Sevil Atasoy

Ölüm Viyanalı değil Meksikalı olmalı

9 Kasım 2008
Geçtiğimiz hafta Viyana’ya gelir gelmez, önce Cumhuriyet Bayramı için verilen resmi davetlere katıldım, sonra bizimkilere ne var, ne yok, diye sordum. "Bizimkiler", ne var, ne yok denince tiyatro, opera anlamaz. Varsa yoksa polis, uyuşturucu, cinayet vs... Tabii, bir de yaklaşan Ölüler Günü. Merak etme, dediler, bu sefer seni Meksikalılara götüreceğiz, çok eğleneceksin. Avusturya, her geçen gün, Amstetten’li ensest canavarı 73 yaşındaki Josef Fritzl hakkında yeni şeyler öğreniyor. Geçtiğimiz nisanda, bir hastanenin aciline getirilen 19 yaşındaki genç kız sayesinde akıl almaz bir gerçek ortaya çıkmıştı. Kardeşleri ve annesiyle birlikte yıllardır evinin bodrumunda tutulduğu anlaşılmış ve çocukların babasının, öz dedeleri Josef olduğu, DNA analizleriyle kanıtlamıştı.

Meğer Josef, sadece kızı ve torunlarını hapsetmekle kalmamış, kendi annesini de, 1980 yılındaki ölümüne dek, pencerelerini ördüğü bir odada tutmuş. "Kadınlar beni sevmedi, intikam almak istedim" diyen Fritzl hakkındaki psikiyatri raporu, 22 Ekim’de St. Pölten eyalet mahkemesine gönderildi. Dr. Adelheid Kastner, Fritzl ile altı kez görüştükten sonra kaleme aldığı 130 sayfalık raporunun sonuç bölümünde, adamın yaptıklarının idrakinde olduğunu ve gelecekte benzeri suçları işleyebileceğini bildiriyor. Bu durumda Josef Fritzl’e, Avusturya’nın tek akıl hastanesi niteliğindeki cezaevi olan Göllersdorf’un yolu görünüyor.

Ülkenin kuzeydoğusundaki Hollabrunn yakınlarındaki, 14. Yüzyıl’dan kalma bir şatonun içinde faaliyet gösteren bu kurumda, halen 120 kadar mahkûm, tıbbi ve psikolojik destek görmekte. Göllersdorf’un şimdilik en ünlü misafiri, 20 yaşındaki Alman genci Robert Ackermann. Robert, evinde kahvaltı ederken yakalandığında, ağzı, burnu kan içindeydi. Sofradaki tabakların birindeki dilin, diğerindeki beynin sahibi 49 yaşındaki kimsesiz ve evsiz Avusturyalı, odanın ortasında boylu boyunca yatmaktaydı.

Josef Fritzl’in, Göllersdorf’a gönderilme olasılığı, Adalet Bakanı Maria Berger’in tasarruf amaçlı özelleştirmelerini yeniden gündeme getirdi. Bakan, 15 psikiyatri uzmanı kadrosunun yılbaşında kaldırılacağını, hizmetin satın alınacağını, böylelikle hasta başına her gün 350 Euro tasarruf edileceğini bildirmişti. Meslek kuruluşları, özelleştirmenin güvenlik zaafına yol açmasından kaygı duyuyor.

YENİ EMNİYET MÜDÜRÜ VE ÇOCUK SUÇLULAR

Meslektaşlarımın hararetle tartıştığı diğer konular, İçişleri Bakanı Dr. Maria Fekter’in, Viyana emniyetinin başına emekliliği gelen Karl Mahrer’in yerine kimi atayacağı ve kent genelinde geçen yıla oranla suç sayısında % 6’lık bir azalma gözlendiği halde, çocuk suçluluğundaki % 30’luk ani artışla nasıl başa çıkılacağı. Bakan hanım, çocuk suçluluğunu caydırmak amacıyla, ilkokul öğrencilerinin çocuk tutukevlerine ziyarete götürülmesini, ayrıca okul içlerine video kameraların yerleştirilmesini önermişti. Bunlardan ilkine, az sayıda okul yönetimi uydu. Okul içlerine video kameralarının yerleştirilmesi ise Avusturya Kişisel Verileri Koruma Komisyonu’nca uygun bulunmadığından, hayata geçmedi.

Cenaze İşleri Müzesi ve Kanlı Tarihler Sergisi

Cenaze İşleri Müzesi’nde, ölüm sonrası ile ilgili ne ararsanız var. 1780’lerde İmparator 2. Josef’in, "Her cesede bir tabut gereksiz" diyerek kullanılmasını emrettiği, ama taraftar bulmaması bir yana, Güzel Cenaze (Schöne Leich) geleneğine uymadığından, ufak çaplı halk ayaklanmalarına dahi yol açan altı kapaklı "ekonomik" tabutlar; ölenin genç ya da ihtiyar, zengin ya da fakir oluşuna göre değişen renkte tabut örtüleri, 1854’te Viyanalı Heinrich Laruelle’in çektiği, şık giysiler içindeki makyajlı ceset fotoğrafları, cenazenin geçeceği yola bakan pencereleri kiralamakta kullanılan afişler gibi, aklımızın hiç alamayacağı bin kadar malzeme sergileniyor.

Ölmeden gömülmekten herkes korkar. Uzun sicime bağlı bir çanın çok ilgi çekmesi bu yüzden. Sicim ölenin parmağına bağlanırmış. Dirilirse mezarlık sorumlusunun başucundaki çan çalarmış. Kendisini garantiye almak isteyenlerin bulduğu bir başka çözüm, iki yanı keskin uzunca bir bıçak. Günümüzde bile pek çok kişinin, tabuta konmadan önce, böylesi bir bıçağın kalbine saplanmasını vasiyet ettiği, Avusturya yasalarının buna olanak sağladığı söyleniyor.

Ölüler Günü’nün bir diğer etkinliği, Ulusal Kütüphane’deki "Kanlı Tarihler" sergisiydi. Kabil’den bu yana, cinayet, işkence, soykırım gibisinden ne kadar felaket yaşanmışsa belgeler, kitaplar, resim ve fotoğraflar eşliğinde sunulmuştu.

Avusturyalıların, 3-5 yaşındaki çocuklarını, her yanından kan damlayan bu sergiye getirmiş olması dikkatimi çekti. 16. Yüzyıl’dan kalma gümüş tepside, Vaftizci Yahya’nın ahşaptan yapılmış temsili başını ve 1470 tarihli bir kitaptaki, tepe aşağıya asılmış, çıplak İbrani peygamberini testereyle kesen iki adamı gören ya da çocuk yiyen Güney Amerika yerlileri ile Viyana kapılarındaki vahşi Türklerin resmedildiği tabloları dakikalarca seyreden küçücük çocukların, yarın öbür gün yönetecekleri Avrupa’da, sevgi ve hoşgörünün hüküm sürmesi mümkün mü?

İYİ Kİ MEKSİKALILAR VAR

Viyana’daki Ölüler Günü’nün en güzel sürprizi, geceyi, bir otelde 25 kadar Meksikalıyla birlikte noktalamak oldu. Sayısız mumun aydınlattığı, biraz tarçın, çokça portakal kokulu odaya girdiğimde, ilk dikkatimi çeken, yüzü iskelet maskeli, geniş şapkalı adamların yüksek bir sesle şarkı söylemesi oldu. Odanın ortasındaki turuncu örtülü sehpanın üzerinde, tepelerine mor çiçekler tutturulmuş, kafatası görünümündeki cisimlere hayretle baktığımı fark eden biri, "Ölüler turuncuyu görür" dedi, "Yollarını kolay bulsunlar diye örtünün rengi turuncu. Bunlar da calavera de azucar, yani şekerden kafatasları. Hem ölümün acısını, hem hayatın tadını birarada simgeler."

Bir başkası, kafatasların üzerindekilerin şekerden "amarant" çiçekleri olduğunu söyledi. Yaprağı da, tohumu da yenen amarant, atalarının besin kaynağıymış. Aynı zamanda, bir Aztek tanrısına da sunulurmuş. 500 yıl önce topraklarını işgal eden ve yerlileri Hıristiyanlaştırmak isteyen İspanyollar, dini önem taşıyan amarant’ın ekimini de yasaklamışlar, bu yüzden milyonlarca yerli açlıktan ölmüş. Ölüler Günü’nde şekerden amarantlar, Meksikalılara atalarını hatırlatırmış.

Zaman zaman kapkara saçlı, rengarenk uzun etekli genç bir kadının dolaştırdığı şişkin ve yuvarlak, kimi portakal, kimi susam kokan, üzerine toz şekeri serpilmiş sütlü ekmeklere "Ölü ekmeği" dendiğini öğrenmek beni biraz daha şaşırttı.

Duvar boyunca sıralanmış masalara sebze ve meyve çanakları yerleştirilmişti, aralarında küçük bebekler, sarı çiçekler, bira ve tekila şişelerinin yanı sıra, çok sayıda fotoğraf duruyordu. Gecenin ilerleyen saatlerinde, fotoğraflardaki ölülerin gelerek yiyecekleri tadıp, içkileri içeceğine, çocukların oyuncaklarla oynayacağına inanıyorlardı.

Ayrılırken, göz ucuyla masalara baktım. Her şey yerli yerindeydi, belki daha sonra gelmişlerdir. Ancak, size bir tavsiyem var. Günün birinde fırsatınız olursa, 1 ve 2 Kasım’da ya Meksika’da olun ya da Meksikalıların bulunduğu bir yere gidin. 2500-3000 yıl öncesinden kalma bir Aztek geleneğini sürdürerek, ölümden korkmadan, hatta ölümle dalga geçerek, ama ölülerini sevgi, saygı ve keyifle nasıl andıklarına tanık olun.

Ölüm teması para kazandırıyor

Viyanalılar, yaşamasını ve eğlenmesini çok sever ama, ölüm temasından da garip bir biçimde hoşlanırlar. Belki bunda, 1348 ile 1713 arasında 9 kez kırıldıkları veba salgınlarının rolü var. Heurigen adı verilen tavernalarda, hep birlikte kolkola girilerek söylenen, 200 yıllık ünlü halk şarkılarından biri (O, du lieber Augustin), 1679 salgını sırasında sızıp kalan Augustin’in, öldü sanılarak atıldığı bir ceset çukurunda gözlerini açtığında, dışarıdakilere sesini duyurmak için çalıp söylediği, eğlenceli bir ezgidir. Ancak taze şarabın etkisi arttıkça şarkılar duygusallaşır, ölümden söz etmeye başlar. "Şarap hep kalacak, ama biz gitmiş olacağız" diye başlayan "Es wird ein Wein sein, und mir wer’n nimmer sein" ya da Georg Kreisler’in "Ölüm, bir Viyanalı olmalı, aşk ise bir Fransız" şarkısı söylenmeden masadan kalkılmaz.

İnsanın yıkıcı, yok edici dürtülerini "Todestrieb" kavramıyla açıklamaya çalışan Dr. Sigmund Freud’un Viyanalı olması, bir başka psikiyatri uzmanı Erwin Ringel’in, dünyanın ilk intiharı önleme merkezini burada açması, bir rastlantı olmasa gerek.

Viyana yıl boyunca, mezarlık, müze ve sergilerle ölüm konusunu hep gündemde tutuyor. Ölüm turizmi, ölülerin anıldığı 1 Kasım’larda doruğa çıkıyor. Bu arada Türkiye’nin de üye olduğu Avrupa Cenaze İşleri Federasyonu EFFS’nin merkezinin, Viyana’da olduğunu söylemeden geçmeyelim.

VİYANA NEKROFİLLER İÇİN AFRODİZYAK

Avusturyalı şarkıcı, yazar ve aktör Franz Andre Heller, Viyana için "Nekrofiller için afrodiziyak" demişti. Yani, ölülere karşı cinsel istek duyanları uyaran bir ilaç. Heller’in bu yargıya nasıl vardığını bilemem ama, Viyana’nın 53 mezarlığından sadece birinde bile 3 milyon kişinin gömülü olduğu düşünülürse, pek de haksız sayılmaz.

1 Kasım Cumartesi günü resmi tatildi. Ferry Dusika stadyumundaki "en güzel kedi" yarışmasından daha iyi bir şey bulamadığımdan, dostlarımın, "Önce merkez mezarlığa, ardından Cenaze İşleri Müzesi’ne gidelim, sonra Ulusal Kütüphane’deki sergiyi gezeriz, akşam da Meksikalılarla eğleniriz" teklifine, pek iç açıcı olmasa da, karşı çıkamadım.

Merkez mezarlık, yani Zentralfriedhof, hiç de merkezde değil, Schwechat havaalanı yakınlarında. 2.5 milyon metrekarelik alana yayılan mezarlık (Karacaahmet, 690 bin metrekaredir), halen Avrupa’nın, Hamburg Ohlshof’dan sonraki ikinci büyük mezarlığı. Ancak gömülenlerin sayısı açısından, en kalabalığı. Normal günlerde mezarlığa özel araçla girmek mümkün. Aracı olmayanlar, her yarım saatte bir kalkan mezarlık otobüsüyle yakınlarının ya da merak ettiklerinin mezarına ulaşabiliyor. Ölüler Günü’nde ziyaretçi sayısı 300 binin üzerine çıktığından otobüs çalışmıyor. Hava kapalı ve yağışlı, mecburen yürüyoruz. Daha doğrusu yürümeye çalışıyoruz. Çünkü iğne atsan yere düşmez. Millet çoluk çocuk, pikniğe gidercesine burada. Hemen girişte kestaneciler, sosisçiler, içeride çalgıcılar, 3-4 kişilik küçük korolar, maddi manevi ihtiyaçları gideriyor.

Merkez mezarlıkta kimler yok ki, Hıristiyanlar, Budistler, Yahudiler, Müslümanlar hep birarada. Aslında Müslümanların, 20 yıl süren tartışmalardan sonra, nihayet 3 Ekim 2008’de açılan, sadece kendilerine ait bir mezarlıkları var. Viyana’nın 23. bölgesindeki mezarlığa dört bin kişi defnedilebilecek, ancak cenazeler İslami esaslara göre değil, Avusturya yasalarının öngördüğü biçimde tabutla toprağa verilecek.

