12 Şubat 2002
<B>TÜRKİYE </B>son derece dinamik bir ülke.<br><br>Sabit olarak kalabilen hiçbir şey yok gibi bu toplumda. Yani Batı ülkelerinden bir tanesinde yaşasanız, orada ortalama 25 yaşında iken kendinize bazı hayat hedefleri koyar ve bunlarda çok az değişiklikler yaparak ölür gidersiniz zamanı gelince.
Ama burada kendinize ne hedef koysanız, onlar ertesi yıl mutlaka demode olurlar ve siz hiç bitip tükenmeyen bir yeni hedefler koyma mücadelesi içinde tükenip gidersiniz.
Türkiye yine değişti son birkaç ay içinde ve ben hayattaki hedeflerimin ne olacağı konusunda yeni bir liste yapmak zorunda kaldım.
Bunları siz sevgili okuyucularımla paylaşmak istiyorum bugün.
***
İşte hayattaki yeni hedeflerim:
‘‘Gaydırıgubbak Cemilem’’ adlı halk oyununu en kısa zamanda mükemmel olarak oynamayı öğreneceğim. Hayret bir şeydir yani; bunca zamandır Bodrum'dayım, yanı başımda Muğla'da ‘‘Gaydırıgubbak Cemilem’’ oyunu dersleri veriliyormuş ve bundan benim haberim olmuyor. Hürriyet Gazetesi olmasa yine de olmayacaktı. Dün haberi okudum öğrendim ‘‘Gaydırıgubbak Cemilem’’ kurslarının nihayet açıldığını. Size bir şey söyleyeyim mi; araştırmacı gazetecilik bu memlekette ölmüş be kardeşim, baksanıza 20 yıldır bu işi yapıyorum, daha burnumum dibindeki önemli gelişmelerden bile bihaberim, pes yani!
***
‘‘Názım'la Yaşam’’ adlı bir kitap yazacağım. Bu fikir, ‘‘Názım'la Dans’’ adlı bir balenin sahneye konulmasının an meselesi olduğunu yine Hürriyet'teki bir haberden öğrenmemle kafama düştü. ‘‘Názım'la Yaşam’’ adlı kitabımda, hayatı boyunca Názım Hikmet hakkında öğrenilmesi gerekli olmayan tüm detay bilgileri sürekli olarak öğrenmek zorunda kalan bir sade Türk vatandaşının hazin öyküsü anlatılacak. Toplumdaki Názım Hikmet anılarının yoğunluk kazanmasıyla gitgide çıldırma noktasına gelen bu sade vatandaş, romanın sonuna doğru Názım Hikmet'in tuvalet ádetlerinin nasıl olduğuna kafayı takacak ve bu soruya cevap bulamadığı için de intihar edecek. Kitap asıl o noktadan sonra trajikleşecek; çünkü onun intiharından kısa süre geçtikten sonra resmi Názım Hikmet dokümanterleri kanalında, onun tuvalet ádetlerinin ne olduğu konusuna da açıklık getiren 3 dizilik bir program daha yayınlanacak.
***
Ve hayattaki son yeni hedefime sıra geldi. Bu biraz siyasi bir hedef. Biliyorsunuz, uzun zamandır yeni bir siyasi çıkış arama çabalarım var. Teknokratlar hükümeti önerim maalesef hayata geçirilemedi ve her şey havada kaldı. Ben de yeni bir girişim yapmak zorundayım hayatımın bu aşamasında; çünkü Türkiye kurtarılmayı bekliyor. Memleketin yeni bir heyecana, dalgalanmaya, ikinci bir kurtuluş savaşı heyecanını yaşamaya ihtiyacı var. Bu nedenle de çok uzun istişareler yaptıktan sonra nihai kararımı vermiş durumdayım. Ben de bu ülkede uzun yıllardır ilk kez anlamlı siyasi tavırla ortaya çıkan, bu memleketin insanlarının anlayacağı türde mesajlar vermesini bilen, bu memleketi tanıyan, şu anda var olan bütün diğer siyasi hareketlerden çok daha anlamlı olan bir yeni oluşuma katılmaya karar verdim. ‘‘Nuri Alço’’ siyasi oluşumuna katılma kararım bu memlekete, yavru vatan Kıbrıs'a, yurtdışındaki Türklere ve ABD'deki Meluncan kavmine hayırlı olsun. Yaşasın ‘‘Nuri Alço Revival Organization’’, kahrolsun her ne kahrolacaksa ve hoşgeldin özgürlük.
