Serap Duygulu

Taksim Gezi’nin düşündürdükleri

10 Haziran 2013
Televizyonlarda birbirine saldıran insanları ve polisleri, çocuklara anlatmak zor…

Günlerdir Taksim Gezi Park’ında yaşanan olaylar nedeniyle hepimiz gergin ve endişeliyiz. Tüm toplumu ilgilendiren önemli gelişmeler yaşanıyor. Hepimiz etkileniyoruz.

İlgili ve yetkililerin yatıştırıcı ve sakinleştirici olmasını beklediğimiz günlerde zaman zaman tansiyon yükseliyor, olaylar farklı noktalara sürükleniyor. Aslına bakarsanız Taksim Gezi Parkı’nda ağaçları korumak adına başlayan olaylar giderek yön değiştirerek siyasi boyutu da içine alan protestolara döndü. Canlar yandı, hiç istemediğimiz görüntülere tanık olduk. Konuyla ilgili olsun olmasın birçok kurumun olaylar hiç olmamış gibi tepkisiz kalması da gösteriye katılanların tepkisini çekti.

Bütün yaşananlar ne yazık ki hepimizi ilgilendiriyor. Zira ülke bizim, insanlar bizim. Protestoların yanında da yer alsanız karşısında da yer alsanız yaşananlar hepimizin canını yakıyor. Zarar görenler de zarar verenler de bizim vatandaşlarımız. Televizyonlarda izlediğimiz görüntüler çok üzücü, çok ürkütücü ve çok korkutucu.

Tüm bu kargaşa arasında gözden kaçırdığımız başka şeyler de var maalesef: Çocuklarımız! Çocuklar da bu olaylara tanık. Üstelik sadece görüntüleri izleyerek değil, yaşayarak da tanık oluyorlar. Gösteriye katılan anne babalar çocuklarını da götürüyorlar ve ortamda zaman zaman yaşanan şiddet ve kargaşa en çok onları etkiliyor. Onlara zarar veriyor. Bu açıdan çocuklar farklı açılardan da olumsuz etki altında kalıyorlar. Birincisi görerek ve büyüklerin anlattıklarından ya da yaşadıklarından duyarak, ikincisi anne babalarıyla protesto yürüyüşlerine katılıp doğrudan yaşarak, üçüncü olarak da eylemlerde yer alan diğer bireyler gibi ortamın olumsuz fiziki koşullarından etkilenerek.

Elbette ki katılmadığımız ya da karşı olduğumuz durum ve gelişmeleri protesto etmek demokratik bir haktır. Böyle bir eylemi haklı görebilir ya da haksız bulabilirsiniz. Bu tamamen bireysel özgürlük ve düşüncelerinizle ilgilidir. Ancak çocukların yaşayabileceği olumsuzluklar kişisel tercihlere göre değişebilen bir şey değildir. Dolayısıyla onların en az olumsuzluk yaşamaları konusunda hepimizin hassas olması ve hassas davranması gerekir.

Televizyonlarda birbirine saldıran, koşuşan, kaçan insanları ve onlarla karşı karşıya bulunan polis ve asker üniformalı insanları çocuklara anlatmak zor. Öncelikle neden bu kargaşanın yaşandığını açıklamak gerek. Çocuklarla konuşurken mümkün olduğunca kurumları ve kurumlar adına görev yapan yetkilileri karalamadan, hedef göstermeden durumu açıklamaya çalışmalı. Bu eyleme destek verseniz de karşı olsanız da herhangi bir anda polis ya da asker resmi görevlilere ihtiyaç duyabileceğimizi bilerek çocukların bu kişilere ve kurumlara olan güvenini sarsmamaya dikkat etmek gerekir.

Öncelikle her zaman olduğu gibi, özellikle küçük yaştaki çocukların şiddet içeren görüntüler izlemesinin önüne geçmek, protesto ve eylemleri sorduğunda da durumu anlayacağı kelimelerle açıklamak gerekir. Burada elbette aile olarak inandığınız şekilde konuşmalısınız ama asla çocuklara kin, nefret ve düşmanca söylemlerde bulunmamak gerektiğini tekrar hatırlatmak isterim.

