21 Şubat 2002
<B>SEVGİLİ </B>üst düzey yöneticilerim,<br><br>MERHABA!<br><br>Esas konuma geçmeden önce hepinizin yaklaşan bayramını kutlar, sağlıklı, mutlu, uzun yaşamlar dilerim. Bu zorunlu teknik girişi yol üstünden çektikten sonra şimdi esas meseleme gelelim.
Saygıyla arz etmek isterim ki çok uzun bir süredir ulusal sınırlarımız içinde yaşamaktayım.
Son gelmiş olduğum noktada kendimi F-tipi cezaevindeki mahkûmlar gibi hissetmeye başladım, yani uzun süre dışarılara gidememek bende her insanda olmayacak derecede aşırı alerjik reaksiyon yaratmaktadır.
Durumumun vahimliğinin farkında değildim aslında, Rana'nın benden gizli olarak Cumhuriyet Savcılığı'na yapmış olduğu başvuruyu görünceye kadar farkında değildim bir şeyin.
Detayla başınızı ağrıtmayayım, o başvurunun tümünü burada yayınlamayacağım ama özet olarak o dilekçesinde Rana benim köpeğimiz Afet'i doğramaya niyetli olduğumu, kendisi bir sabah uyandığında benim köpeği elimde bıçakla kovaladığımı gördüğünü, Afet'in bunu da bir oyun zannederek kaçmaya da çalışmadığını, kendisi müdahale etmeseydi onu oracıkta doğrayacağımı ileri sürmüş ve benim tutuklanmamı istemiş.
Açıkça söyleyeyim böyle bir şeyi yaptığımı katiyen hatırlamıyorum.
İlk önce karıma bunu reddedeyim dedim ama bana köpeğin üzerine kırmızı keçe kalemle çizilmiş olan işaretleri gösterince biraz olsun sorumlu olabileceğime ikna da olmadım değil hani. Gövdesinin çeşitli bölümlerine keçe kalemle yuvarlaklar çizip ‘‘biftek’’, ‘‘bonfile’’ diye yazmışım, hatta ‘‘Güzel tava olur’’ diye bir not bile koymuşum.
O bunu da oyun sanmış, vücudunu yalamış, dili de kırmızı olmuş ve o kırmızılaşmış dil de bana çok daha güzel bir yemek olasılığını hatırlatıyor açıkça söylemek gerekirse. (Kendi sosunda üç saatte fırında pişen dil, yanında patates.)
Özet olarak söylemek istediğim şu ki durumum gerçekten vahim.
***
Bana ne diyebilirsiniz, benimle ilgilenmeyebilirsiniz.
Ancak bunu yapmanızı katiyen tavsiye etmiyorum, kendi iyiliğiniz için başka alternatifleri düşünmeye başlamanızı rica ediyorum. Yurtdışı göreve talibim.
İrlanda'nın batısı ile Chigago'nun doğusu arasında herhangi bir şehre Hürriyet muhabiri olarak gitmeye gönüllüyüm. Bu tavizi vermeye hazırım.
Şimdi aranızda kötülük yapmayı bir sanat haline getirmiş olan bazılarınız -ki bu konuda akla gelen tek bir isim var ve onu burada tekrarlamak istemiyorum çünkü ne demek istediğimi herkes hemen anlamıştır umarım- benim bu dediğimi kabul ettiğini söyleyip beni Dominik Cumhuriyeti'ne filan atadığını tebliğ etmeye kalkabilir, bunu hissediyorum. Teknik olarak haklı da olur, çünkü tarif ettiğim coğrafi alanda böyle bir tuhaf ada da var. Ancak bilmeniz gereken bir şey var, emin olun oraya da giderim.
Dominik Cumhuriyeti'nde kısa süre önce devlet başkanı olan kişi hem sağır hem de kördü.
Evet bu ülke hem sağır hem de kör olan bir kişi tarafından yönetildi uzunca bir süre.
Dolayısıyla orayı çok merak ediyorum. Ayrıca başka bir şey daha da var. Yurtdışına yerleşme konusunda benim değişmeyen tek ilkem gideceğim her ülkenin Türkiye'den çok daha iyi yönetiliyor durumda olması şartıdır.
Eh, Dominik Cumhuriyeti kör ve sağır başkan döneminde bile bu kriteri tutturuyordu şimdi haydi haydi beni tatmin edecek durumda olmalıdır mutlaka.
Haiti'ye de giderim Hürriyet muhabiri olarak. Ancak orayı seçerseniz bu sizin geleceğiniz açısından pek iyi olmaz kanısındayım çünkü orada Tontons Macoutes adında bir grup var, işleri orijinal biçimlerde insan öldürmek ve eğer oraya gidersem onlardan öğreneceklerimi bir süre sonra ülkeye dönüp size uygulamalı olarak göstereceğimden emin olabilirsiniz. (Geri döndüğümde ben ‘‘Serdar Papa Doc Turgut’’ olarak çağrılmak isterim, bunu da hatırlayın.)
