Birçok insan farkında değildir ama aslında tam bir iş koliktir. Özel hayatlarında ya da sosyal yaşamda olmadıkları kadar aktif ve mutlu olabildikleri anlar iş yaptıkları anlardır. Bu kadar yoğun çalışmak belki o kadar önemli olmayabilir ama eğer özel hayatınızdan, evinizden, çocuklarınızdan ve kendinizden bile daha fazla yer tutmaya başlamışsa iş hayatınız artık size zarar veriyor demektir ve bu sağlıklı bir durum değildir.
Aşağıdaki sorular işinizle aranızdaki ilişkinin boyutunu anlamanıza yardımcı olabilir:
Birçok çalışan ve iş sahibi hep aynı durumdan şikayetçidir. İşlerin bütün zamanlarını aldığını söylerler. İşlerini sağlıklarından ve özel hayatlarından önde tutarlar.
İşler hızlı değildir, kişiler onu hızlandırır. Hızlı olmak güzel bir şey elbette ama bu hız sırasında harcadığınız şey hayatınıza ait anlardır. İş hastası olanlar, hızlı çalışarak adrenalin düzeylerini yükseltmeye ihtiyaç duyarlar. Bu, bir sigara tiryakisinin sık aralıklarla sigara içerek kandaki nikotin miktarını yükseltmesine benzer.
İnsanların işlerine olan abartılı bağlılıkları tek yönlü bir bağımlılıktır ve iş hastası olan bireyler, işleri dışında bir şeylerle uğraşmayı gereksiz bir zaman kaybı olarak görürler.
İş hastası olanlar, işlerinin yoğunluğunu gerekçe gösterirler ve tatil gibi serbest zamanları kullanmak istemezler. Tatil yapmak zorunda kaldıklarında da bunu ailelerinin zoruyla ve sınırlı zamanlar kullanarak yaparlar.
Yüksek iş temposuyla yaşayan insanlar, başkalarının kendi yerine konulamayacağını düşünürler. Kimsenin işleri kendisi kadar doğru ve iyi yapamayacaklarına inanırlar.
İş hastası olan çalışanlar, yöneldikleri tüm davranışları yoğun iş tempolarına bağlarlar. Sigara içmelerinin, alkol kullanmalarının ardında iş gerginliğinin olduğunu iddia ederler.
Bir psikoloji profesörü, bir test sorusu olarak öğrencilerinden bir karıncanın çevresindeki hayvanları nasıl ayırt edebildiğini ve sınıflandırdığını düşünmelerini istemiş.
İşte sonuç: Karınca, hayvanları iki sınıfa ayırmaktadır.
a) Aslan, kaplan ve çıngıraklı yılan gibi, karıncaya zarar vermeyen, şefkatli ve iyi huylu hayvanlar.
b) Piliçler, ördek ve kazlar gibi karıncaları yiyen, yırtıcı hayvanlar.
