Bahar depresyonu, mevsimsel bir isimle anılmasına rağmen, tipik depresyonun belirtilerini veren ve büyük ölçüde de mevsime göre ortaya çıkan bir duygu durum bozukluğudur. Sıklıkla sonbaharda daha etkilidir ancak bazen ilkbahar aylarında da ortaya çıkarak bireyleri olumsuz olarak etkileyebilir. Baharla beraber doğada değişen dengeler ve düzensiz olarak alınan güneş ışığı beyindeki bazı hormonların ve kimyasalların da dengesini bozarak bireyin kendisini mutsuz hissetmesine yol açar. Bedensel bioritm yani biyolojik saatimiz bozulur.
Normal depresyonda karşılaşılan temel belirtiler bahar depresyonu için de geçerlidir. O nedenle; mutsuzluk, sürekli bir hüzün hali, halsizlik, isteksizlik, uyku düzeninde ve süresinde değişiklikler, belirgin olarak kilo alma ya da kilo kaybı, ölüm düşünceleri, değersizlik hissi, aşırı duygusallık, dikkat dağınıklığı, unutkanlık, huzursuzluk gibi belirtiler görüldüğünde bahar depresyonu düşünülmelidir ve bir uzman yardımı alınmalıdır.
Bazen depresyona bedensel başka şikayetler de eşlik edebilir. Kas ağrıları, mide bulantısı, baş ve karın ağrıları, cinsel isteksizlik, aşırı iştah ya da iştahsızlık gibi belirtiler de mutlaka dikkate alınmalıdır.
Bahar depresyonunda en etkili olanın melatonin hormonu olduğunu ve bu hormonun da uyku düzeninden sorumlu olduğunu hatırlatmakta fayda var. Bahar ve yaz aylarında artan güneş ışığı nedeniyle vücudumuzda üretilen melatonin hormonunun düzeyi de değişir ve bu değişkenlik bizim psikolojimizde, günlük hayatımızda, bazen de vücudumuzda bazı problemlere yol açabilir. Mevsimsel depresyon, adından da anlaşılacağı gibi döneme özgü bir depresyondur ve diğer depresyon türlerine oranla daha hafif ve kolay atlatılabilir. Ancak belirtiler iki hafta içinde düzelmiyorsa, şiddetleniyorsa, kendi kendine geçer düşüncesiyle beklemek yerine gecikmeden bir psikoloğa başvurmak gerekiyor.
Hemen hemen bütün depresyon türlerinde en çok etkilenenlerin kadınlar olduğu biliniyor. Bahar depresyonunda da 15-55 yaş arası kadınların etkilendiği ve toplam nüfus içinde depresyona yakalananların %70’nin kadınlar olduğu görülüyor. Bunun nedeninin kadınların ev, iş, çocuklar gibi pek çok alanda daha fazla sorumluluk almalarından ve bedensel olarak hormonal faaliyetlerinin daha fazla olmasından kaynaklandığı düşünülüyor.
Depresyona herkesin, hayatının bir döneminde yakalanabileceği, herkesin risk altında olduğu unutulmamalıdır. Üstelik depresyon tekrarlayabilen bir rahatsızlıktır. O nedenle özellikle daha önce depresyona yakalanmış kişilerin bu konuda daha dikkatli olmalarında fayda var.
Uyku düzenine ve saatine dikkat etmek, yeme alışkanlıklarını sağlıklı olanlarla değiştirmek, egzersiz ve spor faaliyetlerine zaman ayırmak, açık havada yürüyüşe çıkmak, özellikle mevsim geçişlerinde doktor kontrolünde gıda ve vitamin takviyesi yapmak, bir takım sosyal çalışmalara katılma, zevkli uğraşlar edinmek, gün ışığından olabildiğince çok yararlanmak bu geçiş dönemlerini atlatmaya yardımcı olacaktır. Bazen fototerapi olarak bilinen ışık tedavisi de yararlı olabilir. Işık tedavisi son yıllarda sıklıkla kullanılan bir yöntem olarak dikkat çekiyor ve düzensiz güneş ışığından kaynaklanan bahar depresyonunu tedavi etmekte oldukça etkili olduğu düşünülüyor.
