası Ölümün Tanımı Sempozyumu’nda hep bu konuları konuştular. Pek bir yere varamadıklarından, muhtemelen bir beş kez daha konuşurlar.
Yazının Devamını Oku

Fillerin ağladığı yer

16 Kasım 2008
Güne, Cambodiana otelinin havuzu başında, Mekong Nehri’ni seyrederek başlamış olabilirsiniz. Yatmadan önce, belki giriş katındaki QBa’da bir şeyler içeceksiniz. Bir nedenle Kamboçya’ya geldiyseniz, bir bardak çaya polis maaşı ya da bir geceliğine çocuk bekareti kadar para ödediğiniz bu otelin, sokaktaki gerçeği yansıtmadığını çoktan fark etmiş olmanız gerek. Başkent Pnom Pen, geniş bulvarları ve koloni dönemini yansıtan havasıyla, bağımsızlığını kazandığı 1953’e kadar, tam 89 yıl Kamboçya’yı yönetmiş Fransızların izlerini taşır. Kraliyet Sarayı’nın kuzey yanındaki Gümüş Pagoda ise, biri Baccarat kristalinden, diğeri 2086 pırlantanın süslediği 90 kilo altından yapılmış Buda heykeliyle, çok gerilerde kalmış bin yıllık masalsı bir dönemi, Kmer İmparatorluğu’nu hatırlatır. /images/100/0x0/55ea34aef018fbb8f8714cc1

Kamboçyalıların, bu coğrafyanın en güçlü imparatorluğunu kuran, tarihin en büyük tapınağı Angkor Vat’ı inşa eden atalarını hiç unutmadıkları muhakkak (Angelina Jolie’nin oynadığı Lara Croft: Tomb Raider filmi, kısmen bu bölgede çekilmişti). Bayraktan bira etiketine, sigara kutusundan yol işaretine kadar, ona her yerde rastlamak mümkün. Ama tarihlerinde, unutmak isteyip de bir türlü unutamadıkları karanlık bir dönem de var: 1975’te başlayan, 3 yıl, 8 ay, 22 gün sonra Vietnamlılar sayesinde kurtuldukları, iki milyona yakın cana mal olmuş, Kızıl Kmer yönetimi.

1.5 milyonluk Pnom Pen, 60’lardaki gibi "Asya’nın İncisi" olmasa da, restore edilen binaları, gökdelenleri, sıcağın ve balık ezmesi prahok kokusunun ulaşamadığı alış veriş merkezleriyle, küllerinden yeniden doğuyor. Kraliyet Sarayı’nın arkasındaki 240. sokakta, nehrin kıyısında, ayrıca Ulusal Müze’nin yakınlarında, ipekten gümüşe, ahşap heykelden mobilyaya dek hayalinizi süsleyen ne varsa bulabilirsiniz.

Bay Vann Nath’ın, 33B Sokağı 169 numaradaki küçük lokantasına ise hiçbir turistik rehberde rastlayacağınızı sanmıyorum. Adresini vermemim nedeni, Kith Eng lokantasının yemeklerini tavsiye ettiğimden değil. Zaten aç olsanız da, duvardaki tabloları gördükten sonra, ne çayını içebilir, ne de pilavını yiyebilirsiniz. Ressam Vann Nath, böbrek hastası, haftada iki kez diyalize giriyor ve şu sıralar, uluslararası bir mahkemede konuşacağı günü bekliyor. Çünkü o, bundan 30 yıl önce, 14 bin Kamboçyalının girip, sadece yedisinin sağ çıkabildiği bir Kızıl Kmer cehenneminin, halen yaşayan dört görgü tanığından biri.

ÜNLÜ LİSEYİ HAPİSHANE YAPTILAR

14 Nisan 1975 günü Pol Pot önderliğindeki komünist Kızıl Kmerler, siyah pijamaya benzer üniformaları, kasketleri ve boyunlarına doladıkları geleneksel kırmızı beyaz damalı "krama"larıyla, iç savaşın bittiğine sevinen halkın sevinç çığlıkları arasında, başkente girdiler.

Çin’i örnek alarak kuracakları "köylü devlet" sayesinde, güçlü Angkor İmparatorluğu’nu yeniden yaratabileceklerine inanıyorlardı. Milyonlarca kentliyi ve her tür meslek sahibini kırsala sürerek, işe başladılar.