Zihinsel engeli ileri derecede olanların kendi kendine yetebilme şansından uzak olmasına karşın, zihinsel ya da bedensel engellilerin eğitilebilir, beceri kazandırılabilir bir konumda olduğunu ifade eden Duygulu, doğuştan engellilik ile sonradan engelli olma hali arasında fark olduğunu ve bu farka göre değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyor. “Doğuştan bedensel bir engele sahip olarak doğan çocuklar özellikle küçük yaşlardayken, neden diğer akranları gibi olmadıklarını sorgularlarken, sonradan bir engel sahibi olan çocuklar böyle bir şeyin neden kendi başlarına geldiğini sorguluyorlar. Bazı çocuklar durumlarını daha kabullenici bir tutum içindeyken, bazıları agresif, reddedici ve içe dönük tavırlar sergileyebilirler. Çocukların tepkileri, sahip olunan engelin türüne, engelin ağırlığına ve çocuğun kişisel özelliklerine göre değişiyor” diyen Duygulu, toplumun ve devletin de engellilerin hayatını kolaylaştırmaya yönelik uygulama ve bilinç düzeyinin hâla eksik olduğuna değiniyor.Anne ve babanın tutumu engelli çocuğu hayata bağlıyor“Kimi çocuklar engelini bir eksiklik olarak algılarlar, kimi çocuklar ise başka yönlerden kendilerini geliştirmeye çabalarlar. Buradaki asıl etken anne baba tutumlarıdır. Anne baba çocuğunu, sahip olduğu engelle beraber kabullenmişse, onunla toplum içinde olmaktan sıkılmıyorsa, başkalarının yargıları ve tavırları öncelikli değilse ve elbette ki maddi imkanları elveriyorsa, çocukları için inanılmaz mücadeleler veriyorlar ve engelli olmasına rağmen çocuklar, engeli olmayan bireylerden daha fazla beceriye sahip olabiliyorlar. Burada devletin de anne ve babayı destekler sorumluluklar alması gerekiyor. Özellikle engelli çocukların maddi anlamda büyük bedeller ödemeden birçok hizmete ücretsiz ulaşabiliyor olması, onların hayatın içinde daha fazla yer almalarını sağlayacaktır.Anne baba olarak bilinmelidir ki, engeli ne olursa olsun her çocuğun kendisini ortaya koyabileceği bir alan mutlaka vardır. Okulların ve eğiticilerin de bu anlamda engelli çocuklarımızın bireysel özelliklerini ön plana çıkartacak çalışmalar yapması, çocukların eve, duvarlar arasına sıkışıp kalmasının önüne geçecektir. Engelli çocuklar hem kendileri gibi engelli olan arkadaşlarıyla ve engelli yetişkinlerle bir arada olmaları sağlanmalı hem de engeli olmayan akranlarıyla beraber olmalıdırlar. Bu şekilde çocuklar, engeli olanların hayata nasıl tutunduklarını, sorunlarla nasıl başa çıkabildiklerini ayrıca diğer insanların arasında ayrım görmeden var olmayı öğreneceklerdir.”Engelli çocuklar hangi becerilere yönlendirilmeli?“Vücudunun belli bölgelerini kullanamayan çocuklar, müziğe, resme, zeka oyunlarına yönlendirilebilir. Duyu organlarından engeli olan çocuklar spora, el becerilerine yönlendirilebilir. Engelli çocukların bir an önce toplum içindeki yerlerini almaları ve hak ettikleri eğitimi görmeleri hepimizin sorumluluğundadır.Bütün anne babalar, çocuklarımızı engelli arkadaşlarına nasıl davranmaları ve nasıl yardımcı olmaları konusunda eğitmekle yükümlüyüz. Üstelik kendisinden daha az şanslı bir akranına yardımcı olan çocukların empati ve vicdan duygularının daha gelişmiş olduğu, insani değerleri daha kolay kazandıkları yapılan araştırmalarla ortaya konmuştur. Her şeyin ötesinde toplumun tüm bireylerinin her an engelli olma ihtimalinin çok yüksek olduğunu da unutmamak gerekiyor.”
Zihinsel engeli ileri derecede olanların kendi kendine yetebilme şansından uzak olmasına karşın, zihinsel ya da bedensel engellilerin eğitilebilir, beceri kazandırılabilir bir konumda olduğunu ifade eden Duygulu, doğuştan engellilik ile sonradan engelli olma hali arasında fark olduğunu ve bu farka göre değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyor. “Doğuştan bedensel bir engele sahip olarak doğan çocuklar özellikle küçük yaşlardayken, neden diğer akranları gibi olmadıklarını sorgularlarken, sonradan bir engel sahibi olan çocuklar böyle bir şeyin neden kendi başlarına geldiğini sorguluyorlar. Bazı çocuklar durumlarını daha kabullenici bir tutum içindeyken, bazıları agresif, reddedici ve içe dönük tavırlar sergileyebilirler. Çocukların tepkileri, sahip olunan engelin türüne, engelin ağırlığına ve çocuğun kişisel özelliklerine göre değişiyor” diyen Duygulu, toplumun ve devletin de engellilerin hayatını kolaylaştırmaya yönelik uygulama ve bilinç düzeyinin hâla eksik olduğuna değiniyor.
