Serap Duygulu

Anne kucağı bebeği sakinleştiriyor

6 Mart 2013
Anne-bebek arasında oluşan mucizeyi uzmanımız yorumladı.

Anne-çocuk arasında bağlılık olarak tanımlayabileceğimiz duygunun, hayatın ilk anında başladığını belirten Psikolog Serap Duygulu, bu sihrin nasıl oluştuğunu açıkladı.

Doğduğu andan itibaren annesinden her koşulda kayıtsız şartsız sevgi gören bir çocuk, çevresiyle ilişkilerinde de son derece uyumlu, insancıl ve doğal olacaktır. Çocuğunuz ve sizin aranızda oluşan güven duygusu, onun gelecekteki bütün bireysel ilişkilerinin de temelini oluşturur.

Temel bakıcı annedir

Anne-çocuk arasında bağlılık, hayatın ilk anında başlıyor. Özellikle anne adayına, bebeği daha doğmadan empoze edilen kutsal annelik kavramı büyük etken oluyor.

Doğmadan, tanımadan, emek verilmeden bir canlının bu kadar çok sahiplenilerek seviliyor olmasına zaten bir tek anne-çocuk arasındaki ilişkide rastlanılır. Anne yüzünü bile görmediği, huyunu suyunu bilmediği yavrusuna o daha doğmadan sevgisini hazır eder. Bu anlamda çocuğun annesine olan ilgisi de ilginçtir.

Annesinin kucağına verildiği anda ağlaması kesilen, anneyle göz göze gelen, onun kokusuna ve koynuna sokulan yeni doğmuş bebek hikayeleri çok tanıdıktır. Temel bakıcı annedir ve çok istisnai durumlar dışında anne ile çocuğun çok özel ve anlamlı ilişkiler kurduğu görülür. Dolayısıyla adına sevgi diyeceğimiz bu bağlılık daha doğar doğmaz başlamaktadır.

İhtiyaçları karşılanan, ağladığında annesinden ilgi gören, karnı doyurulan ve kucağa alınan çocuk, annesiyle olan bu birliktelikten dolayı büyük huzur ve mutluluk yaşar. Sevgi, çocuğun annesiyle olan ilişkisinde yaşadığı bütün olumlu duyguların toplamından oluşur. 

Yazının Devamını Oku

Karakter oluşumunda ailenin önemi

25 Şubat 2013
Davranış tipleri, karakter oluşumunu nasıl etkiliyor?

Çocukların karakter oluşu sürecinde ailenin önemli bir etken olduğunu belirten Psikolog Serap Duygulu, ebeveynlere tavsiyeler niteliğinde bilgiler verdi.

Çocuklar kendilerine has kişilik özellikleriyle dünyaya gelirler. Her çocuk farklı özellikler taşır. Aynı ailede büyüyen kardeşler arasında bile kişilik özellikleri açısından çok büyük farklar olabilmektedir. Hatta tek yumurta ikizi olan kardeşler bile birbirlerinden farklı özellikler göstermektedirler. Karakterin bir kişilik yapısıdır ve bu yapı genel hatlarıyla daha doğmadan belirlenmiş haldedir. Sahip olunan pek çok özellik gibi kişilik özellikleri de genler yoluyla belirlenir. Bunun üzerine ilk çocukluk aşamalarında başka bazı özellikler eklenir ve bireyin karakterinin önemli bir bölümü erken çocukluk dönemi olan 6-7 yaşları civarında tamamlanmış olur. Son yıllarda özellikle eğitim anlamında çok kullanılan “7 çok geç” sloganı bu açıdan çok önemlidir ve çok doğru bir anlamda kullanılmaktadır. Gerçekten de bireyin hem kişilik hem de bilişsel özelliklerinin % 80’i 7 yaşından önce tamamlanmış olmaktadır. Dolayısıyla bir çocuğa kazandırılacak ne varsa erken çocukluk olarak tanımlanan 0-6 yaşlar arasında değerlendirilmelidir.

