Melankoli ile Özgün Harabeler Arasında Gölgesini Gezdiren Hamile Bir Kadına Dönüşmüş Napoleon’un Burnu
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Biraz uzun bu başlık, Salvador Dali’nin tuval üzerine yağlıboya bir tablosunun adı. Akbank, ünlü İspanyol sürrealist ressamın bu ve 270’e yakın eserini, 20 Eylül 2008-20 Ocak 2009 tarihleri arasında Sakıp Sabancı Müzesi’nde sanatseverlerle buluşturacak. Şu sıralar Dali hayranlarını ciddi biçimde meşgul eden iki mesele var.
Biri babalık, diğeri sahtecilikle ilgili. Her ikisini de sadece, DNA molekülüne tutkun Dali’nin kendi DNA’sı çözebilir. Bir Amerikalı, ressamın burnundan midesine indirilen sondadan DNA elde ettiğini iddia ediyor. İnanıp inanmamak size kalmış.
Bundan yaklaşık bir yıl önce, Salvador Dali gibi Katalonya doğumlu, 56 yaşındaki Pilar A., annesiyle Dali’nin kısa süreli bir aşk yaşadığını ve kendisinin bunun ürünü olduğunu iddia etmeye başladı. Halbuki Dali’nin, 1934’te Fransız şair Paul Eluard’dan boşanan Tatar asıllı Gala ile evlendiği ve karısının 1982’deki ölümüne dek ondan hiç ayrılmadığı biliniyor. Gala’nın ilk eşinden bir kızı olmakla birlikte, Dali ile evlendikten iki yıl sonra rahmi alınmış, bu nedenle tekrar doğuramamıştı. Öte yandan Dali’nin çapkınlığına dair hiçbir tanığa, hiçbir belgeye rastlamak mümkün değil. Üstelik değişik vesilelerle "Kadın cinsel organından korktuğunu" dile getirmesi de bir başka gerçek. Bu durumda, Pilar A. eğer onun kızıysa, milyonlarla ifade edilebilecek bir mirasın da tek sahibi olacak.
Geçen haftalarda bayan Pilar, gazetelerin gündemindeydi. "Hem benim, hem de annemin kanını, tükürüğünü ABD’ye göndereli sekiz ay oluyor. Salvador Dali’nin DNA’sıyla karşılaştırılacağı söylendi. Onun kızı olmadığım telefonla bildirildi ama, elime hálá yazılı bir belge geçmiş değil," diyerek şikayet ediyordu. "İspanyol mahkemelerine başvuracağım. Ressamın mezarını açtıracağım. Artık kemiğinden mi, kalan bıyıklarından mı DNA analizi yaparlar bilemem. Ama bu işin peşini bırakmaya hiç niyetim yok."
Bayan Pilar’ın, annesiyle kendi kanının ABD’de nereye gönderildiğini bilmediği anlaşılıyor. Ama bilim dünyası, ünlü ressamın DNA’sının yaklaşık iki yıl önce elde edildiğinin ve halen üç ayrı laboratuvarda korunduğunun gayet iyi farkında. Salvador Dali’nin babalığının, resmen açıklanmasa bile, Pensilvanya’da çalışıldığını tahmin ediyoruz.
Tabii, İspanyol mahkemeleri Amerikalıların elindeki DNA’nın gerçekten Dali’ye ait olup olmadığında kuşku duyarlarsa, mezarının açılmasını gerçekten isteyebilir. Ya da, besteci Chopin’in tüberkülozdan mı yoksa kistik fibrozisten mi öldüğünü aydınlatmak amacıyla Varşova’da alkol dolu bir kavanozda tutulan kalbinden DNA analizi yapmaya kalkan araştırıcılara Polonyalı yetkililerin izin vermemesi gibi, onlar da ulusal kahramanlarının ruhunu rahatsız etmek istemeyebilir.
DALİ’NİN BURNUNDAN MİDESİNE GİDEN BORU
2007 Şubat’ında, Teksas San Antonio’daki Adli Bilimler Kongresi’nde sunulan ve binlerle ifade edilen bildiriler arasında en ilgi çekici olanı, resmi programda olmamakla birlikte "Kendi Slaytlarını Getir" adlı gece oturumunda Dr. Michael Rieders’in aktardığı çalışmaydı.