MEZARLIK TURİSTLERİ

Benimle birlikte olanların hiçbirinin burada bir yakını yok. Bizler mezarlık turistiyiz. Avusturyalı müzisyen Falco’nun mezarını görmek istiyorum. "Der Kommissar" ve "Rock Me Amadeus"la yıllarca listelerde kalan Falco, 1998’de, kanında 1.5 promil alkol, kokain ve esrar bulunur şekilde Dominik Cumhuriyeti’ndeki bir trafik kazasında ölmüştü. Sultanahmet Meydanı’ndaki Mısır Dikilitaşı’nı andıran ve diğerlerinden en az 4-5 kat yüksek olduğundan hemen fark edilen mezartaşına, kalabalıktan yaklaşmak mümkün olmadı.

Viyana’da ölenler, merkez mezarlığın yakınındaki krematoryumda yakılabiliyor. Küller, özel çanaklara konuyor. Futbol fanatikleri için takımının renklerini taşıyan top şeklinde çanaklar, Tuna Nehri’nde gömülmek isteyenlere suda çözünen malzemeden üretilenler sunuluyor.
Yazının Devamını Oku

Domuz Palas sosislerindeki seks işçileri

19 Ekim 2008
Karşılıklı oturmuş dertleşiyorlardı. Şapşalca davrandım dedi, yaşlı olanı, az daha dikkat etseydim, elliye tamamlayacaktım. Kulaklarına inanamadı genci: Yoksa 49 kadın mı öldürdün? Başını salladı diğeri. Cesetleri
denize mi attın? "Yok yahu" dedi adam gülerek, "sosis, salam ürettiğimi unuttun herhalde." Hücre arkadaşının, aslında görevli bir polis olduğunu bilmiyordu.

Sayılarının 61 olduğu sanılıyor. Kimi, bir kadın bedenine hapsedilmiş 11 yaşında çocuğun zekasına sahipti, günün /images/100/0x0/55eb06fdf018fbb8f8a6410fbirinde yakışıklı prensi ile evlenmeyi hayal ediyordu. Kimi, etrafta koşuşturan çocukların "anne, baba" diye seslenişlerini duydukça, "neden benim de çocuklarım olmasın" diyerek ağlardı. Kimi hırçındı, erkek gibi küfrederdi. Kimi güzel, kimi çirkin, kimi yaşlı, kimi gençti, hepsi Kanada’nın Vancouver’inde yaşardı ve hepsi uyuşturucu madde bağımlısıydı.

Gerçi, Vancouver o gün de, tıpkı bugün gibi, dünyanın en güzel, en yaşanası yerlerinden biriydi ama, onlar hayatlarını, kentin en unutulmuş, en fakir, Aşağı Doğu yakasında kazanırlardı. Hasting Caddesi’nin bar, striptiz kulübü ve sex shop’ların bulunduğu kısmında, bir karışlık etekleri, apartman topuklu ayakkabılarıyla bir aşağı, bir yukarı yürür, bu sırada kullanılmış enjektörler, etrafa yayılmış çöpler, idrar ve kusmuk birikintileri, kendinden geçmiş bağımlılar, ayyaşlar ve evsizlere basmamaya gayret ederlerdi. Kısmetlerine bir müşteri çıkarsa, gidecekleri iki yer vardı. Ya boyası dökülmüş, leş kokan otellerden biri ya da adamın otomobili.

MERAKLANMAYIN, SERİ KATİL YOK

22 Haziran 1983 sabahı, Rebecca Guno’yu gören var mı? diye sordu bir barmen. Yoktu. Olmayacaktı da. 23 yaşındaki Rebecca Guno, Hastings kaldırımlarını aşındıran ve esrarengiz biçimde ortadan kaybolacak kadınların ilkiydi. Polis, 43 yaşındaki Sherry Rail’den haber alınamadığını 1987’de öğrendi. En son kim, ne zaman gördü, diye sordular. Ben, dedi biri: "Üç yıl kadar önce."

1991 yılının Sevgililer Günü’nde Hastings kadınları, bir karışlık eteklerini, apartman topuklu ayakkabılarını giymediler. Ellerine "Korkuyoruz" ve "Sıra kimde?" yazılı pankartlar alarak Vancouver meydanlarına indiler. Arkalarında en ufak bir iz bırakmadan yok olan kadınların sayısı neredeyse otuzu bulmuştu. Bu, onların ilk yürüyüşüydü. İzleyen yıllarda, kayboluşlar üçer beşer sürdü. Her seferinde, "bir başka kente, komşu A.B.D.’ye taşınmış, belki de çoktan çoluk çocuğa karışmıştır" diyordu polis. Kadınların bir çoğunun, bakmak zorunda olduğu anası, babası, hatta çocukları olduğu hiç dile getirilmiyordu. 98’de, Hastings kadınları yine meydanlarda toplandılar. "Polis, seri katili yakala!" diye hep bir ağızdan bağırdılar. "Hayır" diye yanıtladı polis, "Seri katil falan yok. Kayıp kadınları aramakla görevlendirilen bir birim kurduk. Merak etmeyin, işinize bakın."

Hastings kadınları uyuşturucu bağımlısıydı, yarı kadarı HIV taşıyordu, güzelim Vancouver için utanç kaynağıydılar, 30 Ağustos 1997’de Marnie kaybolduğunda, tıpkı daha öncekilerde olduğu gibi, "Ahlaksızlığın cezasını gördü" diyenler çok oldu.

MEDYANIN BASKISI İŞE YARADI

Medya, 99 Mart’ına dek, Hastings’te olan bitenle ilgilenmedi. Onlar için, uyuşturucu bağımlısı fahişelerin ortadan kaybolmasının haber değeri yoktu. Zaten 80’lerden bu yana bakıldığında, her yıla düşen kayıp sayısı üçü, beşi geçmiyordu. Hatta kimi yıllar, hiçbir kayıp bildirilmemişti. Ara sıra, seri katillerin "soğuma dönemleri" olduğuna dikkat çeken kriminologlar çıksa da, "Elde bunu kanıtlayacak delil yok. Gereksiz yere vatandaşı korkutmayalım" deniyordu.

Vancouver’de bir seri katilin elini kolunu sallayarak dolaştığını ilk dile getiren polis, Kim Rossmo’dur. Kim, coğrafi profilleme ile ilgili bir doktora tezi yazmış, seri katillerin soruşturmasında kullanılabilecek bir yazılım geliştirmiş, bu sayede hızla üst rütbelere yükselmiş ve sadece Kanada’nın değil, dünyanın polis teşkilatları içinde ilk coğrafi profilleme birimimi kurmuştu. 98 yılı boyunca, "Hastings kadınlarını öldüren aynı ve tek bir kişidir" şeklindeki ısrarları, meslektaşları arasında kabul görmedi, bu nedenle söylediklerinden medyanın da bilgisi olmadı.

99 Mart’ında Georgina ve Brenda’dan haber alınamadığı ortaya çıktı. İşte o andan itibaren konu, hemen her gün gazete sayfaları ve ekranlara taşındı. Baskıya dayanamayan polis ve savcılık nihayet harekete geçti, üzerinde 27 kadının fotoğrafı bulunan bir afiş hazırlattılar ve altına "Bu kadınların herhangi biri hakkında bilgisi olana 100 bin dolar ödül verilecektir" diye yazdırdılar. Kimseden ses seda çıkmadı.

2001’de, önce Andrea ve Mona gitti, ardından astım hastası, çantasından fısfısı eksik olmayan Sereena. Ve bir daha geri gelmediler. 2002 başında, resmen 27’si aranıyordu ama, gerçek kayıp sayısı 61’e ulaşmıştı. Ruhsatsız silah ihbarlarını değerlendiren ve bu çerçevede bir domuz çiftliğini ziyaret eden dikkatli bir polis memuru çıkmasaydı eğer, sayıları kimbilir kaçı bulurdu.

GÜMÜŞ RENKLİ ÇANTADA TURUNCU FISFIS

4 Şubat 2002 sabahı, Kanada Kraliyet Atlı Polisi’nin Coquitlam Emniyeti’nde görevli bir polis memuru, Vancouver’in 50 kilometre kadar uzağındaki bir domuz çiftliğine geldi. Yabani otlar bürümüş toprak yoldan tek katlı binaya doğru yürüdü, beş basamak çıktı ve kapının zilini çaldı.

"Günaydın" diye başladı söze, "Ruhsatsız silah bulundurduğunuzu düşünüyoruz. Arama iznim var". Buyrun girin, dedi kapıyı açan, orta yaşlı, seyrek saçlı, zayıf, ufak tefek adam. Memurun, çalışma odasına girip, hiçbir şeye dokunmadan, üstelik "hoşçakalın" bile demeden çekip gitmesine akıl sır erdiremedi.

Çiftlik sahibi Robert William Pickton’la ilk kez karşılaşan polis, çok genç ve deneyimsizdi aslında. Ama, yeryüzündeki tüm meslektaşlarına örnek olacak kadar dikkatliydi. Adamın darmadağınık ve pislik içindeki çalışma odasına girdiğinde, yerdeki gri renkli plastik çantayı farketmişti. Çantanın ağzı yarı açıktı, bir-iki kitap ve ayakkabılar arasında 10-15 santim boyunda turuncu bir cisim görmüş ve bunun astım hastalarının kullandığı bir fısfıs olduğunu anlamıştı. Hastings Caddesi kadınlarından bayan Sereena Abotsway’in çantasında, her zaman bir fısfıs taşıdığını okumuştu. Eğilip almak istedi. Sonra, "aman oğlum dikkat" diye düşündü, "savcılığa geri dön, arama iznin sadece silahla ilgili, sonra hukuka aykırı delil deyiverirler". Ruhsatsız silahı varmış, yokmuş umurunda değildi, koşarcasına çiftlikten ayrıldı.

Genç memur turuncu fısfısı gördüğünde, Pickton ailesi, 90’ların sonuna dek süren parlak günlerini çoktan geride bırakmıştı. Kentin bu yana doğru yayılması ile birlikte, çiftliği çevreleyen çok sayıdaki evi ve dükkanı satmış, sosis üretimini, sadece yakın dost ve akrabaların ihtiyacını karşılayacak ölçüde azaltmışlardı. İçkinin su gibi aktığı, striptizle başlayan, seks ile sonlanan Domuz Palas Parti’leri de düzenlenmez olmuştu.

ADLİ BİLİMCİLER İŞ BAŞINDA

5 Şubat 2002 sabahı, polisler çiftliğe yeniden geldiler. Bu kez 30 kişi kadardılar. İlk işleri, bir gün önce görüldüğü yerde duran fısfısı kriminal laboratuvara göndermek oldu. 10 Şubat’ta, çiftlikteki domuzlar, inekler, koyunlar, keçiler ve lamalar başka yerlere nakledildiğinde, olay yeri inceleme ekibinde çalışanların sayısı 50 kadardı. (20 ay sonra, yani olay yeri incelemesi tamamlandığında, sayıları 270’i bulacaktı.)

İlk laboratuvar sonuçları geldiğinde "olmamış" demişti amirleri, "arazinin her santimetrekaresi aranacak, toprak en az iki metre derinliğe kadar kazılacak. Yanınıza yeterince uzman alın." Fısfısın üzerindeki tükürük kalıntısının DNA profili, bayan Sereena Abotsway’inkini tutmuştu. Bu sonuç, kadının buraya geldiğini gösterirdi de, öldürüldüğünü kanıtlamazdı.

Kanada polisinin bu kapsamda bir olay yeri incelemesini yürütecek uzmanı yoktu. Zaten hiçbir teşkilatın da olamaz. Üniversitelerin arkeoloji ve antropoloji bölümlerine çağrıda bulundular, 150 kadar öğretim üyesi ve öğrenciyi işe aldılar. Her biri 20 metrekarelik 216 parçaya ayırdıkları çiftlikte taş üstünde taş bırakmadıkları gibi, tam 383 bin metreküp toprağı eleyerek, insan kalıntısı aradılar.

Patologlar, dişhekimleri, radyologlar, anatomi uzmanları, böceklerin dilinden anlayan entomologlar, polenlerin izini süren palinologlar ve daha pek çok adli bilimci, Robert Pickton’u bir daha çıkmamacasına demir parmaklıklar arkasına gönderebilmek için canla başla çalışıyordu.

235 BİN DELİL, 600 BİN RAPOR

Çiftlikten toplanan örnek sayısı 235 bin olsa da, kimisi birkaç kez incelenmek zorundaydı. Örneğin, mezbahanın yanındaki karavanda bulunan çarşaftaki kahverengi lekelerin önce pas mı, kan mı; kan ise hayvan mı, yoksa insan mı ve eğer insan kanı ise (ki çoğu öyleydi) DNA analizi ile kadınlardan hangisinin olduğunu belirlemek gerekti. Aynı çarşafta sadece kahverengi lekeler değil, tükürük, sperm, dışkı, saç ve kıl gibi başkaca biyolojik kalıntılar da ele geçti. İşte bu yüzden, kriminal laboratuvarın rapor sayısı 600 bini buldu.

30 yıla varan bir süre boyunca, değişik hayvanların yetiştirilip, çoğaltıldığı ve bunlardan et ürünlerinin imal edilip, atıkların işlemden geçirildiği ve aynı arazide, Pickton’un, erkek kardeşiyle paylaştığı bir evin, ayrıca banyosuyla, çalışma odasıyla küçük bir eve dönüştürülmüş karavanının bulunduğu göz önüne alınırsa, bu mekanların her noktasında bir canlının izine rastlamaktan doğal bir şey yoktu. Bunların arasında, insana ait olanları ayıklamak da yeterli değildi. Domuz Palas partilerinde çiftliğe çok sayıda kadının geldiği, damar yoluyla uyuşturucu kullanıldığı bir gerçekti. Farklı insanların kan, kıl, saç ve sperminin bulunması bir anlam taşımıyordu. Hedef, Robert Pickton’un, Hastings Caddesi’nin kaybolan kadınlarının burada öldürüldüğünü kanıtlamaktı.