Karakter oluşumunda etkenler

Genlerimiz yoluyla belirlenmiş olan karakterlerimiz en geç 6-7 yaşına kadar büyük bir oranda şekillendikten sonra geri kalan ne varsa ailemiz ve çevremizden gördüklerimizle, öğrendiklerimizle oluşuyor. Özellikle okul öncesi dönemde en etkili faktör önce aile, sonra okul olarak öne çıkıyor. Bu dönemler çocuklarda taklit eğiliminin dikkat çektiği dönemlerdir. Çocuk ilerde kendisiyle özdeşleştireceği pek çok davranış içimini bu yaşlarda, başkalarını taklit ederek öğreniyor. Çocuk kendi davranışlarını ve bu davranışlara karşılık gelen tepkileri değerlendirerek, kişilik oluşumunda önemli adımlar atmaya başlıyor. Toplum içinde kim olduğunu, ondan kim olmasının beklendiğini, hangi davranışlarının kabul görüp hangilerinin reddedildiğini belirlemeye çalışıyor. Bu aşamalar sırasında kendi toplumsal kabul değerleri ve beğenileri oluşuyor. Bütün bu aşamalar aslında zincirleme olarak birbirini hem etkiliyor, hem de tetikliyor. Bir davranış bir diğerini getiriyor. Burada ailenin ve çocuğun içinde yaşadığı toplumun etkisi çok büyük. Çocuğun kişiliğinde doğrudan önemli bir pay sahibi oluyorlar. Dolayısıyla sağlam karakterli bir çocuk istiyorsak sağlam temelleri olan toplumlar ve aileler olmak zorundayız.

Karakter oluşumunda ailenin önemi

Çocuğun her türlü gelişimde en temel faktör ailedir. Özellikle aileleri gözlemlediğimizde tipik bazı ortak tutumlar görüyoruz:

Yazının Devamını Oku

Hayat görüşü ve iki keşiş

20 Şubat 2013
Beyniniz bir sorunla başa çıkmak için veya bir travmayı atlatabilmek için en az 4000 (dört bin) ile 6000(altıbin) sinir hücresini yani nöronu yok ediyor.

İki keşiş yolda giderlerken, su birikintisinden karşıya geçmek için bekleyen genç bir kadın görürler. Keşişlerden biri, genç kadını kucakladığı gibi suyun öteki tarafına bırakır.

Ötekisi; arkadaşının bu davranışına hayretle bakar. Hoş karşılamaz, farklı yorumlar, hatta içten içe ona kızar, yaklaşık bir kilometre yürüyünce daha fazla dayanamaz ve arkadaşına hışımla döner:

- Sen böyle bir şeyi nasıl yaparsın? Biz keşişiz!! Bırak bir kadını kucaklayıp karşıya geçirmeyi, onlara bakmamız bile yasaktır!!.

Öteki keşiş oldukça sakin karşılık verir:

- Ben o genç kadını bir kilometre geride bıraktım. Sen? Sen ise hala onu taşıyorsun.

Biz de bu hikayedeki gibiyiz. Hayatımız boyunca karşılaştığımız olaylar var, insanlar var,onlarla ilgili olarak yaptığımız yorumlar var...
Hayatınızla ilgili yaşadığınız sorunlara nasıl baktığınız ve ne yorum yaptığınız aslında geleceğinizi de belirliyor. Sorunları kendinize yük olarak mı görüyorsunuz yoksa çözümlenmesi gereken problemler olarak mı? Beyninizde mi taşıyorsunuz, kucağınızda mı?

Beyninizde gereksiz yere soru ve sorun taşıyorsanız hemen belirteyim ki, beyniniz bir sorunla başa çıkmak için veya bir travmayı atlatabilmek için en az 4000 (dört bin) ile 6000 (altıbin) sinir hücresini yani nöronu yok ediyor. Bu yok olan hücrelerin yerine yenileri de gelmiyor. Bu hücreler bize sonradan lazım olacak hücreler aslında. O nedenle bir kez daha düşünmekte fayda var: Bu konu benim en az 4000 hücremi yakmaya değecek mi?