Pensilvanya’daki NMs Labs adlı şirketin kurucusu ve yönetim kurulu başkanı, toksikolog Rieders, Salvador Dali’ye 11 yaşında ilgi duymaya başlamış ve ömrü boyunca ünlü ressamın DNA’sına ulaşmaya çalışmış. Kaliforniya San Juan’daki Dali Galerisi’nin müdürü Bruce Hochman aracılığıyla tanıştığı Robert Descharnes ve oğlu Nicolas sayesinde bu rüyası gerçek olmuş. Dr. Rieders, bir ay kadar önce, Dali’nin 18. ölüm yıldönümü vesilesiyle yaptığı basın toplantısında Fransız gazetecilere aktardığı araştırmasının arka planını, bu kez meslektaşlarıyla paylaşıyor.
Hikaye kısaca şöyle: Salvador Dali, 1984’te İspanya’daki Pubol Şatosu’nda otururken çıkan yangında, bacaklarında ikinci derecede yanıklar oluşuyor, soluduğu duman gırtlağını tahriş ediyor. Tedavisi sırasında, bir süre nazogastrik sonda, yani burnundan midesine kadar uzanan bir boruyla besleniyor. Dali’nin çok yakını olan Descharnes’lar, sondalardan ikisini zarfa koyuyor, mühürlüyor, tarih atıyor ve zarfın üzerini doktor ve hemşireye imzalatıyor. Yıllar sonra, bu sondaları Dr. Rieders’e teslim ediyorlar.
NMS Labs çalışanları, önce plastik borucukların iç ve dış yüzeyine kan bulaştığını saptıyor, ardından 19 ayrı yerinden aldıkları sürüntülerden DNA elde ediyor ve 16 bölgedeki özelliklerini inceleyerek profilini çıkartıyor. Hepsinin amelogenin bölgesi aynı sonucu veriyor: Kanın sahibi bir erkek. Kalan 15 bölgenin tamamı birbirini tutuyor. "Sürrealist sanatçının kopyalarını elde etmek istemiyorum" diyor Dr. Rieders. "Saflaştırdığımız DNA’yı dörde böldük. Bir kısmını NMS Labs’da muhafaza ediyoruz. Belki Pensilvanya bir felaketle karşılaşır, sel olur, yangın olur, deprem olur, bu çok değerli örnek kaybolur gider diye, kalan kısımlarını İspanya’daki Dali Vakfı’na, Florida’daki St. Petersburg Dali Müzesi’ne ve Adli Arkeo-Toksikoloji Enstitüsü’ne gönderdim."
Aslında Dr. Rieders’in bizi, saflaştırıp tiplediği DNA’nın gerçekten Dali’ye ait olduğuna ikna edebilmesi için, bir deney daha yapması gerekiyor. Ünlü ressamın halen Paris’teki Montmartre galerisinde sergilenen 44 santimetre yüksekliğindeki bronz heykelcik Sümüklüböcek ve Melek (The Snail and the Angel) ile aynı adı taşıyan bir suluboya çalışması bulunduğu ve bunun üzerindeki kahverengi lekenin ressamın spermi olduğuna dair dedikodular var. Elindeki DNA ile bu lekenin DNA’sı uyuşursa, işte o zaman söylediklerini belki ciddiye alabiliriz.
DALİ’NİN DNA HAYRANLIĞI
Salvador Dali farklı alanlara ilgi duymuş, ressamlığın yanı sıra heykeltıraşlık, fotoğrafçılık ve filmcilikle de ilgilenmişti. Ancak, bilime apayrı bir önem verdi. 1930’larda ilham kaynağı optik ilüzyonlar ve çifte görüntüler, 1940’da Max Planck’ın kuantum kuramı, 1945’teki Hiroşima faciasından sonra atomun parçalanmasıydı. 1950’lerin başında, atom bombasını bir yana bırakmış, dikkatini Alman fizikçi Werner Heisenberg’in "tanecik"lerine vermişti bile.
1953’te, Nature dergisinin 171. sayısında, Watson ve Crick’in DNA yapısını açıkladıkları ünlü makaleyi okuyup Crick’in karısı Odile’in çizdiği çift sarmal yapıyı gördüğünde, "İşte" dedi, "Tanrı’nın var olduğunun en önemli kanıtı. DNA, Yakub’un genetik meleklerden oluşturduğu bir merdiven ve insanla Tanrı arasındaki tek bağlantı."