2003 Ocak ayı geldiğinde, on bir aydır süren olay yeri incelemesi hala bitmemişti. Üstelik, ne zaman biteceğini de bilen yoktu. Hal böyle olunca savcı, daha fazla beklemek istemedi. Robert Pickton’u 15 kadının ölümünden sorumlu tutan iddianamesini yargıç James Williams’a sundu. Yargıç, delillerin bir bölümünü yeterli bulmadı ve çiftlik sahibini, sadece altı kadını (Mona Wilson, Brenda Wolfe, Sereena Abotsway, Andrea Joesbury, Georgina Papin ve Marnie Frey) öldürmekten yargılamaya karar verdi.

KADINLAR SOSİS Mİ OLDU?

2003 yılının Nisan ve Mayıs ayları boyunca jüri üyeleri, adli tıp uzmanlarının gösterdiği çürümüş el, ayak ve baş fotoğraflarına dayanmaya çalıştılar. Kurşunların, kafatasların neresinden girip, neresinden çıktığını gösteren şemaları incelediler. İçi kürklü kelepçeler ve yapay cinsel organlara kimlerin dokunduğunu öğrendiler. Toplanan on binlerce kemik arasından bazılarının insan el ve ayak parmakları olduğunu duyunca şaştılar. Hatta, iddia makamının 97. tanığı Andrew Bellwood’u dinlediklerinde fenalaşanlar bile oldu. Adam, Robert’in kadınları öldürdükten sonra parçaladığını, domuzlara yedirdiğini, bu hayvanlardan imal edilen sosis, sucuk ve salamları Vancouver marketlerine sattığını ve bütün bunları, bir ziyafet sofrasında Robert’in kendi ağzından dinlediğini iddia ediyordu.

Kadınların sosislere karışmış olabileceği ihtimali ortalığı ayağa kaldırdı. Vancouver’in Aşağı Doğusu’nun, dünyada HIV/AIDS enfeksiyonunun en yüksek oranda gözlendiği yerlerden biri olduğu ve tıpkı Afrika’nın Botswana’sı gibi her on kişiden üçünün bu hastalığı taşıdığı bilindiğinden, birçok kişi "Eyvah ben de AIDS olur muyum?" gibisinden kaygılara kapıldı. Sağlık yetkilileri, ölenlerin yakınlarını haklı olarak çok kızdıran "domuz eti zaten iyi pişirilerek yenir, merak etmeyin hastalık mikropları ölür!" şeklinde açıklamalarda bulundular.

Hayvan hakları için mücadele eden PETA, yarısı domuz, yarısı kadın yüzünden oluşan fotoğrafların basılı olduğu, üzerinde "Ha kadın, ha domuz, hepsi et değil mi?" yazılı posterlerle vejetaryenliğin faydalarına dikkat çekmek istedi. Böylelikle, ölenleri tanıyanları daha da çok üzdüler.

BU KADINLARI HİÇ GÖRMEDİM HAKİM BEY

30 Ocak 2006’da, kurşun geçirmez cam kafesteki sanık sandalyesinde oturan Robert Pickton, "Hastings Caddesine gider gelirim, kimi zaman çiftlikteki partilere çağırdıklarımız da olmuştur, ama bu kadınları değil öldürmek, hiç görmedim" demeyi sürdürüyordu.

Onunla aynı hücreyi paylaşan ve polis olduğunu bilmediği görevliye ballandıra ballandıra anlattıklarını, daha sonraki sorguları sırasında hep reddetti. Kandırıldığını ileri sürdü. Ne kafataslarını kesmekte kullandığı testerelerin fotoğrafları gösterildiğinde, ne de entomolog Dr. Gail Anderson, "Parçalamış, uzunca bir süre oda sıcaklığında tutmuş, sonra mezbahadaki buzdolabına yerleştirmişsiniz" dediğinde, yüzünün ifadesi değişti. Hatta, mahkeme salonundaki mağdur yakınlarının bazıları, gülümsediğini bile sandılar. Avukatının savunması güçlüydü. Olay yeri inceleme ve kriminal laboratuvar raporlarındaki birçok hatayı ortaya çıkarttı. Yargıcı, jüriyi yanıltmak ve yönlendirmekle suçladı. "Anlıyorum" demişti, "kafatasları bir testereyle kesilmiş, ama bu testerenin, müvekkilimin çiftliğindeki testere olduğunu kanıtlayamıyorsunuz. Kadınlardan birinin kafasına ateş edildiğini de kabul ediyorum, ama ateş eden silahı bulamıyorsunuz. Diyelim ki, kadınlar çiftlikte öldürüldü, müvekkilim Bay Pickton’un öldürdüğü ne malum? Haydi diyelim ki Bay Pickton öldürdü, bu işi tek başına yaptığını ispat edebilir misiniz?"

11 Aralık 2007 günü Robert Pickton, 25 yıl sonra denetimli serbestlik hakkı verilmek üzere ömür boyu hapse mahkum edildi. Kanada yasalarındaki en uzun hapisle cezalandırılan Pickton, 9 Ocak 2008’te yaptığı temyiz başvurusunun yanıtını bekliyor. Öte yandan, 2009 başlarında kayıp kadınların 20’sini daha öldürmekten yargılanması gündemde.

Hatırlarsanız ünlü sporcu O.J. Simpson, eski karısı ve bir garsonu öldürmekten yargılandığı ceza davasında suçsuz bulunmuş, daha sonra katilin o olduğu anlaşılmıştı. İlk beraatinin nedeni, olay yeri incelemede yapılan bir takım dikkatsizlikler ve kriminal laboratuvarın özensiz çalışmalarıydı. 235 bin delilin toplandığı, 600 bin analizin yapıldığı bir süreçte, bazı dikkatsizlikler ve karışıklıkların olmaması düşünülemez. Umarım, dikkatli gözlerden kaçmayacak bu hatalar yüzünden Robert Pickton salıverilmez ve Hastings’in kader kurbanı seks işçileri, onunla bir daha sokaklarda değil, sadece aleyhinde tanıklık yaptıkları mahkeme salonlarında karşılaşırlar.
Yazının Devamını Oku

http://www.asayis.pol.tr/deki çocukları gören var mı?

12 Ekim 2008
Ekim ayının ilk pazartesi günü, yani 6 Ekim 2008, Dünya Çocuk Günü’ydü. Ülkemizin dört bir yanında törenler yaptık, Atatürk anıtlarına çelenkler koyduk, "Çocuk çiçektir. Sevildikçe mutlu olur. Çocuklar yarının büyükleridir" gibisinden güzel şeyler söyledik. Peki, binlerce kayıp çocuğumuz için ne yaptık, ne yapıyoruz? Hiç olmazsa Emniyet Genel Müdürlüğü Asayiş Daire Başkanlığı’nın internet sitesindeki fotoğraflara bakın, belki kayıplardan birine, bir yerde rastlamışsınızdır.

25 Temmuz 2008’de, Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı, ülkemizde bir ilki gerçekleştirdi ve Kayıp Çocuklar /images/100/0x0/55eb63d1f018fbb8f8be05a8Raporu’nu yayınladı. Başkan Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu’nun sunuş yazısından, medyadaki "kayıp çocuk" haberleri üzerine 17 Aralık 2007’de harekete geçtiklerini, Türkiye’de 2007 yılında kamu birimlerine 7.183 kayıp çocuk bildiriminin geldiğini, bunların 6.350’sinin bulunduğunu ve 2007 yılı sonu itibariyle bilinen 833 kayıp çocuk olduğunu öğreniyoruz.

Prof. Fendoğlu bunların, organize suç örgütlerinin ikna ederek evinden götürdüğü sayısı bilinmeyenlerin, ayrıca kamu birimlerine bildirilmeyen diğer "kayıt dışı çocuklar"ın, ileride bir sorun olarak karşımıza çıkabileceğinin altını çiziyor.

Altı aylık çalışma sonunda hazırlanan Kayıp Çocuklar Raporu, "kayıp çocuk" olarak, ailesinin bilgisi dışında herhangi bir nedenle evden uzaklamış, kaçmış, kaçırılmış ve bu nedenlerle hayatı tehlike altında olan, kendisinden haber alınamayan 0-18 yaş grubu çocuğu kastederken, mevzuatımızda bu kavramın farklı tanımları olduğuna dikkat çekiyor.

Rapor, kayıp çocukları üç bölüme ayırıyor. Bunlar, kendi rızası ile kaçanlar, rızası dışında kaçırılanlar ve istemeden de olsa yoksulluk gibi nedenlerle kaçanlar.

Çocukların evden kaçmasına yol açan başlıca nedenlerin özenti, ebeveyn boşanması, kentleşememe olduğu; çocuğun kaçırılmasından, genelde çocuk ticareti, dilencilik ve cinsel sömürünün amaçlandığı, bu yüzden çocukları hastalık, uyuşturucu, şiddet ve cinsel istismar gibi tehlikelerin beklediği belirtiliyor.

Bazı çete ve terör örgütlerinin, kayıp çocukları kullanmak istediği, çocuk yaştaki insanları kandırarak örgüte kazandırmak için büyük çaba içerisinde oldukları, Türkiye gibi yıllardır terörle uğraşan bir ülke için, sorunun bu açıdan da önem taşıdığı, teröre bulaşan çocuk sayısı toplamının yüksek olabileceği kaydediliyor.

İSTANBUL’DA KAÇ ÇOCUĞUN KAYBOLDUĞU BİLİNMİYOR

Raporda yer alan kayıp çocuk sayıları, sadece ilgili kamu kurumlarına bildirilenlerden oluşuyor. Aileler kamu kurumuna haber vermediğinde, "kayıp çocuk" kayıtlara, dolayısıyla istatistiklere girmiyor. Bu nedenle, ülkemizdeki gerçek kayıp çocuk sayısı, raporda yer alanın çok üzerinde olabilir. Bu durum, raporu kaleme alanlarca da dile getiriliyor.

2007 yılında, en fazla kayıp çocuk ihbarı yapılan il Ankara (1006 kişi) ve bu çocukların 30’u dışında, hepsi bulunmuş. İzmir, ikinci sırada. 642 kayıp çocuktan sadece 15’i aranıyor. Bursa, kayıp çocuk ihbarında 3. sırada. 439 kayıp çocuktan, 42’si aranıyor. Rapora göre, İstanbul’da kaç tane kayıp çocuk ihbarı yapıldığı bilinmiyor. (Bu belirsizlikle ilgili bir açıklama yapılmamakla birlikte, sanırım sorun, farklı birimlere bildirimde bulunulmasından ve bunlar arasında ortak bir veri tabanının bulunmamasından kaynaklanıyor). İstanbul’da 253 çocuğun arandığı, bu açıdan kentin Türkiye birincisi olduğu kaydediliyor.

Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı’nın Kayıp Çocuklar Raporu, çocukların kaybolmasını, 18 farklı nedene bağlıyor ve kaybolmanın önüne geçilmesi için 50’ye yakın önerisi var.

ABD’de, çocukların kollarına takılmak üzere Amber Watch, Amber Alert ve GPS Locator gibi saatlerin üretildiğini belirten rapor, kaybolan çocukların bulunabilmesi için sadece bir tek yol gösteriyor. Sonuç ve değerlendirmeler bölümünün 9. maddesinde: "Bazı gelişmiş ülkelerde kaybolan çocukların fotoğrafları süt şişelerinde ve televizyonlarda parasız yayımlanmaktadır. Bizde de, örneğin her ilin İnsan Hakları Kurulu’nun internet sitesinde kayıp çocuk fotoğrafları yayımlanabilir" deniyor. Emniyet Genel Müdürlüğü Asayiş Daire Başkanlığı, internet sitesinde kimi fotoğraflı, kimi fotoğrafsız, kayıp çocukların bilgisini yayınlamakta (http://www.asayis.pol.tr/kayipalbum_cocuk.asp?Sayfa=1).

Yazımın girişinde de belirttiğim gibi, bir fırsatınız olduğunda bu sayfalara göz gezdirin. Belki kayıplardan birini görmüşlüğünüz vardır. Gerçi bu sayfalarda çok ciddi yazım hataları var. Örneğin, 2008’de İstanbul’da kaybolduğu belirtilen, 1.61 - 1.70 metre boyunda, 46 - 50 kilo ağırlığında, Eyüp doğumlu Veli Türkmen’in, doğum tarihi 2008 olarak kayıtlı. Benzer şekilde yine 2008’de, yine İstanbul’da kaybolan Nusaybin doğumlu 1.61 - 1.70 boyunda, 51 - 60 kilo ağırlığında Ömer Çiçen’in de, doğum tarihi 2008. (Ulaşılması zor olmakla birlikte, aynı sitede kayıp yetişkinleri ve kimliği belirsiz cesetleri de sorgulamak mümkün.)

ÇOCUKLAR BÜYÜYOR FOTOĞRAFLARI AYNI

Günlerden 25 Mayıs 1972’ydi. "Artık büyüdüm anne" demişti o sabah. "Ne olur, durağa kendi başıma gideyim." Henüz altı yaşındaydı, daha önce hiç yalnız kalmamıştı. Önce direndi kadın, sonra ısrarlarına dayanamayıp kabul etti ve bir daha oğlunu hiç göremedi.

Etan Patz, her yıl, yarısı kız olmak üzere tahminen 2,5 milyon çocuğun kaçırıldığı, 90 milyon çocuğun sokakta yaşadığı, kaçının öldürüldüğü bilinmeyen dünyamızda, süt kutularının arkasına fotoğrafı basılarak aranan ilk çocuk olarak tarihe geçti. Ortadan kaybolduğu 25 Mayıs, Uluslararası Kayıp Çocuklar Günü ilan edildi. Yakınları, yakalarına Unutma Beni (Myosotis sylvatica) çiçekleri takarak onları anmakta, güvenlik birimlerinin ya da sayıları her gün artan sivil toplum örgütlerinin internet sayfalarındaki fotoğrafı belki bir tanıyan çıkar diye umutla beklemekteler.

Kayboluşun üzerinden yıllar geçiyor, çocuklar büyüyor, fotoğraflar hiç değişmiyor ve bir gören olsa bile, tanıması giderek olanaksızlaşıyor. Bildiğim kadarıyla halen sadece ABD’deki Ulusal Kayıp Çocuklar Merkezi, çocuğun kayboluşunun üzerinden iki yıl geçip de bulunamadığında, kaçırıldığı zamanki fotoğrafının yanına, günümüzde nasıl gözükebileceğini de yayınlayarak, tanımayı mümkün hale getiriyor. Çocukların büyütülmesi için, ailenin diğer fertlerinin fotoğraflarından yararlanan, adli antropoloji konusunda özel eğitim gömüş sanatçılar çalışıyor. Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı ya da Emniyet Genel Müdürlüğü, bir ekip kurarak çocuk fotoğraflarını yaşlandırsalar, sanırım büyük faydası olur.