Bir parkta yapılacak bir düzenleme nedeniyle bu düzenlemeyi isteyen ve istemeyen gruplar arasında tartışma çıktığını ve bir türlü anlaşmaya varamadıklarını, olayların bazen kontrolden çıktığını, kalabalıklar halinde yüründüğü için çevreye de zarar verilmemesi açısından devletin güvenlik kuvvetleri tarafından önlenmeye, durdurulmaya çalışıldığını söyleyebilirsiniz. Ek olarak çocukların algı düzeyine ve sorularına göre açıklamayı bu çerçeveden çok çıkmadan genişletebilirsiniz. İlkokul ikinci kademe çocukları olayları ve gelişmeleri anlayıp takip edebilecek, yorum yapabilecek düzeyde olduklarından onlarla yine görüntüleri çok izletmemeye çalışarak daha ayrıntılı konuşmalar yapılabilir.

Yazının Devamını Oku

Eşinize ne kadar güveniyorsunuz?

23 Mayıs 2013
Günümüz evliliklerinin durumu...

Günümüz evliliklerinin en büyük sorunu karşılıklı güvensizlik ve bunun ilişkiye olumsuz yansımaları. Psikolog Serap Duygulu, evliliğinde sorun yaşayanların durumunu masaya yatırdı.

“Güven eksikliğinden kaynaklanan, kontrol altına alamadığınız olumsuz duygular, evliliğinizi zedeler ve eşinizle birbirinize karşı yaralayıcı ve yıpratıcı davranmanıza neden olur. Eşinizle aranızda güven sorunu yaşıyorsanız;

• Birbirinizi aşırı sahiplenmeye çalışırsınız.

• Kısıtlayıcı ve engelleyici tavırlar sergilersiniz.

• Sözel ya da fiziksel şiddet uygularsınız.

• Terk edilme korkusu yaşarsınız.

• Aldatıldığınızı düşünürsünüz.

• Aşırı derecede kıskanç olursunuz.

Yazının Devamını Oku

Boş geçen dersler

22 Mayıs 2013
Devlet okullarında "Müzik, Resim, Beden Eğitimi, Sosyal Etkinlikler" adı altında ders programına konulan dersler içi boş olan ve sadece adı olan dersler.

Pek çok anne babanın orta sorunudur, okula giden çocuklarının dersleri ve derslerin düzeni. Üstüne bir de ödevler, projeler, sınavlar eklenince ve bütün bu koşuşturmanın iyi bir lise ya da üniversiteye girmek için katlanılması gereken zorunluluklar olduğu düşünülünce durum tam bir stres kaynağı haline geliyor. Olayın belki de en üzücü yanı, bütün bu eğitim ve sınavların aslında iyi eğitilmiş, merak eden, merak ettiğini araştıran, sorgulayan, düşünen çocuklar yetiştirmekten çok, kısa sürede en fazla şeyi ezberleyen, ezberlediğini de en uzun sürede hafızada tutan çocuklar yetiştiriyor olması.

Oysa biz çocuklarımızın önce merak etmesini, sonra merakını araştırarak gidermesini ve elde ettiği ya da edemediği bütün bilgiler üzerinde düşünmesini istiyoruz. İstemeliyiz de... Peki, çocuklar bütün bu donanımları nerede kazanacak? Elbette ki okulda.
Çocukların çok erken yaşlarda eğitilmesi önemlidir, önemli olduğunu da hem eskilerin günümüze kalmış deyimlerinden öğreniyoruz, hem de Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu yöndeki çalışmalarından görüyoruz. Atasözlerimizde yer alan ‘Ağaç yaşken eğilir’ sözü bile başlı başına felsefi bir tartışma konusudur. Milli Eğitim Bakanlığı’nın son düzenlemelere göre, 4+4+4 eğitim sistemi olarak bildiğimiz çalışmayı yapmasının altında yatan amaç da budur aslında: Çocukları erken yaşta eğitilmeleri. Eğitim derken de asıl amaç okuma yazma ya da sayı saymayı öğretme gibi basite alınacak bir şey değildir. Amaç çocuğun erken yaşta algılarının gelişmesi, motor ve bilişsel gelişimin sağlanması, zeka potansiyelinin açığa çıkarılması gibi pek çok farklı eğitim söz konusudur. Bütün bu çalışmaların çocuğun her duruma uyabildiği erken yaşlarda yapılması gerçekten büyük önem taşıyor.

