Şiddet ve şiddete uğrayan bireyi korumak günümüzün terörden sonraki en önemli sorunu malumunuz. Terör topluma yönelik ve genellikle toplu bir yok etme hareketiyken, şiddet bireysel bir yok etme eylemidir. Özellikle kadına yönelik şiddet ve hatta uygulanırken karşılaştığımız vahşet akıl alır gibi değil. Akla hayale gelmeyecek her tür yöntem ve silahla saldırıya uğrayan kadınlar, toplumsal olarak karşılaştığımız şiddetin en önemli öznesi durumundalar.
Kadınlardan sonra en fazla şiddete uğrayanlar da çocuklardır. Önce evinde, ailesinde anne, baba ve kardeşlerden gördüğü şiddet, sonrasında sokakta oyun arkadaşlarından, okulda sınıf arkadaşlarından ve öğretmenlerinden ve garip bir kısır döngü olarak evlendiğinde yine kendi evinde eşinden gördüğü şiddet ve hatta taciz hepimizi insan olmaktan utandırır hale geldi.
Şiddetin özellikle son yıllarda giderek yükselen grafiğinin arkasında pek çok psikolojik ve sosyolojik etken var elbette. Şiddet uygulayan kişinin kişilik yapısından tutun, yetiştiği aile ve çevre faktörlerine kadar her şey önemli etkilere sahip. Ülkemizde ürkütücü şekilde artan şiddet olaylarına karşı son yıllarda hem sivil toplum örgütleri, kurum ve kuruluşlar hem de siyasi ve idari kurumlar ciddi bir tavır aldılar. Hatta önemli yasal düzenlemelere gidildi. Şiddet uygulayanın evden uzaklaştırılmasına kadar varan yaptırım kararları alındı. Amaç özellikle şiddete uğrayan kadını korumak. Peki, çözüm oldu mu? Mağduru koruyabildik mi? Haberlere yansıyan olaylardan anlıyoruz ki, bu soruların yanıtı maalesef ‘’hayır’’.
Hepimizin bildiği gibi şiddet gören kadınları korumak amacıyla, son derece dikkatli ve titiz çalışan bir kurum var: Mor Çatı. Mor Çatı’ya başvuran kadınlar olabilecek en güvenli şekilde yaşamaya çalışıyorlar. Yerleri bile neredeyse bir sır. Buraya başvuran kadınlar çocuklarıyla birlikte sığınıyorlar. Yaşam haklarını korumaya çalışıyorlar.
Peki, bu en doğru yöntem midir? Bir kadın kendisinin canını yakan ve hatta canını almaya azmetmiş bir başkasından ne zamana kadar saklanarak yaşayabilir ve neden bir sığınmacı olmak zorundadır? Çünkü sonu ölümle biten pek çok olaydan anlıyoruz ki, hayatı bir erkeğin elinde son bulan birçok kadın önce bu kuruma ya da benzer kurumlara sığınmış, sonra her nasıl olmuşsa eşi kendisine ulaşmış, kadını ikna etmiş ve tekrar bir araya gelmişler. Sonuç; kadının sonu olmuş.
Malumunuz okulların tatile girmesiyle beraber özellikle çocuklar için gerçek anlamda yaz tatili başlamış oluyor. Ailece yaz tatili planları yapılıyor, kimi aile deniz kıyılarını tercih ederken, kimi aile dağ, yayla tatilini tercih ediyor. Bazılarımız iş, çoluk çocuğun eğitimi gibi sebeplerle büyük şehirlerdeysek ailelerimizin yanına giderek tatilimizi değerlendirebiliyoruz. Okulların açılacağı eylül ayına kadar özellikle Temmuz ve Ağustos ayları tam tatil dönemi.