Sevgili üst düzey yöneticiler,
Orijinal önerilere açığım, bu yerler dışında başka atanabileceğim yer öneriniz varsa onları da açık yürekle dinlerim, yeter ki biraz gideyim ya.
Eğer ipucu istiyorsanız beni arayın, sesimi duymaya tahammülünüz yoksa e-mail atın sorun, size bazı şehir alternatiflerini sıralayabilirim.
Hürriyet hiyerarşisinin altlarından gelen bu umutsuz çığlığı ne olursunuz dinleyin!
Sevgiler, saygılar
Serdar Turgut-part time gazeteci-full time koca, part time kasap, full time yurtdışı muhabir aday adayı.
Yazının Devamını Oku 20 Şubat 2002
<B>Rumuz: Aşk<br><br>Soru: Sevgili Serdar Amca. Bu yıl Sevgililer Günü'nü nasıl geçirdin?</B> Cevap: Sayın Aşk. Bu yıl Sevgililer Günü'nün her yılkinden çok daha güzel ve özel olmasını istiyordum. Dolayısıyla 14 Şubat için çalışmalarıma dört ay öncesinden başladım. Ben hayattaki bütün meselelerin teorik çalışmayla çözüleceğine inanan bir insanım. Sevgililer Günü'ne hazırlanırken de ağırlığı teoriye verdim ve Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Y. Yılmaz'ın toplu eserlerini -ki bunu ben İngilizce söylemekten daha hoşlanıyorum ‘‘The Collected Works of Mehmet Y. Yılmaz’’- satır satır okumaya başladım. Biliyorsunuz, bilmiyorsanız da şimdi öğreneceksiniz, kendisi aşk meselesi üzerine dünyada en fazla yazı yazma rekoruna sahip genel yayın yönetmenidir. Eskiden de arada bir genel yayın yönetmenleri bu tür konularda denemeler yaparlardı, ama onların kafası karışıktı. Onlar aşk üzerine yazdıklarını zannediyorlardı ama aslında seks üzerinde yazıyorlardı ve okuyucular o zamanlar ikisinin farkını bilmediklerinden onları da büyük yazar zannediyordu. Ama şimdi durum değişti. Yeni genel yayın yönetmenleri, ikisinin farkını iyi biliyorlar ve bu yüzden aşk konusunda sıkı teoriler öne sürebiliyorlar. Neyse, 4 ay boyunca onun yazdıklarını okuduktan sonra şu kararı verdim: Gelecek yıldan itibaren Sevgililer Günü kutlamaları mutlaka ve acilen yasaklanmalı. Çünkü bir yasaklanma getirilmediği takdirde, Mehmet Yılmaz bu konuyu çözmek için uğraşmalarını sürdürecek ve sonuçta bir genel yayın yönetmeni daha kurtarılması katiyen mümkün olmayacak derecede çıldıracak. Benden söylemesi yani.
* * *
Rumuz: Yaklaşan Bayram
Soru: Bayram geliyor amca. Bunun sende yarattığı hisleri bana anlatabilir misin?
Cevap: Yaklaşan Bayram evladım. Sadece bu bayram değil her bayram bende büyük bir hüzün yaratıyor birkaç yıldır. Çünkü bilirim ki bayram gelince hayatımda çok önemli yeri olan bazı şeyler eksik kalacak, onları özleyeceğim, bayramda herkes mutlu olurken ben geçici de olsa kaybetmiş olduğum önemli şeylerin hasretini duyarak yaşamaya çalışacağım, ama bunu başaramayacağım. Birkaç yıldır her bayram aynı duyguları yaşıyorum. Bunun olmaması için, benim de bayramları herkes gibi coşkuyla yaşamaya başlayabilmem için tek çözüm var. Hasan Cemal'in bayramlarda yazmama ádetinden vazgeçmesi gerekiyor, ama ne yazık ki ortada bunu yapacağı yolda bir işaret de yok. Yani şu anda hepiniz mutlu bayram günlerine neşe içinde hazırlık yaparken, ben yaklaşan acılar için, onun yazılarından eksik kalacağım günler için daha şimdiden mateme girmiş durumdayım bile.
* * *
Rumuz: Tarih
Soru: Amcacığım. Bugünkü medya, tarihi bir tiyatro eserinde nasıl canlandırılırdı, bu konuyu açabilir misin?