Anne ve babanın tutumu engelli çocuğu hayata bağlıyor
“Kimi çocuklar engelini bir eksiklik olarak algılarlar, kimi çocuklar ise başka yönlerden kendilerini geliştirmeye çabalarlar. Buradaki asıl etken anne baba tutumlarıdır. Anne baba çocuğunu, sahip olduğu engelle beraber kabullenmişse, onunla toplum içinde olmaktan sıkılmıyorsa, başkalarının yargıları ve tavırları öncelikli değilse ve elbette ki maddi imkanları elveriyorsa, çocukları için inanılmaz mücadeleler veriyorlar ve engelli olmasına rağmen çocuklar, engeli olmayan bireylerden daha fazla beceriye sahip olabiliyorlar. Burada devletin de anne ve babayı destekler sorumluluklar alması gerekiyor. Özellikle engelli çocukların maddi anlamda büyük bedeller ödemeden birçok hizmete ücretsiz ulaşabiliyor olması, onların hayatın içinde daha fazla yer almalarını sağlayacaktır.
Engelli ya da farklı çocuklar için hassas bir uzman olarak yukarıdaki başlıkla bir blog yazısı görünce çok ilgimi çekti. Sevindim, sandım ki konuyla ilgili yetkili kişi ya da kurumlar bu tür özel çocuklar için bir çalışma gerçekleştiriyor ve bunu duyuruyorlar. Ancak yazıyı okuyunca gördüm ki durum böyle bir çalışma değil, tam aksine iki iyi kadın ve bir iyi öğretim görevlisi çok güzel bir proje geliştirmişler. İlk adım olarak down sendromlu çocuklar için bir boncuk kursu, bir tür takı kursu açmışlar. Çok küçük bir bedel ödeyerek çocuklar bu kursa devam edebilecekler. Her ikisi de anne olan bu güzel kadınlardan Çiğdem Altınöz’ün de böyle özel bir çocuğu olması, projeyi daha farklı bir yere taşıyor ve içerden bir bakış açısı ve empati getiriyor.
Bu haberi ve yazıyı okuyunca ben de Çiğdem Hanım’la görüştüm, anlattıkları ilginç ve inanılmaz. Ne kadar sınırlı imkanlarla, ne büyük bir sorumluluk üstlendiklerine insan inanamıyor:
“Yaklaşık on beş-yirmi gündür didiniyorum çocuk bulmak için ama kimseden ses yok. Hani istenen büyük bir para olsa anlarım. Kaldı ki onu da bize değil, derneğe bağış şeklinde ödeme yapıp makbuz alacaklar. Bu bedelin üzerinde bağış yapmak isteyen olursa seviniriz elbette ama biz sadece kum boncuğu, iğne ve strafor alabilmek için istiyoruz o parayı. Pazar günleri için bir doktor muayenehanesini, cumartesi günleri de benim çalıştığım kurumun bir sınıfını kullanmamıza izin verdiler sağ olsunlar. Bu şekilde sınırlı imkanlarla çocuklarımız için yararlı olmaya çalışıyoruz. Keşke kendimize ait bir yerimiz olsa diyeceğim ama şartlar buna elvermiyor.”
Çiğdem Hanım, projeyi yeteri kadar duyuramamaktan ve duyulsa da istedikleri çocuk sayısına ulaşamamaktan yana çok dertli haklı olarak.
“Bu gençlere çok yazık oluyor. Benim kızım da dahil olmak üzere hemen hepsi belli bir yaştan sonra eve hapis hale geliyorlar. İlk projemiz el becerisi, sonra sponsor bulabilsek spor yaptırmayı hedefliyoruz zira çok kilo almaya meyilliler. Daha sonra havalar güzelleşince müze gezileri, yürüyüş etkinlikleri ve daha sonra da bilgisayar kursu vermeyi planlıyoruz. Yeter ki gençlere ulaşabilelim’ diyor.
Çiğdem ve Merve Hanım, Öğretim Görevlisi Özlem Şinik’i de yanlarına alarak yürüttükleri programın ayrıntısı için tıklayın!