Araştırmalar ilginç bir sonuç koyuyor ortaya; özellikle depresyon ve stres gibi birçok psikolojik kökenli rahatsızlığın yaz döneminde azaldığı ve buna bağlı olarak uzmanlara başvuran danışan sayısının da ciddi anlamda düştüğü araştırmaların sonucunda ortaya çıkmış. Bütün bu değişimlerde pek çok etken söz konusuysa da belli başlı etkenler, hem güneş ışınlarının olumlu etkisi, hem yaz havasının ve tatil döneminin psikolojik olarak morali yükseltmesi, hem de özellikle anneler açısından eğitim sıkıntılarından, karne, ödev, sınav stresinden uzakta geçirilen yaklaşık üç aylık bir süreç olması.
Bu tatil döneminde ben de ailece tatil yapma hayali kuran annelerden biri olarak haftalar önceden planlanmış tatile çıktım. Tatil bölgemiz yaklaşık 5 senedir tercih ettiğimiz Ayvalık. Kaldığımız tesiste her ülkeden, her kesimden insan var. Tek gelenler, çiftler, sevgililer, evliler, bekarlar, çocuklu aileler olarak epeyce kalabalığız ve Birleşmiş Milletler temsilciliği gibiyiz. Zira hala çözemediğim dillerden konuşan insanlar var.
Bütün bu farklı kesimin ortasında daha ilk günden çok ilginç bir şey fark ettim ve sonraki günlerde de gözlemlerimi defalarca test ettim.
Evet biz Türkler, pek çok alanda olduğu gibi yine diğerlerinden bariz şekilde farklı davranıyoruz. Biz Türkler derken de özellikle biz anneleri kastediyorum.Tüm gün boyunca çocuk havuzu başındayız, hatta sadece çocuk havuzunun değil, çocuğun başındayız ve sürekli talimatlarla çocuğun bütün havuz ve su ilişkisine müdahale ediyoruz.
"Yavrum ayağa kalkma, çocuğum koşma düşeceksin, kızım otur orada, dur oğlum krem sürmeden giremezsin, evladım kaç kere söyledim sana güneşe çıkma" diye….
Evet, konuşmaların genel çizgisi bu. Havuzu ve denizi geçiyoruz, yemeğe geliyoruz görüntü yine aynı. Çocuğunun tabağına tüm yemeklerden doldurup, ağzından burnundan gelene kadar yemek yediren, zorlayan, kızan, bağıran, tehdit eden anneler. "Yemek bitmeden hayatta havuza giremezsin diyen, yemeğini yemedin doğru odaya uyumaya" diye tehdit eden anneler, çocuğun doymuş olmasına rağmen tabak tabak yemesi için ısrar eden, küsen, kapris yapan, hatta strese giren anneler.
Ben bu annelere ‘Tatil Anneleri’ diyorum. Belki normal hayatlarında da böyleler ama tatil gibi daha rahat olmaları gereken yer ve dönemde dahi bu kadar müdahaleci, kuralcı, zorlayıcı olmak gerçekten inanılır gibi değil. Halbuki tatil asıl annelerin dinlenmesi için en ideal ortam olmalı. Açık hava ve su zaten özellikle çocuklarda iştahı açan, bir etken. Çocuk neyi ne kadar isterse yesin kalksın, az sonra acıkacak yine isteyecek, illa ana öğün diye tıkıştırmanın, zorlamanın ve çocuğu hem yemekten, hem yemek saatinden nefret ettirmenin anlamı var mı?
Yıllar önce bir ayakkabı şirketinin sahibi Pazar araştırması yapmak üzere Afrika’ya aralıklı olarak iki pazarlamacı gönderdi.
Birinci pazarlamacı araştırmasını bitirdikten sonra patronunu arayıp şöyle dedi:”Burada bizim için hiçbir fırsat yok, çünkü burada kimse ayakkabı giymiyor.”
Birkaç ay sonra giden ikinci pazarlamacı ise patronunu arayıp heyecanla “Afrika’da inanılmaz fırsatlar var. Burada hiç kimsenin ayakkabısı yok”dedi.
Herkes aynı şeyi düşünüyorsa, hiç kimse bir şey düşünmüyor demektir.
Siz farklı olmazsanız hayatınıza hiçbir farklılık getiremezsiniz. Siz değişmezseniz hayatınızda da değişen hiçbir şey olmaz, aynı şekilde devam edip gidersiniz.