Cevap: Pek sevgili Tarih. Hürriyet Gazetesi'ni Roma dönemindeymiş gibi düşünelim. Tiyatro eserinde Maksimus ve Minimus adında iki karakter olsun. Minimus karakteri bana benzesin, Maksimus da Ertuğrul Özkök'e. Onun neden illa da Maksimus karakterini seçeceğini nereden bildiğimi sorarsanız, onu da anlatayım. Yıllar önce Amerika'da televizyonda ‘‘Kral ve Ben’’ adlı müzikali izliyorduk onunla. Birden şovun ortasında aniden bana döndü ve ‘‘Biliyor musun, ikimiz şu müzikalde rol alsaydık sana ‘Ben' karakteri ne kadar da yakışırdı değil mi’’ diye konuştu. Yani anlayacağınız, ona Maksimus daha uygun düşecek her halükárda. Neyse piyeste Maksimus, Minimus’a akla hayale gelmeyecek kötülükler yapar durmadan. Onu hiç dinlemez, dinler gibi yapar ama onu duymaz, ona söylediklerini söylemiş olduğunu hatırlamaz ve imparatorun ona bağlayacağı maaşı da hep düşük tutmaya çalışır. Ve piyesin son sahnesinde Minimus, Maksimus'u çıplak elleriyle boğar. Boğma sahnesi Grand finaldir, üç dakika sürer ve iş sonuçlanınca da perde iner.
* * *
Rumuz: 159
Soru: Serdar Amca. Sen yazıların nedeniyle hakkında hiç dava açılmamasıyla övünmüştün bir kez, doğru hatırlıyor muyum?
Cevap: Sevgili, pek şirin 159. Bir devlet büyüğümüzün zamanında dediği gibi ‘‘Dün dündür, bugün de bugün’’. Ve buna bir ekleme yapmak gerekirse eğer, yarın da yarın olacaktır gayet tabii ki. Bilmem anlatabiliyor muyum?
Yazının Devamını Oku 19 Şubat 2002
<B>TURGUT Özal,</B> bir konuşmasında bizim ahaliye <B>‘‘çoğal’’ </B>talimatını vermişti. Daha fazla ve hızlı çoğaldığımız takdirde dünyayı fethetmememiz için bir neden yoktu ona göre.
O konuşma yapıldığı sırada Bulgaristan ile göçmen krizini yaşıyorduk.
Bizim insanımız öyle yumuşak başlı değildir, her sözü dinlemez, kafası basarsa dinler, basmazsa bildiğini yapar.
Ancak tarihte bugüne kadar ‘‘çoğalın’’ talimatına uymayan Türk de yok gibidir. Öyle böyle çoğalmak da değil söz konusu olan, bir başladılar mı durmuyorlar; üç, dört, beş, on, Allah ne verdiyse yani.
Ve bu talimatıyla o zamana kadar da pek uyuduğu söylenemeyecek olan canavarı şahlandırdı Özal.
Maşallah mesir macunu da çok tüketiliyor olmalı bizim memlekette, bugünlere geldik işte. Neredeyse ikiye katlandık sayı olarak o talimatın verildiğinden bu yana.
Bu arada o konuşmanın yapıldığı günlerde sorunlu olduğumuz Bulgaristan ise küçülme yoluna gitti.
İlk önce zaten, daha fazla olmak için çırpınan Türklere bir iyilik yaptı ve kendinde bulunan Türk asıllı Bulgar vatandaşlarını bize postaladı.
Sonra da nüfus artışını yavaşlattı.
Bugün gelinen noktada Bulgaristan neredeyse Avrupa'nın en dinamik ülkesi. Yepyeni atılımlar yapıyor, nüfusuna kaliteli eğitim verme imkánına sahip bir Avrupalı ülke.
Artan insan sayısını ‘‘büyük’’ olmak sanan bizim ülkede ise durum içler acısı.
2.5 milyon insan yurtdışına kaçıp kurtulmak için yabancı elçilikler önünde neredeyse nöbet tutuyor.
Müthiş bir kalitesizlik sarmış toplumu.
Cahil söylemler, politika diye ortaya atılıyor.
Nüfusun büyük bölümünün dünyadan haberi yok.
Sayısı artan toplumda cahillik almış başını yürümüş.
Ve Türk işadamları, ilk fırsatta yatırımlarını Bulgaristan'da yapıp ülkelerinden çıkmak için uygun fırsat gözlüyor.
Çoğalmayı başardık, bunun dışında hiçbir şeyi başaramadık anlayacağınız.
***
Ben, Recep Tayyip Erdoğan kadar ufuksuz, düşünce sistematiğinden uzak, ne söylediğinin farkında olmayan ve de üstelik liderlik iddiasında olan bir insan görmedim.
Hiçbir birikimi de yok anladığım kadarıyla.
Eksikliklerini demagoji ile tamamlamaya çalışıyor, bunu kabadayı edalarla yapıyor ve bunun Türkiye'ye yeteceğini sanıyor.