Tarımsal ütopyaları uğruna, din, bayram, sanat, ticaret, eğitim, adalet, kısacası var olan değerlerin tamamını silip atan Kızıl Kmerler, rejim karşıtlarını hapsedecekleri bir cezaevi yapmak yerine, kentin 113. sokağında bulunan ünlü Tuol Svay Prey lisesini, kısaca S-21 diye anılan 21. güvenlik bürosuna dönüştürdüler. Her biri üçer katlı dört binasının etrafına, elektrikli teller gerdiler. Pencerelere demir parmaklık çaktılar, derslikleri hücre ve işkence odasına çevirdiler. Avluya bir darağacı kurdular.

RESİMLERİ LOKANTASININ DUVARINDA

Devrim öncesi, sinema ve reklam afişleri çizerek, yağlıboya portreler yaparak ekmeğini kazanan iki çocuk babası Vann Nath, 5 numaralı komünde çalışmaya başlayalı üç yıl kadar olmuştu ki, 7 Ocak 1978’de tutuklandı. Sorulanların hiçbirini gereği gibi yanıtlayamayınca, kendisini 113. Sokak’taki lisede buldu. Kamyonlarla taşınan diğer mahkumlar gibi fotoğrafı çekildi, D binasının üçüncü katındaki dersliklerden birine götürüldü ve birbirine zincirlenmiş 50 kişinin arasına kondu.

S-21’in kapısından girenlerin, 14 ile 20 bin arasında olduğu sanılıyor. Canlı çıkabilenler ise, sadece yedi kişi. Aralarında Vann Nath’ın da bulunduğu bu mahkumların çoğu, ressam ya da heykeltıraş. "1 Numaralı Ağabey" Pol Pot ile parti ileri gelenlerinin portre ve heykellerini yaparak hayatta kalmışlar.

Vann Nath, kurtuluştan sonra tablo yapmayı sürdürmüş. Bu kez işkenceleri resmetmiş. Tabloların bir bölümü, şu sıralar lokantasının duvarlarında asılı. Bir bölümü de artık Tuol Seng Soykırım Müzesi olan S-21’in koridorlarında, işkence aletleri ve her yaştan binlerce mahkum fotoğrafı ile birlikte sergileniyor.

MİLYONLARCA KEMİK ADALET BEKLİYOR

1997’de Kamboçya, Kızıl Kmer yönetiminden hayatta kalanları, savaş ve insanlığa karşı diğer suçlardan yargılamak üzere harekete geçti ve Pol Pot’u ömür boyu ev hapsine mahkum etti. Kızıl Kmer’in ünlü lideri, bir yıl kadar sonra muhtemelen fazla miktarda ilaç yüzünden öldü. Duruşmalar, mali zorluklar nedeniyle sürekli ertelendi. Birleşmiş Milletler ile imzalanan özel anlaşma gereği, 2006 yazında yedisi yabancı, kalanı Kamboçyalı 30 yargıç Kamboçya Olağanüstü Mahkemesi’nde göreve başladı. 8 Ocak 2008’de uluslararası mahkemenin ilk duruşması yapıldı. Yargılanacak az sayıdaki kişiden biri, suçunu itiraf eden ama verilen emirleri yerine getirdiğini belirten, S-21 cezaevinin son müdürü, eski matematik öğretmeni Kang Kek İeyu.

Kızıl Kmerlerin birçok lideri daha önce affa uğramış ve yeniden siyaset sahnesine kabul edilmişti. Çok sayıda Kamboçyalı, bu arada Başbakan Hun Sen, 30 yıl sonra 3-5 ihtiyarı yargılayıp cezalandırmanın, ülke içindeki siyasi kutuplaşmayı artırmasından kaygı duyuyor. Ancak, yabancı adli bilim uzmanlarının desteğiyle 130’u bulunan ve 250 tane daha olduğu sanılan "ölüm tarlaları"nda gömülü milyonlarca kemiğin de, adaleti beklediği muhakkak.

Adaleti sadece yeraltındakiler değil, psikiyatri literatürüne "Ölüm Tarlaları Sendromu"nu kazandıran Dr. Ka Sunbaunat da bekliyor. Pnom Pen’de, başhekimi olduğu akıl hastanesine başvuran binlerce hastası, 70’lerde henüz yirmisinde bile olmayan ve ölüm tarlalarındaki infazlara tanık olmuş kişiler.