Yazının Devamını Oku 11 Şubat 2002
<B>FİLM </B>yapıyorlar, merak edip ben de izliyorum. Bana göre dünyada yapılmış en kötü filmlerden bir tanesi ve espri diye yaptıkları şeye bence 3 yaşındaki çocukların bile arkalarıyla gülmeleri lazım. Zaten 20 yıldır filan da orijinal tek bir espri üretemediklerinden bu durum şaşırtıcı da değil aslında ama ben yine de bir umut bekliyorum sadece tek bir espri olabilir mi diye ama olmuyor işte. Ama bu arada bakıyorum da seyirciler her aptal lafta neredeyse yerlere yuvarlanacaklar, o kadar mutlular. Oyuncular tüm film boyunca arkalarını dönüp sadece yellenseler ona da çok ama çok gülecekler büyük ihtimalle.
Kitap almak için dükkándayım. Bir şarkı çalıyor içerde. Olağanüstü kötü, öyle kötü ki anlatamam size. Lafları korkunç, adamda ses katiyen yok, her şey detone. O kadar vahim ki durum artık sonunda dayanamıyorum, hayatta ilk kez, yapacağımı hiç düşünmediğim bir şeyi yapıyorum ve yetkiliye giderek ‘‘Allah aşkına ne bu, bu korkunç şeyi susturun lütfen’’ diyorum, adam o kasetin yüz binlerce sattığını, şarkıların herkesin ağzında olduğunu anlatıyor.
Televizyonda program var. Geri zekálı bazı zombi beyinliler, oturmuşlar geyiklere bile saçma sapan gelecek düzeyde konuşmaya çalışıyorlar. Kelime dağarcıkları 100, bilemediniz 150 ve konuşuyorlar yine de. Aptal aptal gülüyorlar, aralarında bazıları durup dururken şarkı söylemeye başlıyor belki beni de birileri keşfeder de meşhur olurum diye umaraktan. Aslında o benim mağazada duyduğum kişiden çok daha güzel söylüyor ama ne yazık ki adamda tip de yok üstelik. Ve bu program bende insanlığın geleceği hakkında var olan düşük düzeydeki beklentilerimi bile yavaş yavaş cımbızla çeker gibi içimden alıp çekerken bu program tüm Türkiye'nin izlenme rekoru kıran şovu haline geliveriyor bir anda.
Güzel bir film oynuyor, filmde aslında son derece dramatik bir sahne var ama salondaki insanların çoğu o sahnede gülüyorlar. O anda korktum gerçekten de ama Allah'tan gülmeleri fazla uzamadı. Konuşabileceklerini düşünsem çıkışta neden güldüklerini soracaktım ama buna gülenlerin konuşmayı başarabilmeleri kesinlikle imkánsız olmalıydı, bu yüzden de vazgeçtim kamuoyu araştırmasını yapmaktan.
Arkadaş otel odasında mangal partisi veriyor. Fotoğrafları görmeden bile, fikir olarak bile korkunç geliyor bu bana, fotoğrafları görünce insanlık tarihinin sonu geldiğine inanıyorum artık ama bu olayın filminin yayınlandığı televizyon programı da izlenme rekorları kırıyor.
Bu işleri artık çözümlemeye, anlamaya çalışmıyorum bile.
Görünen o ki kaliteyi ne kadar daha çok aşağıya çekmeyi başarırsanız o ölçüde büyük beğeni kazanıyorsunuz bu ülkede.
Ne kadar bayağılaşırsanız, ne kadar zekánızı sıfırlarsanız, kelime dağarcığınızı 100'ün altına indirirseniz, cahilleşirseniz, o kadar büyüyorsunuz toplumun gözünde.
Nedeni belli değil bunun, nasıl bu duruma gelindiği de meçhul çünkü tarihte hiçbir toplumda insanların büyük bölümünün düşünceyi sıfırlamaktan bu kadar mutlu olduğu bir vaka da yok başka. Yani örneklere bakarak olan biteni anlamak da mümkün değil.
O filmi yapanlara, şarkıyı söyleyene, dizileri yapanlara, zevksizlikleri gözümüze sokanlara hiç kızmıyorum.
Kızılacak varsa o da onlara alkış tutan beyinsiz kitlelerdir ama onlara da kızmıyorum.
Bu çizilen tabloda kızılacak değil sadece acınacak insan toplulukları var ve şunu bilin ki bu durumdaki bir sosyolojik olgudan sonuç olarak olumlu bir gelişme çıkması mümkün değildir.
Ve bütün bu gelişmeler ortasında var olmaya çalışan artık sayısı neredeyse binlere düşmüş bir insan kitlesinin yapabileceği tek şey tüm topluma paralel bir yaşam kurarak, bütün bu olanları görmemeye çalışarak yaşamayı seçmektir.