Siz sıradan bir hayatı, sıradan bir biçimde yaşayıp gitmek mi istersiniz, yoksa muhteşem bir oyunda muhteşem bir başrolü, muhteşem bir şekilde oynamak mı istersiniz?
Eğer her anı dolu dolu yaşayıp hem kendi hayatınızda hem de başka hayatlarda fark yaratabilirseniz, hayatınız sona erdiğinde pişmanlıklar ve keşkeler yerine 'Yaşadım' demenin büyüsünü keşfedeceksiniz. Biraz bakış açısını değiştirmek, hayatı biraz daha getirdikleriyle kabul etmek çok olumlu değişimler getirir.
Çok bilinen bir söz vardır: Eğer'le Meğer evlenmişler,'Keşke' adında bir çocukları olmuş!
Fobiler, diğer adıyla korkular genel olarak kaygı bozuklukları başlığı altında tanımlanırlar. Toplumun büyük bir kısmında bir ya da iki korku türü görülür ve eğer kişinin hayatını olumsuz olarak etkilemiyorsa, günlük hayatta sıklıkla karşılaşılan bir obje, duygu, eşya veya canlıya yönelik değilse ciddi bir sorun olarak değerlendirilmez.
Korkunun kişisel özelliklere ve yaşanılan yere yani ortama göre zaman zaman değişken olabileceğini göz önünde bulundurmak gerekiyor. Örneğin yılanlara karşı aşırı bir korku geliştirmiş kişi, normal hayatına devam edebilir çünkü yılanlar büyük şehirlerde yaşayan insanlar açısından önemli bir tehdit unsuru değildir. Ancak kırsal kesimde ya da daha küçük yerleşim birimlerinde yaşayan bir kişi için yılanlar genel olarak hayatını olumsuz olarak etkileyen önemli bir risk faktörüdür. Dolayısıyla korkuların kişiler üzerindeki etkisini sadece tek bir tanıma sığdırmak anlamsızdır. Çevresel faktörleri ve kişinin yatkınlıklarını bir arada değerlendirmek gerekir.
Fobiler söz konusu olduğunda en sık karşılaşılan fobilerden biri ve belki de en önemli alt tipi Sosyal fobidir. Diğer korkular bir canlıya, bir duyguya ya da bir eşyaya yönelikken Sosyal fobide kişiler başkalarının düşüncelerine ve değerlendirmelerine yönelik aşırı ve yoğun korkular duyarlar.
Başkalarının önünde gösterecekleri performansın uygun görülmeyeceği, eleştirilerek alay edileceği, küçük düşerek aşağılanacakları duygusunu yaşarlar. Özellikle halka açık yerlerde kendilerinin başkaları tarafından incelenecekleri ve hatalı davranışlar sergileyeceklerini düşünerek genel olarak insanlardan ve toplumdan uzaklaşırlar. Bir topluluk önünde konuşmak, yeni insanlarla tanışmak, halka açık alanlarda yemek yemek, sosyal bir görev ve sorumluluk üstlenmek aşırı bir kaygıya yol açar ve kişiler bu tür çalışmalardan kaçarlar. Diğer kaygı bozuklukları ve stres belirtilerinin tümü bu fobi için de geçerlidir: Aşırı bir korku ve panik hali, çarpıntı, gerginlik, mide ve sindirim sistemi rahatsızlıkları, terleme, titreme, iç sıkıntısı, baş ağrıları, kaslarda gerginlik ve kasılma gibi fiziksel ve psikolojik belirtiler görülür. İlk başlarda bu belirtilerle başa çıkmaya çalışan kişi zamanla bazı eylemlerden kaçınır, giderek her tür etkinlikten uzaklaşarak tam bir sosyal yalnızlık içine düşebilir. Sosyal fobi yaşayan insanlar korkularının ve endişelerinin gereksiz ya da abartılı olduğunu bilirler ancak engelleyemezler. Duygularına söz geçirmedikleri için de kendilerini zor durumda bırakacağını düşündükleri her tür ortamdan ve topluluktan uzaklaşma yolunu seçerler.