Bu anlamda okul öncesi eğitimin de önemi tahminlerden daha büyük. Çocuklar ilkokula başladığında maalesef özel okul ve devlet okulu gibi bir ayrım var. Aslında hepimizin bildiği gibi en önemli nokta çocukla iletişimi sağlıklı kurup devam ettirecek olan öğretmenler. İyi öğretmen bulabilmek neredeyse tüm anne babaların en önemli meselesi. Haklılar da. Ben de bir anne olarak çocuğumu okula vermeden önce uzun süre öğretmeni kim olacak kaygısı yaşamıştım. Ancak iyi öğretmene düşse de devlet okullarında ilginç bir durumla karşı karşıya kalıyorsunuz. Diğer okulları bilemem ama ben 3.sınıfa devam eden kızımın okulunda bu sorunu yaşadım ve yaşıyorum.

Devlet okullarında Müzik, Resim, Beden Eğitimi, Sosyal Etkinlikler adı altında ders programına konulan dersler içi boş olan ve sadece adı olan dersler. Görünüşte sınıf öğretmeni bu dersleri sürdürmeye çalışıyor ama doğrusu bu mudur? Böyle mi olmalıdır? Elbette değil. Zira müzik dersinde çocuklar gerçekten bir müzik aleti çalmayı öğrenmeliler, resim dersinde gerçekten resim yapmayı, beden dersinde ise gerçekten bedenlerini kullanmayı, enerjilerini doğru yönlendirmeyi öğrenmeliler. Bu sınıf öğretmeninin işi değildir. Her yıl spor akademilerinden yüzlerce öğrenci mezun oluyor, konservatuarlardan da öyle. Neden bu genç öğretmenler alan dersinde eğitim vermek üzere atanmıyorlar?

Öğrendiğime göre ilkokul 4.sınıftan sonra bu derslere branş öğretmenleri giriyormuş. Hani ağaç yaşken eğilirdi? Neden asıl enerjilerinin en yoğun olduğu ilkokul 1.,2. ve 3. sınıflarda bu derslere branş öğretmenleri girmiyor? Bütün eğitimciler, bütün psikologlar, bütün sosyologlar, bütün çocuk gelişimciler aynı şeyi söylüyoruz: Çocuklar özellikle bu tip sosyal faaliyetlerle olabilecek en erken dönemde tanışmalılar diyoruz. Neden ilk üç yılımızı boşa harcıyoruz? Devlet okullarında durum böyleyken özel okullarda bırakın bu dersleri, tüm derslerin neredeyse ayrı ayrı branş öğretmenleri var. Bu ayrımcılık ‘paran varsa okursun, paran yoksa, durum budur’ anlamına mı geliyor?

Uzun süredir bu konuyu düşünüyorum ama en son kızım ’Ben artık boş derslere girmek istemiyorum, müzik dersi yapmak istiyorum, resim dersi almak istiyorum, beden eğitimi yapmak istiyorum, yoksa okula gitmek de istemiyorum’ diyerek isyan bayrağını çekti. Haklıydı, söyleyecek söz bulamadım. En son bu sabah, " Ben okula gitmek istemiyorum" dediğinde ona neden o boş derslere girmesi gerektiğini açıklayacak söz bulamadım. Çünkü ben de neden branş derslerine sınıf öğretmeninin girdiğini bilmiyorum. Neden 4. sınıfa kadar bu derslerin ders olarak görülmediğini ve buna rağmen ders programında ders olarak gözüktüğünü de bilmiyorum. Acaba bir bilen varsa mantığını da açıklayabilir mi?

Hoş açıklasa da açıklamasa da kızımın okulunu değiştirmeye karar vermiş bulunuyorum. Son derece başarılı olmasına rağmen sırf bu "Sosyal Etkinlik" dersleri yüzünden kızımın okuldan değil ama okumaktan soğumasına gönlüm elvermediği için okulumuzu değiştirmeye karar verdik.

Yazının Devamını Oku

Annesiz çocukların Anneler Günü

12 Mayıs 2013
“Anne Yoksunluğu Sendromu” en büyük travmadır.

ABD'de Anna Jarvis'in kaybettiği kendi annesi için 1908 yılında başlattığı anma günü olan Anneler Günü, 1914 yılında kongrenin onayıyla Amerika çapında genişledi. Psikolog Serap Duygulu, annesini kaybetmiş bir çocuğun yaşadığı travmayı anlattı.

Yaşı kaç olursa olsun anne, her insan için hayatındaki en önemli figürdür. Psikolojide “Anne Yoksunluğu Sendromu” olarak tanımlanan bir sorun vardır. Bu sendrom annelerinden ayrı kalan özellikle 2 yaş altı çocuklarda görülür.