Türkiye gibi karmaşık, sorunları çok ve iddiaları büyük olduğu halde potansiyeli eritilen bir ülkeye kendisinin lider olabileceği gibi bir halüsinasyona kaptırmış kendisini Erdoğan.
Gayet tabii ki çoğalmayı başarıp da başka hiçbir şey yapamamış, onun doğal oy kitlesi olan insanlar, kendi liderlerinden fazla bir kalite de beklemiyorlar anladığım kadarıyla.
Saçmalamalarını alkışlıyorlar ve onun Türkiye'ye layık kaliteli bir lider olduğuna inanıyorlar büyük ihtimalle. Çünkü çoğunluğun kalite anlayışı da onun sunduklarıyla, özlemleriyle sınırlı zaten.
Alan memnun veren memnun, aralarında konuşup duruyorlar.
Şimdi yeni talimat da yeni liderden geldi. Daha fazla çocuk yapacaklar, Türkiye daha fazla kalabalıklaşacak, yeni doğan çocuklar aç kalacak, Türkiye daha da batacak ve büyük ihtimalle talimatı verenler içten içe sevinecekler.
Çünkü onların siyasi açıdan var olabilmeleri, Türkiye'de işlerin kötüye gitmesine, dibe vurmamıza bağlı.
Yeniden büyüyen, gelişen, güçlenen Türkiye'de oy oranlarının barajı geçmelerine belki izin verecek düzeyde olacağını biliyorlar ve kötülük olacağını bile bile cahil insanları yanlış yönlendiriyorlar.
Kötülük yapma üzerine kurulmuş bir siyasi anlayışın, bugün Türkiye'de en yüksek oy potansiyeline sahip olmasının, yaşanan sosyolojik felaketin boyutunu ortaya koyduğunu umarım aklı başında insanlar görüyordur.
Yazının Devamını Oku 18 Şubat 2002
<B>MİNİCİK </B>kediyi gördünüz değil mi hepiniz?<br><br>Umarım görmüşsünüzdür fotoğrafını. En fazla üç dört haftalık olmalı. Sevecen, güzel bir yüzü var.
İnsanlara karşı sevgiyle dolu olduğu da belli bakışlarından.
Ürkeklik de var gayet tabii ki ama sevgiyi alınca bunun geçeceği de belli.
Hep öyle olur zaten, kediye köpeğe sevgi verirseniz onun birkaç misli yoğunluktaki sevgiyle karşılık verirler size.
O kedi, gazete sayfalarında ölüm haberiyle yer aldı.
Reklam filmi çekeceğiz diye minnacık kalbini sıcak spotların altında yordular, büyük ihtimalle denileni kolay yapsın diye ilaçla da uyuşturdular ve sonunda o kalp dayanamadı yüke ve durdu.
Ve ben işte onun o suratını, yorulmuş bakan suratını katiyen kafamdan atamıyorum sevgili okurlar.
***
Böyle bir şey nasıl olabilir ben anlamıyorum.
Anlama, algılama boyutlarımın dışında bu olay.
Gerçekten söylüyorum, kavramakta zorlanıyorum olan biteni.
Bir insan nasıl olur da böyle bir olaya yol açar da sonra vicdan sızıntısı duymadan yaşayabilir ki?
Üstelik bu işe yol açanlar reklam sektöründen, sinema sektöründen gelen insanlar.
Yani yaptıkları işlere, davranışlarına, yaşamlarına uzaktan bakınca en azından bu tür insanların hayvan sevgisine sahip olacaklarını düşünürsünüz.
En azından ben bu olaydan önce öyle düşünürdüm.
Ama yok, sevgisizlik, medeniyetsizlik, acımasızlık, artık Türkiye'de sınıflar üstü bir hal almış durumda.
Başka ülkelerde günlerce büyük skandal olarak konuşulacak bir olay bu ve bizde hayvan sevgisi olan genel yayın yönetmenleri sayesinde haber oluyor ama toplumun büyük bölümü bu haberden etkilenmiyor.
Taş gibi olmuş insanların kalpleri, öylesine bakıyorlar olan bitene ve üzerinde fazla durmadan geçiyorlar bu cinayetin.
***
Bir kediye, bir köpeğe sevgiyle yaklaşan, onlara sevgiyle sarılan bir insanın kötü olabilmesi bence mümkün değildir.
O sarılmadan, bir yalanmadan, bir mırıltıdan alacağınız sevgi o kadar yoğundur ki bunu yaşayan bir insanın daha iyi bir insana dönüşmemesi imkánsızdır.Bu minnacık tüylülerin ne kadar da yoğun bir duygu dünyası olduğunu bilmezseniz, onların nasıl sevindiklerini, üzüldüklerini, rüya gördüklerini, nasıl hastalandıklarını, sizinle mutluluklar yaşadıklarını hiç görmemişseniz, bunu yaşamamışsanız o zaman reklam filmi çekilirken yüreği durdurulan kedi haberi sizin yüreğinizi dağlamaz doğal olarak.