Yazının Devamını Oku

Siz umudunuzu kesmeyin

6 Şubat 2013
Şiddete uğramış olmasının suçunu ve sorumluluğunu şiddete uğrayan kişiye yüklemek en kolay yol çünkü. Bizi de sorumluluk almaktan kurtaran en kolay yol.

Günlerdir yazı yazmak için masama geçiyor, bilgisayarımın başına oturuyorum. Ama olmuyor, bir türlü yazı yazamıyorum. İçim bir türlü çiçek böcek, bahar bahçe olamıyor. O kadar iç karartıcı haberler okuyup duyuyoruz ki ve o kadar sıkıntılı günler yaşıyoruz ki yaşananların gerçek olduğunu insanın aklı almıyor.

Başımızı nereye çevirsek bir felaket, kötü bir olay. Mesela son iki ayda öldürülen kadın sayısı bu gün şu an itibarıyla 27 olmuş. En son Amerikalı fotoğrafçı Sarai Sierra ölü bulununca gündem yine kadın cinayetleri oldu. Daha doğrusu kadın cinayetleri yeniden popüler oldu. Hemen hemen her televizyon kanalında kadına şiddet ve kadın cinayetleri var. Öte taraftan önüm arkam sağım solum terör, trafik kazaları,savaş çığlıkları şeklinde çok ürkütücü olay ve olasılıklar çerçevesinde gelişiyor.
 
Böylesi bir durumda aslında ne oluyor? İnsan yaşadığı yere, çevresine, ait olduğu topluma olan güven duygusunu kaybediyor, inançları değersizleşiyor.Hayatının güvende olmadığına dair ciddi kaygılar geliştiriyor.Yani inançlar olumludan olumsuza doğru yön değiştiriyor.Üstelik sadece kendisinin değil, kendisinden bile daha çok değer verdiği yavrusunun, eşinin,ailesinin hayatından da endişe etmeye başlıyor. Bir toplum ve ülke için aslında bundan büyük tehlike yok inanın.Toplumu bir bütün halinde tutan toplumsal güven duygusu kaybedilirse gerçekten çok acınacak durumlara düşeriz.Birbirine güvenmeyen bir toplumda, ne sağlıkçıya, ne eğitimciye, ne güvenlikçiye, ne siyasetçiye güven duygusu kalmamış demektir.Bütün bunlar toplumsal bir travma geçiriyoruz anlamına da gelebilir. Buna rağmen haberler dışında televizyonlarımıza bakarsanız sanırsınız muhteşem güzel günler yaşıyoruz.Gelişmişliğin zirvelerindeyiz.Her şey çok iyi gidiyor, hiçbir sorunumuz ve gelecek endişemiz yokmuş gibi algılayabilirsiniz.Kanallarda yarışmaların biri bitiyor, biri başlıyor; diziler deseniz her telden konulara göre dizilerimiz var, istediğimizi seçme şansına sahibiz.Evlenme şansı bulamayanları evlendiren programlarımız bile var, daha ne olsun!

Ama olmuyor, bunca göz boyamaya rağmen içten içe yaşadığımız kokuşmuşluk, vahşet, şiddet ve ahlaksızlık çok ürkütücü. Bir kadının geç saatlerde dışarıda ne iş vardı diye sorgularken, aslında sorgulamamız gerekenin, bir kadının geç saatlerde de olsa dışarıda dolaşabilme özgürlüğünü engelleyenlerin, hatta canını alan yaratıkların dışarıda ne işleri olduğunu sorgulamak olduğunu görmüyoruz.