Sonuç olarak depresyon bireyin bütün yaşantısını, iş hayatını ve ilişkilerini olumsuz olarak etkileyen bir duygu durum bozukluğudur ve profesyonel bir yardım almadan atlatılması zordur. Belirtiler görüldüğünde mutlaka uzmanlara başvurmak ve gereken yardımı almak gerekir.
Son zamanlarda hemen hemen hepimiz sıklıkla adını duyuyor ama tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz. Borderline (Sınırda) Kişilik Bozukluğu, adından da anlaşılacağı gibi aslında bir tür kişilik bozukluğu ve tanımlamada hala pek çok açıdan sorunlar yaşanmasına karşın sık karşılaşılan bir psikolojik sorun. Başka kişilik bozukluklarıyla karıştırılabiliyor, çünkü bu bozukluğa diğer kişilik bozukluğu türlerinden bazı belirtiler de eşlik edebiliyor.
Konuyu detaylarıyla ele almadan önce kişilik ve kişilik bozukluğu nedir sorusunun yanıtını vermekte fayda var.
Birçok farklı değişkene bağlı olarak zaman içinde tanımlamalar da değişti ancak günümüzde kişilik, karakter ve huy (mizaç) olarak iki farklı özellikten oluşan bir bütün olarak değerlendirilmektedir.
Karakter, bireyin dünyaya bakışı,hayatı algılaması, hayatla ve sorunlarla başa çıkma biçimi olarak tanımlanıyor. Öğrenmenin ve çevresel faktörlerin bireyin karakterinde önemli etkileri olduğunu da unutmamak gerek.
Huy ise, bireyin doğuştan getirdiği, genel olarak biyolojik yatkınlıklara bağlı davranış biçimleri ve eğilimleri olarak tanımlanıyor.
Toplumda kişilik ve kimlik kavramlarının ne yazık ki sıklıkla karıştırıldığını ve zaman zaman birbirinin yerine kullanıldığını görüyoruz. Kişilik, bireye özgü bütün kalıcı özellikleri tanımlar ve bireyin nasıl bir kişi olduğunu açıklarken,kimlik ise, bireyin kişisel ve toplumsal konumunu yani aslında kim olduğunu tanımlar. Bu anlamda kimlik tanımı kişinin ‘ben kimim’ sorusuna verdiği tüm yanıtları içeren bir bilişsel ve duygusal algılayıştır.
Kişiliğin oluşumunda doğum öncesi, doğum sonrası ile çocukluk çağındaki her tür fiziksel ve psikolojik koşullar çok etkilidir. Aynı şekilde öğrenme ve toplumsallaşma yoluyla olgunlaşma da kişiliğin biçimlenmesinde önemli etkilere sahiptir. O nedenle birey, henüz çocukken bile kişiliğine ait önemli kazanımları elde etmiştir ve kişiliğine dair ilk özellikleri sergilemeye başlar.
Bütün kuramlara bakıldığında belki de üzerinde en çok konuşulan, tartışılan ve fikir üretilen kavramın kişilik olduğunu görülüyor. Çok eski çağlardan beri de insan kişiliğini tanıma ve tanımlama konusu hep tartışılmıştır. Kişilik bozuklukları konusu da zaman içinde üç farklı başlık altında sınıflandırılmış, Borderline Kişilik Bozukluğu ise B Kümesi Kişilik Bozuklukları grubunda yer almıştır. Görülme sıklığına bakıldığında tüm toplum içinde yaklaşık olarak %2-3 gibi bir oranda görülüyor ve bu oran kadınlarda %75 gibi yüksek bir oranda iken,erkeklerde %25 düzeyinde kalıyor.
Son yıllarda artan bir sıklıkla birbirini aldatan eşlerin haberlerini duyuyoruz. Ekonomik krizlerin de bu birbirini aldatma konusunda etkili olduğunu düşündüren gelişmeler mevcut. İşini kaybeden ve gelir düzeyi düşen insanların kendilerine daha iyi bir hayat sunacağını düşündükleri insanlara yönelmeleri bilinen bir durum.