Başka çare yok, çünkü bu insanların da bir yaşamı var, o yaşam da kısa ve kendisine saygısı olmayan kitlelerin, bana aşağılanma olarak gelen her şeye alkış tutarak kendisini batırması sürecinde bize de bir yerlerden bulaşıp bizi de kendisiyle birlikte aşağıya çekmeye çalışmasından artık tiksinmeye başladım açıkça söylemek gerekirse.
Yazının Devamını Oku 10 Şubat 2002
<B>KOMEDYENLERİN </B>sahne rutinlerini tanıtma serimi bu hafta <B>Denis Miller </B>ile sürdürüyorum. O sahnede sakin ve gülümseyen bir suratla, belirli konularda uzun monologlarıyla meşhurdur.
‘‘Sesli şikáyet’’ de denilebilir onun yaptığına yani.
Bakalım aşağıdaki örneklerden beğenecekleriniz olacak mı?
*
Bir zamanlar tuvalet temizleyerek hayatımı kazanmaya çalışıyordum. Ancak beni gece nöbetinde çalıştırıyorlardı hep. Herhalde müdür ‘‘Evet Dennis iyi bir çocuk, yetenekli aslında, potansiyeli de var ama henüz daha esas şova hazır değil’’ diye düşünmüş olmalı ki beni gündüz tuvalet temizleme görevine hiç vermedi.
*
Son derece basit gibi gözüken işleri neden tamamen içinden çıkılmaz sorunlar haline dönüştürüyorum bilmem ki. Geçenlerde bir dergiye abone oldum, fatura geldi ödedim. Sonra ikinci bir fatura daha geldi. Telefon ettim, yanlışlarını hemen düzelteceklerini söylediler. Ve tabii ondan sonra aynı dergiden düzenli olarak iki adet yollamaya başladılar evime. Bir tanesinde isim olarak ‘‘Dennis Miller’’ yer alıyordu, diğerinde de ‘‘Denise Miller’’ yazıyordu abonenin ismi olarak. Şimdi iki sorum olacak. Bir, aynı adrese iki dergi birden göndermekte olduklarını nasıl olup da fark etmezler ve iki, nasıl olup da benim aynı zamanda bir travesti olduğumu öğrenmeyi başardılar.
*
Bugünlerde bir konuda insanların size yardımcı olmasını istediğinizde nüfusun yarısı ‘‘Bu benim işim değil’’ der, diğer yarısının ise yapmayı iddia ettikleri iş konusunda tek bir nosyonları bile yoktur. Örneğin basit bir talebiniz olur ve eğer sigara içilmeyen bir otel odası talep ederseniz size verilen odanın zincirleme sigara tiryakisi olan Denis Leary'nin parmakları gibi kokacağına emin olun.
Ya da odanızın kapısına ‘‘Lütfen rahatsız etmeyin’’ yazısı asarsanız bilin ki bir süre sonra temizlikçiler odanıza New Meksiko eyaletinde kaçak Meksikalı işçi olduğu ihbar edilen binaya dalan göçmen bürosu ajanları gibi dalacaklardır.
*
Üniversiteden mezun olduktan sonra Pittsburg şehrinde bir dondurmacı dükkánında tezgáhtar olarak çalışmaya başladım. 21 yaşımda, başımda káğıttan bir şapka, dondurma satmak için orada öyle durup, diğer iki tezgáhtar oğlanın bana sürücü kursu imtihanındaki soruların çok zor olup olmadığı yolundaki sorularını dinlerken, beş yıl önce okulda aynı sınıfta okuduğum okulun en güzel kızı kapıdan girdi dükkána. Beni görünce de utancını gizlemek için bir anda şeker mi daha iyi, yoksa kek mi daha yararlı konusunda konuşmaya başlayınca ben de tam o anda o yüzyıl içinde tek bir kadınla bile yatmamın imkánsız olduğunu anlamıştım artık.
*
Sadece şu basit şeyi istiyorum. Yeni satın almış olduğum çok fonksiyonlu uzaktan kumanda aleti komşumun bağlı olduğu diyaliz makinesini durdurup durmasın hep ve sadece kendi işini yapsın, televizyonumu açıp kapasın.
*
Ereksiyonu uzun sürdüren kremlerin şişme bebeklerdeki hareket mekanizmalarını bozduğunu neden bu kremlerin kapağına yazmazlar ki. Takip edebiliyor musunuz dediğimi? Ne diyorsunuz, çok mu net konuşmaya başladım? Peki o zaman bu espriyi unutun, onu hiç okumadığınızı farz edin.
*
Erkekler güzel bir gün sonrası, batmakta olan güneşi seyrederlerken, ‘‘Acaba şu anda muhasebecim kim bilir bana nasıl da oyunlar oynuyor, ne sürprizler hazırlıyordur’’ diye düşünürler, bunda tuhaf bir şey görmezler ve bu acı gerçeği de kimse değiştiremez.