Şiddete uğramış olmasının suçunu ve sorumluluğunu şiddete uğrayan kişiye yüklemek en kolay yol çünkü. Bizi de sorumluluk almaktan kurtaran en kolay yol. Kadın tecavüze uğrar, kesinlikle tahrik etmiştir deriz, bir kadın öldürülür kesinlikle hak etmiştir deriz, diyelim ki suçlu yakalandı; mahkemeden iyi hal indirimi, tahrik indirimi, pişmanlık indirimi hediye verir, bir süre sonra da tutuksuz yargılar tekrar toplumun içine salıveririz. Sonra akşam televizyon ekranlarında yaşanılan şiddet ve terörün bir takım uzmanlar tarafından sözde yorumlanması adına nasıl magazinleştirildiğini izleriz. Nasılsa bu kötü olay bizim başımıza gelmemiştir.

En son 21 yaşında gencecik bir kadınımız eşinin silahından çıkan kurşunlarla can verdi. Ve tıpkı diğerlerinde olduğu gibi bu ölüm de bağıra bağıra geldi. Kadın eşinden ayrılıp sığınma evine sığınmış(!) ama öldürüldüğü gün kızımızın annesine telefon açıp, gelin kızınızı sığınma evinden alın demişler ve eve göndermişler.

Şimdi soruyorum ben, asıl suçlu kim? Öldüren eş sadece tetiği çeken el. O ele o silahı veren, silahın ateşlenmesini bekleyen ve o silahın önüne hedef olarak kızımızı koyan biziz. Siz, biz, hepimiz... Hani önemli insanlar öldürüldüğünde cenazesinde yürüyüşler yapıp ölen kişinin adını söylerler ya, bilirsiniz: Hepimiz falancayız diye... Ben bu en son cinayetten sonra ‘hepimiz katiliz’ diyorum. Bir spor karşılaşması için ortalığı ayağa kaldıran, topluca yürüyüşler yapan, bir araya gelen, sesini duyurabilen kalabalıklar bu tür olaylarda duyarsız kaldığımız için katiliz. Bu olayların gündemden düşmesine seyirci kaldığımız için katiliz. Akşam dizide ne olduğuna ayırdığımız zamanı öldürülen kadınlarımızdan esirgediğimiz için katiliz. Laylaylom programlar yayınlayıp, kim kiminle nerede görülmüş babından sözde ünlü (!) lerin hayatlarını anlatan program yöneticilerine tepki göstermediğimiz için katiliz.

Yazının Devamını Oku

Siz kaçıncı kadınsınız?

10 Ocak 2013
Biz kadınlar bilmeliyiz ki erkeklerimizin ikinci kadınlarıyız. Eşlerimiz o ilk kadınlara benzediğimiz için, o ilk kadınlar onlara sevmeyi öğrettiği için bizi seçtiler.

Yüzyılların hikayesidir, kadın ve erkek arasındaki ilişki... Üstelik bu ilişki genellikle araya giren başka insan ya da faktörler nedeniyle hep çoğul yaşanır, iki kişinin yaşadığı bir duygu olmaktan uzaklaşır. Klasik söyleme göre, bir erkeğin hayatındaki ilk kadın eşidir.Sonrasında hayatına giren bir kadın olursa o da metresidir.

Ben farklı bir tanım yapacağım ve diyeceğim ki bir erkeğin hayatındaki ilk kadın aslında en başından bellidir; annesidir. Sonradan gelen bütün kadınlar bu ilk ve en önemli kadından sonra gelir. Bütün kadınlar da bir erkekle beraber olmaya başladıklarında belki de en büyük hatayı bu ilk ve en önemli kadına savaş açarak yaparlar. Oysa değişmez olan odur, asıl kalıcı olan odur. O en değerli kadına yani anneye savaş açmak, eleştirmek, onu şikayet etmek oyuna daha başından bir sıfır yenik başlamak demektir.