Protesto ve çaresizlik dönemi başlar

Çocuk ilk olarak ‘Protesto Dönemi’ne özgü bir tavır sergiler. Annesinden ayrı kalmasının verdiği özlemle ağlayarak, bağırıp çağırarak tepki gösterir, sakinleşmez, uzun sürelerle tekrarlayan ağlama nöbetleri yaşar.

Ardından ‘Çaresizlik Dönemi’ olarak tanımlanan süreç başlar. Çocuk artık annesinin döneceğine olan inancını yitirmiş ve annesizliği kabullenmiş bir görüntü çizer. Son olarak ‘Ayrılık Dönemi’ olarak tanımlanan süreçte ise çocuk duygusal anlamda da annesini bırakır, annesini aslında hem çok özler hem de çok öfke duyar.

Dolayısıyla tavır umursamaz ve ilgisiz gibidir. Bu süreçte anne gelse dahi çocuk ciddi olarak güvensizlik yaşar, annesine tekrar bir sevgi yani bağlanma geliştirmekte korkuları vardır. Tekrar terk edileceğinden korkar. Bu travmayı yaşayan çocukların bazılarında ilerleyen yaşlarda duygusal ilişkiler geliştirmekte önemli sorunlar yaşadıkları, duygusallıklarını kaybettikleri gözlenmiştir.

“Ayrılma Anksiyetesi Bozukluğu”

Daha büyük yaşlarda, genellikle 18 yaş altındaki çocuklarda görülen ayrılıklarda çocukların ’Ayrılma Anksiyetesi Bozukluğu’ olarak bilinen bir sorun yaşadıkları görülür. Bağlandıkları kişilerden ve özellikle anne-baba gibi hayatlarındaki en önemli bireylerden yoksun kalan çocuklar, aşırı kaygı belirtileri verirler ve yakın aile bireylerinin başına kötü bir şey gelmesinden korkarlar. Kendilerini son derece güvensiz hissederler. Tek başına herhangi bir etkinliğe katılmak istemez, diğer yakın aile üyelerinin yanlarında kalmak isterler.

Yazının Devamını Oku

Akran zorbalığı

9 Mayıs 2013
Çocuklar ve gençler arasında bu derece yaygınlaşan zorbalığa karşı aileler de çok fazla başarılı olamıyor maalesef.

Akran zorbalığı kavramı henüz yeni bir kavram. Yaşananlar çok eskiden beri var olan ve bilinen şeyler olsa da kavram olarak oldukça yeni.

Bu alanda konuyla ilgili yapılan araştırmalar da çok eskiye dayanmıyor ve ülkemizde araştırmaların 2000'li yıllarda yapılmaya başlandığını görüyoruz. Yapılan bazı araştırmalara göre “akran zorbalığı” en çok ilkokul yıllarında görülüyor ve zorbalık türünün ilk sırasında sözel zorbalık yer alıyor. Sözel zorbalığı fiziksel zorbalık takip ediyor.

Akran zorbalığında üç ayrı durum var aslında. Birinci kategoriye girenler kurban, ikinci kategoride zorba, üçüncüsünde ise hem kurban hem zorba grubuna giren çocuklar bulunuyor. Erkek çocukların daha çok saldırgan ve baskın grupta yer alıyor, kurban grubunda ise kız çocuklarının daha fazla bulundukları da araştırma sonuçlarından çıkan veriler arasında yer alıyor. İlginç olan bir diğer sonuç ise üst sosyo-ekonomik düzeye ait çocukların, orta ve alt sosyo-ekonomik düzeyde bulunan çocuklara göre daha fazla zorbalık yaptıklarının görülmesi.

Akranları ya da arkadaşları tarafından sözel, fiziksel, cinsel ya da duygusal zorbalığa uğrayan çocukların sonraki hayatları boyunca önemli ölçüde olumsuz etkiler yaşadıkları yönündeki sonuçlar dikkat çekici biçimde artış gösteriyor.

İki ayrı zorbalık türü var: İlki sanal ya da siber zorbalık, diğeri de akran zorbalığı.

Peki, sanal zorbalık ya da siber zorbalık nedir?

Özellikle gençler arasında akran zorbalığı olarak bilinen tacizkar ve tehditkar davranışların, elektronik ortama taşınmış hali olarak düşünülmesi gereken bir sorundur. Sanal zorbalıkta kişilerin bütün şifreleri ve hesapları ele geçirilip,onların yer aldığı tüm elektronik ortamlarda sistemli bir karalama, aşağılama hatta tehdit ve şantaj da olan bir saldırganlıktan söz ediyoruz.