EVDEN KAÇTI, GERİ GELİR DEYİP GEÇİŞTİRMEYİN

Ailelerinin öngördükleri yerde bulunmayan ve kaybolduğu sanılan çocukların çok büyük bir bölümü, kısa bir süre sonra kendi kendine çıkagelir. Bazıları ise, kendi özgür iradeleri dışında bir yere götürülürler. Bunların da büyük bir bölümü, yıllar boyu unutmayacakları fiziksel ya da ruhsal bir travmanın kurbanı olsalar da, günün birinde sağ salim evlerine dönerler. Bazı çocuklar, fidye için kaçırılırlar. Aile bireylerinin tanımadığı biri tarafından özellikle cinsel sömürü amacıyla kaçırılan ve ardından öldürülen çocukların sayısı, yukarıda saydıklarıma oranla çok daha azdır ama, aydınlatılması en zor olandır.

Dünya genelinde, her yıl kaç çocuğun kaybolduğuna ve bunların nasıl bulunduğuna ilişkin güvenilir bir istatistik olmamakla birlikte, kaybolan her on bin çocuktan birinin kaçırıldıktan sonra öldürüldüğü sanılıyor. Eldeki verilere göre, bunların neredeyse dörtte üçü, yaşı 11-13 arasında değişen kız çocukları ve katille ilk karşılaştıkları yer, evlerine çok yakın.

Kaçırıldıktan sonra öldürülen çocukların yarı kadarı, beklenen zaman ve mekanda bulunamadıklarında polise, "kayboldu" ya da "evden kaçtı" şeklinde bildirimde bulunulmuş. Ne aile bireyleri ne de polis, çocuğun aslında kaçırılmış olduğunu düşünmemiş. Konunun uzmanları, güvenlik birimlerinin her "kayboldu" ve "evden kaçtı" bildirimini ciddiye alması gerektiğini, hızla ve olabildiğince fazla bilgi toplamasını öneriyorlar.

Bundan yaklaşık 10 yıl önce Washington Başsavcısı Christine Gregoire’in talebi üzerine yapılan bir araştırma, çocuğun kaybolduğunu bildirmede genellikle iki saat gecikildiğini ve çocukların büyük bir bölümünün kaçırılmayı izleyen ilk üç saat içinde, hatta % 44’ünün ilk saatte öldürüldüğünü ortaya çıkartmıştı. Bu veriler, çocuğun kaybolduğunu vakit kaybetmeden polise bildirmenin ve polislerin de hızla çocuğun son görüldüğü yerin çevresinde aramaya başlamasının önemini gösteriyor.

621 kaçırma olayını değerlendiren aynı araştırmayla, 1-5 yaş arası kız ve erkek çocuklarının daha çok ailenin bildiği biri tarafından kaçırılıp öldürüldüğü, 15-17 yaşlarındaki kız ve erkek çocuklarını ise genellikle yabancıların öldürdüğü anlaşılmıştı. Çocukların kaçırılmasının temel nedeni, cinsel istismardı.

Katillerin neredeyse tamamı 27 yaşlarında ve bekardı, yarısı işsizdi; kalanı, fazla beceri istemeyen işlerde çalışmaktaydı. Dörtte üçü evvelce bir suç işlemişti ve bunların yarı kadarında mağdur, yine bir çocuktu.

Dikkat çeken bir başka bulgu, suçu tekrarlayan saldırganların, çocukları hemen hemen hep aynı şekilde kaçırması, aynı yere götürmesi, öldürdükten sonra en fazla 50 - 60 metre uzağa gömmesi ya da üzerini ağaç dalları, toprak, battaniye, kilim gibi bir eşyayla örtmesidir. Bu nedenle, bir çocuk ölüsüne rastlandı mı, yakın çevresinde başka cesetlerin aranması tavsiye ediliyor.

YABANCILARLA KONUŞMA DEMEK YETMEZ

Çocuklarımıza "yabancılarla konuşma", "yabancıların otomobiline binme" diye tavsiyelerde bulunuruz. Pek çok kaçırma olayı, evinin hemen önünde oynamakta olan bir çocuğa yaklaşan bir otomobil sürücüsünün yol ya da mahallede oturan birini sormasıyla başlamıştır. Tavsiyelerimize bunu da eklemeliyiz. Çocukların evlerine oldukça yakın bir yerde kaçırılabileceğini unutmamalı, onları mümkün olduğunca tek başına bakkala, kasaba göndermemeliyiz.

Aslında çocuklar kaçırıldığında, etrafta birileri olur ama, bir felaketin yaklaşmakta olduğundan hiç kuşkulanmaz. Nice kaçırma olayından sonra görgü tanıkları, "Çocuğu zorla otomobile bindiren adamı, babası sanmıştım. Ne onu tarif edebilirim, ne de aracın plakasını hatırlıyorum" demiş, evinin penceresinden bakarken gördüğü garip davranışlı yabancının komşunun çocuğuyla konuşması ve elinden tutup götürmesiyle hiç ilgilenmemiştir.

Etrafa biraz daha fazla dikkat etmek, kuşkulu davrananlardan gözlerinizi ayırmamak belki sizi biraz yorar ama, hiç belli olmaz, belki bir gün küçük bir can kurtarır.
Yazının Devamını Oku

Mavi mavi masmavi gözleri boncuk mavi

5 Ekim 2008
Gazetede bir ilan: "Uzun boylu, yakışıklı, mavi gözlü ve kıskanç bir erkeğim. Ciddi bir beraberlik için mavi gözlü bir bayan arıyorum." Dikkat ederseniz, kadının yaşı başı, boyu posu, parası pulu ile ilgilenmiyor. Bir tek şartı var. Gözleri mavi olsun! Mavi gözlü erkeğe soruyorlar, "Neden ille de mavi gözlü bir kadın arıyorsunuz?" "Basit" diye yanıtlıyor, "Ben çok kıskanç biriyim, önceden tedbir alıyorum. Doğacak çocuğun gözleri maviyse mesele yok. Ama kahverengi olursa, karımın beni aldattığını anlayacağım."

Gazete ilanıyla eş arayan adam, aslında çok eskilerden beri süregelen bir yanlış inanışın kurbanı. Ana-baba mavi gözlü olursa, çocuğun da mutlaka mavi gözlü olacağını sanıyor. /images/100/0x0/55eaea4ff018fbb8f89ed6d2

Norveç’in Troms Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden Laeng, Mathisen ve Johnsen’e göre, ilanla mavi gözlü eş arayan kıskanç adam bir istisna değil. Araştırıcılar, mavi gözlü gençlere kadın fotoğrafları göstermişler. Kadınların yarısının gözü mavi, yarısının kahverengiymiş. Aslında her iki kümedeki kadınlar birbirinin aynıymış da, aradaki fark sadece gözlerinin rengiymiş. Bu erkekler, genellikle mavi gözlü kadın fotoğraflarını daha çekici bulmuş, kahverengi gözlüleri beğenmemişler. Araştırıcılar aynı resimleri kahverengi gözlü erkeklere de göstermiş. Mavi gözlü erkeklerden farklı olarak bunlar, göz rengiyle hiç ilgilenmemişler.

Norveçli psikologlar, bulgularını Davranış Ekolojisi ve Sosyobiyoloji adlı derginin (Behavioral Ecology and Sociobiology) 2007 yılındaki Ocak sayısında yayınladılar. Yayınlamakla kalmayıp yorumladılar da.

Efendim mavi renk, "çekinik", yani resesifmiş. Kahverengi gözlü erkekler, kahverengi gözlü kadınlarla evlenince, çocukların mavi ya da yeşil gözlü olabileceğini bilirmiş. Bu nedenle kadınların göz rengi onlar için önem taşımazmış. Ama mavi gözlü erkekler, kendisiyle aynı renk gözlü kadınla evlendiğinde, çocukların yalnız mavi gözlü olabileceği bilimsel gerçeğinden haberdar olmasalar da, şuuraltı bir dürtüyle, aldatıldıklarının hemen farkına varabilmek için, mavi gözlülerle evlenmeyi tercih edermiş.

Norveçlilerin makalesinin kısa bir özeti, İngilizlerin ünlü haftalık popüler bilim dergisi NewScientist’te de kendine yer buldu. Hatta, "Mavi gözlü kıskanç erkekler, kendini emniyete almayı biliyor" şeklinde gazete haberlerine bile konu oldu.

BABALIK GÖZ RENGİNDEN ANLAŞILMAZ

"Anam babam mavi gözlü, benim gözlerim yeşil. Biyoloji öğretmenim asla böyle şey olmaz dedi. Çok üzüldüm."

"İkimiz de mavi gözlüyüz, çocuğumuzunki kahverengi, babalık tayini yaptırmak istiyorum" şeklindeki taleplerle sıklıkla karşılaşırım.

Göz rengi genetiği çok karışık bir konudur ve okullarda öğrendiğimiz biyoloji bilgisiyle açıklanamayacak özellikler taşır. Çünkü göz rengi tek değil, çok sayıda genin denetimindedir. Büyük bölümü 15. kromozomun uzun kolu üzerine yerleşmiş bu genler, irisin en dış tabakasındaki melanin pigmentinin (boya maddesi) miktarını ve melanin içeren melanozom adlı hücrelerin sayısını belirler. Melanin ve melanozom fazlaysa, gözler kahverengi; azsa, mavi olur.

Bizlere okulda öğretilen, kahverenginin, yeşil ve maviyi; yeşilin de mavi renk genlerini baskıladığı doğrudur. Ancak, pigmentlerin yapımından sorumlu genlerde meydana gelen, kimi anlaşılmış, kimi hala aydınlatılamamış bazı değişiklikler (mutasyon, rekombinasyon gibi) yüzünden, mavi gözlü ebeveynlerden kahverengi ya da yeşil gözlü çocukların doğması mümkündür. Bu arada, kimi çevre koşulları ve ilaçların göz rengini değiştirebileceği, kimi zaman gözün eski rengine dönüp, kimi zaman dönmeyeceği unutulmamalı. Kısacası göz rengi, kalıtımsal olmasına kalıtımsaldır da, Mendel kurallarıyla açıklanamayacak ölçüde karmaşıktır.

TANIK YANILIRKAN YANILMAZ

Bir suç işlendiğini ve hiçbir görgü tanığının olmadığını varsayın. (Zaten olsa da, her zaman gerçeği hatırlamazlar). Failin olay yerinde bıraktığı bir küçük kan damlasından, saçı ya da tükürüğünden kim olduğunu bulmak istemez misiniz? Ya da tanınmayacak ölçüde yanmış bir cesedin kimliğini saptayamadığınızı düşünün. Derisinden, kemiğinden kurbanın ırkı, saç, ten ve göz rengi belirlense, iyi olur, değil mi? Soruşturmaları yürütenler, DNA analizleri sayesinde çok yakında bu bilgilerin tamamına ulaşabilecekler.

Uzunca bir süredir, bir kan lekesinden, kemik parçasından yola çıkarak, sahibinin Avrupalı, Asyalı, Afrikalı ve Kızılderililerin genetik özelliklerini ne oranda taşıdığı belirlenebiliyor. Hatta, örneğin Avrupalı ise, soyunun, kıtanın kuzeybatısından mı, yoksa güneydoğusundan mı geldiği anlaşılıyor.

2002 yılında Louisiana’da yedi kadını öldüren seri katilin, gerek görgü tanıklarının ifadeleri, gerekse kriminal profilleme uzmanlarının varsayımlarına göre önce "beyaz", sonra "zenci" olduğu sanılmıştı. Baton Rouge polisi ve FBI, verilen bilgilere dayanarak robot resimleri çizdirdi, benzeyen yüzlerce kişiden DNA profili için kan aldı. Katili bulamayınca, DNA’dan soy analizi yaptığını iddia eden bir şirkete başvuruldu.

Gelen sonuca göre, saldırgan % 85 oranında Afrikalı, % 15 oranında Kızılderiliydi. Şirket, bu oranları taşıyan bir erkeğin yüzünün nasıl olabileceğine ilişkin bir dizi çizim de oluşturdu.

O tarihe kadar kimsenin kuşkulanmadığı Derrick Todd Lee’ye bu sayede ulaşıldı. Louisiana başsavcısına bağlı olarak görev yapan dedektif Danny Mixon, Lee’den DNA profili için örnek almayı başardı. Bu profil, mağdurların üzerindeki biyolojik örnekleri tam olarak tutunca Lee yargılandı, 14 Ekim 2004 tarihinde iğne ile idama mahkum oldu. İdam kararı, 16 Ocak 2008’de eyalet yüksek mahkemesi tarafından onandı. Şimdilerde Lee, Louisiana Eyalet Cezaevi’nde üst mahkemelere itirazının sonucunu bekliyor.

Aslında, onu adalete teslim eden dedektif Danny Mixon, idam cezasına karşı olmakla tanınırdı. Ancak, bunun artık önemi kalmadı. Dedektif, 20 Eylül 2008 günü, Baton Rouge’daki bir hastanede, 70 yaşında, lösemiden öldü.

GÖZÜ MAVİ, SAÇI KIZIL AMA...

Loisiana’lı seri katile % 85 oranında Afrikalı, % 15 oranında Kızılderili diyen şirketin kurucuları 2003 yılında, Hollanda Adalet Bakanlığı’nca düzenlenen bir toplantıda, DNA analizi ile göz rengini belirleyebildiklerini ve işlemin patentini aldıklarını ilan ettiler. Aynı yıl araştırma sonuçlarını, uluslararası hakemli Genetics dergisinde yayınladılar. İki yıl sonra, kan ve dokulardan % 92 doğrulukta göz rengini belirlemeye başladılar. Göz renginin peşine düşen sadece Amerikalılar değil.