Buradan kursla ilgili ayrıntılı bilgiye ulaşabilir ve destek olabilirsiniz. Özel çocuklarımız için yapılan bu tür girişimleri mutlaka desteklemek gerek. Aksi halde hem bu yararlı işleri yapanları küstüreceğiz hem de özel ihtiyaçları olan çocuklarımızı topluma kazandırmak yerine kaybedeceğiz. Oysa güzel insanlar, güzel işler yapıyorlar. Onları yalnız bırakmamak ve bu tür ihtiyaçları olan çocuklara ve ailelere ulaşıp bilgilendirmek gerekiyor.
Lütfen siz de çevrenizde bu tür ihtiyaçları olan aileleri bu etkinliklere yönlendirin ve ihtiyacınız olmasa da destek olun, başka insanların hayatlarında olumlu bir fark yaratın.
Her nimetin bir külfeti vardır derler. Teknoloji hayatımıza girdiğinden beri hayatlarımız kolaylaştı belki ama, olumsuz bazı etkileri de ortaya çıkmaya başladı. Gün geçmiyor ki, teknolojik bir aletin insan sağlığı için yeni zararları gündemi meşgul etmesin. Yıllardır bilgisayarların, bilgisayar oyunlarının zararlarından söz ediyoruz ama başka araştırmalar başka bazı sonuçlar sunmaya başladı. Bu açıdan daha dikkatli olmamız gerekecek.
Tablet bilgisayarlar kalbi durdurabiliyormuş
Araştırma 14 yaşındaki Amerikalı bir kız öğrencinin tıp doktoru olan babasının yardımıyla başlattığı bir çalışmaya dayanıyor. Araştırma sonuçları Mayıs 2013’te yayınlanıyor ve tıp dünyası ayağa kalkıyor. Gienna Chien isimli öğrenci, cerrahi operasyon geçirmiş ve kalbine kalp ritmini düzenleyici alet takılmış, hastaların tablet bilgisayarlara ve içinde kuvvetli mıknatıs bulunduran diğer teknoloji harikası cihazlara fazla yaklaşıldığında kalbi korumakla görevli aletlerin durduğunu saptamış.
Çalışma, kalbine ICD (implantable cardioverter defibrillator) aygıtları takılmış hastalar üzerinde yapılmış. ICD aygıtları normal kalp pillerinden daha farklı bir işleyişe sahip. Kalpteki zaman zaman ortaya çıkan ritm bozukluklarını algılayarak, gerekli durumlarda kalbe minik elektroşok dalgaları gönderiyor ve kalbin normal ritmine dönmesine yardımcı oluyor. Bu cihazların özelliği ise kalbe bir ameliyatla yerleştirilmiş olmaları. Bakım yapılması için ya da cihazın devre dışı bırakılması için vücuda dışarıdan müdahale ediliyor ve çok güçlü mıknatıslar kalbe yaklaştırılarak cihaz devre dışı bırakılıyor.
Genç öğrenci de araştırmasını bu noktada gerçekleştirmiş.
26 hasta üzerindeki deneylerde kalbe yakın tutulan tablet bilgisayarlar hastaların %30’unda, yani tam 8 hastada kalp aletlerini bakım moduna sokmaya yetmiş. Bu hastaların bazılarında tablet uzaklaştırıldığında kalplerindeki cihaz bakım modundan çıkıp normal çalışmasına devam etmiş ama bazılarında bakım modunda kalmış. Olayın can alıcı noktası da şu ki; kalbe takılan ICD cihazları normal kalp pilinden farklı olarak sadece kalpte sorun varsa devreye giriyor. Kişi, kalp krizine yol açacak bir ritim bozukluğu yaşamadan bu cihazın devreden çıkıp çıkmadığı anlaşılmıyor.
Günümüzde tabletlerde bu kadar yüksek çekim gücüne sahip mıknatısların kullanılma sebebi, tabletlerin camını korumak ve özel üretilmiş kılıflarına daha iyi tutunmalarını sağlamak.