Ben ise olayı ilk okuduğumda da, onu her hatırlayışımda da içimde çok derin bir sızı hissediyorum. Bir ülkenin medeniyet düzeyi evcil hayvanlarla insanlarının kurduğu ilişkinin yoğunluğuna da bakılarak anlaşılabilir. Bu kriterle bakıldığında ülkemiz hiç de iç açıcı olmayan bir manzara arz etmektedir.
Yazının Devamını Oku 17 Şubat 2002
Sakın ha bunu gecikmiş bir yazı olarak görmeyin.<br> Gerçi başlığa bakarsanız öyle bir izlenim uyandırmakta...
Ancak yazı sevgililer gününe gelen tepkileri görmeden yazılamayacaktı, o nedenle birkaç gün beklemek zorunda kaldım.
Aslında gelen tepkileri görünce beklememenin boşu boşuna olduğunu da gördüm ya haydi neyse...
Her yıl 14 Şubat'ta bazı insanlar aynı havalara giriyorlar. Her yıl aynı soru onlara soruluyor, aynı cevap alınıyor ve bu kısır döngü hiç bitip tükenmeden sürüyor.
Dolayısıyla bu konudaki bir yazıyı geçen yılki 14 şubat tarihli gazeteleri okuduktan sonra bu yıl 13 Şubat'ta da gayet rahatlıkla yazabilirdim ve hiç kimse de olan biteni anlamazdı bile.
* * *
Derdim şu. Nedense 14 Şubat'a da tepki koyulması gerektiğini düşünen insanlar var.
Bunlar birkaç kategorideler:
1- Benim için her gün Sevgililer Günü, bunu özel bir günde kutlamamın ne alemi var ki diyenler. En sinir olduğum insanlar bunlar çünkü bu tavırlarıyla 14 Şubat'ta sevgilileriyle keyif yaşayanları aşağılayıp, onları sadece tek bir günde bu işi yapıp unutan kategorisine de koyuveriyorlar bu tavırlarıyla. Sorsanız ‘‘peki kardeşim ben bugün böyle davranıyorum, geri kalan 363 günde de şunları yapıyorum peki sen bugün hiçbir şey yapmıyorsan geri kalan 363 günde ne yapıyorsun ki benden daha özel olduğunu iddia ediyorsun şunu bana bir anlatsana yahu’’ deseniz, çok farklı bir şey söyleyemeyecekleri de kesindir ama buna rağmen hemen her 14 Şubat'ta aynı havayı atarlar hiç usanmadan.
2- Sevgililer Günü'nün batı taklitçiliği olduğunu söyleyenler. Bunu söyleyenler arasında gerçekten de batıya karşı olanlar var, onlara diyeceğim bir şey gayet tabii ki yok en azından kendi içlerinde tutarlılar. Ancak bir de Yılbaşını, Cadılar Bayramı’nı kutlayan kesim var bu kategori içinde ve onlardan da bazıları iş sevgi gününü kutlamaya gelince bunun batı taklitçiliği olduğunu kendilerinde hiçbir çelişki hissetmeden ifade edebiliyorlar.
3- Bunun emperyalizmin bir oyunu olduğunu, kapitalist ülkelerin daha çok mal satmak için böyle özel günler icat ederek halkı tüketmeye teşvik ettiğini söyleyenler. Diyelim ki dedikleri doğru olsun bunun halk açısından ne gibi bir sakıncası var bunu anlamış değilim. Yani alan memnun satan memnun bir tek uluslararası ilişkiler uzmanları memnun değil bu olup bitenden. Bu kategoride olanların büyük bölümü 'ülkem için seve seve..' adlı tüketime teşvik kampanyasına bunu sırf Türkler yapıyor diye seve seve katılıp bunun milliyetçi bir tavır olduğunu söylemekte de bir çelişki görmeyebilirler.
* * *
Diyeceğim şu ki her yıl aynı tepkileri vermek yerine ‘‘isteyen istediğini yapsın, isteyen 14 Şubat'ı kutlasın, isteyen de kutlamasın bana ne ki yani bütün bundan’’ demek daha kolay değil mi?
Meseleye böyle yaklaşılırsa hem herkes rahatlar hem de biz her yıl aynı tepkileri gazetelerde okumaktan kurtulup, strese girmeyiz.
