Nörofibromatozis hastalığı, sinir sisteminin çeşitli kısımlarında ya da vücudun herhangi bir yerinde tümörün gelişmesine zemin hazırlayan, cilt ve kemik gibi dokuları da etkileyebilen bir hastalıktır. Psikolog Serap Duygulu, az bilinen bu hastalıkla ilgili önemli detayları paylaşarak bizleri bilgilendirdi ve hastalığa karşı kayıtsız kalmamamız gerektiğinin altını çizdi.
Nörofibromatozis hastalığı, hasta anne ya da babadan geçmekte veya anne - babadan gelen sperm ve yumurta hücresinde olan yeni bir değişiklik (mutasyon) sonucunda ortaya çıkmaktadır. NF hastalarının yarısı hastalığı ana ya da babalarından alırken, diğer yarısı sebebi bilinmeyen mutasyonlar sonucunda hasta olurlar, ailede hasta yoktur. NF herhangi bir ailede ortaya çıkabilir. Ailesel ya da spontan mutasyon sonucunda NF hastası olan bir bireyin doğacak her bir çocuğunun yarı yarıya sağlıklı olma olasılığı vardır. Yani bu bireyin çocuğu %50 olasılıkla NF'li ya da %50 olasılıkla sağlıklı olabilir. Sağlıklı olan çocuk yani hasta geni taşımayan çocuklar, hiçbir zaman hastalık belirtisi göstermeyeceklerdir.
Nörofibromatozis hastalığının 2 tipi bulunuyor
Deri ve sinir sistemini birlikte etkileyen hastalıklar arasında en yaygın görülen hastalık kısaca NF olarak tanımlanıyor ve çok yaygın olarak görülen iki tipi bulunuyor.
Nörofibromatozis tip 1 (NF1): 4000 kişide 1 oranında görülür. Belirtileri arasında ciltte çok sayıda cafe-au-lait (CLS) olarak adlandırılan sütlü kahve renkli lekeler, nörofibrom adı verilen urlar ve omurilikte eğilme (skolyoz) söz konusudur. Bunların yanı sıra beyinde, kafa sinirlerinde ya da omurilikte tümörler gelişebilmektedir. Hastaların yaklaşık %50'sinde öğrenme ile ilgili zihinsel problemler görülebilmektedir.
Nörofibromatozis tip 2 (NF2): Tip1’e göre daha nadir görülmekte, 40.000’de bir kişide ortaya çıkmaktadır. Kafa sinirlerinde ve omurilikten çıkan sinirlerde de tümörler gelişebilir. Duyu organlarındaki ve sinirlerdeki tümörler nedeniyle işitme kaybı 10'lu ya da 20'li yaşların başlarında hastalığın ilk belirtisi olarak ortaya çıkmaktadır.
Çok sayıda insan bu sorunu yaşıyor ancak hastalık yeterince bilinmiyor
Nörofibromatozis istatistiksel olarak ülkemizde henüz kesin rakamlara ulaşmamıştır. Bu hastalığı taşıyan insanlar; hastalığın seyri, tedavi yolları ve psikolojik destek kısmında maalesef çok net bilgilere ulaşmakta ya da hastalığa ait ortaya çıkan problemlerle başa çıkmakta oldukça zorlanmaktalar. Çünkü hastalık aynı ailenin farklı bireylerinde, farklı belirtiler ve gidişat göstermektedir. Üstelik hastalar ve hasta yakınları bu konuda devlet eliyle yardım almakta, önemli sıkıntılar yaşadıkları için örgütlenerek bir dernek altında toplanmalarına rağmen hala gerekli tedavi şartlarını elde edememiş bulunuyorlar. Öncelikle hastalık toplumumuzda yeterince bilinmiyor ve ciddi sayıda insanın yaşadığı bir sorun olmasına rağmen, konuyla ilgili bir sağlık politikası oluşturulmamış.
Norveç’te geçtiğimiz yıl temmuz ayında 77 kişiyi öldüren aşırı ırkçı Anders Behring Breivik, yargılandığı dava ile yeniden gündemde. Sergilediği rahat tavrı ve işlediği suçu savunması ile “nefret suçu” kavramını tekrar gündeme taşıyan Breivik’ten yola çıkarak, nefret suçu eğiliminin altında yatan nedenleri Psikolog Serap Duygulu’ya soruyoruz.