Erkeklerin hayatında tek bir koşulda kalıcı olabileceğimizi unuturuz. Bir erkek çocuğu sahibi olmanın dışındaki tüm mevcudiyetimiz onlar için gelip geçici olabilir. Çünkü evlilik sona erdiği anda, soyadımızdan da oluyoruz, kazanılmış evli statümüzden de. Ama anne olan, ölse dahi, oğlunun nüfus cüzdanındaki "Anne Adı" hanesinde de, anne olarak genlerinde de yaşıyor. Asla yok olmuyor, silinmiyor. Sadece erkek çocuk doğurarak kalıcı olabildiğimizin belki bilinçaltımıza yerleşmiş öneminden dolayıdır ki "Gelin-Kaynana" çatışmaları hep ortak nokta olan erkek üzerinden yapılıyor. Bir kadının anne olarak güç sahibi olduğu erkek üzerinde, hayatına sonradan girmiş eş olarak var olma savaşı vermek çok yıpratıcı olabiliyor. Hala pek çok toplumda önemli olan erkek çocuk sahibi olma tutkusu da buradan kaynaklanıyor aslında. Osmanlı'da bile kadın otoritesinin önemli isimlerini hepimiz biliyoruz: Valide Sultan, Hürrem Sultan, Safiye Sultan, Mehpeyker Kösem Valide Sultan, Turhan Hatice Sultan, Rabia Haseki Sultan güç savaşlarının bilinen isimleri.

Anneler oğullar üzerinde her zaman en etkili ve en güçlü kadınlar oldu. Bir erkek evlendiğinde eşine yönelik ilk eleştirisi, ‘Annem gibi yapmıyorsun’dur. O anne gibi yapılamayan ya yemektir ya temizliktir ama erkek açısından büyük eksikliktir. Aynı şekilde bir kadın için ilk iltifat, ‘Aaa aynı annemin yaptığı gibi olmuş’ olur ki bu da kadın açısından ciddi bir üstünlüktür.

Annenin üzerine asla ikinci ya da üçüncü kadın gelemez. O hep biriciktir, ilktir. Ama eğer eş olmuş bir kadınsak erkeğimizi başka kadınlarla paylaşma riski hep vardır. Ben bir erkek neden aldatır konusuna hiç girmeyeceğim, bu konuya daha önce yazmıştım.

Erkeklerin aldatma ihtimali hep vardır ve bu ihtimal ne yazık ki kadınlar için de hemen hemen aynı oranlarda geçerlidir.Yani kadınlar da toplum tarafından çok bilinmese de eşlerini aldatıyorlar. Erkekler bir başka kadınla beraber olmayı fiziksel, cinsel ve ruhsal bir üstünlük ve başarı olarak gördüklerinden başkalarına anlatabiliyorlar ama kadınlar erkekler gibi bu bilgiyi paylaşmıyorlar. Belki sadece en yakın arkadaşları biliyor. O nedenle de toplumda 'kadınlar aldatmaz' olarak yerleşmiş bir yargı var. Oysa özellikle evli kadınlar üzerine yapılmış pek çok araştırmada bu yargıya ters düşecek sonuçlar çıkmış durumda. Evli kadınların neredeyse yarısı eşlerini aldatıyor. Kabul edelim ki çok sevimsiz bir durum. Bir kadının kendi hemcinsine en büyük zararı bu şekilde verdiğini söylemek mümkün. ‘Benim başıma böyle bir şey gelse ve eşim beni aldatsa boşanırım,onu terk ederim’ diyen pek çok kadının eşinden kolaylıkla vazgeçemediğini ve savaşmayı tercih ettiğini görmek şaşırtıcı gelebilir ama yine kadınca üstünlük savaşları olarak değerlendirmek gerekir.