Tersine akan nehrin kıyısında

Balıkçılar, yıl boyu süren hazırlıklarını tamamladılar. Köylerini temsil edecek tekneyi bitirdiler, pruvasına kötü ruhlara karşı kocaman gözler çizdiler, rengarenk ampullerle süslediler, kürekçileri, dansçıları, müzisyenleri belirlediler. Şu sıralar, Su Festivali’ne katılmak üzere Pnom Pen’deler. Kasım ayının ilk dolunayında, yani ayın 10’unda başlayan Bon Om Tuk, asırlardır olduğu gibi üç gün sürüyor. Pnom Pen’liler, ülkenin dört bir yanından başkente akanlarla birlikte (yani yaklaşık 4-5 milyon Kamboçyalı), yağmur mevsiminin bitişini, balık mevsiminin başlamasını şölenlerle kutluyor. Yağmur mevsiminde kuzeye doğru akan Tonle Sap Nehri’nin yön değiştirerek Mekong’a katılmasına tanık oluyor. Onbinler nehrin kıyısına doluşuyor, gündüzleri, kayık ve kano yarışlarını; güneş batınca havai fişeklerin altında süzülen tekneleri seyrederek mutlu oluyor.

Su Festivali sırasında başkentte, özellikle nehrin kıyısında, 10 bine yakın polis, asker ve jandarma güvenliği sağlıyor. Yabancı misyonlar, vatandaşlarını festival sırasında dikkatli olmaya, silahlı soygun ve kapkacça karşı önlem almaya davet ediyor.

KÖTÜ GÖRÜNTÜ OLMASIN DİYE GÖZALTI DALGASI

Sivil toplum örgütü LICADHO’nun ise, festivalle ilgili başka kaygıları var. Onlar, şölenlere katılan turistlere kötü bir görüntü oluşturmaması için, polisin evsizleri, uyuşturucu bağımlılarını, seks işçilerini, dilencileri, sakatları ve sokak çocuklarını toplayarak, belirsiz bir süre gözaltında tutmasından korkuyorlar.

Ancak nehir kıyısı kimi Kamboçyalı için, bambaşka bir anlam taşıyor. Küçükleri Koruma Dairesi ve Pnom Pen çocuk polisi ile birlikte çalışan "Çocuklar için Eylem" Derneği (Action pour les Enfants), bundan iki yıl önce, 15 yaşından küçükken bir batılı tarafından cinsel istismara uğramış çok sayıda kişiyle görüşmüş, saldırganlarla mağdurların ilk karşılaştığı yerleri belirlemeye çalışmıştı. Su Festivali sırasında sevinç çığlıklarının atıldığı nehrin kıyısı, listenin ilk sırasında yer alıyordu. Bu arada Kamboçya’daki pedofillerin çok küçük bir bölümünün "batılı" olduğunu, yaşları 6-7’ye kadar düşen çocukların satıldığı yerlerdeki müşterilerin, genellikle yerli ya da Asyalı olduklarını ve bunların gazete haberlerine hiç yansımadığını hatırlatmakta fayda var.

FİLLERİN DİNMEYEN GÖZYAŞLARI

Asyalılar, fillerin ağladığına inanır. Kamboçya’nın ilk modern operası "Fillerin Ağladığı Yer" (Where Elephants Weep), 28 Kasım 2008’de Pnom Pen’in Çenla tiyatrosunda seyircisi ile buluşacak. Amerikan-Kamboç ortak yapımı prodüksiyon, Kızıl Kmerlerden kaçarak Amerika’ya göç eden Sam’ın, ülkesine geri dönüşünü ve geçmişini ararken pop şarkıcısı Bopa’ya aşık oluşunu anlatacak. Eserin amacı, Pol Pot rejiminin silmeye çalıştığı 12. yüzyıl klasik Kamboç müziği ve çalgı aletlerini, batının rock ve rap ezgileri ile birleştirerek genç kuşaklara tanıtmak. Prodüksiyon, Asya’nın büyük kentlerinden sonra, Avrupa’ya da gelecek.

Esasen Kamboçya’da fillerin ağlamasını gerektiren başka gerçekler de var. Bunlardan biri, kara mayını kurbanı 40 bin kolsuz ya da bacaksız insan. Bir diğeri, kristal metamfetamin ve Ecstasy bağımlılığı. Ayrıca, toplam nüfusun % 42’sini oluşturan ve önemli bir bölümü sokakta yaşayan 15 yaşından küçüklerin uçucu madde kullanması. Enjektör paylaşımı ve korunmasız cinsel ilişki yüzünden bulaşan HIV-AIDS, insan kaçakçılığı ve bunlar yetmezmiş gibi, bütün gayretlere rağmen durdurulamayan çocuk fuhuşu.
Yazının Devamını Oku