Ancak aldatma pek çok farklı kavramı da içinde barındıran bir eylem olarak bütün sosyolojik, psikolojik ve biyolojik konuların en başında yer almayı sürdürüyor. Aldatma bir kadının ya da bir erkeğin birlikte olduğu insanın dışında bir başkasıyla beraber olması biçiminde tanımlanabilir ancak olay o kadar basit değildir. Toplumun sosyal değerleri ve daha pek çok faktör bu aldatma olayını daha farklı yerlere taşımaktadır.
Genellikle aldatan tarafın erkek olduğu görülse ve öyle olduğu sanılsa da durumun çok da öyle olmadığı yapılan araştırmalar sonucu ortaya çıkmış durumda. Kadınlar da en az erkekler kadar aldatıyor. Hatta bazı araştırma sonuçlarına göre evli olan kadınların neredeyse yarısı eşlerini aldatıyor. Böyle rakamlarla bakınca durum gerçekten vahim.
Bu kadınlar niye aldatıyorlar diye sorduğumuzda cevaplar da ilginç aslında. Büyük bölümü eşinin de zamanında kendisini aldattığını ve bunu hak ettiğini söylüyor ama bu gerçeği yansıtmıyor; sadece yapılan yanlışa bir kılıf uydurma çabasından ibaret. Evet, eşlerin aldatması ilk sıralarda yer alıyor. Sonra cinsel uyumsuzluk ve şiddete uğramak neredeyse başa baş yanıtlar arasında. Eşin kaba davranması, saygısızlığı ve evlilikte araya giren yıllar aldatmaya zemin hazırlayan şeyler. Zamanla çocukların da büyümesi ve kendi hayatlarını kurmaya başlamasıyla beraber baş gösteren 'Eyvah! Yaşlanıyor muyum?' paniği. Yaşlanmadığını ve hala güzel olduğunu ya da hala ilgi gördüğünü önce kendisine ispat etme ihtiyacı. Bir iki buluşmadan, hafif bir flörtten ne zarar gelebilir ki? Ne zarar gelebilir ki diye başlayan arkadaşlık romantik bir ilişkiye dönüştüğünde iş işten geçiyor.
Bu tip aldatmalar genellikle uzun yıllardan sonra artık heyecanı kalmamış evliliklerde görülse de aldatma her yaş için geçerli bir eylemdir. Yaşı daha genç evliliklerde de aldatma yaşanıyor. Tuhaf ama gerekçeler neredeyse heyecanı bitmiş evliliklerdekiyle aynı. 'Kaba davranıyor, onu sevmediğimi fark ettim. Onunla evlenmekle hata etmişim. Evlilik bana göre değil. Gerçek aşkımı buldum' vs. vs. vs.
Aldatma üzerine bir Alman dergisinin yaptığı araştırma ilginç sonuçlar koyuyor ortaya: Eşlerini aldatan insanlar yaşadıkları heyecanın yerini başka hiçbir şeyin tutmadığını söylüyorlar. Eğer kendileri aldatılılarsa yaşayacakları acının da çok büyük olacağını belirtiyorlar. Kadınlar, eşlerini aldattıkları partnerlerini yakın arkadaş çevrelerinden seçiyorlar ve yaklaşık % 70'i bir defalık bir ilişki yaşıyor ama geri kalan % 30'luk grup daha uzun süreli ilişkiler yaşıyor. Erkekler eşlerini genellikle tesadüfen tanıştıkları insanlarla aldatıyorlar ve genellikle de eşlerinin hamileliği sırasında aldatmaya başlıyorlar. Ancak her üç erkekten biri kendi işyerinden bir kadınla ilişki yaşıyorlar ve bu daha uzun süreli bir ilişki oluyor. Araştırma yapılan grubun %57'si öpüşmeyi aldatma olarak kabul ediyor, % 20'si ise el ele tutuşmaya aldatma olarak bakıyor. Ortaya çıkan bir diğer sonuç ise her iki kişiden birinin hayatı boyunca en az bir kere aldatılmış olduğu. Bütün bunlar bir takım araştırmalar sonucu elde edilen istatistiksel değerler.
Ancak böyle bir durumla karşı karşıya kalan insanlar için olay çok acı verici. Burada insanların acısını hafifletir mi bilinmez ama bilim adamlarının aldatmaya getirdiği açıklamaları da belirtmekte fayda var.