*
Yaşlanmış eski rock yıldızlarının, yeni yaptıkları video kliplerde kendileriyle aynı yaşta olan kadınlarla görülmelerini kanun hükmü haline getiren bir yasa değişikliği bir an önce ve hızla gündeme gelmelidir.
*
Lüften ama lütfen seksten sonra kadına ‘‘Geldin mi’’ diye sorma kardeşim. Artık sen büyük bir oğlansın Bay Clouseau ve bu muammayı kendi başına çözüp anlamaya başlamalısın artık.
Yazının Devamını Oku 8 Şubat 2002
<B>HABERİ </B>BBC'de izledim.<br><br>Dünyada mide ve böbrek kanserinin en yoğun olarak yaşandığı ülke Çin Halk Cumhuriyeti'ymiş. Devletin kurduğu fabrikaların atıkları, istisnasız hemen her durumda halkın içtiği, kullandığı suya bulaştığından, korkunç bir salgın gibi yaşanıyormuş bu kanser türleri Çin'de.
Düşünsenize, kendinizi bir ‘‘Halk Cumhuriyeti’’ diye öne süreceksiniz, ezilen sınıfları savunan teoriyi sahipleneceksiniz ve sonra da halkı ezmekle yetinmeyip artık dolaylı yoldan öldürmeye başlayacaksınız.
Ne kadar mide bulandırıcı bir sistem bu değil mi?
***
Marksizm'in temelinde bu çelişki daima oldu.
Teoride birçok değer savunuldu, çok tutarlı görünen ağırlıklı laf edildi.
Ancak iş bütün bu söylenenleri pratiğe dökmeye gelince, edilen laflar, teori bir tekmede yana itildi.
Bu zaten biliniyor, bunun üzerinde çok laf söylendi, çok kafa patlatıldı, biliyorum ama bu son olay, çok çarpıcı ve utanç verici olduğu için meseleyi bir kez daha hatırlamakta, düşünmekte yarar var bence.
İktidardayken aynen bir faşist rejim gibi davranılmaya başlanması, Marksist teoriye inananların bir trajedisidir aslına.
Teoride ortaya konulan tutarlı argümanlar, eleştiriler hiçbir zaman gerçek yaşamda, iktidardayken yansımasını bulmamış, yaşam teoriyi hep ezip geçmiş ve bu çelişki de anlamlı bir siyaset olarak solu içinden sürekli yiyip bitirmiştir.
Sonunda da gelinen noktada Marksist sol, her zaman eleştiren, eleştiride hep haklı olan, ama eleştirdiğinin yerine ne koyacağını da tarihsel süreç içinde adım adım bilememeye başlayan bir trajik hal almıştır.
Bugün sol düşüncede olan insanların yaptıkları en iyi şey eleştiridir. İnsani olan her tavır, her düşünce onların eleştiri mekanizmalarının hedefidir.
Arada doğru laflar da söylenir, ancak iş ‘‘peki ne yapılacak, alternatif nedir’’ diye sorulunca da, daha önceki tarihsel deneylerde söylenen ve iktidara gelinince de tekmeyle yana itilen laflar tekrarlanır yine.
Bunun bir kısırdöngü olduğunu, çıkışının olmadığını ilkeleri savunanlar da bilir; ancak teori o kadar güçlüdür, onu da terk etmek o kadar zordur ki, bu çelişkiyle kendi kısırdöngülerinin içinde yaşamak zorundadır insanlar.
***
Teori ile pratik arasındaki bu kopukluk, Marksistler tarafından ‘‘reel politik’’ kavramıyla anlaşılmaya çalışılmıştır.
‘‘Reel sosyalizm’’ kavramı, bir anlamda var olan sosyalist rejimlerin yaptıklarının, kendi halklarına karşı acımasızlığının teoriyi bağlamaması gerektiğini düşünerek oluşturulmuştur. Umulan da budur.
Gerçekten teoride söylenen onca güzel sözden sonra pratiğin bu derece acımasız oluşu, teoriye yapılan bir tür hakarettir de.
Ama o iktidar ‘‘reel’’, bu iktidar ‘‘reel’’ derken, onlar bizi bağlamaz denilirken, sonunda teorinin atıf yapabileceği tek bir deneyim de kalmadı ortada.
Bunun teoriyle ilgili kuşkuları da ortaya çıkarması zamanı artık gelmedi mi acaba?
Yazının Devamını Oku 7 Şubat 2002
<B>KENDİSİNİ </B>yazar sanan her insanın yaptığı yanlışı ben de tekrarlamaya karar verdim. Hayır paniklemeyin, ben de şiir yazmayacağım.
