Karşılıklı oturmuş dertleşiyorlardı. Şapşalca davrandım dedi, yaşlı olanı, az daha dikkat etseydim, elliye tamamlayacaktım. Kulaklarına inanamadı genci: Yoksa 49 kadın mı öldürdün? Başını salladı diğeri. Cesetleri
denize mi attın? "Yok yahu" dedi adam gülerek, "sosis, salam ürettiğimi unuttun herhalde." Hücre arkadaşının, aslında görevli bir polis olduğunu bilmiyordu.
Sayılarının 61 olduğu sanılıyor. Kimi, bir kadın bedenine hapsedilmiş 11 yaşında çocuğun zekasına sahipti, günün
birinde yakışıklı prensi ile evlenmeyi hayal ediyordu. Kimi, etrafta koşuşturan çocukların "anne, baba" diye seslenişlerini duydukça, "neden benim de çocuklarım olmasın" diyerek ağlardı. Kimi hırçındı, erkek gibi küfrederdi. Kimi güzel, kimi çirkin, kimi yaşlı, kimi gençti, hepsi Kanada’nın Vancouver’inde yaşardı ve hepsi uyuşturucu madde bağımlısıydı.
Gerçi, Vancouver o gün de, tıpkı bugün gibi, dünyanın en güzel, en yaşanası yerlerinden biriydi ama, onlar hayatlarını, kentin en unutulmuş, en fakir, Aşağı Doğu yakasında kazanırlardı. Hasting Caddesi’nin bar, striptiz kulübü ve sex shop’ların bulunduğu kısmında, bir karışlık etekleri, apartman topuklu ayakkabılarıyla bir aşağı, bir yukarı yürür, bu sırada kullanılmış enjektörler, etrafa yayılmış çöpler, idrar ve kusmuk birikintileri, kendinden geçmiş bağımlılar, ayyaşlar ve evsizlere basmamaya gayret ederlerdi. Kısmetlerine bir müşteri çıkarsa, gidecekleri iki yer vardı. Ya boyası dökülmüş, leş kokan otellerden biri ya da adamın otomobili.
MERAKLANMAYIN, SERİ KATİL YOK22 Haziran 1983 sabahı, Rebecca Guno’yu gören var mı? diye sordu bir barmen. Yoktu. Olmayacaktı da. 23 yaşındaki Rebecca Guno, Hastings kaldırımlarını aşındıran ve esrarengiz biçimde ortadan kaybolacak kadınların ilkiydi. Polis, 43 yaşındaki Sherry Rail’den haber alınamadığını 1987’de öğrendi. En son kim, ne zaman gördü, diye sordular. Ben, dedi biri: "Üç yıl kadar önce."
1991 yılının Sevgililer Günü’nde Hastings kadınları, bir karışlık eteklerini, apartman topuklu ayakkabılarını giymediler. Ellerine "Korkuyoruz" ve "Sıra kimde?" yazılı pankartlar alarak Vancouver meydanlarına indiler. Arkalarında en ufak bir iz bırakmadan yok olan kadınların sayısı neredeyse otuzu bulmuştu. Bu, onların ilk yürüyüşüydü. İzleyen yıllarda, kayboluşlar üçer beşer sürdü. Her seferinde, "bir başka kente, komşu A.B.D.’ye taşınmış, belki de çoktan çoluk çocuğa karışmıştır" diyordu polis. Kadınların bir çoğunun, bakmak zorunda olduğu anası, babası, hatta çocukları olduğu hiç dile getirilmiyordu. 98’de, Hastings kadınları yine meydanlarda toplandılar. "Polis, seri katili yakala!" diye hep bir ağızdan bağırdılar. "Hayır" diye yanıtladı polis, "Seri katil falan yok. Kayıp kadınları aramakla görevlendirilen bir birim kurduk. Merak etmeyin, işinize bakın."
Hastings kadınları uyuşturucu bağımlısıydı, yarı kadarı HIV taşıyordu, güzelim Vancouver için utanç kaynağıydılar, 30 Ağustos 1997’de Marnie kaybolduğunda, tıpkı daha öncekilerde olduğu gibi, "Ahlaksızlığın cezasını gördü" diyenler çok oldu.
MEDYANIN BASKISI İŞE YARADIMedya, 99 Mart’ına dek, Hastings’te olan bitenle ilgilenmedi. Onlar için, uyuşturucu bağımlısı fahişelerin ortadan kaybolmasının haber değeri yoktu. Zaten 80’lerden bu yana bakıldığında, her yıla düşen kayıp sayısı üçü, beşi geçmiyordu. Hatta kimi yıllar, hiçbir kayıp bildirilmemişti. Ara sıra, seri katillerin "soğuma dönemleri" olduğuna dikkat çeken kriminologlar çıksa da, "Elde bunu kanıtlayacak delil yok. Gereksiz yere vatandaşı korkutmayalım" deniyordu.
