KESİN tarihi hatırlamıyorum ama büyük ihtimalle 1974 yılıydı.
Bir akşam New York'ta arkadaşlardan bir tanesinin evinde toplandık.
Çoğu tanıdığınız insanlar; isimlerini saysam ‘‘bunların hepsi bir odada uzunca süre birbirlerini boğazlamadan nasıl oturdular ki acep?’’ diye sorardınız.
O dönemde hepimiz Türkiye'yi kurtarmak için seçilmiş insanlar olduğumuza inanmaktaydık. Bu nedenle de birbirimize karşı duyabileceğimiz kin ve nefretleri bu ulvi amacımız uğruna görmezlikten geliyorduk. Olası sorunuzun cevabı bu işte.
Neyse o gece çoğumuz yere oturmayı tercih ettik. Odadakilerin yüzde 80'i -ki bu grup içinde gayet tabii ki ben de vardım- bağdaş kurmayı beceremiyordu, ama buna rağmen bağdaş kurma denemelerinde bulunduk.
Yaptığımız bilimsel tespitlere göre ezilmişler, yoksullar ve mazlumlar bu şekilde oturmayı tercih ediyordu. Biz de New York'tan ilk fırsatta ülkemize dönüp onların lideri olarak kurtulmalarını sağlayacağımızdan, bu görevimize manevi hazırlık olarak bağdaş kurmamız da doğaldı.
Öyle oturmayı en iyi becerenlerimiz yoga dersine devam edenlerdi; ancak onları biz tam devrimci olarak görmüyorduk. Çünkü, yoga gibi bir yumuşaklığı ancak küçük burjuvalar yapardı.
Ne yazık ki onlara da tahammül etmek zorundaydık. Onlar bizim zorunlu yol arkadaşlarımızdı. Dağlardan şehirlere zaferle indikten sonra onları da tasfiye edeceğimizden içimiz rahattı.
Herkes bir şekilde yere çömüştükten sonra, gecenin en maksimum olayı da başladı.
Kafa çekip, strateji ve taktik tartışırken, ‘‘Amerika katil, Amerika katil’’ diye bağırıp çağıran bir türkücünün hezeyanlarını dinledik.
Çok kötüydü türküsü; üstelik ‘‘katil’’ kelimesini de bir tuhaf söylüyordu. ‘‘Katt...il’’ türü bir ses çıkarıyordu.
Çoğumuzun gözleri doldu. Amerika gibi ‘‘katt...il’’ bir ülkede esir hayatı yaşamak zorunda olduğumuz için hayata lanet okuduk. Güzel memleketimiz gözlerimizde tüttü.
* * *
Güzel memleketimizde ise kimsenin umurunda değildik biz.
Daha doğrusu bizi ciddiye alması gerekenler, dediklerimizle kesin ilgilenmiyorlardı.
Bizle ilgilenmesini en son istediklerimizin ilgisi ise haddinden fazlaydı.
Sonunda devletin aşırı ilgisi nedeniyle ölenler de oldu, işkence çekenler de, yaşamı başka bir şekilde altüst olanlar da.
Haklarını savunmayı üstlendiğimiz ve ısrarla ‘‘sınıf’’ olarak adlandırdığımız kitleler tarafından bu şekilde dışlanmak bizi üzdü tabii.
Ancak içten içe sevinmedik de denemez bu duruma. Açık yüreklilikle konuşmak gerekirse, o haklarını savunduğumuzu sandığımız insanların yaşam biçimi, tavırları, davranışları bize tamamen uzaktı.
Solcu aydınlar, toplumun en çok okuyan, hayata dair kafa yoran ve gayet tabii ki halktan tamamen kopuk olan insanlardı.
Başka türlüsü de olamazdı zaten. Türkiye gibi geri kalmış bir toplumda ancak elitler solcu olabilirdi. Bu gerçek bugün için de geçerli.
Sol ise kendi trajedisini, bu gerçeği kabul etmek yerine bunu sürekli reddetmeye çalışarak kendi elleriyle hazırladı.
Halkın doğal olarak iyi olduğu, tek başına bırakıldığında güzeli bulacağı, güzeli aradığı ve istediği, bunun önündeki tek engelin hákim sınıflar olduğu, bu engel olmasa Türkiye'nin sıradan insanlarının yeryüzünde bir cennet yaratabileceği yalanı uyduruldu ve buna inanıldı.
Türkiye ortamında sıradan insanların çoğunluğunun solcu oldukları takdirde Türkiye'ye olsa olsa Khamer Rouge rejimi geleceğini, İslam'ı veri alarak siyaset yaptıkları ve iktidara geldikleri takdirde de en fazla Taliban rejimi kurulacağı gerçeği, solcuların hayallerinde yaşattıkları halk imajı nedeniyle hep kafaların arka planına atıldı.
Anlayacağınız, Türkiye'de solculuğun asıl belirgin özelliği, kendisine sürekli yalan söylemesi ve bu yalana inanmasından ibarettir.
Aslında teorik düzeyde ne derlerse desinler, bu ülkenin solcuları mazlumla omuz omuza değildir, olamazlar da. Çünkü mazlum ona düşmandır, istemez onu.
Bugün solculuğun ne olduğunu tekrar tartışan bütün arkadaşlar da bu acıklı durumun farkındadırlar. Açıkça pek söylenmez bu, gerçek ‘‘sınıf’’ analizlerinin arasına gizlenir. ‘‘Sınıf’’ analizlerinin güzelliği, kendi içinde tutarlı ve hemen her şeyi açıklayıcı yapısı, acı gerçeğin saklanması için ideal kılıftır.
Yalanın dışına çıkılabilse çok şey başarılacak da, içinde kalınması için o kadar psikolojik baskı var ki, bunun olması mümkün değil galiba.
Bu memleketin en akıllı ve düşünmeyi beceren insanları solcu; ben hálá buna inanırım.
Onlar topluma ısrarla mesajlarını veriyorlar, ama Türkiye'de onca acıya, kitlelerin fakirleşmesine rağmen mesajlar yerine gitmiyor. Gitmeyecek de. Bu trajik bir olay ve bunu hákim sınıflar ve baskıcı ortam yerine gerçek nedenleriyle inceleyip bu halkı deşifre edebilecek tek insan grubu da solcular aslında.
Niyet olsa bu gerçekleşecek ama niyeti ifade etmeleri o kadar güç ki.