Nefret suçları tanımı aslında içerik olarak çok farklı alanları kapsıyor. İşlenen suçun ırk, etnik köken, cinsiyet, zihinsel ya da fiziksel engellilik, cinsel tercihler açısından farklılık sergileyen bir bireye, gruba ya da topluluğa yönelik işlenmesi, durumu nefret kökenli suç kapsamına sokuyor. Son yıllardaki namus cinayetleri ya da toplumsal linç olayları da bu tanıma uygun olarak adlandırılan suçlar arasında görülüyor.
Suçun temelinde ön yargı var
İşlenen suçun hedefinde genellikle kişisel özelliklerden çok, ait olunan bir gruba, ulusa, etnik kökene yönelik öfke ve nefret duygusu yatıyor. Hemen hemen tüm suçlardaki şiddet öğesi nefret suçları için de geçerli ancak burada durumu farklı kılan şey, işlenen suçun hedefindeki kişilerin asıl hedef olmaması, sadece şiddet ve nefret duygusunun yöneldiği bir sembol konumunda olmaları. Dolayısıyla nefret duygusuyla işlenen suçun temelindeki asıl duygu ön yargıdır. Ön yargılar ise peşin hükümlere dayanan olumsuz duygu ve düşünceler bütünüdür. Hoşgörüsüzlük ve belli kişi ya da gruplara yönelik nefret olarak da adlandırılabilir. Ön yargılarla hareket edilen bir eylemde ön yargılar suçu hazırlar.
Yavaş yavaş bebeklik döneminin bittiği ve çocuk olma yolunda atılan adımların başladığı 1 yaş dönemi, çocuk için en heyecanlı dönemdir. Uzun aylar boyunca arabalara, pusetlere ve bir başkası tarafından taşınmaya bağımlı yaşayan çocuk, artık iki ayağının üzerinde durabilmekte, düşe kalka da olsa istediği her yere gidebilmektedir. Bu dönem çevresel uyaranların etkisiyle birlikte kişiliğin oluştuğu, çocuğun bağımsızlığını kazanmaya başladığı bir dönemdir. Artık, çevreyi tanıma, karıştırıp dökme; kısacası keşif zamanıdır. Ebeveynler açısından yorucu ve zorlu bir süreç olmasına karşın, ilk adımların atıldığı bir yaş ve sonrası çocuğun psikososyal gelişimi bakımından hayati önem taşımaktadır.Yürümek, bir birey olarak başkalarından bağımsız hareket etmek o kadar önemlidir ki bizim için basit gibi görünen o birkaç adım çocuk için kendi deneyimlerini oluşturmaya başladığı uzun bir sürecin de başlangıcıdır. Yürümeye başlayan çocuk, kendi öz güvenini geliştirmekte, kendi deneyimlerini oluşturmakta ve neyi, nasıl yapabileceğinin de sınırlarını test etmektedir. Bu dönemde çocuk artık eskisi kadar yardıma ihtiyaç duymaz, kendi başına özgürce hareket eder. 2 yaş civarı ise koşmaya başlayabilir, başkalarından farklı bir birey olduğunun bilincine varır.Hareketleri daha ustaca, kıvrak ve enerjiktir.
İsteklerini bilinçli olarak ifade etmeye başlar. Bir takım kişilik özellikleri net bir biçimde ortaya çıkar. İşte tam da bu yaşlarda inat çağı dediğimiz dönem başlar.Kendi başına yapabileceklerinin sınırını belirlemeye çalışırken başkalarının da onun isteklerine nasıl tepki vereceğini ölçmek ister. Daha önceden sorun çıkarmadan yaptığı şeyleri gereksiz yere reddetmeye ve yapmamaya başlar. Olur olmaz her şeye direnç gösterir.
Açıkçası bir iki yaşlar arası ebeveynler açıcından sorunlu, yorucu ve zorlu bir dönemdir diyebiliriz. İşte tam da bu noktada, ebeveynler çocuklarının artık yürüdüğünü, elinden tutarak onu her yere götürebileceklerini düşünürken ilginç bir başka davranış biçimi ortaya çıkar.