Bir erkeğin hayatına giren kadın, o yeri başka kadınlarla paylaşmak istemez, ama diğer kadın da aynı erkeğin hayatında var olmak ister. Bu iki kadın arasındaki savaşta tarafların ikisi de bulunduğu alanı terk etmek istemez çünkü terk eden savaşı kaybeden taraftır. Özellikle asıl kadın başka bir kadının varlığını, kendisine açılmış bir savaş ve meydan okuma olarak görecektir. Savaşı kazanmak için en azından kaybetmiş olmamak için elden geldiğince direnerek erkeğin hayatına sonradan giren kadını uzaklaştırmak için mücadele edecektir. Asıl kadın kendiliğinden vazgeçip gitmiyorsa, bu iki kadının savaşında sonucu belirleyen yine erkektir. Erkek kimi seçerse kalıcı olan odur. Ve asıl kadınla, diğer kadın arasındaki savaş ikinci ya da üçüncü kadın olma savaşıdır. Asla ilk kadın olma savaşı değildir. İlk kadın doğa kanunları tarafından en başından 'Anne' olarak belirlenmiştir. Olayın en ilginç yönü ise sürpriz bir şekilde oyuna sonradan katılan başka bir kadının her şeyi değiştirmesidir. Bu kadın en son kadındır, bu kadın erkeği öyle bir bağlar ki kendisine, ondan gelecek her şey erkeğin başının tacı olur. O kadın erkeğin kızıdır. Kızının gözünde onun hayatındaki ilk erkek olmanın mutluluğu, hayatının en önemli kahramanı olmanın gururu, onu baba yapan bu kadına olan aşkın da çerçevesini çizer. Ve asıl o kadın sonradan gelenler içinde en vazgeçilmez olandır.

Ve biz kadınlar, bilmeliyiz ki erkeklerimizin ikinci kadınlarıyız. Eşlerimiz o ilk kadınlara benzediğimiz için, o ilk kadınlar onlara sevmeyi öğrettiği için bizi seçtiler. O nedenle onların annelerine de eşlerimize duyduğumuz kadar sevgi duymalıyız. Biz de anneyiz, birçoğumuz erkek çocuk büyütüyor ve oğullarının hayatındaki ilk kadın oluyor. Biz, erkeklerin hayatında ya ilk kadın, ya ikinci kadın, belki üçüncü kadın ya da sonradan gelen dördüncü kadınlar oluyoruz. Ama hep varız. Çünkü onlar için vazgeçilmez kadınlarız. Ve onlar da bizim için vazgeçilmezler. Anneyiz, eşiz, kardeşiz, kız çocuğuz ama önce kadınız.

Yazının Devamını Oku

Çocuk programları ve reklamlar

5 Aralık 2012
Sürekli ağlayan, şikayet eden, mızmızlanan, kardeşini kıskanan bir karakter, çocuklara bu davranışların yapılmaması gerektiğini nasıl öğretecek?

Çocuk programlarının niteliği, çocuklara ne verdiği yıllardır konuşulan bir durum. Hangi yaşta, hangi programların çocuklarımıza en uygun program olacağını tartışıyoruz. Programların eğitici yönünün ne olması gerektiğini konuşuyoruz. Zaman zaman yanlışları vurguluyor, zaman zaman doğru olanları destekliyoruz. Ben özellikle anne babaların kafasını karıştıran birkaç konuyu vurgulamak ve bazı sorulara açıklık getirmek istiyorum.

Çocuk programı adı altında yayınlanan pek çok program olduğunu düşünürsek tek tek programlardan yola çıkarak azı yazmak mümkün değilse de genel anlamda çok dikkatimi çeken bazı konular var.

Öncelikle çocuklara yönelik hazırlanan programlarda ana karakterin yaş aralığı belli olmalıdır. Çok popüler olan bir çizgi karakter dizisinde ben hala ana karakterin kaç yaşında olduğunu çözemedim. Kaç yaşında çocuklar hedeflenmiş ve tam olarak ne tür olumlu mesajlar veriyor belirsiz. Hatta mesajlar bana göre olumsuz davranışlar üzerinden verildiği için de önerebileceğim bir program değil. İnsan olumsuz davranışlarla olumluya yönlendirilemez. Aksine hep söylediğimiz olumlu rol model tutumuna aykırı olduğunu söylemek istiyorum. Sürekli ağlayan, şikayet eden, mızmızlanan, kardeşini kıskanan bir karakter, çocuklara bu davranışların yapılmaması gerektiğini nasıl öğretecek?