Akran zorbalığı ise okulda şiddet başlığı altında düşünülse de ikisi arasında bazı farklılıklar bulunuyor. Okul şiddetinde arkadaşların birbiriyle kavga etmesi söz konusuyken, zorbalık olarak tanımladığımız olayda iki önemli ayrıntı var. Birincisi uygulanan şiddetin türü ne olursa olsun süreklilik göstermesi, ikincisi ise güçlü olanın zayıf olana uygulaması.

Yazının Devamını Oku

Siz hangi ötekisiniz?

16 Nisan 2013
Yine olumsuz haberlerle yattık, sabah yine olumsuz haberlerle uyandık. Yine canlar yok oldu, yine televizyon kanallarını açamayacak hale geldik.

Yine olumsuz haberlerle yattık, sabah yine olumsuz haberlerle uyandık. Yine canlar yok oldu, yine televizyon kanallarını açamayacak hale geldik. Ne kadar mutsuz haberlerle dolu günler yaşıyoruz. Bir gün bir öncekinden daha mutsuz bitiyor giderek.

Genellikle sıradan haberler gibi görmeye alıştık. Alıştırıldık biraz belki de. Nasılsa bizde değil, nasılsa bizim insanımız değil diye bakar olduk. Oysa bu bakış, insanlığımızı kaybetmeye başladığımızın göstergesidir.Nasılsa bizden değil dediğimiz her can kaybı, bizden olana karşı da duyarsızlaştığımızın işaretidir.

Bu tür bir duyarsızlaşma toplumsal çözülmeyi de getiriyor bilmem farkında mısınız?

Benim gibi düşünmeyen, benim tuttuğum takımı tutmayan, benim inandığıma inanmayan, benim gibi yaşamayan, benim gibi giyinmeyen diyerek çok travmatik ayrışmalara gidiyoruz. Hani o ‘benim gibi olmayan’lar bizim kültürel zenginliğimizdi. Hani bizim gibi düşünmeyenlerle çok renkli bir mozaiktik. Noldu şimdi ve nasıl geldik o düşüncelerden bu düşüncelere?

Üstelik ‘Yaratılanı hoş gör, Yaratan’dan ötürü’ diyen Yunus Emre bu topraklarda yaşamadı mı? Mevlana değil miydi bize ‘Ne olursan ol, gel’ diyen?

Biz o ve onun gibi gönlü yüce insanların torunları değil miyiz? Demek ki değilmişiz. Ya da bize bir şeyler olmuş, sığlaşmışız, kalbimizi kin bağlamış.

Yıllarca Osmanlı İmparatorluğu'nun hüküm sürdüğü imparatorluk topraklarında Ermeni, Rum, Arnavut, Bulgar, Rus, Arap bir arada ve kimse kimseye müdahale etmeden, aksine birbirine karşı sonsuz bir hoş görüyle yaşamışken bugün bu ötekileştirmek niye?

Kim bu ayrımcılıktan fayda sağlayacak iyi düşünmek lazım. Bizim birbirimize düşmemiz, kimlerin işine yarayacak? Kurt dumanlı havayı sever, bu sisli dumanlı ortamda kimlerin oyunları oynanacak? Aynı dinden insanların dahi bir takım farklılıkları öne sürerek kendi insanını düşman görmesi, bu tahammülsüzlük ne kazandıracak?

Yazının Devamını Oku

Peki, ya çocuklar...

28 Mart 2013
Artık alenen, sokak ortasında, anne babaların gözü önünde, iş arkadaşlarının yanında kadınlar bir bitki gibi hayattan koparılıyorlar.

Gün geçmiyor ki bir kadın daha şiddet kurbanı olmasın, eşi ya da eski eşi tarafından öldürülmesin. Artık alenen, sokak ortasında, anne babaların gözü önünde, iş arkadaşlarının yanında kadınlar bir bitki gibi hayattan koparılıyorlar.

Gazetelerde, haber bültenlerinde bir iki haber okuyor, sonra unutup gidiyoruz. Akşamki dizide ya da yarışmada neler olup bittiği, yeni bölümde neler olacağı daha çok ilgimizi çekiyor. Görmüyoruz, düşünmüyoruz ve bilmiyoruz sonra neler oluyor... O evlerde o bitmiş, yok olmuş hayatların ardından neler oluyor?