Sosyal fobi de diğer fobiler gibi genellikle tek bir korkutucu olayla ya da modellenerek öğrenilir. Örneğin ciddi bir köpek saldırısına uğrayan bir çocuk köpeklere karşı fobi geliştirebilir; bu yaşanılarak öğrenilmiş bir fobidir. Ancak bir de olayı gören diğer çocukların geliştirdiği fobi vardır; bu da modelleyerek öğrenmedir. İnsanların bir araç kazasında yaralanma ya da ölme olasılığı yılan ya da zehirli böcek sokma olasılığından her zaman daha fazladır ancak insanlar araçlara karşı bu kadar yoğun fobiler geliştirmemişlerdir.Yılan ve böcek fobisi her zaman ilk sıralarda yer alan fobilerdir. Bazı bilim adamları ve araştırmacılar fobilerin hazır tepkiler olarak genlerimizde programlanmış olduğunu öne sürüyorlar.
Evrimden bu yana biyolojik olarak bu tip uyaranlara karşı korku geliştirmek üzere yatkınlıklarımız olduğunu iddia eden araştırmacılara göre bu yolla kendimizi savunmayı ve korumayı öğreniyoruz. Ancak abartılı bir kaygı halini aldığında her tür duygu fobi olarak hayatımızda yer ediniyor. Fobiler ayrıca, stresli durumlarda hayatın akışının kendi kontrolünden çıktığını düşünen kişilerde görülüyor. Genel bir yatkınlığın söz konusu olduğunu ortaya koyan araştırmalar da bulunuyor. Bütün bu risk faktörleri bir araya geldiğinde korkular geliştirmek neredeyse kaçınılmaz hale geliyor. Çünkü biliyoruz ki bir olumsuz olay herkes üzerinde aynı etkiye yol açmıyor. Örneğin ailesi tarafından çocukluğunda aşırı eleştirilmiş, yargılanmış bir çocuk, ilerleyen dönemlerde sosyal fobi geliştirebilirken, aynı şartlarda yetişmiş bir başka çocuk yetişkinliğinde son derece girişken, dışa dönük bir tutum geliştirebiliyor. Buradaki en önemli etken kişilik özellikleri ve genetik yatkınlıklardır.
Sosyal fobi, genel kanının aksine tedaviye son derece olumlu yanıt veren bir kaygı bozukluğudur. Tedavi edilebilir. Yoğun kaygı durumu azaltmak amacıyla ilaçlı tedavi de uygulanabilir ancak asıl tedavi psikoterapi ve ilaçla birlikte yapılır. En az altı aylık bir tedaviye ihtiyaç vardır, sonrasında da hekimin ve psikoterapistin uygun gördüğü süre boyunca devam edilmelidir. Kişinin kendisine yönelik olumsuz düşünceleriyle ve değersizlik duygusuyla başa çıkması konusunda çalışmalar yapılır.
Disiplin denildiğinde hemen hemen bütün anne babaların kafasının karıştığını ve çocuklarına karşı nasıl bir tutum izleyecekleri konusunda bocaladıklarını görüyoruz. Maalesef disiplin hala ceza ile eş anlamlı olarak algılanıyor. Oysa disiplin dediğimiz kavram, çocuk eğitiminin en önemli unsurudur. Temel amacı, davranışları biçimlendirmek ve dengeli bir yapı oluşturmaktır. Bu amacı gerçekleştirirken de dikkate alınması gereken üç kural vardır:
• Çocuktaki benlik ve özgüven değerini oluşturmak.
• Sevgi, anlayış ve güven duygularını yerleştirmek.
• Başkalarının kişiliklerine ve değer yargılarına saygı göstermek.
Her çocuk kendine özgü davranış kalıpları oluşturur. Her çocuk kendi huy, karakter ve kişilik yapısıyla dünyaya gelir. Çocuklarımız bizim kopyalarımız değildir. Onların bağımsız bireyler olarak yetişmeleri amacıyla bu yönde desteklenmeleri önemlidir.