Biliyorsunuz, dünyada ve Türkiye'de az düşünme kapasitesi olan insanları ağlatan şarkı sözü yazabilen her insan, kendisini aynı zamanda şair saymakta.
Dolayısıyla şiir yazmaya girişen insanın, bunun ön şartı olarak okuma yazma bilmesi gerekliliği de tamamen ortadan kalkmış durumda.
Gazetedeki magazin haberini yüksek sesle okumayınca anlamayan insana ‘‘meslek nedir’’ diye sorsanız, şairim diyecek; durum o kadar içinden çıkılmaz hal aldı anlayacağınız.
Kitlesel eylemlere karşı olduğum ve hatta halka karşı olduğum için şiir yazmayı kesinlikle reddediyorum.
***
Hayır ben roman yazacağım.
Buna kararlıyım.
Bir şekilde, bir yerlerde yazı yazarak yaşamaya çalışan her insanın sonunda varacağı düşüş noktasına geldim anlayacağınız.
Üstelik roman yazmayı başarabileceğim konusunda en ufak bir işaret bile almış değilim kendimden.
Duyarlı değilim, insanlardan fazla hoşlanmam, başka insanların karakterlerinin derinlikleri beni alakadar etmez, uzun yazı yazmaktan sıkılırım, hatta bazen bu gazete yazıları bile bana haddinden fazla uzun gelir. Sabırsızım, verecek bir mesajım yok, insan hislerini çözümlemek filan da istemiyorum; çünkü çözümleme sonuçlarından fazla hoşlanmayacağıma eminim ve üstelik de kafamda tek bir nosyon yok, ne konuda bir roman yazabileceğim konusunda.
Ama başlayacağım yazmaya, bu da kesin.
Tutmayın beni, anlatabiliyor muyum?..
***
Ve hayır, son okuduğum romanlardan etkilenerek filan da vermedim bu kararımı.
Sadece bir romanda tek bir cümle okudum ve yazmaya başlamamın zamanı geldi.
Cümle şuydu:
‘‘Sabah yataktan kalkıp, kendimi banyoya sürükleyip, musluğu açıp, aynaya baktığımda, kendi diş fırçamı tanıyamadığım günler bile oluyordu.’’
Brooklyn'de geçen bir dedektif romanı olan ‘‘Motherless in Brooklyn’’de yer alıyor bu cümle. Bunu düşünen yazarın adı Jonathan Lethem.
Böyle bir cümleyi ben düşünmüş olmayı çok isterdim. Basit aslında, ‘‘yüzümü’’ yerine ‘‘diş fırçamı’’ demiş ama tek bir kelime oynamasıyla da müthiş olasılıklara açmış hikáyesini yazar.
Böylesine şık bir cümleyi yazabilen insanın kitabı da müthiş olmalıydı ve öyleydi de zaten. Ben de sadece bu nedenle roman yazacağım.
Ne mesaj vereceğim, ne anlatacağım önemli değil; meseleye öyle bakmayın lütfen.
Sadece tek bir cümlenin peşindeyim, onu bulabilirsem roman sadece o cümleyle bile kendini kurtarabilir.
Şık cümlelerin sayısı iki olursa o zaman ‘‘büyük roman’’ yazdığımı bile söyleyebilirim.
Tesadüfen üç şık cümle oluşturabilirsem bir romanın içinde, eh o zaman da yapacak bir şey kalmıyor, kitabın fiyatı üç misline çıkacak.
Benden söylemesi, olacaklara hazırlıklı olun.
Yazının Devamını Oku 6 Şubat 2002
<B>BİRKAÇ </B>gündür yazdıklarımın pek de iç açıcı şeyler olmadığının farkındayım. Ancak bu toplumun temelinde derin bir huzursuzluk olduğunu, bunun birey yaşamlarında derin bir mutsuzluğa yol açtığını görmemiz lazım.
Bu konu üzerinde düşünmemiz gerekiyor; çünkü birey ne kadar kendi kurmuş olduğu hayali kaleler arkasına gizlenmeye, o dar alanda korunmaya çalışsa da, yaşamakta olduğu toplumdaki acılardan koparamıyor kendini.
‘‘Kar’’ romanı bu konular hakkında düşündürüyor insanı ve sadece bu bile onu önemli kılmaya yeter de artar bence.
* * *
Laik, etnik, dini kökenli huzursuzluklarla dolu bu toplum.
Çoğunluk, kendisine haksızlık yapıldığını, yaşamının yarım bıraktırıldığını düşünen insanlardan oluşuyor.