O, her yere kendi başına gitmek için direnen, hızla yürüyüp koşan çocuk gitmiş yerine sürekli kucağa alınmak isteyen, mızmızlanan ve sorun çıkaran bir çocuk gelmiştir. Kapıdan dışarıya adım atıldığı andan itibaren çocuk, annesinin bacaklarına sarılarak kucakta taşınması istemeye başlar. Bu davranışa ‘beni kucağına al sendromu’ denmekte ve her çocuk bu süreci yaşamaktadır. Genel olarak bakıldığında, bu masum bir davranıştır ve annesiyle yakınlaşmak isteyen çocuk bu tensel teması sürekli kılmak istemektedir. Bununla birlikte farklı nedenler de vardır.
Bilindiği gibi dışarı çıkıldığı anda çocuk bu davranışı sergilemektedir. Çocuk açısından dışarısı bilinmezlerle dolu, ürkütücü, farklı bir dünyadır. Yalnız kalabileceğinden, annesinin onu bırakabileceğinden korkabilir. Sebebi ne olursa olsun, bu davranışı gösteren çocuğa karşı ailelerin davranışı önemlidir.
Kucağa alınmak isteyen çocuğun bu isteğinin her seferinde yapılması ya da hiç yapılmaması ayrı sorunlara sebep olur. Her defasında kucağa alınan çocuk, bir süre sonra sorumluluk almaktan ve kendini ifade etmekten kaçınmaya, kendisinin yerine getirmesi gereken davranışları başkalarından beklemeye başlar. Eğer çocuk, kucağa alınmak istediği her sefer reddedilirse, öz güveni düşük, korkak, bağımsızlığını kazanamamış bir birey olur. Bu nedenle, böyle bir davranışı gösteren çocuğa karşı ebeveynler kararlı, tutarlı ve ilgili bir tutum belirlemek zorundadırlar. Unutulmamalıdır ki bu bir süreçtir ve 3,5 – 4 yaş civarı sona erer.
Çocuk kucağa alınmasını istediğinde, aileler küçük oyunlar yaparak çocuğun dikkatini başka yöne çekerek konuyu eğlenceli bir hale getirebilirler. Alış veriş sırasında küçük bir paketi taşıması için ona vermek ve yardımı olmaksızın bunu taşıyamayacağını söylemek ya da alışveriş arabasını itmesini istemek iyi bir yöntemdir. Ayrıca, ‘hadi beni yakala’ oyunu oynamak ve küçük adımlarla birbirini yakalamaya çalışmak, kaldırımda seksek oynamak her iki tarafı da çok eğlendirir. Yolda yürürken, geçen arabaları saymak ya da renklerine göre sınıflandırmak yararlı olduğu kadar öğreticidir ve çocuğun dikkatini kucak ısrarından uzaklaştırır. Bütün bu oyunları yapmanın dışında bilinmelidir ki; çocukların bacakları küçük ve kısa olduğundan, bir yetişkinin bir adımda aldığı mesafeyi yaklaşık olarak 2-3 adımda alır. O nedenle yürümek çocuk için gerçekten oldukça yorucudur.
Çocuğun yorulduğu fark edildiğinde kucağa alınma isteği reddedilmemeli bir süre sonra tekrar yürümeye teşvik edilmelidir. Yürüdüğü süre içinde onu taktir etmek, artık büyüdüğünü ve kendi başına pek çok şeyi yapabileceğini söylemek çocuğun motivasyonunu sağlayacağı için önemlidir. Çocuklar gerçekleştirdikleri her şey için olumlu geri bildirim almak isterler. Hem sözel hem de bedensel olarak desteklendiklerini duymak ve görmek o davranışı pekiştirir. Bu nedenle olumlu olan her davranışı taktir edin, onaylayın, destekleyin. Ailelerinde kabul görmüş çocukların, kendine güvenen çocuklar olarak yetiştiklerini gözönünde bulundurun.
Kız ve erkek çocuklar için kız/erkek arkadaş zamanı nedir, ailelerin çocuklarına ve sevgililerine tavırları nasıl olmalıdır, ebeveynler ne kadar koruyucu ve kontrolcü olmalılar? Psikolog Serap Duygulu, ailelerin merak ettiği bu soruların cevaplarını veriyor.