Üstelik bu çocuğun kaç yaşında olduğunu bile bilmiyoruz. Hangi çocuk o karakteri kendisine yakın bulacak veya hangi çocuk onunla empati kurabilecek  merak ediyorum. İsmini vermek istemiyorum ama özellikle yabancı kaynaklı çocuk programları belki birkaçı hariç tam bir felaket.

Öncelikle kabul edelim ki hiçbir anne o programlardaki kadar soğukkanlı değil. Özellikle bizim annelerimizden bahsediyorsak... Çocuklar bu programları izlediklerinde annelerinden de aynı tavrı bekliyorlar ve gerçek hayattaki anne figürüyle, programdaki anne figürü hem kültür hem de yapı olarak örtüşmediğinde çocuk için gerçekten kafa karıştırıcı olabiliyor.

Bir diğer konu bazı masallardaki şiddet düzeyi. Anneler haklı olarak endişe duyuyorlar ama şiddetten bahsederken dozu ve şiddetin türünü göz önünde bulundurmak gerekiyor. Kısa bir süre öncesine kadar bilgisayar oyunlarındaki şiddetin çok tehlikeli olduğu düşünülüyordu ki hala büyük bir kısmı için böyle. Ancak artık Amerikan Pediatri Derneği bir takım araştırmaların sonucunda can almaya ve kan dökmeye özendirmeyen düşük dozlu şiddet oyunlarının yararlı olduğunu ve bu tip stratejik bilgisayar oyunlarıyla çocukların şiddet duygusunu yönetmeyi öğrenebildiklerini duyurdu. Baktığınızda doğanın kendisinde şiddet var. Bir kedinin fareyi ya da kuşu yemesi de şiddettir, belgesellerde ailece izlediğimiz bir yırtıcı hayvanın ceylanı öldürmesi de. Demek ki şiddet dediğimizde şiddet duygusunun hepimizde var olduğunu ama önemli olanın bu duyguyu zarar vermeyecek boyuta indirgeyip yönetebilmek olduğunu bilmek gerekiyor.

Burada, insan ya da hayvan olsun bir diğer canlıya zarar veren, hayat söndüren düzeyde bir vahşilikten bahsetmiyorum. Kısacası özellikle ilkokul düzeyine gelmiş bir çocuk, klasik masallar olarak bildiğimiz Kırmızı Başlıklı Kız ya da Hansel ve Gratel masallarındaki olaylardan travma geçirmez, endişe etmeyin.

Yazının Devamını Oku

Çocuklar ve hayali arkadaşları

30 Ekim 2012
Bir çok anne ve baba, çocuklarının hayali arkadaşları olduğunu ve bu arkadaşların çocuğun hayatında çok özel ve önemli bir yere sahip olduğunu gözlemlemiştir.

Bir çok anne ve baba, çocuklarının hayali arkadaşları olduğunu ve bu arkadaşların çocuğun hayatında çok özel ve önemli bir yere sahip olduğunu gözlemlemiştir.Bazen çocuk bu arkadaşı o kadar ciddiye alır ki aynı özeni çevresindeki bireylerin de göstermesini ister. Genellikle bu hayali arkadaşın bir adı ve kendine göre zevkleri vardır. Örneğin çocuk hayali arkadaşıyla ilgili konularda abartılı tepkiler gösterebilir, arkadaşını görmediği için anne babasına kızabilir. Annesinin arkadaşını nasıl olup da görmediğini anlayamaz, yanına gelip oturan annesine arkadaşının üzerine oturduğunu söyleyerek ciddi tepkiler gösterebilir. Hatta bazen durum o kadar ileri gider ki, çocuk anne babadan gelen uyaranlardan daha çok hayalindeki arkadaşının sözde uyaranlarına karşı daha duyarlı davranır ve arkadaşından izin almadan harekete geçmez.

İlk bakışta ürkütücü gelse de söz konusu çocuklar olduğunda hayali arkadaşlar o kadar korkulacak bir durum değildir. Sıklıkla okul öncesi dönemde ve 2-5 yaşlar arasında yaygın olarak görülür.Kıvrak bir zekaya sahip, hayal gücü oldukça geniş çocuklar, çevrelerindeki olayları, kişilere ve duruma uyarlamak için hayali arkadaşlara başvururlar.