Vancouver’de bir seri katilin elini kolunu sallayarak dolaştığını ilk dile getiren polis, Kim Rossmo’dur. Kim, coğrafi profilleme ile ilgili bir doktora tezi yazmış, seri katillerin soruşturmasında kullanılabilecek bir yazılım geliştirmiş, bu sayede hızla üst rütbelere yükselmiş ve sadece Kanada’nın değil, dünyanın polis teşkilatları içinde ilk coğrafi profilleme birimimi kurmuştu. 98 yılı boyunca, "Hastings kadınlarını öldüren aynı ve tek bir kişidir" şeklindeki ısrarları, meslektaşları arasında kabul görmedi, bu nedenle söylediklerinden medyanın da bilgisi olmadı.
99 Mart’ında Georgina ve Brenda’dan haber alınamadığı ortaya çıktı. İşte o andan itibaren konu, hemen her gün gazete sayfaları ve ekranlara taşındı. Baskıya dayanamayan polis ve savcılık nihayet harekete geçti, üzerinde 27 kadının fotoğrafı bulunan bir afiş hazırlattılar ve altına "Bu kadınların herhangi biri hakkında bilgisi olana 100 bin dolar ödül verilecektir" diye yazdırdılar. Kimseden ses seda çıkmadı.
2001’de, önce Andrea ve Mona gitti, ardından astım hastası, çantasından fısfısı eksik olmayan Sereena. Ve bir daha geri gelmediler. 2002 başında, resmen 27’si aranıyordu ama, gerçek kayıp sayısı 61’e ulaşmıştı. Ruhsatsız silah ihbarlarını değerlendiren ve bu çerçevede bir domuz çiftliğini ziyaret eden dikkatli bir polis memuru çıkmasaydı eğer, sayıları kimbilir kaçı bulurdu.
GÜMÜŞ RENKLİ ÇANTADA TURUNCU FISFIS4 Şubat 2002 sabahı, Kanada Kraliyet Atlı Polisi’nin Coquitlam Emniyeti’nde görevli bir polis memuru, Vancouver’in 50 kilometre kadar uzağındaki bir domuz çiftliğine geldi. Yabani otlar bürümüş toprak yoldan tek katlı binaya doğru yürüdü, beş basamak çıktı ve kapının zilini çaldı.
"Günaydın" diye başladı söze, "Ruhsatsız silah bulundurduğunuzu düşünüyoruz. Arama iznim var". Buyrun girin, dedi kapıyı açan, orta yaşlı, seyrek saçlı, zayıf, ufak tefek adam. Memurun, çalışma odasına girip, hiçbir şeye dokunmadan, üstelik "hoşçakalın" bile demeden çekip gitmesine akıl sır erdiremedi.
Çiftlik sahibi Robert William Pickton’la ilk kez karşılaşan polis, çok genç ve deneyimsizdi aslında. Ama, yeryüzündeki tüm meslektaşlarına örnek olacak kadar dikkatliydi. Adamın darmadağınık ve pislik içindeki çalışma odasına girdiğinde, yerdeki gri renkli plastik çantayı farketmişti. Çantanın ağzı yarı açıktı, bir-iki kitap ve ayakkabılar arasında 10-15 santim boyunda turuncu bir cisim görmüş ve bunun astım hastalarının kullandığı bir fısfıs olduğunu anlamıştı. Hastings Caddesi kadınlarından bayan Sereena Abotsway’in çantasında, her zaman bir fısfıs taşıdığını okumuştu. Eğilip almak istedi. Sonra, "aman oğlum dikkat" diye düşündü, "savcılığa geri dön, arama iznin sadece silahla ilgili, sonra hukuka aykırı delil deyiverirler". Ruhsatsız silahı varmış, yokmuş umurunda değildi, koşarcasına çiftlikten ayrıldı.
Genç memur turuncu fısfısı gördüğünde, Pickton ailesi, 90’ların sonuna dek süren parlak günlerini çoktan geride bırakmıştı. Kentin bu yana doğru yayılması ile birlikte, çiftliği çevreleyen çok sayıdaki evi ve dükkanı satmış, sosis üretimini, sadece yakın dost ve akrabaların ihtiyacını karşılayacak ölçüde azaltmışlardı. İçkinin su gibi aktığı, striptizle başlayan, seks ile sonlanan Domuz Palas Parti’leri de düzenlenmez olmuştu.
ADLİ BİLİMCİLER İŞ BAŞINDA5 Şubat 2002 sabahı, polisler çiftliğe yeniden geldiler. Bu kez 30 kişi kadardılar. İlk işleri, bir gün önce görüldüğü yerde duran fısfısı kriminal laboratuvara göndermek oldu. 10 Şubat’ta, çiftlikteki domuzlar, inekler, koyunlar, keçiler ve lamalar başka yerlere nakledildiğinde, olay yeri inceleme ekibinde çalışanların sayısı 50 kadardı. (20 ay sonra, yani olay yeri incelemesi tamamlandığında, sayıları 270’i bulacaktı.)