Bazı bilim adamları insanların tek eşli olarak programlanmış bir varlık olmadığını ve bunun evrimden bu yana böyle olduğunu iddia ediyorlar. Onlara göre insan biyolojisinde ve genlerinde çok eşlilik var. Kadınların aldatmalarının ardında evrimden bu yana DNA'larına kodlanmış doğru genlere sahip erkekleri bulmak yatıyor.
Bütün bir yıl boyunca kutlanan özel günlerin içinde belki de en anlamlısı, Anneler Günü’dür. Özel günlerin yılda bir güne sığdırılıp kutlanmasına karşı çıkan birçok insan bile, Anneler Günü konusunda son derece hassas. Üstelik bu özel günün öznesi “annelerimiz” olunca, hiç kimsenin itiraz edecek gücü kalmıyor.
Daha doğmadan anne ve çocuk arasında başlayan ilişkiyi anlatmaya yetmiyor hiçbir kitap, hiçbir bilim. Ne psikoloji, ne sosyoloji ne de biyoloji bitirebildi tanımlamalarını.
Doğumla başlayan ilişki, ölene dek sürüyor ve aslında ölümle bile bitmiyor. Değil mi ki, evlendiği karısından annesinin yemeklerini bekliyor bir erkek. Askerdeki oğul, önce annesine yazıyor ilk mektubunu. Bir kadın zamanla, geçmişte çok kızdığı annesine benziyor ve bütün çocuklar için en temel varlık anne. O zaman psikoloji ve sağlık bilimi tanımı yapıyor: Anne yoksunluğu!
Anne yoksunluğu bir sağlık sorunu
Anne yoksunluğu dediğimiz kavram bir tür sağlık sorunu aslında ve özellikle küçük yaşlardaki çocuklarda görülüyor. Uzun süre annesinden uzak kalan ya da annesiz büyüyen çocuklarda ortaya çıkıyor ve bu yoksunluğa bağlı olarak fiziksel bazı sorunlara yol açabiliyor.
Anne olmak, çok önemli bir kavram aslında ve dünya üzerinde tartışmasız bütün toplumlarda böyle. Annelik içerdiği bütün anlamlarla beraber çok farklı bir statü. Evliliklerin gidişatını değiştiriyor, insanın bütün psikolojisini, hayata bakışını, hayata tutunuşunu belirliyor. Üstelik ister kadın, ister erkek olsun tüm cinsiyetler üzerinde aynı öneme ve değere sahip. Bütün dinlerde ve inanışlarda, anneliğe ve anneye özel haklar verilmiş.
Bir gün, çelimsiz, küçük bir kız çocuğu sokağın köşesine oturmuş; yiyecek, para ya da alabileceği herhangi bir şey için dileniyordu.
Üzerinde yırtık pırtık giysiler, yüzü gözü kir içinde, perişan bir hali vardı.
Kız dilenirken, sokaktan genç, canlı ve iyi görünümlü bir adam geçti. Kızı fark etmişti ama belli etmemek için dönüp ikinci kez bakmadı. Büyük ve lüks evine, mutlu ve rahat ailesinin yanına geldiğinde, çok güzel hazırlanmış akşam sofrası onu bekliyordu.
Fakat az sonra düşünceleri tekrar o fakir kıza takılıverdi. Duyguları bir şeylere itiraz ediyordu. Sonra kolay yolu tercih etti ve itirazlarını Allah’a yöneltti: "Böyle bir şeyin olmasına nasıl müsaade ediyorsun? Neden o küçük kıza yardım için bir şeyler yapmıyorsun Allah’ ım?" diye yakındı içinden.
Sonra ruhunun derinliklerinden gelen bir cevap işitti: "Yaptım. Seni yarattım!"
Hepimiz bir başka yaşamı değiştirebilecek kadar güçlüyüz aslında. Hepimiz yaratıldık ama bizim de yaratıcı gücümüz olduğunu hatırlatmak istedim bu minik hikayeyle.