İngilizlerin Adli Bilim Hizmetleri, olay yerinden elde edilen örneklerde, tıpkı Türkiye’de yapıldığı gibi, önce bir DNA profili oluşturuyor. Bu amaçla, DNA üzerinde STR adı verilen bölgelerden on tanesini, ayrıca cinsiyet belirleyen amelogenin bölgesini inceliyor. Elinde şüpheliler varsa, onların DNA profili ile karşılaştırıyor. Tutan biri varsa, mesele yok (Buraya kadarı, Türkiye’de de aynen yapılıyor).

Polisin elinde hiç şüpheli yoksa ya da olay yerinden elde edilen delilin DNA profili, şüphelilerden hiçbirinin DNA profilini tutmazsa, İngiltere ulusal veri tabanına başvuruyor. (İşte bu, Türkiye’de olmuyor. Hazırlanan yasa taslağındaki gibi olacaksa, zaten hiç olmasın daha iyi!). Olay yerindeki delilin DNA profiline tam olarak uyanı, veri tabanında bulunursa mesele yok, kişiye ulaşılıyor ve kontrol amacıyla yeniden örnek alınıyor.

Veri tabanında, elindeki DNA profiline tam olarak uyan birini bulamazsa, kısmen örtüşenleri tarıyor, yani aile taraması yapıyor. Böylece zanlının yakın akrabalarına ulaşmaya çalışıyor.

Bundan da bir sonuç alamadığı takdirde, DNA verilerini kullanarak, İngiltere nüfusunun % 99.7’sini kapsayan Beyaz, Afro-Karayip, Hindistan, Güney Doğu Asya ve Orta Doğu gruplarının hangisine mensup olduğunu hesaplıyor. Ayrıca gözünün, teninin rengini ve saçının kızıllığını belirlemek üzere, bazı DNA bölgelerinin özelliklerini araştırıyor ve bütün bunları 2001’den bu yana yapıyor. Kısacası, kan lekesinden "gözü mavi, saçı kızıl" diyor. Sanırım bundan sonra, gözünde renkli lens, saçında boya olmaması için dua ediyor!

DÜNYANIN İLK VE TEK GÖZLÜK REÇETESİ BANKASI

Kimlik tespitinde diş hekimliğinin, adli tıbbın, antropolojinin ve DNA analizlerinin önemi büyüktür. Bunlardan daha az oranda olmakla birlikte, mağdurun giysileri, takıları, dövmesi, doğum lekeleri, doğumsal kusur ve sakatlıkları, ameliyat izleri ölenin kim olduğunu belirlemede işe yarar. Bu amaçla, numaralı gözlük camlarından bile yararlanılır.

3 KIRIK CAM

Vietnam savaşı sırasında, balta girmemiş bir ormana düşen keşif uçağının iki Amerikalı mürettebatından bir daha haber alınamamıştı. 32 yıl sonra, Amerikan Silahlı Kuvvetleri’ne bağlı merkez kimliklendirme laboratuvarından (JPAC-CIL) bir ekip, o bölgedeki kazılarında, uçağa ve içindekilere ait olabilecek bazı kalıntılara ulaştı. Bunların arasında, bir güneş gözlüğüne ait üç kırık cam parçası da bulunuyordu. Camlar numaralıydı. Kayıp iki pilottan birinin gözlerinin sağlam, diğerinin bozuk olduğu öğrenildi. Camların numarası, son reçetesindeki bilgileri aynen tutunca, kalıntıların kayıplara ait olduğu varsayımı güç kazandı.

NUMARALI CAMLAR

Aynı ekibin, numaralı gözlük camını kimliklendirmede kullandığı bir başka örnek, 1967 yılında Güneydoğu Asya’da düşen F-105’in pilotuyla ilgilidir. 90’lı yıllarda, bir kaç kez Laos’a giderek kayıp pilotu ve uçağı arayan uzmanlar, çok sayıda görgü tanığının gösterdiği yeri 2002 yılında kazmaya başladılar. İskelete dönüşmüş insan kalıntıları ve pilot giysi parçalarının yanıbaşında, bir güneş gözlüğü camının kırık parçalarını da buldular. Camlar numaralıydı ve kazadan bir yıl önce pilota verilen göz hekimi reçetesindeki sol göze ait sayılarla tam olarak örtüşüyordu.

İKİ MİLYONDA BİR

Halen Amerikan Silahlı Kuvvetlerinin elinde 385 bin sivil ve askerin gözlük reçetesi bilgilerinin yer aldığı bir veri tabanı bulunuyor. Veri tabanına http://www.jpac.pacom.mil adresinden ulaşmak mümkün. Açılan pencereye reçete bilgileri girildiğinde, aynı reçeteye rastlama sıklığı hesaplanabiliyor. Yukarıda örnek olarak verdiğim, Vietnam’da ölen iki askerin göz kusurlarına, ikinci bir kez rastlama olasılığı, 2 milyonda birden az. Bu da, kimliklendirmede gözlük camlarının önemini kanıtlıyor.

Amerikalılar, dünyanın ilk ve tek gözlük reçetesi veri tabanını sadece kayıp askerlerini bulmada değil, cinayetleri aydınlatmada da kullanıyorlar. Şüphelinin otomobilinde ele geçen cam kırıklarının, kayıp olduğu bildirilen bir yabancı uyruklunun gözlük camları olabileceğini düşünen polis, Interpol aracılığıyla ölenin göz hekimine ve son yazdığı reçetenin bilgisine ulaştı. Cam kırıkları, bu reçeteyle tam olarak örtüştü. İkinci bir kez rastlanma sıklığı, milyonda 2.5’tan azdı. Polis bu veriye dayanarak, şüphelinin evini arayabildi. Kişi halen, cesedi bulunamamış yabancı uyrukluyu öldürmekten yargılanıyor.
Yazının Devamını Oku

Kötü kokulu güllerin esrarı

2 Ekim 2008
Profesörün kızı kayıptı. Aylarca aradılar. Günün birinde bir polis, her şeyi aydınlattı. Çok akıllı olduğunu sanmayın, sadece gül severdi. Dedektif Tom Hodgson, rastlantı sonucu karşılaştığı kötü kokan gül saksısından yola çıkarak 4 profesörün yardımıyla üvey kızını öldüren bir profesörü mahkum ettirdi.

İngiltere’nin Leeds Üniversitesi Dişhekimliği Fakültesi’nde oral biyoloji dersleri veren profesör doktor Samson Perera, İngiltere’ye gelmeden önce Sri Lanka’nın Peradeniya Üniversitesi’nde çalışmaktaydı. Evlenmiş, iki de oğlu olmuştu ama, kız evlat hasretiyle yanıp tutuşmaktaydı. 1981 sonlarında karısını karşısına aldı "Lütfen bana izin ver, Sri Lanka’ya gideyim, hem annemi görürüm, hem de öksüz bir kızı evlat edinirim." Kadın, doktoru kırmadı.

Üç ay kadar sonra yılbaşıydı. On yaşlarındaki Sri Lanka’lı küçük kız, artık İngiltere’deki yeni evindeydi. Dünya güzeli bir şeydi Nilanti. Yüzünden eksik olmayan tebessümü ve kapkara gözleriyle mahallenin maskotu olmuştu. Öylesine insan canlısıydı ki, onunla sokakta karşılaşan ya saçını okşar ya yanağından bir makas alırdı.

Hep aynı sinirli yanıt/images/100/0x0/55eb0f3af018fbb8f8a865cf

Aradan üç yıl geçti. 1984 Nisanı’nda komşular ona sokakta rastlamaz oldular. "Profesör, kızınız nerede" diye soranlar, hep aynı sinirli yanıtla karşılaştılar. "Her önüne gelen genç erkeğe sırnaşıyor. Böyle giderse kötü kadın olup çıkacak. Adam oluncaya dek, evden çıkmama cezası verdim."

Ağustos geldiğinde, Nilanti’nin hálá ortalıkta görünmemesinden kaygılanan komşular, dayanamayıp polise haber verdiler. "Merak etmeyin" dedi dedektif Tom Hodgson, "En yakın zamanda profesörün evini ziyaret edeceğim." Etti de. "Ah, sormayın, memur bey" dedi doktor Perera, "Sri Lanka’yı çok özledi, yemeden içmeden kesildi. Ağabeyi Sicilya’da yaşıyor. Ara sıra telefonlaşırız. Sri Lanka’ya döneceğini öğrenince, kızı nisan ortalarında Sicilya’ya götürdüm. Nilanti, şimdi Sri Lanka’da, annemin yanında."

Meraklı bir dedektif

Doktorun, İnterpol diye bir teşkilattan haberi yoktu anlaşılan. Dedektif Tom Hodgson, adamın cevabını pek tatmin edici bulmadığından, İngiltere ile Sicilya arasında sefer yapan tüm havayolu şirketlerini teker teker aradı. Yanında Nilanti adlı bir kızla Samson Perera’nın yolculuk edip etmediğini araştırdı. Kayıtlarda, bu adla satılan bilete rastlanmadı. İtalyan polisiyle irtibat kurdu. Yaz başından bu yana Sicilya’ya ya da İtalya’nın bir başka havaalanına bu adla yolcu gelmediğini öğrendi. Üstüne üstlük, Sicilya’da yaşayan Sri Lanka’lı da yoktu. İnterpol aracılığıyla Dr. Perera’nın annesi Bayan Winifred’i buldurdu. "Nilanti’yi en son üç yıl önce gördüm" dedi kadın, "Oğlum onu alıp götürmeden önce."

Tom, deneyimli bir polisti. İçgüdüleri, kızın çoktan ölmüş olduğunu söylüyordu ve içgüdüleri onu pek ender yanıltırdı. Dr. Perera’yı aradı, annesinin kızdan haberi olmadığını anlattı. "Ya öyle mi?" diye sordu Perrera, "Ahlaksız herif, demek kızı anneme teslim etmemiş." "İyi de, Sicilya’da Sri Lanka’lı biri yok" dedi polis. "Resmi kayıtlarda yoktur elbette, kaçak oturuyordu." Polis, ne diyeceğini bilemedi.

Sinirli ve geçimsiz biri

Dedektif Tom Hodgson, işin peşini bırakmadı. Kafaya koymuştu bir kere, küçük kızı bulacaktı. Leeds Üniversitesi’ne gitti, Perera’nın iş arkadaşlarını ziyarete başladı, profesör hakkında bilgi toplamaya çalıştı. Kimi, bilimsel araştırmaları, kimi özel hayatına ilişkin daha fazla şey biliyordu. Ancak konu Perera’nın kişiliğine geldiğinde, sözleşmişçesine aynı şeyi söylediler: "Arkadaşı yoktur, öğrenciler onu sevmez, sinirli, geçimsiz, içine kapalı biridir."

Üç kafatası kemiği

Takvimlerin, 1985 Şubat’ını gösterdiği bir gün, Perera ile aynı bölümde çalışan bir öğretim üyesi, Frank Ayton, dedektif Hodgson’u aradı. "Dün gece laboratuvardaydım. Bir defter arıyordum" diyerek anlatmaya başladı. "Belki Perera almıştır diye düşündüm. Çalışma masasının çekmecesini açtım. Kahverengi bir zarf gördüm. İçinde, üç diş takılı bir insan çene kemiği parçası, ayrıca üç kafatası kemiği vardı..."

"Fazla heyecanlanıyorsunuz, hocam" diye sakince yanıtladı dedektif. "Unutmayın, Perera Dişhekimliği Fakültesi’nde çalışıyor. Biyoloji dersi anlatıyor. Bir sürü araştırma yapıyor. Çekmecesinde bu tip kemiklerin olması kadar doğal ne olabilir?" Böyle demişti demesine de, dedektif duyduklarını bir kenara not etmeyi ihmal etmemişti.

İki gün sonra aynı kişi, dedektifi tekrar aradı. "Bakın, konuyla ilgilenmiyorsunuz ama, burada garip şeyler oluyor. Perera’nın çalıştığı laboratuvarda 5 litrelik bir cam kap, büyükçe bir kahve cezvesi, irili ufaklı emaye çanaklar buldum" "Eee, ne olmuş yani?" diye sordu polis. "Ne olmuş mu? Hepsine alkol doldurulmuş, içinde insana ait el ayak kemikleri yüzüyor. Herhalde bu sefer, söylediklerimi ciddiye alırsınız."

"Anlaşıldı" dedi dedektif. "İlgileneceğim"

Bu gül kokusu değil

Dedektif, ertesi sabah saat 8’e doğru yeniden doktor Perera’nın evine gitti. Kapıyı açan karısına "Umarım, profesör evdedir. Birkaç sorum olacak" dedi. "Hemen çağırıyorum" diye yanıtladı kadın "Lütfen şuraya oturun" ve polise hemen oracıktaki dar uzun konsolun önünde duran bir sandalyeyi gösterdi. Polis, sandalyeye oturdu ve beklemeye başladı. O sırada, hemen karşısında, yerde yan yana duran üç saksı dikkatini çekti. Ortadakinde sarı güller, iki yanındakilerde tropikal bitkiler ekiliydi. "Yazık, güllerin rengi çok güzel ama, biraz boyunlarını bükmüşler, herhalde yeterince sulanmıyorlar" diye düşündü. "Nasıl kokuyorlar acaba?" diye geçirdi aklından, yerinden kalktı, bir kaç adım atarak saksılara yaklaştı. "Bu gül kokusu değil" dedi birdenbire ve haber vermeksizin çıkıp gitti.

Saksıda bir omurilik

Bir saat kadar sonra, yanına Sheffield Üniversitesi adli patoloji profesörü Dr. Alan Usher’i, olay yeri inceleme ekibinden bir kaç memuru ve savcının arama iznini alarak geri döndü. "Kocam üniversiteye gitti" dedi kadın.

"Önemli değil, izin verirseniz şu saksılara bir bakacağız."

Kadın itiraz etmedi. Yere gazete kağıtları serdiler, önce gül saksını devirdiler. Etrafı çürük et kokusu sardı. Dr. Usher, köklere dolanmış kirli beyaz renkteki ipliği pensinin ucuyla tutup biraz oynattı. "Bu bir omurilik" dedi. Sonra diğer saksıları boşalttılar.