İlk laboratuvar sonuçları geldiğinde "olmamış" demişti amirleri, "arazinin her santimetrekaresi aranacak, toprak en az iki metre derinliğe kadar kazılacak. Yanınıza yeterince uzman alın." Fısfısın üzerindeki tükürük kalıntısının DNA profili, bayan Sereena Abotsway’inkini tutmuştu. Bu sonuç, kadının buraya geldiğini gösterirdi de, öldürüldüğünü kanıtlamazdı.
Kanada polisinin bu kapsamda bir olay yeri incelemesini yürütecek uzmanı yoktu. Zaten hiçbir teşkilatın da olamaz. Üniversitelerin arkeoloji ve antropoloji bölümlerine çağrıda bulundular, 150 kadar öğretim üyesi ve öğrenciyi işe aldılar. Her biri 20 metrekarelik 216 parçaya ayırdıkları çiftlikte taş üstünde taş bırakmadıkları gibi, tam 383 bin metreküp toprağı eleyerek, insan kalıntısı aradılar.
Patologlar, dişhekimleri, radyologlar, anatomi uzmanları, böceklerin dilinden anlayan entomologlar, polenlerin izini süren palinologlar ve daha pek çok adli bilimci, Robert Pickton’u bir daha çıkmamacasına demir parmaklıklar arkasına gönderebilmek için canla başla çalışıyordu.
235 BİN DELİL, 600 BİN RAPORÇiftlikten toplanan örnek sayısı 235 bin olsa da, kimisi birkaç kez incelenmek zorundaydı. Örneğin, mezbahanın yanındaki karavanda bulunan çarşaftaki kahverengi lekelerin önce pas mı, kan mı; kan ise hayvan mı, yoksa insan mı ve eğer insan kanı ise (ki çoğu öyleydi) DNA analizi ile kadınlardan hangisinin olduğunu belirlemek gerekti. Aynı çarşafta sadece kahverengi lekeler değil, tükürük, sperm, dışkı, saç ve kıl gibi başkaca biyolojik kalıntılar da ele geçti. İşte bu yüzden, kriminal laboratuvarın rapor sayısı 600 bini buldu.
30 yıla varan bir süre boyunca, değişik hayvanların yetiştirilip, çoğaltıldığı ve bunlardan et ürünlerinin imal edilip, atıkların işlemden geçirildiği ve aynı arazide, Pickton’un, erkek kardeşiyle paylaştığı bir evin, ayrıca banyosuyla, çalışma odasıyla küçük bir eve dönüştürülmüş karavanının bulunduğu göz önüne alınırsa, bu mekanların her noktasında bir canlının izine rastlamaktan doğal bir şey yoktu. Bunların arasında, insana ait olanları ayıklamak da yeterli değildi. Domuz Palas partilerinde çiftliğe çok sayıda kadının geldiği, damar yoluyla uyuşturucu kullanıldığı bir gerçekti. Farklı insanların kan, kıl, saç ve sperminin bulunması bir anlam taşımıyordu. Hedef, Robert Pickton’un, Hastings Caddesi’nin kaybolan kadınlarının burada öldürüldüğünü kanıtlamaktı.
2003 Ocak ayı geldiğinde, on bir aydır süren olay yeri incelemesi hala bitmemişti. Üstelik, ne zaman biteceğini de bilen yoktu. Hal böyle olunca savcı, daha fazla beklemek istemedi. Robert Pickton’u 15 kadının ölümünden sorumlu tutan iddianamesini yargıç James Williams’a sundu. Yargıç, delillerin bir bölümünü yeterli bulmadı ve çiftlik sahibini, sadece altı kadını (Mona Wilson, Brenda Wolfe, Sereena Abotsway, Andrea Joesbury, Georgina Papin ve Marnie Frey) öldürmekten yargılamaya karar verdi.
KADINLAR SOSİS Mİ OLDU?
2003 yılının Nisan ve Mayıs ayları boyunca jüri üyeleri, adli tıp uzmanlarının gösterdiği çürümüş el, ayak ve baş fotoğraflarına dayanmaya çalıştılar. Kurşunların, kafatasların neresinden girip, neresinden çıktığını gösteren şemaları incelediler. İçi kürklü kelepçeler ve yapay cinsel organlara kimlerin dokunduğunu öğrendiler. Toplanan on binlerce kemik arasından bazılarının insan el ve ayak parmakları olduğunu duyunca şaştılar. Hatta, iddia makamının 97. tanığı Andrew Bellwood’u dinlediklerinde fenalaşanlar bile oldu. Adam, Robert’in kadınları öldürdükten sonra parçaladığını, domuzlara yedirdiğini, bu hayvanlardan imal edilen sosis, sucuk ve salamları Vancouver marketlerine sattığını ve bütün bunları, bir ziyafet sofrasında Robert’in kendi ağzından dinlediğini iddia ediyordu.