Unutulmaması gereken en önemli kural, çocuk eğitiminde kararlı, destekleyici, yönlendirici ebeveynler olurken, duruma göre esnek davranmak gerektiğinin bilincinde olmaktır.
Hemen hemen hepimizin uyguladığı davranışlara baktığımızda bir bölümünün doğru, bir bölümünün yanlış tutumlar olabildiğini görmek mümkün.
Çocukların televizyonla ve bilgisayarla tanışmaları maalesef çok erken yaşlara hatta aylara düştü. Doğar doğmaz televizyonla tanışan çocuklar, maalesef zaman zaman kontrolsüz olarak olumsuz görüntülere tanık olabiliyorlar. Özellikle yaşamının ilk aylarında televizyon karşısına oturttuğumuz çocuklar, algılayabileceklerinden daha ağır görüntüleri izlediklerinde sonraki yıllar içinde ciddi anlamda sorunlar yaşabiliyorlar.
Birçok annenin yemek yedirmek için ya da oyalamak için çocukları ekranlarla baş başa bıraktıklarını biliyoruz. Üstelik bu durum tamamen normal karşılanabiliyor. Oysa çocuklar açısından ilk tehlike burada başlıyor, çünkü televizyonla bu kadar erken tanışan çocuklarda ‘Bakıcı Kadın Sendromu’ olarak tanımlanan bir sorun ortaya çıkıyor. Annesi ya da bakıcısı tarafından oyalanması amacıyla televizyonun karşısına oturtulan çocuk, özellikle reklamlar ve kliplerde, hızla akıp giden görüntüleri algılamakta yetersiz kalıyor ve pasif bir izleyici olarak kendisini dış dünyaya kapatıyor. Sosyal bir birey olmakta gerilikler başlıyor, bu da yaklaşık olarak iki yaşına gelmesine rağmen kelime haznesi hala 5-10 kelime ile sınırlı kaldığında ve otistik belirtiler göstermeye başladığında aileler tarafından fark edilebiliyor. Bazen tanı koymakta gecikmeler oluyor, hatta çocuk otistik olarak düşünülüyor. Eğer sorun erken fark edilirse, bazı eğitimler ve destek çalışmalarıyla durum düzeltilebiliyor. Sorunun tamamı sadece televizyon görüntülerinden kaynaklanıyor.
Çocuk için televizyonun, eğitim ve eğlence olmak üzere iki amacı olmalı ve her iki durumda da sınırları net çizilmeli. Saatlerce televizyon seyretmesine izin vermek demek pimi çekilmiş bir bombayla çocuğu aynı odada bırakmaktan farksız.
Televizyondaki görüntülerden henüz anlamayan bir çocuğun bilişsel ve sosyal gelişimini bu derece olumsuz etkileyen televizyon eğer doğru kullanılmazsa, aslında pek çok başka olumsuzluğun da sebebi.
Televizyonlarda neredeyse gün boyu birbiri ardına yayınlanan çizgi filmlerin kahramanları da çocuklar için olumsuzluklara yol açıyor. Bizim çocukluklarımızda yayınlanan çizgi filmlerde, sosyal bir öğeyi vurgulayan, olumlu davranışlar kazandırmayı amaçlayan, paylaşım, saygı, sevgi, aile kavramı, şefkat, doğruluk, dürüstlük, toplum bilinci gibi insani ve ahlaki değerler tanımlanırken, şimdiki filmler ve kahramanları çok farklı şeylere vurgu yapıyorlar. Öncelikle şu an yayınlanan çizgi filmlerin bir çoğunda kahramanların gerçekle, gerçek hayatla hiçbir ilgileri yok.
Verdikleri mesajların da gerçekle alakası yok. Hatta bir mesaj verme kaygıları bile yok. Durum o kadar ciddi ki, film kahramanları adına üretilen ürünler inanılmaz büyük ticari pazarlar oluşturuyor ve her çocuk en azından birkaç kahramanın hayranı. Bu ticari pazarı destekleyen firmalar ve elde edilen karlar arasında biz çocuklarımızı koruyamıyoruz. İşin sadece çocukların istedikleri kahraman için ödememiz gereken bedellerden oluştuğunu sanıyoruz ama, arka planda, bu kahramanların çocukların gelişimine verdikleri zararın boyutlarını tahmin bile edemiyoruz.