Kendi yaşamından tatmin olmayanlar, tatminsizliklerinin suçlusu olarak gördükleri ötekilerle sürekli mücadele içindeler.
Bu mücadelelerin temelinde üstelik yoğun bir nefret var ve bu da ürkütücü aslında.
Düşünmeye çalıştığınız zaman ‘‘ne olacak’’ diye, mantıki bir cevap bulabilmeniz de imkánsızlaştı artık; çünkü kimse öyle uzlaşmadan yana değil.
Uzlaşmanın nasıl olacağı konusunda bir nosyon da yok; çünkü olabilecek her türlü uzlaşma, hemen her insan tarafından kendisinden talep edilen bir taviz olarak algılanıyor.
Dolayısıyla tabanı bu şekilde darmadağın olmuş bir toplumda ‘‘gelecek’’ kavramı somut bir şey olmaktan çıkıp, olmayacak hayallerin dünyasıyla ilgili bir kavram haline geliyor ne yazık ki.
* * *
Mücadelenin fiilen içinde olsanız da, mücadelenin dışında kendi hayali kalelerinizin içine çekilseniz de, mutluluk arayışınız sürecek....
Bu kaçınılmaz ve olması gereken de bu...
Ancak zaman zaman bulunsa da bu gelip giden mutluluk, toplumdan beslenmiyor hiç ve dahası toplum o özelde zaman zaman yaratılabilen mutlulukları da elinizden almaya çalışıyor hep.
Bir ara durmadan bir laf söylendi, ‘‘Türkiye, Arjantin gibi olmaz’’ denildi.
Elbette olmaz; çünkü orada yaşanan ‘‘toplumsal bir patlamaydı’’ (explosion).
Türkiye'de ise mutluluğu aramaktan yorulan bireylerin ‘‘içe dönük patlamaları’’ (implosion) yaşanıyor.
Bireyin yaşamda olan bitene karşı durmasını sağlayacak sağlam zırhları olmadığı, oluşamadığı durumlarda ise, bu uç durumda intihar sonucuna götürüyor insanı.
Batman'da onlarca genç kızın, İstanbul'da gençlerin intiharları toplumsal bir yüzkarasıdır.
Huzurunu bir türlü bulamamış toplumun darbesidir, genç yüreklere intiharı düşündürten süreç.
‘‘Kar’’ romanında beni çok etkileyen bir diyalogla yazıyı bitirmek istiyorum. Darbeci Sunay ile başörtüsü mücadelesi veren Kadife konuşuyor burada:
‘‘İnsan tam neden intihar ettiğini bilebilse, o nedeni açıkça ortaya koyabilseydi intihar etmezdi’’ dedi Kadife.
‘‘Yoo, hiç de öyle değil’’ dedi Sunay. ‘‘Bazıları aşk yüzünden öldürüyor kendini, bazıları kocasının dayağına dayanamıyor ya da yoksulluk bıçak gibi kemiğe dayanıyor.’’
‘‘Hayata çok basit bakıyorsunuz’’ dedi Kadife, ‘‘Aşk yüzünden kendini öldüreceğine, insan biraz bekler aşkın etkisi azalır. Yoksulluk da intihar için yeterli neden değildir. İnsan kendini öldüreceğine kocasını terk eder, ya da önce gider bir yerden para çalmayı dener’’.
‘‘Peki nedir asıl neden?’’
‘‘Tabii ki bütün intiharlarda asıl neden gururdur. En azından kadınlar bunun için intihar eder!’’
‘‘Aşkta gururu kırıldığı için mi?’’
‘‘Hiç anlamıyorsunuz!’’ dedi Kadife, ‘‘Bir kadın gururu kırıldığı için değil, ne kadar gururlu olduğunu göstermek için intihar eder’’.
Bu satırları okuduktan sonra, acaba biz elbirliğiyle bireylerin gururunu kıran bir toplum mu oluşturduk, diye düşünmeden edemedim.
Yazının Devamını Oku 5 Şubat 2002
<B>DERİN </B>okuma gayreti, kitaplara onlarda belki de bulunmayan anlamları yanlış biçimde yükleyebilir. Orhan Pamuk'un son kitabı, ‘‘Kar’’ aslında okuyucuya ‘‘derin okuma’’ açısından en az davetiye çıkaran çalışması bir yandan.
Ancak öte yandan da iyi bir romanın tek hedefi olması gereken ‘‘hislerin araştırılması, anlamlandırılmaya çalışılması’’ açısından da o kadar derin bir kitap.
Sıradan insanlar tarafından son derece yoğun yaşanan farklı hisler, farklılıktan kaynaklanan bitip tükenmeyen çatışmalar, krizler, trajediler ve bu nedenle de bir türlü temelleri tam oturtulamayan toplum anlatılıyor bu kitapta.