Yılbaşı yaklaştıkça hepimizi tatlı bir yeni yıl telaşı sarar. Her yeni yıl yeni umutlar, yeni heyecanlar ve geleceğe yönelik yeni planlar demektir. Her ülke ve her kültür kendi inançlarına ve değerlerine göre yeni yılı karşılar ve aslında yılbaşının ne anlama geldiği konusunda da birbirine benzer inançlar taşır. Peki, miniklerimiz için yılbaşı nasıl bir anlam ifade eder?
Aynı bayramlarda olduğu gibi yılbaşında da en tatlı payı çocuklar alır. Bütün kutlamalara özgü hediye alma kavramı yeni yılı karşılarken de öncelik her zaman çocuklardadır.
Yılbaşı çocuklar için hediyeler, sürprizler, bol abur cubur ve isteklerin yerine getirildiği bir tören demektir. İsteklerin yerine getirilmesi ise yılbaşının ünlü kahramanı Noel Baba tarafından gerçekleştirilir. Burada kafa karıştıran da bu Noel Baba olur.
Aynı şekilde çam ağacı modası da çok yaygınlaştı. Bu karmaşa ve telaşenin içinde çocuklar haklı olarak bazı sorular sorabilirler. Durumu abartmadan esprili bir anlatımla yılbaşı kavramını ve ne anlama geldiğini çocuklara açıklamak gerekir.
Çocukların yeni yıl sorularına verilecek yanıtlar
Bütün bu hazırlıklara ve telaşa tanık olan çocuklar neler olup bittiğini merak ederler ve
dolayısıyla da sorular sorarlar. Ne sorarlar ve nasıl cevap vermeliyiz diye düşündüğümüzde verilecek ilk yanıt şudur: Abartılı bir hayal dünyası sunmak da, son derece gerçekçi olmak da doğru olmaz. Yaşları kaç olursa olsun sonuçta onlar henüz çocuklar ve neşeli, heyecanlı biraz da süslü hikayeler duymak isterler.
- En önemli soru Noel Baba’ya yönelik gelir. Noel Baba kimdir,ne iş yapar,niye çocuklara hediyeler getirir?
Gündemi çok hızla değişen güzel ülkemizde yeni bir gündem tartışması yaşanıyor.10 Kasım Atatürk’ü anma törenlerinde kendisini protesto eden vatandaşa ‘Gavat’ dediği iddia edilen Adana Valisi Sn. Hüseyin Avni Coş bu hitap şekliyle Türkiye’de en çok konuşulan ve tartışılan isim oldu. Bazılarımız eleştiriyor, bazılarımız destekliyor olabilir ama ben Sayın Vali’nin bu söyleminden hareketle olayın başka bir boyutunu yazmak istiyorum.
Belki de toplumumuzun en önemli sorunu bu: İletişim kurmaktaki kısırlığımız...
Kendimizi ya da söylemek istediklerimizi ifade ederken kelimelerin ulaştığı yerlerde yaratacağı hasarı hesaplamıyoruz. Öncelikle vurgulamak isterim ki, protesto etmek demek, karşımızdaki insana ‘Allah belanı versin’ demek özgürlüğüne sahip olmak demek değildir. Eleştirebilirsiniz, sevmeyebilirsiniz, beğenmeyebilir, çok öfkeli olabilirsiniz ancak hakaret edemezsiniz. Bela okuyamazsınız. Üstelik bu kişi, devletin bir makamını temsil ediyorsa hitap şeklinizde daha dikkatli olmanız beklenir. Arkadaşınızla konuşur gibi konuşamazsınız. Saygısızlık yapamazsınız.