Çocuk hayali arkadaşı ile, insanlar arası ilişkilerdeki otoriteyi, güç kullanımını, ilişkilerin doğasını, kendi gücünü ve sınırlarını öğrenir, hayatına uygulama çalışmaları yapar. Dikkat edilirse bazen, bu hayali arkadaşı çocuğun sahip olmak istediği bir takım özellikler taşır. Örneğin uçabilir, zıplayabilir, her yere ulaşabilir, asla yenilmez, kimse ona zarar veremez, o herkesten güçlüdür ve istediği her şeyi yapar ve başkalarına da yaptırabilir.

Genellikle ailenin ilk veya tek çocuklarında görülen hayali arkadaşlar 6-7 yaşlarda yok olurlar. Çünkü çocuk okul çağına geldiğinde genellikle hayal-gerçek arasındaki kavram karmaşası bitmiş ve neyin gerçek neyin hayali olduğunu algılamaya başlamıştır. Çocukların hayali arkadaşıyla olan ilişkisi zaman zaman anne babaları zor durumlara düşürse de doğru bir izlemeyle çocuk hakkında son derece önemli gözlemler elde edilmesine de imkan sağlar. Çocuğun yaşadığı duygu durumunu, endişelerini, beklentilerini ve aslında ifade edemediği her şeyi dolaylı yoldan, hayali arkadaşını kullanarak ortaya koyduğunu göz önünde bulundurmakta fayda var.

Kendini yalnız hisseden, özellikle ailesi tarafından anlaşılmadığını düşünen çocuklar sıklıkla hayali arkadaşlarına sığınırlar. O nedenle çocuklar anne babalarına hayali bir arkadaştan bahsettiklerinde korkuya kapılmaktan daha çok, hayali arkadaşın neyi simgelediğine dikkat etmek gerekiyor. Çocuklar çevrelerinde gördüklerini ve birçok kuralı sembolize ederek ve başka insanları modelleyerek öğrenirler. Bu işlemleri yaparken de kendileri de başka bazı modeller kullanabilirler. İşte hayali arkadaşların bir görevi de budur. Çocuğun çevresinde olan biten her şeyi ve tüm gözlemlerini uygulayabileceği, yönlendirebileceği, dolaylı olarak isteklerini ortaya koyacağı bir başka varlık onun dış dünyaya açılan kapısı olabilir.

Günlük hayatın içinde başa çıkmakta zorlandığı pek çok konuda hayali arkadaş, çocuğa hayatı kolaylaştıran bir faktör olarak görev yapar.

Hayali arkadaşlar masum olarak görülmelidir ancak,

• Okula başlamış bir çocuk hala bu tip arkadaşlardan bahsediyorsa,

Yazının Devamını Oku

Hayatın yankısı!

18 Eylül 2012
Siz insanlar ve doğa için ne yapıyorsanız aynı şekilde karşılık alırsınız. Sevgi doluysanız sevilirsiniz, paylaşımcıysanız insanlar sizinle bir şeyler paylaşmaktan mutlu olurlar. Yarından tezi yok, hayata ne kattığınızı sorgulayın.

Bir zamanlar bir baba ile oğul dağlık bir bölgede yürüyüşe çıkmışlardı. Bir ara nasıl olduysa çocuğun ayağı kaydı ve incindi. Çocuk acıyla bağırdı :

-Aaahhh!

Karşı dağlarda yankı yapan sesi geri döndü :

-Aaahhh!

Daha önce böyle bir durumla karşılaşmamış çocuk bu kez “Sen kimsin” diye sordu?

Cevap gelmekte gecikmedi: “Sen kimsin ?”

Sinirlenen çocuk : “ Sen bir korkaksın!” diye bağırdı.

Dağdan “Sen bir korkaksın!” yanıtını aldı.

Yazının Devamını Oku