Bu tarihten başlayarak tam 23 yıl boyunca, DNA molekülünün yapısı, hem gündelik yaşamının, hem de sanatının ayrılmaz bir parçası oldu. Çift sarmalın, yaşamın temel şekli olduğuna inandı ve on kadar tablosunda bu simgeyi kullandı. "Kelebekli Manzara, DNA’li Sürrealist Manzarada Büyük Mastürbatör" (Butterfly Landscape. The Great Masturbator in a Surrealist Landscape with D.N.A.) adlı tablosunda, Freudyen simgelerle dolu araziye, DNA’yı üç boyutlu biçimde yerleştirmiştir.
25 Eylül 1962 tarihindeki Barselona sel felaketinde, boğulan ve kaybolan bine yakın kişinin anısına yaptığı 3 x 3.5 metre boyutlarındaki tablo, "Galacidalacidezoksiribonükleikasid" adını taşır. 2002’de, Florida’nın St Petersburg kentinde, denizin hemen kenarındaki Dali Müzesi’nde görme fırsatını yakaladığım tablonun yanındaki notta, Dali’nin zor telaffuz edilen bu adı, Gala, cid, ala ve dezoksiribonükleikasid sözcüklerinden oluşturduğu kayıtlıydı. Aynı nottaki bilgiye göre, "Gala", ressamın çok sevdiği, ilham kaynağı ve pek çok eserinin temel figürü karısının adı. "El Cid", 11. yüzyılda Berberilere karşı savaşmış İspanyolların ulusal kahramanı Rodrigo Diaz de Vivar’ın halk arasındaki adıdır. "Ala", Allah’ın kısaltılmış biçimi, "dezoksiribonükleikasid" de DNA molekülünün açık adıdır.
BİLİME DÜŞKÜNLÜĞÜ
"Tanrı’ya inanıyorum, ama inançlı değilim. Matematik ve bilim, bana Tanrı’nın olması gerektiğini anlatıyor, ama inanmıyorum" diyen Salvador Dali, bu tablosunda bilim ile dinin karmaşık ilişkisini irdeler. İlk bakışta, dinin bilime üstünlüğünü anlatmaya çalışıyor gibi gözükse de, aslında birbirine paralel olduklarını, hatta simetrik temellere dayandıklarını ifade etmeye çalışır. Beş açık ve bir gizli görüntüden oluşan resmin birkaç yerinde rastlanan DNA çift sarmalı yaşamı; sağ tarafta, dörderli gruplar halinde tüfeklerini birbirine doğrultan erkekler ölümü, gökyüzündeki varlıklar, ölümden sonrasını simgeler.
Dali, benzeri konularda ve benzeri adlar verdiği başka tablolar da yapmıştır. Madrid’teki Museo Nacional Reina Sofia’da sergilenen "Dezoksiribonükleik Asit Arapları", ressamın bu eşsiz moleküle hayranlığının bir diğer kanıtı. DNA’nın simetrisini, durmaksızın, karısıyla ilişkisine benzetir: "Tıpkı Gala ve benim gibi birbirine tam uyan bu iki yarı, hiç şaşmadan bir açılıp bir kapanıyor. Hayat, dezoksiribonükleik asidin mutlak kuralına dayanıyor, kalıtıma o karar veriyor."
Dali, 1980’lerden başlayarak ölümüne dek, matematikle ilgilendi. Özellikle, sürekli fonksiyonların sürekli olmayanlara dönüşebileceğini ve bir fonksiyonun değerinin aniden değişebileceğini (yani sakin sakin duran bir köpeğin aniden üzerinize saldırmasının matematiksel ifadesini) gösteren Fransız matematikçi Rene Thom’un katastrof teorisine ilgi duydu. Son eseri Çatalkuyruk’da (The Swallowtail) olduğu gibi, çok sayıda matematiksel sembolü resimlerine taşıdı ve onlar aracılığıyla yaşam felsefesini yansıtmaya çalıştı, ancak DNA molekülüne tutkusunu hiçbir zaman kaybetmedi.