Kadınların sosislere karışmış olabileceği ihtimali ortalığı ayağa kaldırdı. Vancouver’in Aşağı Doğusu’nun, dünyada HIV/AIDS enfeksiyonunun en yüksek oranda gözlendiği yerlerden biri olduğu ve tıpkı Afrika’nın Botswana’sı gibi her on kişiden üçünün bu hastalığı taşıdığı bilindiğinden, birçok kişi "Eyvah ben de AIDS olur muyum?" gibisinden kaygılara kapıldı. Sağlık yetkilileri, ölenlerin yakınlarını haklı olarak çok kızdıran "domuz eti zaten iyi pişirilerek yenir, merak etmeyin hastalık mikropları ölür!" şeklinde açıklamalarda bulundular.
Hayvan hakları için mücadele eden PETA, yarısı domuz, yarısı kadın yüzünden oluşan fotoğrafların basılı olduğu, üzerinde "Ha kadın, ha domuz, hepsi et değil mi?" yazılı posterlerle vejetaryenliğin faydalarına dikkat çekmek istedi. Böylelikle, ölenleri tanıyanları daha da çok üzdüler.
BU KADINLARI HİÇ GÖRMEDİM HAKİM BEY30 Ocak 2006’da, kurşun geçirmez cam kafesteki sanık sandalyesinde oturan Robert Pickton, "Hastings Caddesine gider gelirim, kimi zaman çiftlikteki partilere çağırdıklarımız da olmuştur, ama bu kadınları değil öldürmek, hiç görmedim" demeyi sürdürüyordu.
Onunla aynı hücreyi paylaşan ve polis olduğunu bilmediği görevliye ballandıra ballandıra anlattıklarını, daha sonraki sorguları sırasında hep reddetti. Kandırıldığını ileri sürdü. Ne kafataslarını kesmekte kullandığı testerelerin fotoğrafları gösterildiğinde, ne de entomolog Dr. Gail Anderson, "Parçalamış, uzunca bir süre oda sıcaklığında tutmuş, sonra mezbahadaki buzdolabına yerleştirmişsiniz" dediğinde, yüzünün ifadesi değişti. Hatta, mahkeme salonundaki mağdur yakınlarının bazıları, gülümsediğini bile sandılar. Avukatının savunması güçlüydü. Olay yeri inceleme ve kriminal laboratuvar raporlarındaki birçok hatayı ortaya çıkarttı. Yargıcı, jüriyi yanıltmak ve yönlendirmekle suçladı. "Anlıyorum" demişti, "kafatasları bir testereyle kesilmiş, ama bu testerenin, müvekkilimin çiftliğindeki testere olduğunu kanıtlayamıyorsunuz. Kadınlardan birinin kafasına ateş edildiğini de kabul ediyorum, ama ateş eden silahı bulamıyorsunuz. Diyelim ki, kadınlar çiftlikte öldürüldü, müvekkilim Bay Pickton’un öldürdüğü ne malum? Haydi diyelim ki Bay Pickton öldürdü, bu işi tek başına yaptığını ispat edebilir misiniz?"
11 Aralık 2007 günü Robert Pickton, 25 yıl sonra denetimli serbestlik hakkı verilmek üzere ömür boyu hapse mahkum edildi. Kanada yasalarındaki en uzun hapisle cezalandırılan Pickton, 9 Ocak 2008’te yaptığı temyiz başvurusunun yanıtını bekliyor. Öte yandan, 2009 başlarında kayıp kadınların 20’sini daha öldürmekten yargılanması gündemde.
Hatırlarsanız ünlü sporcu O.J. Simpson, eski karısı ve bir garsonu öldürmekten yargılandığı ceza davasında suçsuz bulunmuş, daha sonra katilin o olduğu anlaşılmıştı. İlk beraatinin nedeni, olay yeri incelemede yapılan bir takım dikkatsizlikler ve kriminal laboratuvarın özensiz çalışmalarıydı. 235 bin delilin toplandığı, 600 bin analizin yapıldığı bir süreçte, bazı dikkatsizlikler ve karışıklıkların olmaması düşünülemez. Umarım, dikkatli gözlerden kaçmayacak bu hatalar yüzünden Robert Pickton salıverilmez ve Hastings’in kader kurbanı seks işçileri, onunla bir daha sokaklarda değil, sadece aleyhinde tanıklık yaptıkları mahkeme salonlarında karşılaşırlar.