Çocukların kendi cinsel kimliklerini keşfettikleri yaş, genellikle 3-4 yaşlar civarıdır. Bu dönemde çocuklar kendi bedenlerine yönelik bir merak ve keşif süreci yaşarlar. Kendileri ile başkaları arasındaki benzerlikleri ve farkları bulmak, öğrenmek isterler.
Kadın ve erkek kavramları bu dönemde netleşir. Ancak ergenlikle beraber bütün ilgi karşı cinse yönelir. Kendi bedenlerine olan merak, karşı cinse olan merak şeklinde yer değiştirirken; akranı olan karşı cinsten gençlerin kendi hakkındaki duyguları, düşünceleri ve beğenilerine olan hassasiyet zirveye çıkar. İşte anne babaların çocuklarına ulaşamadıkları, yabancılaştıklarını hissettikleri dönem de bu dönemdir. Çünkü genç insan artık ailesi dışındaki hayata merak duyarak arkadaş çevresindeki insanları en önemliler sırasına yerleştirmiştir.
Çocuklar ne düşünüyor?
Çocukları disipline sokmak için kullanılan fiziksel şiddetin dışında zihinsel istismarla da çocuklar çok büyük sorunlar yaşıyor. Tehdit etmek, aşağılamak, korkutmanın zihinsel istismar olduğunu vurgulayan Psikolog Serap Duygulu çocuk yetiştirirken dikkat edilmesi gereken noktaları anlatıyor.
"Maalesef çocuklarına şiddet uygulayan ve bunu bir eğitim ya da disiplin aracı olarak kullanan aileler hala var. Bütün uyarılara, bütün zararlarına rağmen çocuklarımız önce evde, sonra sokakta ve okulda şiddet görüyorlar. Bir insan yetiştirirken asla uygulanmaması gereken ve çok ciddi yıkımlara yol açabilen bu davranış, aslında bunu uygulayanın kişilik sorunlarından kaynaklanan bir durum. Maalesef yine pek çok sorunda olduğu gibi sonuçlarına katlanmak zorunda kalanlar çocuklar. Aynı şekilde sözel şiddet de en az fiziksel şiddet kadar hasar verir ve çocuğun öz saygısında, kişilik oluşumunda kalıcı hasarlara yol açabilir.
Tehdidin boyutları
Çocuklara kabul ettirmek ya da yaptırmak istediğimiz en küçük bir davranışta başvurulan bir yöntem olarak tehdit ön plandadır. Korkutarak, tehdit ederek onu sevgimizden mahrum bırakacağımızı, onu terk edeceğimizi, döveceğimizi, onu başkasına vereceğimizi öyle açık bir mesaj olarak veririz ki, bu tehditlerden çocuğun etkilenmemesi ve korkmaması mümkün değildir.
Başka çocuklarla kıyaslama yapmayın
Aileler arasında en sık yapılan hatalardan biri de budur. Çocuğu hem başkalarıyla, hem kendi kardeşleriyle kıyaslanır. Oysa her çocuk farklıdır, her çocuğun kendine özgü davranışları vardır. Hiç kimse bir başkasının kişiliğiyle aynı özelliklere sahip değil ve olmamalı. Sağlıklı anne baba davranışı, bu farklılıklarıyla çocuğu kabul etmek ve kendi yönünü bulmasına yardımcı olmaktır. Kıyaslama yapılacaksa bile çocuğun kendi özellikleri arasında bir kıyaslama yapılmalı. Başarılı olduğu bir konu örnek gösterilerek çok yeterli olmadığı alanlarda da aynı başarıyı gösterebileceğine dikkat çekmek, çocuğun kendine olan güvenini artırır ve pekiştirir.
Eleştirinizi dile getirin ama aşağılamayın
Eleştirdiğiniz, beğenmediğiniz, size uygun görünmeyen her davranışında çocuğa yönelik ilk tepki onu aşağılamak ve ne kadar yetersiz olduğunu hissettirmek. Çocuğu doğru ve sağlıklı yetiştirmek için gereken her durumda eleştirilerinizi söyleyin. Ancak eleştirmek demek, çocuğu aşağılamak, kişiliğine hakaret etmek değildir. Eleştirinin amacı aksayan ya da doğru olmayan yönleri göstermek, bunun yanında güçlü alanlarını öne çıkarmak. Güçlü olduğu alanları vurgulamadan yapılan her eleştiri, çocuğu ezmeye ve işe yaramadığını düşünmesine neden olur.