Hayata, kendimize ve başkalarına kahrederek enkazlar yaratabiliriz ya da hayata, kendimize ve çevremize sevgi katarak harikalar yaratabiliriz.
Kelebek Etkisini biliyor musunuz? Kelebek Etkisi; matematikte, bir sistemin başlangıç verilerindeki küçük değişikliklerin büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilmesine verilen addır.
Hayatlarımızın hep birilerine bağlı olduğunun farkında mıyız? Hep başkaları için yaşadığımızın? Küçükken anne babaların uslu çocuğu olmak, gençlikte okulun en gözde genç kızı ya da delikanlısı olmak, işyerinde en gözde eleman olmak ve evlilikte en verici taraf olmak...
Hep başkalarının hayatlarına ilişik yaşamak. Eğreti yaşamak. Başkaları için yaşamak ve sonra da bunu her fırsatta uğruna böyle yaşadığımız insanların başına kakmak. Aslında hayatın içinde kaçak dövüşmektir bu. En küçük bir terslikte ‘ama ben senin için böyle yapmıştım’ demek ve tüm sorumluluğu karşımızdaki insanlara atmak.
Onları ezim ezim ezmek, burunlarından fitil fitil getirmek. Kendimiz için değil başkaları için yaşadığımızın ya da yaşatılmışlığımızın intikamını sözde en sevdiklerimizden almak. Hepimizin hergün ve hemen hemen çevremizdeki herkese uyguladığımız psikolojik baskı.
Mesela kadınlarımız; alınan eğitimler, bütün bilgi birikimleri, bütün üretkenlikler evlendikleri andan itibaren ikinci plana düşüyor. Sebep? İyi bir eş olmak, hayatını paylaştığı insana göre yaşamak, ’önce o’ diye başlayan cümleler kurmak. Çocuklar olursa bir de, iyi bir anne olmak. İnsanın hayatının bütün amacı ailesi olunca da kendisinden başka herkes için yaşamak en kutsal görev halini alıyor. Kutsallık payesi olmazsa yenilir yutulur bir iş değil çünkü ‘önce başkaları’ diyebilmek. Sonra, beklentilere uygun gelişmezse hayat, evlilik umulduğu gibi değilse ya da çocuklar üzerse ‘ben sizin için saçımı süpürge ettim’ diye başlayan ve asla kendisi olamamış bir insanın yürek yakan pişmanlık sözleri. Çocuklar gün gelip çekip gittiğinde ve ‘yapmasaydın, ben senden böyle bir şey yapmanı istemedim‘ derse ne olacak? Başkalarının hayatlarına dağıtıp yok ettiğimiz hayatımızı nasıl toparlayacağız yeniden? Oysa ‘önce ben’ demeli insan. ’Ben mutlu olmalıyım, ben mutlu olursam eşimi de mutlu ederim, başının etini yemem olur olmaz şeylerle. Ve ben mutlu olursam çocuklarım da mutlu olurlar. Katı kurallar koymam,her şeyin en iyisi diye tutturmam.’
‘Önce ben’ demekle ‘bencil olmak’ farklı şeyler, çok ince bir çizgi var arada. Önce ben diyen insan kendisiyle barışıktır, bir şeyler üretir, ürettiklerini paylaşır, mutlu olmak için hiçbir fırsatı kaçırmaz, ayağına gelmiş fırsatları ertelemez. Hayatın ta içinde yer alır, ne çocuklarının ne eşinin arkasına saklanmaz. Önce kendisi için bir şeyler yapan bir kadın, kendisi için bir şeyler yapmak isteyen diğer insanları çok iyi anlar. Onları serbest bırakır. Oysa bizde evlilikler iki kişinin bir kişi gibi yaşaması olarak düşünülür.
Geleneklerimiz böyledir çünkü. Evliliğin, iki kişinin yine iki kişi olarak bir arada yaşaması demek olduğunun farkında değiliz hiç birimiz. Ortak bir hayatı iki kişi olarak paylaşmak olduğunu öğrendiğimizde daha farklı olabilir her şey. Kendimize de başkalarına da izin vermiyoruz bunun için.