Oysa sessiz kalarak, tepkisiz kalarak en büyük suça biz de ortak oluyoruz. En büyük suç çünkü bütün dinlerin, tüm inançların en önemli kuralı budur: Can almayacaksın. Hatta bizim kutsal kitabımız Kuran’ı Kerim’de Maide suresi, 5/32 ayetinde “Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş sayılır” şeklinde geçen bir cümle vardır. Ve biz %99’u Müslüman bir ülke olduğumuza vurgu yaparız gerekli gereksiz her yerde. Bir can almak, hele hele bir anneyi yavrularının gözü önünde öldürüp hem onlardan, hem hayatından koparıp almak ne dinle, ne insanlıkla, ne vicdanla uyuşuyor.

Ancak bir noktayı daha gözden kaçırıyoruz. Bir kadın öldürüldüğünde sadece bir kadın ölmüş olmuyor. O annenin yavruları, çocukları da ölüyor biliyor musunuz? En son iki gün önce peş peşe iki kadın cinayetinde durum o kadar net olarak ortaya çıktı ki... İlki dört çocuğunun gözü önünde bir baba kendisine boşanma davası açan eşini öldürüyor. Ne devlet, ne kanunlar, ne yakınlar kimse engel olamıyor.
Gene bir can gidiyor ama asıl annelerinin babaları tarafından öldürüldüğüne tanık olan o çocuklar ölüyor.

Düşünebiliyor musunuz, normal şartlarda herhangi bir kaza ya da hastalık nedeniyle anneyi kaybetmek bile büyük bir travmayken, çocuklar en güven duymaları gereken babalarının annelerini öldürdüğüne tanık oluyorlar. Ve hayata 3-0, 5-0, hatta milyon kere 0 geriden başlıyorlar. Ne hakkımız var çocuklara bunları yaşatmaya. Olayın belki de en sarsıcı diğer tarafı, bu adamlar kaçıyor ve günlerce haftalarca bulunamıyor. Sizce kim saklıyor ve bu adamlar nerede yaşabiliyorlar?

İkinci olay da dün Edirne’de bir hastane bahçesinde oluyor.Yine bir eş, boşanma davasına saatler kala silahla hastaneye geliyor ve eşini arkasından vuruyor. Bu annenin de yavruları var. İki çocuk da hayata aynen diğer öldürülen annelerin çocukları gibi hep geriden devam etmek zorunda kalacaklar. Bu travmayı ömürleri boyunca unutamayacaklar. Nasıl unutsunlar ki? Öldüren kişi, aynı zamanda onların hayatta olmalarına sebep olan kişi, varlıkların sebebi, babaları! Ömür boyu unutamayacaklar çünkü ömür boyu o babayı hem genlerinde hem de kimlik belgelerinde taşıyacaklar. İsteseler de unutamayacaklar çünkü en küçük resmi işlemde dahi anne adı ve baba adı sorulurken, birisinin öldürülen, birsinin öldüren sıfatıyla beyinlerine kazınmış olduğu bu iki ismi ömür boyu hem yaşayacak, hem de unutamayacaklar.

Şimdi o çocuklar, diğer insanlara nasıl güven duyacaklar, nasıl inanacaklar, nasıl arkadaş edinip, nasıl sosyal ortamlarda yer bulabilecekler? Bir arkadaşları, "Annen çalışıyor mu, baban ne iş yapıyor?’ diye sorsa, ne cevap verecekler? Ya da cevap verebilecekler mi?

Yazının Devamını Oku

Mutluluğa yer açmak

13 Mart 2013
İçimizi ısıtan pek çok hikaye vardır çevremizde. Birçoğunu duymayız, bilmeyiz ama gerçekten hayatlar değiştirmiş, hayatlar kurtarmıştır.

İskoçyada yoksul mu yoksul bir çifçi yaşardı. Fleming'di adı.

Günlerden bir gün tarlada çalışırken bir çığlık sesi duydu. Hemen sesin geldiği yöne koştu.

Bir de baktı ki bataklığa beline kadar batmış bir çocuk; kurtulmak için çırpınıp duruyor.

Çocukcağız bir taraftan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu.

Çiftçi çocuğu bataklıkta ölmekten son anda kurtardı.

Ertesi gün Fleming'in evinin önüne gösterişli ve oldukça şık giyimli bir aristokrat indi.

Çiftçinin kurtardığı çocuğun babası olarak tanıttı kendini.

" Oğlumu kurtardınız size bunun karşılığını ödemek istiyorum " dedi.

Yazının Devamını Oku