Öte yandan aynı şey, o makamları işgal eden kişiler için de geçerlidir
Çünkü o makamlar vatandaşa hizmet etmek üzere oraya getirilen kişilerin geçici olarak bulundukları yerlerdir. İş yükünüz, sorumluluklarınız çok ağır olabilir, çok yorucu olabilir, gergin olabilirsiniz ama zaten bütün bu sorumlulukları ve görevleri taşıyabileceğiniz düşünüldüğü için o görevlere getirildiniz. Kimse silah zoruyla çalışmanızı istememiştir sanıyorum. Olgunluk ve kamil insan olmak sizi eleştirenlere de aynı iyi niyet ve güler yüzle davranmayı gerektirir. O eleştiriyi ve öfkeyi, vatandaşa hakaret ederek yok edemezsiniz ama onu dinleyebilirseniz, kulak verebilirseniz sizi eleştirseler dahi saygısızlık yapmalarının önüne geçebilirsiniz. Kimsenin düşüncesini, şiddetle, öfkeyle, hakaretle yok edemez, olumluya çeviremezsiniz.
Bu iki yönlü yanlış davranış aslında tam da bizim özetimiz. İkili ilişkilerde de, devlet vatandaş ilişkisinde de, anne çocuk ve aile ilişkisinde de böyle maalesef.
Anne çocuğunun davranışını beğenmediğinde, yaptığına kızdığında olayı veya davranışı eleştirmek yerine, kişiliğine yönelik saldırıya geçer. Diyelim ki çocuk kırık notlarla dolu bir karne getirmiştir. Olay çocuğun derslerine çalışmaması iken ve bu durum eleştirilecekken, anne çocuğunun ne kadar aptal olduğundan başlar, başka çocukların ne kadar başarılı olduğundan dem vurarak onu başkalarıyla kıyaslar, ve zaten böyle giderse asla bir şey başaramayacağını, hiçbir zaman adam olamayacağını söyleyerek bütün güvenini ve özsaygısını yerle bir eder. Oysa anne, bu zayıf notlardan dolayı çocuğuna kızgın olduğunu, hayal kırıklığı yaşadığını, bu şekilde devam etmesi halinde bazı haklarının elinden alınacağını söyleyebilir hatta ‘çok öfkeli olduğum için şu an bu konuyu konuşmak istemiyorum’ bile diyebilirdi. Bütün bu cümlelerde çocuğun kişiliğine saldıran herhangi bir söylem yok dikkat ederseniz. Benzer bir tutum, eşler arasındaki tartışmalarda da yaşanıyor.Diyelim ki olay erkek eşin eve geç gelmesi ve haber vermemesi ise ve bu süre boyunca kadının geç gelen eşini ona ulaşamaması nedeniyle çok merak etmesiyse, kapı çaldığında ‘ Seni çok merak ettim, başına bir şey geldi zannettim, keşke haber etseydin’ demesi beklenir. Ancak genellikle olan, ‘sen hep böyle yapıyorsun, zaten çok sorumsuzsun, çok düşüncesizsin, geçen sefer de böyle yapmıştın.’ Şeklinde yargılayıcı ve suçlayıcı bir tavırla konuşmaktır. Bu şekilde bir konuşma belki yanlış davranan eşin doğru davranmasını sağlamaya yetmeyebilir ama kendinize ve karşınızdaki insana olan saygınızı yitirmenizin önüne geçer. Başkası yanlış yaparken aynı yanlışı yaparsanız, doğruyu ve haklılığınızı savunamazsınız.
Yanlış bir söz ya da eylemle karşılaştığımızda konuşmaya çalışmak yerine kolay yola başvurmak karşımızdakini ezmek, hakaret etmek, küfür etmek,şiddete başvurmakve böylelikle diğerlerini susturmak bir yöntem gibi görünebilir ama doğru bir yol değil. Çünkü iletişim bu değil, sağlıklı ilişki bu değil. Eleştirilere sorgulayarak yaklaşmak, kendimizi değerlendirmek, eleştirenin gözünden görmeye çalışmak, neleri, nasıl düzeltebileceğimize odaklanmaktır doğru olan.
Muhtemelen pek çoğumuzun bildiği bir tanımlama vardır: Cahil cesareti. Bu tanımlamadan, bilgisi olmayan insanın bu bilgisizliğinin verdiği had bilmezlikle ortaya atılıp kendini göstermeye çalıştığını anlarız. Cahil insan gerçekten de eksikliklerinin bilincinde olmayan insandır ve bu bilinçsizlikle olayları ve insanları hafife alabilir. Genellikle insanların yıllarca uğraşıp elde ettikleri bilgi ve donanımın önemini, değerini anlamaktan uzaktır. Cahillik abartılı bir cesaret içerir.