Erkeklerimizin de bir farkı yok. Evlendikten sonra arkadaşlarla vakit geçirmek önemli bir mesele. Kırk dereden su getirmek lazım. Asker arkadaşlarıyla felekten bir gece çalmak büyük olay. Ya aynı şeyi evde oturtulan eş de isterse... İlla ki her şey beraber yapılacak. Beraber gezilecek, beraber eğlenilecek. Bekar günlerden olan arkadaşlar Allah muhafaza pimi çekilmiş bomba gibi, ya yoldan çıkarırlarsa, aklını çelerlerse. Hele giyim kuşama azami özen gösterilecek. Öyle dikkat çekecek kıyafetler giymek yok. Ama dışarıda güzel giyinmiş, alımlı kadınlara imrenilerek bakılmazsa olmaz. Çünkü evdeki eş böyle değil. Onu değiştirmek için her şey yapıldıktan sonra ‘sen benim evlendiğim insan değilsin, çok değiştin’ diyen kadınlar ve erkekler. İliştirilmiş hayatlarından şikayet edenler topluluğu. Boşa yaşanmış bir hayat.
Oysa önce kendisi için bir şeyler yapmalı insan. Kendisi olmalı, kendi hayatının içinde yer almalı. Kendi hayatımızın kararlarını başkaları almamalı bizim adımıza. Suda yüzen nilüferler gibi yanyana yaşabilmeliyiz sevdiklerimizle. Üst üste hayatlar yaşamak hiç kimse olmamaktır aslında. Ne iyi bir eş, ne iyi bir evlat, ne iyi bir anne ya da baba. Yarım yarım hayatlar ve diğer yarıları başkalarının hayatlarına iliştirilip bırakılmışlar.
Hızla zayıflamaya çalışmak verilen kiloların aynı hızla geri alınmasına neden olur, üstelik fazlasıyla… Dolayısıyla doğru olan; kontrollü ve düzenli beslenmeyle yavaş yavaş kilo vermektir.
1. Doğumdan sonra bebeğinizi düzenli olarak emzirmenin kilo vermenizi kolaylaştırdığını biliyor musunuz?
a) Evet
b) Hayır
2. Hem sağlık hem de kiloları hızla verme açısından yürüyüş yapmanın gereğini biliyor ve yürüyüş yapıyor musunuz?
a) Evet
b) Hayır
Dikkat ettiniz mi bilmiyorum, ne zaman nerede bir inşaat olsa, altından mutlaka tarihi eserler çıkar, kap kacak, altın, gümüş takılar bulunur. Son zamanlarda özellikle metro tramvay kazılarında epeyce gemi kalıntısı, eski uygarlıklara ve kültürlere ait kalıntılar bulundu. Benim gibi tarihe ve tarihsel değerlere büyük önem veren insanlar da buluntuları heyecanla izledik, yeni bir kültür bulunmasından dolayı ya da bilinen bir uygarlığın farklı bölümlerine ışık tutacağı düşünülen eserlerden dolayı heyecanlandık. Buluntuların bir bölümü sergilendi, bir bölümü kaldırıldı. Sonra ne olur bilemiyoruz.
Benim asıl derdim tarihimize olan saygısızlığımız. Nasıl bir kültürsüzlük örneğidir bu aklım almıyor. Bu topraklarda yaşamış eski uygarlıklara bile hırsla, kinle yaklaşıyoruz, yok sayıyoruz. Bütün yaşanmış değerleri ve kültürleri reddeden bir tavır içindeyiz. O uygarlıkların bile dinini sorguluyoruz. İnançlarını tartışıyoruz ve bize kattıklarını, katacaklarını görmüyoruz. Algılama zayıflığı yaşıyoruz. Tarih aslında bizi biz yapan en önemli unsurdur. O kadar önemlidir ki bizi günümüzde konumlandırdığı yer bile tarih bilinciyle şekillenir. Yüzyıllardan beri var olan bir kültürümüz olmasaydı, kurduğumuz devletlerin biçimlendirdiği bir uygarlığa sahip olmasaydık,bu topraklarda söz sahibi olabilir miydik?