Yağ kabındaki kaburga

Patolog Dr. Usher, o gün profesörün saksılarında, sadece çürümüş organ parçaları bulmakla kalmadı. Buzdolabındaki tereyağ kabından bir kaburga kemiği, çalışma odasının parkeleri altından parçalanmış kol ve bacak kemikleri çıkarttı. Arka bahçenin bir yerinde toprak yeni kazılmış gibiydi. Biraz araştırdıktan sonra bir diş, kemik parçaları ve bir tutam da düz, siyah renkte saç buldu. Sonraki günlerde, evin ve bahçenin beş ve Perera’nın laboratuvarının dört ayrı yerinde toplam 105 kemik parçası ele geçti.

Dedektif "Ne bunlar?" diye sorduğunda, "Ne olacak?" diye cevap verdi Perera "İskelet parçaları. Unuttunuz herhalde, ben Dişhekimliği Fakültesi’nde çalışıyorum." "Dişleri, çene kemiklerini anladık da, bu kaburga, kol, bacak kemikleri, saçlar da neyin nesi?" Cevabı hazırdı. "Bilimsel araştırmalarım için Peradeniya Üniversitesi’nden kadavra getirttim. Kokmaya başlayınca organları gübre niyetine kullandım. Eve gelen giden korkmasın diye, kol bacak kemiklerini parkenin altına sakladım. Bulduklarınızın bir bölümü o kadavraya ait."

"Elinizde birden fazla insana ait kemik mi var?" diye sordu polis. "Elbette" diye yanıtladı doktor. "Hatta bir bölümü deneylerde kullandığım domuzlara aittir." "Hiç önce bahçeye gömüp, sonra çıkarttığınız kemik var mı?" "Hayır" dedi doktor. Her söylediği yalandı.

Böcekbilimciyle görüş

Kemiklerin tek kişiye ait olduğunu, radyolojinin temel kitaplarından "Grainger & Allison’s Diagnostic Radiology"nin iki yazarından biri olan Prof. Dr. Ronald Grainger kanıtladı.

"Kadın mı, erkek mi?" diye sordu polis. Sir Alec Jeffreys, henüz DNA parmakizi tekniğini keşfetmemişti, kemiklerden elde edilen DNA’nın amelogenin bölgesi incelenip kadına mı, erkeğe mi ait olduğu anlaşılamıyordu. Prof. Grainger, vücudun en geniş siniri, siyatik sinirinin geçtiği çentiğin açısına bakarak, "büyük olasılıkla kadın" dedi.

"Hocam, kadının yaşı kaç?" diye sordu polis. "Arkadaşlarla pek anlaşamadık" dedi Dr. Grainer. "Kemikten yaş tayini yapabilmek için, ırkını bilmek gerek." Ama hem kemik, hem diş bulgularını biraraya getirdim. Bana göre 13’ünden küçük, 15’inden büyük olamaz." Dedektif derin bir nefes aldı. Nilanti ortadan kaybolduğunda 13 yaşındaydı.

"Kız, Sri Lanka’lı mı?" diye sordu polis. "Bilemem" dedi profesör, "Sheffield Üniversitesi’nden dişhekimi Prof. Dr. Geoffrey Craig’e sor..."

"Asyalı ama, Sri Lanka’lı mı, bilemem" dedi Prof. Craig.

"Peki hocam, kız ne zaman öldürülmüş?" diye sordu polis. "Onu da anlamam." diye yanıtladı Dr. Grainer, "Senin yerinde olsam doktor Zak’a giderim."

Zak, İngiltere’nin, belki de dünyanın en ünlü entomologu (böcekbilimci) Prof. Dr. Yahya Zekeriya (Zakaria) Erzinçlioğlu’nun kısa adıydı.

Önce bahçeye gömmüş

Patolog Dr. Usher, saksıdaki organ parçalarının çürüme derecesine bakarak "En az altı aydır buradalar, belki de daha fazla" demişti. Dedektif Tom Hodgson’u tatmin eden bir yanıt değildi bu. "Umarım Dr. Zak, şu ’belki’ sözcüğünü, belki olmaktan çıkartır" diye umutlandı. Yanına iki meslektaşını aldı, ne var ne yok her şeyi toparladı, Erzinçlioğlu’nun Cambridge Üniversitesi’ndeki laboratuvarına götürdü.

Zak, evden ve bahçeden örnekler topladı, bir kaç hafta sonra "Yüz bin çeşit böcek vardır" diye anlattı. "Her biri bir başka zamanda, başka sırayla ölü bedene gelir. Kızın cesedi, nisanın ya birinci ya da ikinci haftasında parçalanmış. Önce bahçeye gömüp, sonra çıkartmış, farklı farklı yerlere dağıtmış."

Dedektif Tom, derin bir nefes aldı. İyi ki, şu üniversiteler vardı. Farklı mesleklerden dört profesör sayesinde, bir başka profesörü cezaevine gönderecek delilleri toplamıştı.

Samson Perera yargılandı, ömür boyu hapse mahkum oldu, ama hiç bir zaman Nilanti’yi öldürdüğünü kabul etmedi.
Yazının Devamını Oku

Göldeki ’yeşil’ ceset

1 Ekim 2008
Gölden "yeşil" bir kadın cesedi çıkarttılar. Kafası ve elleri yoktu. "20 yaşında ve üç haftadır suda" dediler. Katili kasap sandılar. Hepsi yanlıştı. New York Adli Tıbbı’nın şefi Dr. Baden, titiz bir çalışmayla yanlışları düzeltti. Polis Dan Reidy de yeni kanıtlardan yola çıkarak bir yıl önce karısının kaybolduğu iddiasıyla kendilerine başvuran bir kocanın peşine düştü. "Yeşil ceset"in söz konusu kayıp kadın olduğu kesindi, ama katilin kocası olduğu, tüm delil sayılabilecek işaretler onu gösterse de kanıtlanamıyordu...

ONU ilk gören bir balıkçıydı. İyice korkmuştu doğrusu. Nasıl korkmasın ki. "Şu suyun üzerindeki yeşil şey de nedir?" diye meraka kapılmış, kayığın burnunu o yana çevirmiş, bir kaç metre yaklaştığında kafası olmayan bir bedenle karşılaşmıştı. /images/100/0x0/55eb0c22f018fbb8f8a7998f

"Parmak izlerini alamıyoruz amirim" diye bildirdi, "yeşil şeyi" sudan çıkartan polisler. "Sadece kafası değil, elleri de yok! Katil, kim olduğunu bulamayalım diye kafasını, ellerini kesmiş, cesedi morga götürüyoruz."

Katil kasap olabilir

Mermer masasının üzerine yerleştirilen bedene şöyle bir baktı hastanenin patoloğu. "Yeşillik, göldeki yosunlardan" dedi. Ardından işe koyuldu. "Öleli üç hafta olmuş. Atletik yapılı, yirmilerinde bir kadın. Sol göğsünün hemen altı kesilmiş, bir miktar doku çıkartılmış. Katil kasap olabilir." Polisler, çevrede ne kadar kasap varsa sorguya çektiler. Doktorun tarifine dayanarak, kadının mümkün olduğunca gerçeği yansıtabilecek resmini çizdiler, el ilanları bastılar, gölün civarındaki köy ve kasabalarda dağıttılar, ağaçlara, duvarlara yapıştırdılar. Bir türlü, kadını tanıyan çıkmıyordu. Bir hafta sonra, "Bu iş böyle olmayacak" dedi soruşturmayı yürütmekle görevlendirilen polis Dan Reidy, "Cesedi New York’a götürelim, bir de doktor Baden incelesin, belki başka ipuçları bulur."

Harika çocuk Dr. Baden

Dr. Baden, kimya ve biyoloji lisansından sonra, önce gazeteciliğe heveslenmiş, ardından doktor olmaya karar vererek New York Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne girmişti. Öğrenciliğinin ilk gününden itibaren patolojiye merak salmış, New York adli tabipliğindeki hiçbir otopsiyi kaçırmamaya gayret etmişti. Patoloji uzmanlık eğitimini tamamladıktan kısa bir süre sonra, aynı yerde çalışmaya başladı. "Yeşil ceset" önüne konduğunda, henüz New York Belediye Reisi Edward Koch, Amerika’nın bu yeni "harika çocuğu"nu, şef kadrosuna atamamıştı. Dr. Baden, 151 çalışanlı, 3.5 milyon dolar bütçeli New York adli tabipliğinde, yılda 35 bin dolar maaş alan şef yardımcısıydı.

Dr. Michael Baden’i tanıdığımda, artık New York adli tabipliğinin şefi değil, New York Eyalet Polisi Adli Tıp Soruşturmaları Birimi’nin eş başkanıydı. Bundan sonra okuyacaklarınızı, onun ağzından aktarıyorum.

"Her çeşit cesede alışıktım da, yeşilini ilk kez görüyordum. Kadın, tahmin edildiği gibi yirmilerinde değil, çok daha yaşlıydı. Kıkırdaklarındaki kalsiyum, belkemiğinin özellikleri, orta yaşın üzerinde olduğunu gösteriyordu. Yumurtalıklarını inceledim. Normalde ceviz büyüklüğünde olur, yaşlandıkça büzüşürler. Bununkiler erik boyundaydı. Bana göre kadın, 55’lerindeydi.

Midesinde kısmen sindirilmiş meyve ve sebze kalıntıları gördüm. Elma ve havuçları saptadım, ama kalanını anlayamadım. Bunları, ölümünden hemen önce yemiş olmalıydı. Ölüm nedenini belirleyemesem de, sindirim tamamlanamadığına göre, aniden gerçekleşmişti. Bulunamayan kafasına bir darbe aldığı sonucuna vardım..."

Göğsündeki yara izi

"Kafası, elleri öylesine düzgün biçimde kesilmişti ki, bir şerit testere ile yapıldığını düşündüm. Göğsünün altındaki yara izi ise, ilgi çekiciydi. Kafa ve ellerin kesiminde gösterilen titizliğe karşın, bu yara çok özensizdi, çirkindi, beceriksizce yapılmıştı. Belki de, sivri bir cismin üzerine düşmüştü. Başı ve elleri olmasa da, sadece bu yaradan kadının kimliğini belirlenebilirdi.

Benden önce cesedi gören doktor, üç haftadır suda olduğu sonucuna varmıştı. Tıpkı kadının yaşı gibi, bu süre de doğru olmayabilirdi. Bedenin üzerindeki yosunları kazıdım, mikroskopla incelenmek üzere biyoloji bölümüne gönderdim. Gelen rapor, haklılığımı kanıtladı. Yosunlar, iki çeşitti. Bir bölümü tazeydi, bu yılın yosunlarıydı. Bir bölümü ise geçen yazdan kalan cansız yosunlardı. Bu durumda kadın, en az 18 aydır suda olmalıydı."

Ablam 2 yıldır kayıp

Polis Dan Reidy, kurbanın eşkalini yeniden tanımlattı. Bu kez, kadının 20’lerinde değil, 55 yaş dolaylarında olduğunu göz önüne aldılar, bir buçuk yıl önce ortadan kaybolan birini aramaya başladılar. Aradan 24 saat geçmeden, bir kadın polisi aradı. "Ablam iki yıl önce kayboldu" dedi ve ekledi: "Verdiğiniz eşkal ona uyuyor."

"Sol göğsünün altında bir iz var mıydı" diye sordu polis Reidy heyecanla. "Evet" dedi kadın, "Çocukken ağaçtan düşmüş, göğsünün tam altına bir ağaç kütüğü saplanmıştı. Boyu uzadıkça, yara izi de büyüdü. Çok çirkin bir izdi, gördükçe üzülür, soyunmaya utanırdı."

"Ablanızı en son ne zaman gördünüz?" diye sordu polis. "Bizim evde" diye yanıtladı kadın. "Kocasıyla ziyaretime gelmişlerdi." Polis Reidy, alacağı yanıttan adı kadar emin olarak bir soru daha yöneltti. "En son ne yemişti, hatırlıyor musunuz?" "Elbette" dedi kızkardeş, "Elma, armut ve havuç." Polis Reidy, "Eniştenizin adı nedir, nerede oturur?" diye sordu. Adresi verdi kadın ve adını söyledi "Wilbur Howard" "Hay Allah kahretsin" diye hayıflandı polis içinden, "Elimden nasıl da kaçırmışım".

Karım evi terk etti

Yeşil cesedi gölden çıkarttıklarında 1976 baharıydı. 1975 Ağustosu’nda bir adam polisi aramış ve 40 yıllık karısının evi terk ettiğini ve aylar geçtiği halde kendisinden haber alamadığını anlatmıştı. Zaman zaman kavga ettiklerini, birçok kişinin buna tanık olduğunu, birkaç kez evden ayrıldığını, ancak bir süre sonra döndüğünü söylemiş, başına bir şey gelmiş olabileceğinden kaygılanmış, polise haber vermek ihtiyacını hissetmişti. Polis, adının Wilbur Howard olduğunu söyleyen adamı karakola davet etmiş, heyecanlı oluşundan kuşkulanmış, söylediklerinin doğru olup olmadığını meydana çıkartmak amacıyla, hukuken bir anlam taşımasa da, onu yalan makinesine bağlamış ve poligrafını çekmişti. Adam, doğru söylüyordu.

Tek tanık pedikürist

Yeşil cesetle ilgili ilk raporda, 20 yaşlarında bir kadın olduğu belirtildiğinden, polis Reidy’nin aklına, bir yıl önceki bu kayıp bildirimi hiç gelmemişti. "Yalan makinesini aldatabilen adam, baldız ziyaretinden hemen sonra, karısının başına vurup öldürdü, kafasını, ellerini testereyle kesti, götürüp bedenini göle attı herhalde" diye düşündü ve Wilbur Howard’ın kapısını çaldı.

"Kuşkularınızda haklısınız" dedi Wilbur Howard. "Dr. Michael Baden’in mucizeler yarattığını gazetelerden okuyorum. Ancak, söyler misiniz lütfen, yeşil cesedin karım Katherine olduğunu nasıl ispatlamış?" Haklıydı. Kadının geçmişine ait hiçbir tıbbi belge bulunamıyordu. Bir akciğer röntgeni bile çektirmemişti. Sıklıkla pedikür yaptırdığı biri, cesedin ayaklarına bakmış, "Küçükken ağaçtan düşmüş, sol başparmağını kırmış, bu nedenle eğriydi. Bakın bununki de eğri, yüzde 90 ihtimalle, o olabilir" demişti ama, bir pediküristin tanıklığı yetmezdi elbette.