Yazının Devamını Oku 15 Şubat 2002
<B>İSTANBUL'</B>da toplanan İKÖ-AB Ortak Forumu'nda Libya Dışişleri Bakanı'nın yaptığı konuşma bence çok ilginçti. Bakan Shalgam, ‘‘Siz eşcinseller arasında nikáh kıyıyorsunuz. O evliliklere ses çıkmıyor... Ama İslam'daki çok evliliği eleştiriyorsunuz... Bu mu uygarlık çatışması’’ demiş konuşmasında.
Espri mi yapmak istedi bilmiyorum ama bu düşünce biçimi dünkü yazımın devamı bir yazı yazmam için neden oluşturmakta.
Dünyaya bu tür bakan bir zihniyetin var olabilmesi bile dünyada medeniyetlerin ne yazık ki eşit olmadığını, çok eskilerde eşit durumda olsalar bile bugün gelinen noktada eşitliğin net olarak bozulduğunu göstermektedir.
Neden böyle dediğimi açmalıyım.
***
Evet bir yanda artık eşcinsel evliliğe izin vermekte olan bazı Batı ülkeleri var.
O noktaya gelinmesi için büyük mücadeleler yaşanmış bu ülkelerde.
Çok değil daha 30 yıl önce eşcinsellik Amerika'da tedavi edilmesi gereken bir ruh hastalığı olarak sınıflandırılıyordu.
Eşcinseller örgütlenip cinsel özgürlüklerini utanmadan yaşamak, cinsellikleri nedeniyle aşağılanmamak, ayrımcılığa uğramamak, toplumda kendilerine eşit bireyler olarak davranılmasını sağlamak için büyük mücadeleler verdiler.
İlk başta onlara karşı olan, en azından sempatiyle bakmayan toplumun diğer kesimlerinin de kendi mücadeleleri sürecinde eğitimden geçmesine yol açtılar.
Eşcinsel olmayan insanlar onları dinleye dinleye sonunda onların üstünde sırf cinsel tercihleri nedeniyle kurulmuş olan baskının haksız olduğunu anlamaya, kabul etmeye başladılar.
Ve sonunda Batı toplumu eşcinselliğin diğer cinsel tercihler gibi ‘‘normal’’ olduğunu, kişiye ait olduğunu, yetişkin bir bireyin cinsel tercihiyle tanımlanamayacağını anladı, bu konuda toplumsal uzlaşma sağlandı.
Eşcinsel evlilik sağlanmış olan bu toplumsal uzlaşma ortamında atılmış nihai bir adımdır ve eşcinsel toplumsal hareketin tarihini bilenler açısından hiç de şaşırtıcı olmayan bir sonuç noktasıdır.
İnsanlara bu şekilde cinsel tercihlerini korkmadan, özgürce, toplum tarafından anlayışla karşılanarak yaşama hakkını veren toplumlar medeni toplumlardır.
***
Libyalı bakanın bu tür ülkelere karşı öne sürdüğü madalyonun öbür ucuna bakalım bir de.
Benim bildiğim kadarıyla dört eşle evlenme zamanında Arap ülkelerinde kadınların ezilmesini engelleyici bir işlev oynamıştır. Ancak zaman değişmiş, toplumlar değişmiş, kadın hakları denilen bir olgu yine Batı'dan dünyaya yayılmış, kadınlar özgür bireyler olarak erkeklerle bire bir aynı haklara sahip olmuşlar.
Ne yazık ki bazı toplumlar bu gerçeği görmemekte ısrarlılar ve kendi medeniyetlerindeki bu tür bir tercihin Batı'da uzun mücadeleler sonunda kazanılmış bir birey olma hakkıyla eşit değerde olduğunu öne sürerek medeniyetler arasında bir eşitlikten söz etmektedirler.
Sonuçta bu modern gelişmelerin illa da dışında kalma ısrarları nedeniyle çokeşli evliliğin birey olarak kadınları nasıl ezdiğini, onun tüm varlık hakkını nasıl elinden aldığını, kadının insan haklarını nasıl da ezdiğini görememektedirler.
***
Birtakım düşünürlerimiz ‘‘medeniyetler’’ kavramını kullanmakta ısrar ediyorlar.
Ben bu fikirde değilim. Cinsel tercihlere özgürlük verenlerle kadını ezenler eşit düzeyde medeni olamaz.
Bu ikisinin eşit medeniyetler olduğunda ısrar ederseniz, bir zamanlar dünyaya bilim ve kültür yaymış olan İslam ülkelerinin neden yıllar içinde ezilen ülkeler durumuna düştüklerini anlayamayız ve bu durumdan çıkma yollarını da tekrar kapamış oluruz.
Bizim aydınlar ‘‘siyasi açıdan doğru’’ görünmek, ezilmiş olanın yanında durur olmak gibi nedenlerle açık sözlü davranmıyorlar bence.