Dali bilime düşkünlüğünü, doğum yeri Figueres’te düzenlediği "Doğada Rastlantı" adlı kongreyle taçlandırdığında, artık 81 yaşındaydı. Konuşmacıların neredeyse tamamı, Nobel ödülü kazanmış bilim insanlarıydı. Kimyacı Ilya Prigogine, fizikçi Jorge Wagensberg, matematikçi Rene Thom oradaydı. Dinleyicilerin arasında bilim dünyasının ileri gelenleri, ünlü filozoflar ve sanatçılar bulunuyordu. Dali, yatağından kalkamayacak kadar hastaydı ve her şeyi kapalı devre televizyon kameralarının görüntülerinden izledi. Salvador Dali, bu kongreden üç yıl sonra 23 Ocak 1989’da öldü. Başucunda iki fizikçi ve bir matematikçinin kitaplarını buldular: Stephen Hawking, Erwin Schrödinger ve Matila Ghyka.
Her dört Dali’den üçü sahte mi
Bir ara Katalonya’nın Cadaques kasabasında Salvador Dali’ye komşu oturmuş, tablolarını alıp satarak milyoner olmuş, bu arada bazıları sahte olduğundan İnterpol tarafından aranmış ve İspanya’da hapis yatmış Belçikalı sanat simsarı Stan Lauryssens’e göre, ünlü ressamın imzasını taşıyan eserlerin yüzde 75’i sahte. Aynı zamanda bir polisiye yazarı olan, hatta Kara Kar (Black Snow) ile 2002 yılı Hercule Poirot Ödülü’nü kazanan Lauryssens, kaleme aldığı Dali ve Ben, Sürreel Bir Hayat adlı kitabında (April Yayıncılık, 2008) bu sahtekarlığa bizzat ressamın ve karısının lüks hayata düşkünlüğünün neden olduğunu ileri sürüyor.
Haziran başında, Dali ve Ben’in yayınlanmasıyla birlikte İspanya’da ortalık ayağa kalktı. Dali’nin artistlerle seks partileri, genç erkekleri cinsel tacizi, karısı Gala’nın 1969’da Kirk Douglas’ın cüzdanından para çalması da dahil olmak üzere, ressamı ve ailesini küçük düşüren bir sürü iddia yüzünden, Gala-Salvador Dali Vakfı’nın Stan Lauryssens’i mahkemeye vermesi an meselesi. Bu arada, Andrew Niccol’ün Dali ve Ben’i filme çekmekte olduğunu, ressamı Al Pacino’nun, yazarı Cillian Murphy’nin oynadığını belirtelim.
Yaşı ilerledikçe para kazanma hırsı giderek artan Dali’nin, sanatın ahlaki kurallarını bir yana ittiği, boş çizim kağıtlarını imzaladığı ve üzerlerine bir resim yaparak fahiş fiyatlara satabilmeleri için genç ressamlara verdiğini, başkaları da iddia ediyor. Dali’nin alışılagelmiş tekniğinden farklı bu resimlerdeki sahtekarlığın sorumlusunun, boş kağıda imza atan ressamın mı, yoksa üzerini dolduranların mı olduğu tartışılıyor. Ancak şimdi elde Dali’nin DNA’sı olduğuna göre, resimlerin üzerinden elde edilebilecek DNA ile karşılaştırılarak, en azından hangisinin sahte, hangisinin gerçek olduğu bilimsel bir yöntemle belirlenebilir.
Salvador Dali’nin imzasındaki sütten taç
Farklı giyimi, davranışları ve sözleriyle de ilgi odağı haline gelen Salvador Dali, sanatla bilimi hep buluşturmaya çalışmış ve 20. yüzyılın tüm bilimsel teorileri ve keşiflerini resimlerine yansıtmıştır. Bu gayretinin en somut örneklerinden biri, olağanüstü hızlı bir şekilde attığı, imzasıdır. "D" ve "L" hafleri dışındaki kısımlarını habire değiştiren Dali’nin, kimi yerlerde soyadının "i" harfi üzerindeki noktayı, bir taç şeklinde resmettiği görülür. Bu görüntü, Amerikalı mühendis Harold Edgerton’un 1936’da, sütün damlarken çektiği stroboskopik bir fotoğrafıdır aslında. Dali, sütten tacı imzasında ilk kez 1938’de kullanmış ve hiç terk etmemiştir.