Bu 'cahil cesareti' demek ki sadece bize özgü bir deyim ve olay değilmiş ki, bazı uzmanlar konuya gerçek anlamda toplumsal bir sorun olarak eğilmişler.
Cornell Üniversitesi'nden iki psikolog; Justin Kruger ve David Dunning ciddi ciddi bir araştırma yapmışlar. Bazı tezler öne sürmüş ve ilginç sonuçlara ulaşmışlar. Araştırma kendi adlarını verdikleri bir sendrom olarak literatürdeki yerini almış: Dunning - Kruger Sendromu. Sendrom, aslında bir tür algılamada yanlılık eğilimidir ve bildiğimiz anlamda ‘cahil cesareti’ sözünün bilimsel olarak tam karşılığıdır.
Çevremizde gördüğümüz ve bulundukları yeri hak etmediklerini düşündüğümüz insanların nasıl olup da çok iyi yerlere gelmiş olduğunu açıklamaya yarayan bir araştırmadır. Ancak ülkemizdeki ‘Hamiline Kart Yakınımdır’ uygulamasının bu araştırmanın dışında olduğunu hatırlatmakta fayda var. Bizde işler daha farklı yürüyor. Bilgisine ya da bilgisizliğine bakılmadan, öncelik üst düzey makamlardaki kişilere olan yakınlıkla yürüyor. Kısacası bu araştırmaya konu olan ve kişilerin yükselmelerine sebep olarak gösterilen cahil cesaretleri ya da gözü karalıkları ülkemiz insanı açısından makam sahibi kişilere olan yakınlıklarıyla göre yer değiştiriyor.
Biz yine Dunning - Kruger Sendromu'na dönelim. Bu iki psikolog hak etmediği halde bazı insanların nasıl olup da üst düzey görevlere gelebildiklerini, dahası bu görevleri nasıl alabildiklerini merak edip 1999 yılında bir görüş koyuyorlar ortaya: Cahil kişi, gerçek bilgiye sahip olan kişinin öz güveninden daha fazla bir güven duygusuna sahiptir. Yani cahil kişi cehaletinden kaynaklanan bir öz güvene sahiptir.
Bu teori pratikte ‘Yetkin olmayan insanlar, vardıkları yanlış sonuçlar ve talihsiz seçimlerin yanlışlığını anlayabilecek kapasiteye sahip değillerdir.’ diyor. Bu teori üzerine yapılan fiziksel ve bilişsel araştırmaların sonuçları da şöyle:
Buna göre, kişiler az bilgi sahibi oldukları konularda sahip oldukları bu sınırlı bilgiyle aslında konunun tümüne hakim olduklarını düşünecek kadar yüksek bir öz güven duygusu yaşıyorlar. Hatta ne kadar az bilgiye sahip olduklarını anlamaktan da çok uzaklar. Yani araştırmanın özü olan; bilgisizlik, gerçek bilginin tam tersine, kişilerin kendine güven duymasını sağlar.
Çevremizde pek çok örneğini gördüğümüz birden bire gelişen başarı örneklerinin altında yatan etkenlerden biri de bu olabilir. Zira kendisine iş kurmak isteyen iyi yetişmiş bir insan, piyasa koşullarını, karşılaşabileceği zorlukları, ödeme güçlüklerini, nakit sorunlarını, işin muhasebeleştirilmesini, eleman bulma ve seçmenin önemini, işin olası risklerini ayrı ayrı hesaplayıp, kılı kırk yararak hareket etmeye çalışacak ve belki de gözü korktuğu için iş kurmayı hep erteleyecek, hatta belki de vazgeçecektir. Oysa konuyu çok da iyi bilmeyen bir insan benzer bir iş kurma hayalinde bu kadar ince hesaplara girmeden, eş dost yardımıyla, işe koyulacak ve bilgisizliğinin verdiği bir rahatlıkla riskleri hesaplamadan harekete geçme cesaretini bulabilecektir.