Ezilmiş olanın yanında durmak için onun ezilmişliğini yaratan bazı unsurları da ‘‘doğru’’, ‘‘o kültüre özgü’’ ve ‘‘o medeniyetin ürünü’’ diye tanımlamanın dünyada ülkeler arasında eşitliği sağlama yönünde asıl büyük engeli oluşturduğunu görmüyorlar mı acaba?
Yazının Devamını Oku 14 Şubat 2002
<B>DÜNYADA </B>var olan her kültürün eşit değerde ve önemde olduğunu iddia eden, buna inanan bir yaklaşım hákim oldu Batı dünyasındaki toplumsal söyleme. Kültürel rölativizm deniliyor buna (cultural relativism).
Batı'nın kendi emperyalist geçmişine bir tepki olarak gelişti bu aslında.
Emperyalist ve kolonyalist geçmişte ‘‘ötekilere’’ yapılanlar öylesine rahatsız etti ki Batı insanının vicdanını, kültürel rölativizmin bir anlamda vicdan temizleme işlevi gördüğü anlaşıldığı an hemen herkes buna sarıldı.
‘‘Ötekilerin’’ düşünce sistemleri, topluma bakışları, vicdan temizleyeceğiz diye gazlanarak ön plana çıkarıldı ve sonunda Batı felsefesinin, örneğin bir Afrika kabilesinde yaratılan dünyayı algılama biçimiyle eşdeğerde, aynı ağırlıkta olduğu bile iddia edilmeye başlandı.
Bunu abartmak için söylemiyorum; bugün Amerika'da üniversitelerde, kültürel rölativistlerin yarattığı zihinsel terör nedeniyle ‘‘beyaz yaşlı adamlar’’ olarak saldırılan büyük filozofların düşünceleri yerine feminist teorisyenler, ‘‘Afrika çalışmaları’’ adıyla kurulan kürsülerde okutulan ‘‘siyah tarihler’’ ön plana çıkarılmış ve hem üniversitede eğitim kalitesi dibe vururken hem de Amerika'da tutarlı bir düşünce üretilmesi çok zor olmaya başlamıştır.
* * *
Bunları ‘‘dış dünya’’dan haberler vermek için yazmıyorum.
Kültürel rölativizm, bulaştığı her toplumu içten içe kemiren, sosyal eşitlik, insanların eşitliği gibi soyut ve soyut olduğunca da yalan olan bir düşünceye sahip çıkar gibi gözükerek, aslında tarihte ezilmiş grupları hiçbir tutarlı fikir üretmeden bu kez de ezme gücüne sahip kılmaya uğraşan bir hastalıktır.
Bugün bu Türkiye'de de bir tehlike haline almaya başlıyor, bunu hissediyorum.
Her ülkede olduğu gibi Türkiye'de de bu kültürel rölativizme sahip çıkanlar, genellikle sol gelenekten gelen insanlar.
Aslında Marksizm de, kültürel rölativistlerin saldırdıkları ‘‘beyaz yaşlı adamlar’’, yani filozoflar geleneğinden gelmektedir, ama o geleneğe sahip çıktıkları iddiasında olanlar şimdi ya bunu unutarak, ya da geçmişe bir tepkiyle hareket ederek kültürlerin eşitliği kavramı altında, aslında daha üstün olduğunu bildikleri bir düşünme geleneğini, alt düzeye çekerek başka düşünme gelenekleriyle eşitleme gayreti içindedirler.
Bunu yaparak kendi vicdanlarını rahatlatmak mı istiyorlar, buna ne ihtiyaçları var, onu bilemem ama Türkiye'de daha felsefe bilinmezken, düşünce gelenekleri can çekişmekteyken başlatılan bu kültürlerin eşitliği hareketinin topluma vuracağı darbe, Amerika'da yaşananlardan çok daha vahim olacak, ülkenin geleceği daha da kararacaktır, bu da bilinsin.
* * *
Kültürel rölativizme inandığını söyleyenler ‘‘gerçeğin’’ toplumdaki güç sahipleri tarafından kendi hegemonyalarını korumak üzere oluşturulmuş olan bir sosyal tertip olduğunu düşünürler.
Onlara göre her kültür eşittir, gerçek denilen şey hangi kültürün olaya baktığına göre değişir ve hangi kültür kendi gerçeğine doğru derse bunu sorgulamak da başkalarına düşmez.
Ben ise insanlığın büyük bir felsefi geleneğe sahip olduğuna, bütün kültürlerin katiyen birbirine eşit olmadığına, her toplumda kurtuluşun klasik bir eğitimle felsefi geleneğe sahip çıkılarak sağlanabileceğine, bunu da ancak toplumdaki Eflatuncu anlamda düşünen elitlerin yapabileceğine inanırım.