***
Okuyucu bir romanı büyük ölçüde o romanda kendi yaşamından kesitleri arayıp bulmak için okur.
Bu kriterden meseleye baktığımda, okumamı bu açıdan yaptığımda kitaba son noktayı koyduğum anda tek hissettiğim şeyin çok ama çok derin bir hüzün olduğunu söylemeliyim.
Ben kendimi bildim bileli bu memlekette hisler çatışıyor.
Öldüresiye çatışıyor hem de.
İnsanlar kendi düşüncelerini, yaşam biçimlerini birbirlerine, gerektiğinde zor kullanarak da olsa empoze etmeye çalışıyorlar sürekli olarak.
Ve bu yüzden de memlekette sürekli bir hüzün var. Mutlu insanlar değiliz bizler.
His çatışmalarına girmek istemeyen, yalnız bırakılmak isteyen, yaşam biçimine, özeline dokunulmasını kabul etmeyen, kendi yaşam biçimini başkalarına empoze etmek gibi bir isteği olmayan, yoğun his çatışmaları nedeniyle şiddete her zaman eğilimli bir toplumda umutsuzca huzuru arayan insanlar da var bu ülkede ve onlar bence daha da mutsuz.
Onların tutunacak dalları hiç yok.
Kitabı bu grup içinden bir insan olarak okursanız son sayfayı okuyup bitirdiğinizde içinizde kaybedilmiş bir yaşamın derin acısını duymamanız mümkün değil.
Çünkü bir daha anlamışsınızdır ki sizin özledikleriniz hiçbir zaman olmayacak, bu ülkenin dinamikleri hep bu tür çatışmalarla belirlenecek, huzur hiç olmayacak ve bugüne kadar bir kavga vermişseniz eğer bazı şeyler için bir yerlerde onun da boşuna gittiğini tekrar hissedeceksiniz.
***
‘‘Kar’’, Kars'ta geçen bir roman. Bu yazıları yazmadan önce Orhan Pamuk'a sadece tek bir soru sordum, o da Kars'ı hiç görüp görmediğiydi.
Açıkça söyleyeyim görmedim deseydi daha da mutlu olacaktım çünkü dün de ucundan belirtmeye çalıştığım gibi onun son romanındaki stilini Saul Bellow'un stiline benzetiyorum ve o usta ‘‘Henderson The Rain King’’ adlı Afrika'da geçen romanını Afrika'yı hiç görmeden yazmıştı, belki bu durumda da aynı şey olmuştur diye hayal kurmuştum.
Romanda bir Turgut Bey karakteri var. Otel sahibi, eski solcu ve aşk hikáyesindeki kızın da babası.
Turgut Bey şehirdeki his çatışmalarından yılmış.
Kendi içine kapanmış. Otelden dışarıya adımını bile atmıyor. Biliyor ki ‘‘dışarıya’’ çıkarsa, yine istemediği çatışmaların içinde bulacak kendisini.
Ve bir kez dışarıya çıkınca da tahmin ettiği oluyor gayet tabii ki.
Ben en çok Turgut Bey karakterine yakın hissettim kendimi.
Ben de onun gibi yorgun hissediyorum, içimde yenildiğimi söyleyen hisleri duymazlıktan gelmeye çalışsam da bunun doğru olduğunu biliyorum, özele çekilerek toplumdaki trajediyi duymamaya uğraşıyorum ve tabii bunun da aslında yeni bir yenilgi olduğunu biliyorum.
Turgut Bey karakteri gibi çok insan var toplumda ve bunun yol açtığı sonuçları da, örneğin ‘‘Kar’’ romanında ön planda yer alan intiharlar gibi konuları da, bir sonraki yazıda düşüneceğim.
(Not: Dün tuhaf bir e-mail aldım. Ideefixe adlı bir kuruluş, kendilerine cevap verdiğim için teşekkür ettikten sonra satış ortaklığımın onaylandığını bildiriyordu. Anladığım kadarıyla birileri adımı kullanarak bu şirkete başvuruda bulunmuş. Ya da birileri satış ortaklığı filan diyerek adımı ticari bir işe bulaştırarak yazarlığımı kirletecek aklı sıra. Şirkete e-mail atarak durumu bildirdim, gazete yönetimine bilgi verdim, siz okuyucuların da durumu bilmenizi istedim. Ben sadece yazım karşılığı gazetemden maaş alırım, o kadar.)