Wilbur Howard’ın karısını öldürdüğüne dair başka deliller de vardı. Evinde bir testere, bir marangoz masası, garajında ufak bir tekne, kapısının önünde bir station wagon otomobil buldular. Aracın taban döşemesinde küçük lekeler vardı ama, defalarca deterjanla silindiğinden kan olup olmadığını bile anlayamadılar. Kadının kayıp olduğu süre, göğsünün altındaki yara, son yemeği, pediküristin tanıdığı kırık başparmağı, hep göldeki cesedin Katherine olduğuna işaret ediyordu ama, savcı hiçbirini kesin kanıt olarak kabul etmedi ve "Bunların hepsi rastlantı olabilir" dedi.

Polis Reidy çaresizdi. Dosyayı kapatabilmek için Wilbur Howard’a bir teklifte bulundu. "Senin katil olduğunu biliyorum, ama kanıtlayamıyorum" dedi. "Vasiyetine karını öldürdüğünü yaz. Belgeyi bir banka kasasında sakla. Ölümünden sonra avukatın açsın. Dosyayı o zaman kapatsınlar, faili meçhul kalmaktan çıksın." Kayıtsızca omuz silkti Howard, "Nasıl istersen" dedi.

Vasiyette yazmıyordu

Aradan iki yıl geçti. Polis Reidy hálá görevdeydi. Sağlığını yakından izlediği Howard’ın bir kalp krizi geçirip, öldüğünü öğrenir öğrenmez, 200 kilometre kadar ötedeki hastaneye gitti, cesedini teşhis etti. Avukatını buldu, vasiyet kasadan çıkartıldığında yanındaydı. Heyecanla göz gezdirdi. Cinayetle ilgili tek bir satır bile yoktu.

Gölden çıkan yeşil cesedin kimliği hálá meçhul. Wilbur Howard’ın karısının katili olduğu, bir varsayımdan öteye anlam taşımıyor. Cinayet, bir on yıl kadar sonra işlenmiş olsaydı, DNA analizleri sayesinde hem cesedin kimliği hiç bir kuşkuya yer vermeyecek biçimde anlaşılabilecek, hem de evdeki testerede, otomobilin ya da teknenin içinde, zavallı kadının kanı, saçı, derisi gibi bir delile ulaşılabilecekti.
Yazının Devamını Oku

Ikinci bebekle gelen adalet

30 Eylül 2008
İki aylık bebeğini zehirlemekle suçlanmıştı. Hiçbir şeyin onu hapisten kurtarması mümkün görünmüyordu. İdamı isteniyordu, ama ömür boyu hapis cezası aldı. Bu sırada bir çocuk daha doğurdu ve kader, karşısına temel bilimlere meraklı bir doktoru çıkardı. Dr. James Shoemaker, araştırmaları sonunda bebeğe yanlış tanı konduğunu ve yanlış tedavi uygulanması sonucu öldüğünü belirledi. Genç anne, St Louis Üniversitesi ve SmithKline Beecham laboratuvarlarını, ayrıca ölen çocuğun tedavisiyle ilgilenen çok sayıda doktoru mahkemeye verdi ve hatırı sayılır bir tazminat aldı.

1989 Haziranı’nda hayat çok güzeldi. Göle bakan küçük evlerinde, artık üç kişi olmanın mutluluğunu yaşıyordu. "Gözleri bana, saç rengi kocama benziyor" diye anlatıyordu genç kadın. Oğulları ikinci ayını geride bırakmıştı. 7 Temmuz, bir cumaydı. O gece her şey değişecekti. Genç anne biraz kaygılıydı. Bebeğini kucağına almış biberonunu veriyordu ama çocuğun birkaç gündür hiç iştahı yoktu. "Belki gazı vardır" diye düşündü kadın; ayağa kalktı, bir o yana, bir bu yana yürümeye başladı. Çocuk bütün yediklerini kustu. "Bu böyle olmayacak" dedi. "Yarın mutlaka hastaneye götürmeliyim."

Ertesi gün bebeğin keyfi de iştahı da yerindeydi. Düzeldi sandı kadın. Yanılıyordu. Bebek, o gece yeniden kusmaya başladı. Kadın, çocuğu alıp en yakın hastanenin acil servisine gitti.

Baktı, yeterince ilgilenmiyorlar; daha uzaktaki, daha büyük bir hastanenin çocuk aciline başvurdu. Orada bebeği muayene ettiler, incelemek üzere kanını aldılar, "Bu gece kalacak, laboratuvar sonuçlarını göreceğiz" dediler. Hastanenin, vücut sıvılarında zehir arayan bir laboratuvarı yoktu, bebeğin kanını iki önemli merkeze, SmithKline Beecham ve St. Louis Üniversitesi Toksikoloji Bölümü’ne gönderdiler. Akşama doğru sonuçlar geldi. Her iki laboratuvarın bulguları birbirinin aynıydı. "Yüksek miktarda etilen glikol..."

Doktor polisi aradı

Raporu görenin aklına, bir tek şey geliyordu. Etilen glikol, renksiz, şurup kıvamında ve tatlı bir alkoldür. Deterjan, parlatıcı ve bazı patlayıcıların yapımında işe yaramakla birlikte, plastik endüstrisinde, örneğin plastik şişelerin imalinde, vazgeçilmez bir yere sahiptir (Bu son yazdığıma özellikle dikkat etmenizi rica ederim.) Etilen glikol’ün bir diğer özelliği, suyun donma noktasını düşürmesidir. Bu yüzden, otomobil radyatörlerinde antifriz olarak kullanılır. Ancak, etilen glikol çok zehirlidir. Birkaç damlası bebekleri, 1-2 çorba kaşığı, erişkinleri hastanelik etmeye yeter.

Küçük bebeğin doktoru Robert Lynch, her iki raporda "Yüksek miktarda etilen glikol" yazdığını görünce, hastane polisini aradı. "İki aylık bebek kazaen antifriz yutmuş olamayacağına göre, anası ya da bir başkası onu öldürmeye çalışmış" dedi. Etilen glikol zehirlenmesinde ne yapılması gerekiyorsa onu yaptı, çocuğun damarından yavaş yavaş alkol verdi.

Savcı idamını istedi

Polis, soruşturmasını başlattı. Genç anneye, ailenin diğer bireylerine, komşulara sorular sorup durdu. 17 Temmuz’da bebeği taburcu ettiler. Ancak savcı, annesine teslim edilmesine izin vermedi, bir bakımevine yerleştirilmesini uygun gördü.

Anne, ara sıra bebeğini ziyarete gidiyordu. Ondan ayrılmanın üzüntüsü yetmiyormuş gibi, kocası ve ailenin diğer bireylerinin suçlamalarıyla perişan olmuştu. 4 Eylül sabahı, yine bakımevine gitti, oğlunu birkaç saatliğine kucağına aldı, mamasını yedirdi, ağlayarak evine döndü.

Sabaha karşı zil sesiyle uyandılar. "Evi arayacağız" dediler. "Oğlunuz ziyaretinizden sonra fenalaşmış, hastaneye kaldırılmış ve kanında yine etilen glikol bulmuşlar. Hem de mililitrede 911 mikrogram." Evdeki aramada, yarıya inmiş bir antifriz şişesi buldular. Şişeyi de anneyi de alıp götürdüler. Bebek, 7 Eylül günü öldü, otopside çıkartılan beyninde kalsiyum oksalat kristallerine rastladılar. İç organlarında etilen glikol buldular. Genç kadın, yargıç Kramer’in önüne çıkacağı günü beklemeye başladı, savcı George B. McElroy III, idamını istiyordu.

Kader mi, kısmet mi

Oğlunu zehirlemekle suçlanan kadın, tutuklandığında hamileydi aslında. Bir oğlu daha oldu. Bebeği bakımevine, anneyi cezaevine yerleştirdiler. Bir süre sonra bebeğin iştahı tamamen kesildi, kusmaya başladı, hastaneye kaldırdılar, inceden inceye araştırdılar. "Metil malonil asidemisi var" dedi laboratuvarın sorumlusu. "Kalıtımsal bir hastalıktır. Vücut bazı protein ve yağları yakamaz. Değişik tipleri vardır. Tipine göre, 50-100 bin doğumda bir görülür. Tedavi edilmezse erken yaşta öldürür. İlk çocuğu da bu yüzden ölmüş olabilir."

Mahkeme, bu olasılığı pek değerlendirmeye almadı. Çocuğun ölüm nedeni kalıtımsal bir hastalık olamazdı. Bir kere, kanında etilen glikol bulunmuştu. Evde, yarılanmış bir etilen glikol şişesi ele geçmişti. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, kadının son kez bakımevine gittiği gün, çocuğa mama verdiği biberon da incelenmiş, eser miktarda da olsa, içinde etilen glikole rastlanmıştı. Çocuğun beynindeki kalsiyum oksalat kristalleri, organlarındaki etilen glikol kalıntıları diğer kanıtlardı.

Kadını idam edemediler ama, denetimli serbestliğe imkán tanımayacak biçimde, ömür boyu hapisle cezalandırdılar. Kadının adı, Patricia Stallings’di. Yeniden gebe kalmasaydı, ikinci oğlunu doğurmasaydı, bu çocuk hastalıklı olmasaydı ve genç bir bilim adamının yaşam çizgisi onunkiyle kesişmeseydi, hálá cezaevinde olacaktı.

TEMEL BiLiMLERE MERAKLI BiR DOKTOR

Dr. James Shoemaker, 1981 yılında tıp fakültesini bitirmişti. Biyokimya ve Moleküler Biyoloji alanındaki doktorasını tamamlamış, hemen ardından St. Louis Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya Bölümü’nde çalışmaya başladı. Dekanı ikna etti, metabolik hastalıkların genetiğini incelemek üzere bir araştırma laboratuvarı kurdu.

Dr. Shoemaker, farklı uzmanlık alanlarından hekimlerin bir araya gelerek ilginç olguları tartıştıkları bir seminerde, cezaevindeki kadının metil malonil asidemili ikinci oğlundan haberdar oldu. Kadının ilk oğlunun, aynı hastalık belirtileriyle hastaneye kaldırıldığını ve öldüğünü, ancak kanında antifriz bulunduğunu öğrendi. Ölen çocuğun kanını ve otopside çıkartılan organlarını bir kez de kendisi incelemek istedi.

21 Nisan 1990 günü Dr. Shoemaker, çocuğun kanında beklenmedik bir madde buldu. Ama bu etilen glikol, yani antifriz değildi.

Doktor, çocuğun kanında propiyonik asit buldu. Bu sonuncusu, metil malonik asidemili hastaların kanında rastlanan bir maddedir. Zehirlerin aranmasında gaz kromatografisi - kütle spektroskopisi kullanıldığında, etilen glikol ile propiyonik asit birbirine karıştırılabilir. Nitekim, çocuğun kanını inceleyen laboratuvarlar, zehir aramaya odaklandıklarından, sonucu, etilen glikol diye yorumlamış, propiyonik asit olabileceğini akıllarına getirmemişti.

Dr. Shoemaker, biberondaki etilen glikolü de, usulüne uygun biçimde sterilize edilmemiş plastik şişenin çeperinden, biberon içindeki mamaya bulaşmasına bağladı.

Deneyleri bir kez de Yale Üniversitesi’nden Dr. Piero Rinaldo’ya tekrarlattı. "İnanamıyorum" diye isyan etti Rinaldo, "Birini idamla yargılıyorsunuz ve analizleri tekrarlatmıyorsunuz? Bu nasıl adalet?"

Daha da ileri gitti. "Etilen glikol zehirlenmesi sanıp, alkol ile tedavi etmişler. Beyindeki kalsiyum oksalat kristallerinin nedeni, etilen glikol değil, tedavi için verdikleri alkol. Her iki alkol de beyinde bu kristalleri oluşturur. Doğru teşhis konsaydı, ne çocuk ölürdü, ne de kadın cinayetle suçlanırdı."

Ürpertici sonuçlar

Ölen çocuğun bir mililitre kanında 911 mikrogram etilen glikol bulunduğu kayıtlıydı. Dr. Shoemaker, eline kalem kağıt alıp hesapladı. Bu durumda, iki aylık bebeğin 300 litre antifriz içmesi gerekirdi. Bu saçmalığın farkına varılmaması bir başka rezaletti.

Demek, kustuğu için hastane acillerine getirilen metil malonil asidemili çocukların bir bölümü, antifrizle zehirlenmiş sanılıyor, alkol verilerek tedavi ediliyor ve büyük bir olasılıkla ölüyorlardı.

Patricia Stallings katil değildi, katil olan toksikoloji raporlarının altına imza atanlar, buradan gelen raporlarda yazılanları doğruymuş kabul ederek, analiz sonuçlarını sorgulamadan tedaviye kalkışan doktorlar, yapılan tedavinin ne olduğuna bakmaksızın otopsi raporu hazırlayanlar, kısacası tüm sağlık sistemiydi.

Tahliye oldu ve tazminat kazandı

Genç kadın 1991 yılı Eylül’ünde serbest kaldı. Yanlış tedaviyi yapan Cardinal Glennon Hastanesi’ni, kanda propiyonik asidi bulamayıp, "antifrizle zehirlendi" diyen St Louis Üniversitesi ve SmithKline Beecham laboratuvarlarını, ayrıca ölen çocuğun tedavisiyle ilgilenen çok sayıda doktoru mahkemeye verdi ve hatırı sayılır bir tazminat aldı.
Yazının Devamını Oku

Meraklısı çok, modası geçmez, sinsi bir silah

28 Eylül 2008
2008 başında iki Iraklı subayın ailesi, yedikleri pastadan zehirlendiler, ikisi çocuk, dört kişi öldü. 18 Eylül 2008 günü, Atlanta merkezli Hastalık Denetleme Merkezi CDC resmen açıkladı ki zehirlenmenin nedeni talyum, yani fare zehiri ve doktorlara seslendi: Belirtileri öğrenin, önleminizi alın, bu tür suikast girişimleri artabilir. Talyum’un panzehiri Prusya Mavisi. Ve Irak’ta Prusya Mavisi yoktu.