Türkiye'de kurtuluş fırsatı gitgide elden kaçıyor. Zaten elde de fazla bir şey yoktu aslında ama şimdi ‘‘aydınlar’’ kendi vicdanlarını rahatlatmak ve siyasi baskılar tarihimizin vicdanlarda yarattığı tahribatı biraz olsun iyileştirmek için, gerçeği gerçekten görmemize yardımcı olacak tek düşünce biçimine bilinçli olarak darbe vurmaya ve tamamen dışında olmaları gereken sosyal hareketlere destek olmaya başladılar.
Sonunda darbeyi yiyen kendileri olacak, bunun da farkında değiller ne yazık ki, ama o zaman da olan yine bu topluma olacak.
Düşüncenin intiharı da böyle oluyormuş demek ki.
Yazının Devamını Oku 13 Şubat 2002
<B>DÜŞÜNME </B>süreçlerimiz üzerinde linguistik bir terör uygulanıyor, bugün de bunu bilmenizi istiyorum. Baksanıza, bir süredir medeniyetler çatışmasının var olduğundan söz ediliyordu.
Bugün de Türkiye sayesinde medeniyetler uzlaşması zirvesi lafı ortalıkta dolaşıyor.
Ve siz bir anda, çatışma, uzlaşma filan falan derken meselenin öbür yüzünü, yani medeniyet kelimesinin her defasında çoğul olarak kullanılmasındaki sakatlığı atlıyor ve bu yanlış fikri empoze etmek, yani birden fazla medeniyet varmış gibi sizi kandırmak isteyenlerin de tuzağına düşüveriyorsunuz.
Bu linguistik terörün tam da Noam Chomsky'nin, yani dildeki hákimiyet süreçlerini araştıran bir bilim adamının Türkiye'de olduğu bir anda ortaya çıkması da bu işte sıkı bir komplo olduğu yolunda izlenim yaratıyor, ancak komplo teorilerine girmem Rana tarafından yasaklandığı için bu meselenin de üzerine fazla gitmem mümkün değil.
* * *
Medeniyeti ölçmek için benim tek bir kriterim var arkadaş!
Gece televizyonun karşısına elimde içkimle oturup (Başlarım referandumuna şimdi. Açtırma ağzımı benim de uslu ol, bilmem anlatabiliyor muyum), evet içkimle oturup kanallara bakmaya başladığımda, seyretmeye değer dizi ve filmleri hangi ülke veya ülkeler üretmişse onlar medeni, gerisi de gayri medenidir.
Bu kriterle işe baktığımda üzülerek söylemem gerekiyor ki, dünyada tek bir medeniyet vardır, o da Los Angeles ile Londra arasında kalan bölümde yer almaktadır. Londra'nın doğusundan başlayan bölüm ise bu kriter doğrultusunda mutlaka ama mutlaka başka bir adla kategorileştirilmelidir.
Ne demek istediğimi şöyle anlatayım:
Siz hiç Afganistan yapımı güzel bir polisiye film izlediniz mi?
Veya ne bileyim, Irak yapımı romantik bir aşk komedisi?
Suudi Arap yapımı televizyon dizisi diye bir kavram var mı?
Mazoşist değilseniz ve cezalandırılmaktan hoşlanmıyorsanız, Pakistan dizi filmi izleyebilir misiniz?
Yemen'de yapılmış, o ülkenin yemek kültürünü tanıtan dokümanter dizisi diye bir şey olabilir mi?
Bunları akılda tutup bir de şunları düşünün bakalım:
Seinfeld, West Wing, Chigago Hope, Sopranos, Sex and the City, Simpsons, Married with Children, Fawlty Towers.
Bilmem anlatabiliyor muyum?
* * *
Dolayısıyla dün İstanbul'da başladığı iddia edilen medeniyetler uzlaşması zirvesi bir aldatmacadan ibarettir.
Medeniyet çoğul değil tekildir. Şovları, filmleri üretenleri kapsar sadece bu kavram. Bu nedenle de tekil olan bir şeyin kendi kendiyle zirve yapması, çatışmalara filan girmesi imkánız, bırakın imkánsızı son derece de abuktur.
Ortada bir çatışma veya uzlaşma varsa, bu olsa olsa medeniyetle televizyon programı yapmayı bilmeyen ülkeler topluluğu arasında olan bir şeydir ve bunun tanımlanması için de mutlaka başka kavramlar yaratılması gerekir.
Sırası gelmişken, çatıştığı iddia edilen tarafların uzlaştığı iddia edilen sözde zirvenin, İstanbul gibi televizyon programlarının kalitesi konusunda dibe vurmakta olan bir şehirde yapılması da, tarihin bize oynadığı son şaka olarak değerlendirilmelidir.
Yazının Devamını Oku