Yazının Devamını Oku 4 Şubat 2002
<B>NOBEL </B>ödüllü büyük Amerikan yazarı <B>Saul Bellow </B>15 Şubat 1959 tarihinde <B>‘‘The New York Times Book Review’’</B> dergisinde <B>‘‘Deep readers of the World, Beware!’’ </B>başlığını attığı bir kapak yazısı yazdı. ‘‘Dünyadaki derin okuyucular, dikkat’’ başlığının fikir babası aslında yazar E.M.Forster'dı. Forster Harvard Üniversitesi'ne yaptığı bir ziyaretinde kitaplarını yorumlamaya hevesli çok sayıda ‘‘derin okuyucu’’ olduğundan şikáyet etmişti.
Bellow da yazısında edebiyat eleştirisinin bir ‘‘semboller bulma avına’’ dönüştürülmesini ele alıyordu.
‘‘Moby Dick’’ romanını bir Marksist yorumladığı zaman geminin aslında bir fabrika sembolü olduğunu öne sürüyordu mesela.
Hıristiyan bir eleştirmen ise geminin aslında ‘‘yüzen bir katedral’’ olduğunu belirtmekte sakınca görmüyordu.
Freudcu bir eleştirmene göre ise Kaptan Ahab'da Oedipus kompleksi vardı, avlamakta olduğu balina onun için kafasında bir anne figürüydü.
Bellow bu tür ‘‘derin okumaların’’ edebiyat okumasında ve yazmasında olması gereken tüm keyfi ortadan kaldırdığını düşünüyor.
‘‘Derin okuyucuların’’ edebi masumiyetlerini tamamen kaybettiklerini, içgüdülerine güvenmekten korkmaya başladıklarını, bunun da aslında edebiyatı tamamen yaralayan bir gelişme olduğunu belirtiyor Saul Bellow.
Ve şöyle devam ediyor: ‘‘Sadece sıradan bir okuyucu olmanız bir kitabın güzelliğini görmenize yeterlidir. Sofistike fikirlerle, kültürle, üstünlük hissiyle bir kitabı okumaya başlayacağınıza saflığınızı muhafaza ederek bu işe girişseniz çok daha mutlu olursunuz.’’
İnsanlar romanları kendi hayatlarından bazı parçaları onun içinde arayıp bulmak için okurlar diye devam ediyor Bellow ve bu nedenle de edebiyatın tek amacının hisleri araştırmak olduğunu, başka bir amacı da olmaması gerektiğini söylüyor.
***
‘‘Hisleri araştırmak.’’
Bu güzel bir kavram ve aynı zamanda da romancının işinin ne kadar da zor olduğunu gösteren bir kavram.
Yaşamın karmaşıklığı, insanı ezebilen dramlar, zorluklar, acılar, ani patlamalarla gelen mutluluklar, hızla gelip gidiveren mutluluklar hálá daha eldeymiş gibi ona sarılmaların trajedisi, işte bütün bunları irdeleyecek romancı.
Belki de bu yüzden denilir ki iyi bir edebiyat adamının girebileceği bir depresyonu onunla sadece konuşarak çözebilmek mümkün değildir.
Çünkü edebiyatçı hayatta kötü olduğu, berbat olduğu fikirlere de, insanlara da sempatiyle, onları anlamaya çalışarak yaklaşmak zorundadır.
Bunu yapmazsa roman yazamaz çünkü ve bu nedenle de iyi kötü ayrımını biz sıradan insanlar gibi onun da yapmasını beklemek gerçekçi değildir.
***
Romancı yazmaya başladığı anda romanın nasıl biteceğini, kaleminin kendisini nerelere götüreceğini bilir mi baştan?
Sanmıyorum, zaten hep öyle olsa yazma eylemindeki keyif boyutu tamamen ortadan kalkardı.
Orhan Pamuk bence ‘‘Kar’’ı yazmaya başladığında da kalemin nerelere gideceğini kesin olarak bilmiyordu.
İmkánım olduğu halde sormadım kendisine yazarken neler yaşadığını, çünkü sonuçta yanlış çıksam da kendim çözümlemek istiyorum olayı.
‘‘Derin okuyucu’’ olarak okursanız ‘‘Kar’’ı, onu hissedemezsiniz.
Derin sembolik anlamlar aramayın her cümlede. Akışa bırakın kendinizi.
Orhan Pamuk bu kitabıyla yeni bir üslubun habercisi bence ve bu üslup hem kendisini dünyada daha da meşhur yapacak, hem de dünyada çok satar hale gelecek.
Bunları belirtmek zorundaydım bir sonraki yazıya geçmeden önce.
Yarın Pamuk'un kitabında ‘‘hisleri araştırırken’’ nelere yol açtığını düşünmeye çalışacağım.
(Saul Bellow'un gazetedeki yazısını James Atlas'ın ‘‘Bellow’’ adlı biyografisinden aldım. s.269-270)
Yazının Devamını Oku