1 NİSAN: Bir canlıyı öldürmek. Bedenine bıçağın sokulduğu an. Kanın sıcaklığı. O küçük iç çekme. Bunlar beni rahatlatıyor./images/100/0x0/55ead662f018fbb8f899e84e

5 MAYIS: Bugüne kadar çok sayıda hayvan öldürdüm. Hep aynı şey, hep aynı şey. Üstelik cesetleri ortadan kaldırmak bir hayli vaktimi alıyor.

10 AĞUSTOS: Hava açık ve güneşli. Çok güzel bir gün. Talyum tuzu satın aldım. Eczacı, bunun ne kadar tehlikeli bir madde olduğunun farkına bile varmadı.

11 EYLÜL: Annem kötüleşti. Bacağındaki ağrıdan yakınıyor. Oturduğu yerden kalkamıyor.

26 EYLÜL: Annemin vücudunda kırmızı lekeler oluştu. Nefes alması zorlaştı. Neden hastalandığını henüz kimse anlamadı. Yarın hastaneye kaldıracaklar. Sağlık sigortası olmadığını öğrendim. Bize pahalıya malolacak.

EKİM: Dün gibi, bugün de fotoğrafını çektim. Ağabeyim yanımdaydı. "Ne kadar garip bakıyorsun, korktum" dedi. Sayfanın yan tarafında annemin fotoğraflarını görebilirsiniz.

EKİM: Teyzem dedi ki, annem hayaller görmeye başlamış. Varolmayan böceklerin üzerinde gezindiğini sanıyormuş. Kapıdan içeriye giren beyaz gölgeler görüyormuş.

16 yaşındaki Japon kızın hatıra defteri burada bitiyor. İnternetteki blog’una kaydettiği ve bütün dünyayla paylaştığı bu satırları, aralarında sınıf arkadaşlarının da bulunduğu, Japon olsun olmasın pek çok kişinin okuduğunu, sayfaya bırakılan okur mesajlarından biliyoruz. Hatta kendi bloglarında bu sayfaya link veren, olan biteni tartışanlar da oldu ve bu tartışmalar sürüyor. Japon kızın bloguna şu anda artık ulaşılamıyor ama, pek çok kişi kendi sitesinde hatıra defterinin tamamını hálá yayınlamakta. Ne acıdır ki, hayvan öldürmeye başlayan ve bundan zevk alan hastalıklı bir beynin varlığından haberdar olanların hiçbiri, insan öldürmeye doğru giden bu süreci durdurabilecek en ufak bir girişimde bile bulunmamış.

Aslında, bu olaylardan dört yıl kadar önce, yani küçük kız henüz 12 yaşındayken, okul yıllığı için sorulan "En beğendiğiniz ve model aldığınız kişi kimdir?" sorusunu "Graham Young" diye yanıtlamıştı. Bu yaştaki çocukların model aldığı büyükler, genellikle anne, baba, ünlü bir sporcu ya da bir sinema oyuncusu iken, okul yıllığında "Graham Young" adını okuyanların "Bu yabancı da kim?" diye sormadığı ya da sorup öğrendiyse de, önlem alınacak bir girişimde bulunmadığı ortada. Çünkü bu ad, küçük kızın beyninde, ne gibi karanlık düşüncelerin gezinmekte olduğunu ve nelere yol açacağını apaçık ortaya koyuyor. Graham Young’ın, faaliyetlerine 12 yaşında başlayan, onlarca kişiyi zehirleyen, her yaptığını ve gözlediğini ayrıntılı biçimde hatıra defterine kaydeden Londra’lı bir seri katil olduğu fark edilseydi, hayat hem küçük kız, hem de annesi için bambaşka olurdu.

ANLAŞILMASIN DİYEKENDİNİ DE ZEHİRLEDİ

Annenin yatırıldığı hastane, kadıncağızı adım adım ölüme götüren rahatsızlığın nedenini talyum zehirlenmesi olarak belirleyince, aynı evde başkalarının da zehirlenmiş olabileceği düşünüldü, aile bireyleri hastaneye davet edilerek kanları alındı. Bir kişi hariç, kimsenin kanında talyuma rastlanmadı. O bir kişi, küçük kızın ta kendisiydi.

Sağlık Bakanlığı yetkilileri, yanlarına polisin olay yeri inceleme uzmanlarını da alarak, ana kızın zehirlendiği eve gittiler ve daha fazla zarar vermemesi için, fare mücadelesinde yaygın biçimde yararlanılan talyumun kaynağını aramaya başladılar. Küçük kızın odasından elleri boş çıktıklarını gören erkek kardeşi, "Cam kavanozları gördünüz mü?" diye sordu. Polis-

ler geri dönüp, araştırdıklarında cam kavanozları buldular. Bir kutuya doldurup götürdüler. Her birine, organların korunmasına yarayan bir sıvı doldurulmuştu: Formaldehid. Ve her birinin içinde farklı cisimler yüzüyordu. Onda bir kuyruk, bunda bir kulak, diğerinde bir baş. Kavanozlardakileri birbirine eklerseniz, neredeyse bir kedinin tamamı ederdi.

Kızın odasında başka bir şey daha bulundu. İnternet bloguna da not ettiği gibi, eczacının sorgusuz sualsiz sattığı, talyum tozundan geri kalanlar.

Soruşturma sırasında, tıpkı hayran olduğu seri katil Graham Young gibi, başkalarını zehirlediği ortaya çıkmasın diye, kendisinin de ölümcül olmayacak dozda talyum yuttuğu, yaz boyunca her sabah annesinin çayına azar azar talyum eklediği ortaya çıktı.

Japon kızı, Şizuoka Aile Mahkemesi’nde yargılandı. Anthony Holden’in 1974’te yazdığı, "St Albans Zehircisi: Graham Young’un Yaşamı ve Cinayetleri"ni, ayrıca Agatha Christie’nin Ölüm Büyüsü’nü (The Pale Horse) okuduğunu, Young’ın yaşam öyküsünü konu eden 1995 yapımı The Young Poisoner’s Handbook adlı filmi seyrettiğini anlattı.

Savcı, onun bir erişkin gibi cezalandırılmasını istedi. Baba, "Aslında öldürmeye niyeti yoktu. İyi bir fen öğrencisidir. Deney yapmak istemişti" diyerek kızını savundu.

Yargıç Hiroyuki Anegawa, kızın cezaevine değil, uzunca bir süre için ıslahaneye yerleştirilmesine ve psikiyatrik tedavi görmesine karar verdi. Annenin şuuru ise, bir daha hiç açılmadı. Kıssadan hisse: 1) Okul yıllıklarında yazılanları önemseyin. 2) Fen derslerine merak, sadece sınavlarda iyi not almaya yaramaz!

AGATHA CHRISTIE’NİN ÖLÜM BÜYÜSÜ

Talyum zehirlenmesi, bulantı, kusma, ishal, sinir uçlarında ağrılı duyarlılık, vücutta kızarıklıklar ve saç dökülmesi ile kendini gösterir. Bu nedenle, polisiye yazarların, katillerine severek kullandırttığı bir zehirdir. Yavaş yavaş öldürmesi, zehirlenme bulgularının başka hastalıklarla karıştırılması, suçlunun bulunmasını bir hayli zorlaştırır.

Ünlü polisiye yazarı Agatha Christie zehir bilgisini, II. Dünya Savaşı sırasında, 1939’dan 45’e kadar çalıştığı Londra Üniversitesi Hastanesi’nin eczanesine borçludur. Cinayet silahı olarak talyumun kullanılabileceğini de, bu eczanenin sorumlusu Harold Davis’den öğrenmiştir. 20 yıl kadar sonra Agatha Christie bu tavsiyeye uyacak ve Türkçeye Ölüm Büyüsü olarak çevrilen The Pale Horse’da, kurbanlarını talyumla öldürecek, romanın kahramanı tarihçi Mark Easterbrook için ilk ipucu, talyumun saç dökme özelliği olacaktır.

Ölüm Büyüsü, saçı doğal olarak dökülen pek çok kişiyi, "beni zehirliyorlar" diyerek boşuna hastane acillerine koşturmuştur ama, roman sayesinde hayatı kurtulanlar da olmuştur.

Bilinen örneklerin en ünlüsü, İngiltere’nin Bovingdon kasabasındaki John Hadland limited şirketindeki işçilerin başına gelendir. 1971 yılında, burada çalışan 70 kadar kişinin birçoğu hastalanmış, aralarından ikisi ölmüştü. Önce bunun bir salgın hastalık olduğu sanıldı. Hastalığı bulaştıranın bir haşere olduğu düşünüldü. Adı bir türlü konamadığından ona, "Bovingdon Böceği" dendi. Agatha Christie’nin romanını yeni okumuş olan Dr. Hugh Johnson, talyum zehirlenmesinden kuşkulandı ve katilin aynı işyerinde çalışan Graham Frederick Young olabileceğini iddia etti. Polis, adı geçenin evini aradı ve talyumla birlikte daha pek çok zehir buldu.

Young, üvey annesini talyumla öldürdüğünde henüz 12 yaşındaydı. 1960 ve 70’li yıllar arasında, ailesinin bireylerini, arkadaşlarını ve aynı işyerinde çalıştığı kişileri, kimi zaman antimon, kimi zaman talyumla sistematik olarak zehirledi, en az ikisini öldürdü. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar hatıra defterine kaydetti. İşte, talyumla annesini zehirleyen Japon kızının örnek aldığı seri katil, bu adamdır.

POLİSİYE OKUYANLAR HAYAT KURTARIYOR

Agatha Christie’nin Ölüm Büyüsü sayesinde kurtulduğunu bildiğimiz iki kişi daha var. Bunlardan ilki, karısının yemeğine talyum kattığı Latin Amerikalı bir erkektir. Karşı komşu, 1975’te Agatha Christie’ye yolladığı mektupta, adamcağızın sona yaklaştığını, Ölüm Büyüsü’nü okuduğu için fark ettiğini ve polise haber vererek adamı kurtardığını yazmıştır.

Agatha Christie, olağanüstü titiz bir yazardı. Zehirlenme belirtilerinin gerçeği tam olarak yansıtmasına büyük önem verirdi. Ölüm Büyüsü’nde, talyumla zehirlenenlerin başına gelenleri öylesine ayrıntılı anlatmıştır ki, ölümünden bir yıl sonra, 1977’de, Katar’dan Londra’ya bilinci kapalı olarak getirilen 19 aylık bir kız bebeğe doktorlar teşhis koyamadığı halde, romanı okumuş olan bir hemşire, saçlarının dökülmesini talyum zehirlemesine bağlamış, yapılan idrar analizlerinde haklı olduğu anlaşılmıştır. Üç hafta sonra eve dönecek kadar sağlığına kavuşan küçük kızın öyküsü, British Journal of Hospital Medicine adlı tıp dergisinde yayınlanmıştır. Sonuna bir not eklidir: "Hemşire Marsha Maitland’a sezgileri, aramızdan ayrılan Dam Agatha’ya yazdıkları için teşekkür ederiz" (Dam, kadınlara verilen şövalyelik ayarında bir asalet unvanıdır).

TALYUMUN PANZEHİRİ PRUSYA MAVİSİ

Eski KGB ajanı Nikolai Khokhlov da bir talyum kurbanıdır. 1957’de karın ağrısı, bulantı ile başlayan ve hızla saçlarını döken rahatsızlığından kuşkulanarak Almanya’ya kaçmış, talyumla zehirlendiği anlaşılmış, uzun tedavilerden sonra hayatı kurtulmuştu.

Khokhlov’dan 50 yıl sonra, eski KGB ajanı Aleksander Litvinenko’nun da, önce talyumla zehirlendiği sanılmış, ajanı öldürenin talyum değil, polonyum olduğu sonradan ortaya çıkmıştı.

Bir zamanlar suikastçıların ideal silahı olarak ün yapan talyumun belirtileri artık iyi biliniyor. Üstelik, Prusya Mavisi gibi çok etkili bir panzehiri de var. Tabii önemli olan, tanıyı koyanların elinde bu maddenin bulunması. 2008 Şubat’ında Bağdat’taki bir sosyal tesiste yönetici olarak görev yapan iki Iraklı subay, emekli bir askerin hediye olarak getirdiği pastaları eve götürdüler. Pastaları yiyen aile fertleri rahatsızlanıp hastaneye kaldırılınca talyumla zehirlendikleri anlaşıldı. Tedavi için Prusya Mavisi bulunmadığından hastalar Amman’a gönderildi. Ne yazık ki, zehirlenenler arasından dördü, kurtarılamayarak öldü.

CIA’NIN CANINI SIKAN İDDİALAR

CIA’nın, Küba’nın efsanevi başkanı Fidel Castro’yu kimi zaman öldürmek, ama genellikle halkın karşısındaki itibarını iki paralık etmek amacıyla planlar yaptığı söylenir durur. Halka hitap ederken bir anda saçma sapan şeyler söylemesi, acayip hareketler yapması için, radyo stüdyosunun havasına ya da ağzından düşürmediği purosuna bir kimyasal madde katma fikri, bu maddenin ne olacağına karar verilemediğinden hayata geçirilememiş. İçkisine, mendiline, giysilerine bakteri bulaştırma ve ucuna enjektör takılı tükenmez kalemle bedenine zehir enjekte etme planlarının yapıldığı söylense de, sanırım bu iddiaların en ilginci, talyumla ilgili olanıdır.

Castro’nun saçını, sakalını dökerek karizmasını çizmek isteyen CIA, boyanırken, ayakkabılarının içine talyum dökmek istemiş. Böylece, Castro’yu ayağının tabanından zehirlemeyi planlamışlar. Bu proje de uygulanamadan rafa kalkmış. Sanırım, lideri öldürmeden saçını dökecek dozu hesaplayamamış olmalılar.

CIA adının, bir başka talyum dedikodusuna daha karışmışlığı var. 1983 yılında Nikaragua, CIA’nın, bir diplomat, politikacı ve Katolik papazı olan Miguel d’Escoto’yu talyum katılmış konyakla zehirlemeye kalkıştığını iddia etmişti. d’Escoto, bugünlerde New York’ta toplanan BM 63. Genel Kurulu’nun başkanlığını yapıyor.
Yazının Devamını Oku