Oysa asıl konuşulması gereken taraf bu, çocuklarımız son derece savunmasız biçimde, bu kahramanların oyuncağı haline geliyorlar. Mesele oyun ve oyuncak olmaktan öteye gidiyor. Çocuklar, psikolojik anlamda inanılmaz büyük risk altındalar.
Sıklıkla, kendisini Süpermen zannedip, çatılardan aşağıya atlayan çocukların haberlerini okuyoruz. Bunlar basın yayın kuruluşlarına yansıyanlar, bir de yansımayanlar var. Son olaylarından birinde 5 yaşlarında bir çocuk çizgi filmdeki kahraman gibi uçmaya kalkmış, yaralı olarak hastaneye kaldırılmış ve hastanede kendisini görüntüleyen gazetecilere,’ şimdi uçamadım ama sonraki atlayışımda uçmayı başaracağım’ demişti. Sadece bu olay ve bu söz bile konunun ciddiyetini göstermeye yeter aslında ancak nedense biz hala durumun bilincinde değiliz.
‘Herkesin üç kişiliği vardır; ortaya çıkardığı, sahip olduğu, sahip olduğunu sandığı’ der Alphonse Karr.Gerçekten çok anlamlı bir sözdür ve üzerinde ciddi olarak düşünülmesi gerekir.
Sahip olduğumuz kişiliğimiz aslında doğrudan doğruya kim olduğumuzdur.
Zevklerimizin, zevksizliklerimizin, mutluluklarımızın, mutsuzluklarımızın, hayata bakışımızın, beklentilerimizin, umutlarımızın, umutsuzluklarımızın, düşünce biçimimizin, kısacası bütün duygularımızın bütünüdür. Sahip olduğumuz bu kişiliğimizdir kime yakın kime uzak duracağımıza karar veren. Seven ya da nefret eden. Kin tutan ya da bağışlayıcı olan, titiz ya da rahat davranmamızı belirleyen.
Sahip olduğumuz kişiliğimiz aslında sahip olduğumuz en önemli şeydir ama biz bilmeyiz ne kadar önemli olduğunu. Diğer iki kişilik altında ezilir, ses çıkaramaz,’ buradayım’ diyemez. Ama oradadır.
Ortaya çıkardığımız kişiliğimiz, asıl kişiliğimizin duruma göre başkalarına gösterdiğimiz kısmıdır. Duruma göredir çünkü, eğer bir kadınsak, çok kızgın olsak bile çocuğumuza karşı anlayışlı tarafımızı, anne tarafımızı çıkarırız ortaya. Eşimize bağırıp çağırmayız o an çok sinirliyiz diye, anlayışlı eş tarafımız vardır çünkü. İş yerinde olay çıkartmayız durduk yere, duruma göre davranan kişiliğimiz ortaya çıkar. Bu kişiliğimiz aslında bir tür toplumsal rollerimizin bütünüdür. Nerede, hangi durumda hangi yüzümüzü göstermek istiyorsak, o kişiliğimiz üste çıkar. Kibar, alçak gönüllü, saldırgan, girişimci, pasif, dışa dönük, arkadaş canlısı, hangisi en uygunsa duruma göre oluruz bir anda. Aslında insanın hamurunda her şey var. En aşağılık duygulardan, en yüce duygulara kadar geniş bir yelpazede her özelliği taşıyoruz.
Carl Gustav Jung tüm insanlığın ortak bilinçaltına sahip olduklarını savunur ve der ki "İnsan davranışlarının ortaya çıkışında önemli rolleri olan, geçmişten günümüze bütün insanlığın nesilden nesile aktardığı, genetik olarak bir sonraki kuşağa taşıdığı ortak bir alan vardır, tüm insanlar bu alandan beslenirler. İnsana ait ne varsa, istekleri, korkuları, heyecanları, duyguları, etki-tepki mekanizmaları ve davranış yapılarını oluşturan bütün kalıplar bu alanda depolanır."