Üstelik ilginç bir ayrım yapıldığını görüyorum son zamanlarda. Yani bana yakın olan, benim dinimden olan tarihe sahip çıkarım ama ondan ötesini tanımam türü bir yaklaşım bu. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu benim tarihimdir ama Likya, Kartaca, Fenike, Sümer, Babil, benden değildir. Bu topraklarda onlar da var oldu oysa, iz bıraktı, kültür bıraktı, değer yarattı. Hatta bizim sözüm ona bunca uygarlığın ortasında hala beceremediğimiz su toplama ve dağıtma işlerini onlar başarmışlar. Toplum olabilmiş, kurallar oluşturabilmiş, madencilik yapmışlar.
Ne zaman nereye gitsem, ayağımın ucuyla eşelediğim toprağın altından tarih fışkırıyor. Biz o kadar duyarsızız ki, ya o tarihi, ’aman kim uğraşacak şimdi’ demiş, yine toprakla örtmüşüz, ya kırmış dökmüş, hırsımızı almışız, ya da bırakmışız hatta özel izinler vermişiz, elin yabancısı gelip topraklarımızdan almış, çalmış kendi ülkesine götürmüş. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemleri yabancılara verilen bu tür kazı izinlerinin örnekleriyle doludur.Meraklısı bilir, isterse araştırır bulur.
Bakın Çanakkale Truva buluntularına. Bazılarına göre modern arkeolojinin öncülerinden olan, bazılarına göre de sahip olduğu bütün servetini savaştan elde etmiş bir mezar hırsızı olan Alman Arkeolog Schliemann, bulduklarını ve özellikle altın türü değerli buluntuları izinsiz bir şekilde aldı götürdü. Bu şekilde herkesin hafızasına kazınmış bir resim vardır. Resimde Schliemann’ın Yunanlı karısı buradan götürdükleri bir altın takıyı takmıştır. Biz de sonradan ah vah demiş ama hiçbir şey elde edememişizdir. Utanmasalar Truvayı götürecekler. Aynı şekilde Bergama Zeus Sunağı da Alman arkeoloğu Human'ın 1871 yılında yaptığı izinsiz kazı sonucu Berlin'e taşındı.
Yapılan kazıların büyük çoğunluğuna bakın hep yabancılar var işin başında. Niye? Bizim arkeologlarımız yok mu? Bazı kazılar üzerine yapılan çalışmalar durdurulduğunda ben hep çok üzülürüm. Çünkü durdurulma sebebi çok üzücüdür. Ödenek bulunmadığından ya da yetersiz ödenekten dolayı kazı çalışmaları devam etmez. Ta ki bir yabancı şirket, şahıs ya da devlet işin içine girene kadar. Ve hep merak etmişimdir. Bu yabancıların bu ülkedeki kazıdan elde edecekleri nedir? Onarın hevesle yaptıklarını neden bizim üniversitelerimiz, uzmanlarımız, araştırmacılarımız ve devlet yetkilileri yapmaz? Kendi tarihine, kültürüne bu kadar hain olabilir mi insan? Tarih bilinci verilmemişse olabilirmiş demek ki.
Ben Cumhuriyetimizin kurucusu Atattürk’ün de kemiklerinin sızladığına inanıyorum. O, o kadar ileri görüşlüydü ki, 1935-1937 yıllari arasinda 3 yıl'a yakın bir süre Meksika'da maslahatgüzar olarak calışmış olan Tahsin Mayatepek’i, Türkler ve Maya kültürü arasındaki bağlantıları araştırması amacıyla görevlendirmişti. Soyadının Mayatepek olması da tamamen bilinçli bir seçimden dolayıdır. Tepek Maya dilinde ‘tepe’ anlamına gelmektedir ve bu bile Maya diliyle dilimiz arasındaki benzerliklere işaret etmektedir. Atatürk’ün vefatıyla birlikte maalesef bütün bu araştırmalar da sona ermiştir.
Yazık ki tarihimiz ayaklarımız altında yok olup gidiyor. Yazık ki bir ülke kendi değerlerinin topluma ve tarihine kazandırılması konusunda yetersiz kalıyor. Yazık ki kendi tarihinin ve kendisine miras kalan kültürel birikimin farkında olmayan hatta olanlarsa düşman olan bir nesil yetişiyor.Bütün bunları gördükçe de benim içim acıyor.