Artık Nisan ayına geldik. Havalar hala soğuk ve yağışlı olsa da mevsim bahar ve mevsim aşkı gösteriyor. Ortalıkta ıhlamur kokuları, hanımeli kokuları insanı alenen baştan çıkarıyor. Kıpır kıpır bir heyecan ve yürek aşk arıyor. Özdemir Erdoğan’ın şarkısındaki gibi insan her bahar aşık olmak istiyor.
Aşık olmak da gerekiyor zaten. Başka türlü çekilmez bu mevsim geçişleri. Her şey zamanında yaşanmalı. Sonbahar nasıl hüzünlerin, ayrılıkların, bitişlerin ve depresyonların mevsimiyse, bahar da aşkın, yeni başlangıçların, doğuşun, yenilenmenin mevsimi ve insan aşık olmalı.
Boş verin enflasyonu, küresel ısınmayı, komşunun dedikodusunu, arkadaşınızın telefonu suratınıza kapatmasını. Hatta sevgilinizden bile ayrılmış olabilirsiniz. Durum ne kadar kötü olursa olsun, bahara haksızlık etmeyin. Aşık olun…
Öyle aşık olun demekle aşık olunmaz ki, diyenlere duyurulur; merak etmeyin hormonlarınız sizin için bunu yapmak için hazır zaten. Baharın tüm doğanın uyanması, yenilenmesi olması gibi beden de yenileniyor, hormonlar inanılmaz bir tempoda çalışmaya başlıyor. Hava yağmurlu da olsa, soğuk da olsa, biyolojik saat tıkır tıkır işlemeye başlıyor ve insan bütün her şeye aşk dolu bakıyor.
Özellikle insanlar daha önce aşkı yaşayarak öğrendiklerinden bahar gelince yine aşk arıyor. Bu arada beyin istikrarlı bir biçimde streoid hormonu salgılamaya başlıyor ve bu hormon aynı zamanda bütün vücudun değişiminden,yenilenmesinden sorumlu. Kışın üşümemek için harcanan enerjinin açığa çıktığını ve bedenin bunu mutlaka harcamak zorunda olduğunu da unutmayalım. Bütün bu aşk arayışlarında ve aşık olmaya eğilimli olmamızda en etkili olan faktör,dünyaya dik açıyla gelen güneş ışınları…
Güneş ışınları vücudumuzdaki biyolojik saati devreye sokuyor ve gerçekten de baharla birlikte doğadaki canlanma ve çiçekler, böcekler, hormonlar elbirliğiyle bizi baştan çıkartıyor.
Günümüzde en sık duyduğumuz kavramlardan biridir takıntılar. Psikolojik tanımıyla "Obsesyonlar" olarak bilinirler. Bireyi günlük hayat içinde en zorlayan duygu ve düşünce bozukluklarından birisidir ve bu yönüyle de anksiyete yani kaygı bozuklukları içinde yer alır.
Aslında takıntı hemen hemen her insanda az ya da çok vardır ancak hastalık düzeyinde görülme sıklığı toplumdaki her yüz kişinin ikisinde ya da üçünde görülmesi biçimindedir. Cinsiyete göre farklılıklar gösterir ve kadınlarda görülme olasılığı daha fazladır.
Takıntılar genellikle başka bir sorunla birlikte görülür. Obsesyon, saplantı olarak bilinir ve kompülsiyon olarak bilinen zorlantılarla beraber ortaya çıkar. Bundan dolayı da rahatsızlık Obsesif Kompülsif Bozukluklar (OKB) olarak tanımlanır.
Peki nedir Obsesif Kompülsif Bozukluk ya da diğer adıyla saplantı ve zorlantı hastalığı? Kişilerde iradeleri dışında gelişen, son derece tedirgin edici ve saçma olduğunun bilincinde olunmasına rağmen engellenemeyen her tür düşünce, dürtü ya da duygu durumu, saplantı yani Obsesyon’dur.