Günümüzde hepimizi en çok etkileyen duygu durumu malumunuz olduğu gibi stres. (Bu konuyla ilgili olarak bir süredir kitap yazmaya başladım.) Yakında çıkacak kitabımın da ana konusu olan stresin bilinen sıkıntılarını ve onunla nasıl başa çıkacağımızı anlatıyorum. Ama asıl anlatmak istediğim stresi nasıl doğru kullanabileceğimiz. Son araştırmalar gösteriyor ki, stres dediğimiz duygu, kontrol edilebilirse hepimiz için çok değerli bir güç haline dönüşebilir. Stresin yararlı ya da zararlı olması tamamen kişisel tutumlarınıza bağlıdır. Su, nasıl hayatımızın vazgeçilmez yaşamsal kaynağıysa, stres de o ölçüde yararlıdır. Aslında şöyle ifade etmek daha doğrudur: Su yararlıdır çünkü su içmezseniz ölürsünüz. Su zararlıdır çünkü boyunuzu aşan suya girerseniz de ölürsünüz. Stres de tam anlamıyla böyle bir duygudur.
Stres çalışma hayatından, gündelik yaşantımıza kadar o kadar olumsuz etkilere sahip ki inanılır gibi değil. Washington Üniversitesi’nden Psikiyatri Profesörü Dr.Thomas Holmes hayatımızdaki değişikliklerin bedensel ve ruhsal sağlığımız üzerindeki etkilerini araştırmış ve şöyle bir sonuca ulaşmıştır:
“Geçen bir yıl içinde hayatlarında çok önemli değişiklikler yaşamış olan her beş insandan dördü, önümüzdeki iki yıl içinde önemli bir hastalığa yakalanabileceklerini bilmelidirler.”
Stres bizim düşmanımız değildir
Stres bir duygu durumuysa ve bu duygu hayatımızın her anında karşılaştığımız bir durumsa bununla nasıl başa çıkılır? Hepimizin en çok soru sorduğu ve en çok takıldığı nokta burasıdır. Stresle nasıl başa çıkabileceğimizi bilmiyoruz. Dikkat ederseniz nasıl mücadele edeceğimizi demiyorum, nasıl başa çıkabileceğimizi cümlesini kullandığımı özellikle vurgulamak istiyorum. Çünkü stres bizim kendi hormonlarımız vasıtasıyla ortaya çıkan bir duygudur ve düşmanımız değildir. Biz düşmanmış gibi muamele ettikçe ve durumu öyle algıladıkça sürekli bir savunma haline geçiyoruz, dolayısıyla abartılı duyguların ve fazladan üretilen hormonların sürekli hale gelmesine, bu sürekliliğin bedenimizi yıpratmasına izin veriyoruz. Tıpkı aşırı temizlik takıntısı gibi düşünün. Temizlik iyi bir şeydir ama ellerinizi sürekli yıkamaya başlarsanız bir süre sonra ellerinizde yaralar açılır. Her şeyde olduğu gibi burada da kararında olmak, dengeyi tutturabilmek önemlidir.
Televizyondaki bazı programlar da insanı strese sokabiliyor
“Stresle nasıl başa çıkabiliriz ve nasıl kendi lehimize çevirebiliriz?” konusunu kitabımda ayrıntılı olarak anlatacağım. Benim bu yazımda vurgulamak istediğim konu biraz daha farklı: Televizyonlardaki haberler ve programlar. Ne zaman ekran başına geçsem ciddi bir şiddet ve olumsuz haber görüntüleriyle karşılaşıyorum. Haberlerden tutun, magazin programlarına ve dizilere kadar her program insan stresten strese sokuyor. Dolayısıyla ben uzun zamandır televizyon izlemiyorum. Kendimi olabildiğince psikolojik ve görsel-işitsel şiddetten korumaya çalışıyorum.