Kompülsiyon (zorlantı) ise takıntısı olan kişinin takıldığı düşünceye ya da dürtüye bağlı olarak geliştirdiği davranışlardır. Bir çok takıntı türü vardır ancak sıklıkla görülenleri bilmekte fayda var:
Düzen Takıntısı: Obsesyon türleri içinde çok sık rastlanan türüdür. Kişi her şeyi çok dikkatli düzenler ve kurduğu düzenin bozulmaması için inanılmaz çaba harcar. Eşyalarının karıştırılmasına hatta dokunulmasına karşı şiddetli tepki verebilir.
Zarar verme ya da saldırganlık takıntısı: Kendi çocuğuna ya da yakınlarına zarar verme düşüncesidir. Ayrıca tekrarlayan cinsel imgeler ya da duygular da bu türün kapsamı içine girer. Aslında başkasına zarar vermeyeceklerini bilmelerine karşın çocuklarına ya da sevdiklerine zarar verme düşüncelerini, buna bağlı olarak da korkularını yenemezler. Bu korkuyla mücadele etmek için başka takıntılar geliştirirler; herhangi bir şeyi belli sayıda yapmak gibi. Örneğin pencereyi üç kez açmak, kapıyı iki kez kapamak gibi.
Bir grup kariyer yolunda ilerleyen yeni mezun, eski üniversitelerindeki profesörlerini ziyaret için bir araya gelirler. Sohbet, sonunda işin ve hayatın stresinden şikayetleşmeye döner. Misafirlerine kahve ikram etmek isteyen profesör mutfağa gider ve yanında büyük bir termos içinde kahve ve porselen, plastik, cam, kristal olmak üzere değişik tarzda ve ucuz görünenden, pahalı ve hatta çok özel olanlarına kadar değişik kahve bardakları ile gelir.
Herkes bir bardak seçince, profesör şöyle söyler:
'Fark ettiyseniz, tüm pahalı görünen bardaklar alındı ve geriye ucuz görünümlü, sade bardaklar kaldı. Kendiniz için en iyi olanı istemeniz normal olsa da, bu sizin stresinizin ve problemlerinizin kaynağı aslında. Emin olun ki, bardağın kendisi kahvenin kalitesine hiç bir şey katmaz. Çoğu zaman, sadece daha pahalıdır ve hatta bazı durumlarda da içtiğimizi saklar. Hepinizin aslında istediği kahveydi, bardak değil, ama bilinçli olarak en iyi bardaklara yöneldiniz ve sonra birbirinizin bardağına bakmaya başladınız. Şunu bir düşünün: Hayat kahvedir. İş, para ve toplumdaki konumunuz da bardaklar. Onlar hayatı tutmak için sadece araçlardır ve seçtiğimiz bardak yaşadığımız hayatın kalitesini belirlemediği gibi değiştirmez de. Bazen sadece bardağa odaklanarak tanrının sunduğu kahvenin tadını çıkarmayı unuturuz. Kahvenizin tadına varın!
En mutlu insanlar her şeyin en iyisine sahip değildirler. Sadece her şeyin en iyi şekilde tadını çıkartırlar.
Biz de bu hikayedeki gibi hayatlar yaşıyoruz ve mutluluklarımızın sadece görüntülerle biçimlendiğini sanıyoruz. Oysa unutuyoruz ki paket ne kadar büyük ve görkemliyse genellikle içi o kadar küçük ve değersizdir. Her şeyi, hayatımızda yer eden her şeyi bir değerle ölçüyor, her insana bir etiket yapıştırıyoruz.
Son yılların iletişim ve teknoloji çılgınlığı, televizyonların ışıltılı dünyası da bizim maddeciliğimize çanak tutuyor. Biz daha iyisinin, en pahalı olanda olduğunu sanıyoruz. Daha pahalı, en iyi, son moda olan ne varsa alıyoruz, alıyoruz, alıyoruz ama hala doymuyoruz.
Farkında mısınız hep bir tarafımız aç. Giderek hep tatminsiz, mutsuz ve yalnız insancıklar olduk. Biz küçüldükçe faturalarımız büyüdü, borçlarımız kabardı ama biz hala küçücüğüz, büyümedik. Büyütmedi bizi akıttığımız milyonlar ve büyütmedi pahalı edindiğimiz o şeyler. Hepsi sadece bir şeyden ibaret olan o şeyler bizi doyurmadı, yok etmedi hırsımızı, yalnızlığımızı.