Olaylar ya da durumlar karşısında hepimizin belki de yıllar önce oluşturduğumuz bazı yargılarımız vardır. Bunlar kalıp yargılar ya da ön yargılar olarak bilinirler. Çocukluğumuzdan itibaren çevremizin, ailemizin etkisiyle bilincimize yerleşirler. Bir de deneyimlerimizi eklediğimizde hem kendimizi hem de ilişki içinde olduğumuz insanları yerleştirebileceğimiz yargılarımız kazanılmış olur ve zaman içinde hemen hemen her konu ya da durum için kullanılmaya hazır hale gelirler. Üstelik bu yargılar toplumun değer yargılarına göre de çok çabuk taraf değiştirebilirler. Bir reklam, bir söz, bir düşünce ya da bir öğüt yeni yargılar oluşturmamızı veya var olanların yön değiştirmesine sebep olabilirler. Örneğin bir ülke halkı hakkında daha önce olumlu bir fikre sahipken, yakınlarımızın birinin yaşadığı olumsuz bir olay bizim de o halk için son derece olumsuz düşünceler geliştirmemize yol açabilir.
Greather Idobo Falls Bilim Fuarında bir lise öğrencisi, yöre halkını hazırladığı bir projeyi imzalamaya davet eder. Delikanlı dihydrogenmonokside adlı maddenin kullanımının tümüyle yasaklanmasını, buna olanak bulunmaması durumunda ise maddenin çok sıkı bir şekilde denetlenmesini istemektedir.
Söz konusu maddenin zararlarını, duvarlara astığı afişte de açıklamaktadır:
1- Yoğun kusmalara ve terlemelere neden olabilir.
2- Doğaya büyük zararlar veren asit yağmurlarının ana unsurudur.
3- Gaz biçimine dönüşmüş durumuyla, çok ciddi yanıklara neden olabilir.
4- Kazara solunması, ciğerlere dolması ölüme yol açar.
Stresle başa çıkma konusunda hemen herkesin birleştiği ortak nokta, stres duygusunun kişisel tutumlarla ve hayata bakış açınızla yakından ilgili olduğudur. Kısaca deniyor ki, stres faktörü olarak görülen bir olay ya da durum her insanı farklı etkiler ve sizin için stres sayılabilecek durum bir başkası üzerinde aynı derecede etkili olmayabilir. Genel ve çok belirgin bazı durumları saymazsak demek ki stres aslında kişisel bir duygu durumu. O zaman stresle başa çıkma konusunda da kendi başa çıkma yöntemlerimizi ve savaş taktiklerimizi oluşturmak gerekiyor.
"Başınıza gelen olayların %10’u gerçekten başınıza gelenler, %90’ı da başınıza gelenlere verdiğiniz tepkilerden oluşur." Sözünü hatırlatıyor ve stresle başa çıkmakta neler yapılabilir konusunda önerilerime geçiyorum: Strese yol açan en önemli etkenlerden biri de ‘Hayır’ diyememektir.
Birileri bizden bir şey yapmamızı istediğinde, genellikle onları kaybetmekten, kırmaktan korkarız ve zor durumda kalma pahasına ‘evet’ diyerek kabul ederiz. Üstelik o kadar gereksiz bir empati kurarız ki, sonradan mutlaka ‘evet’ dememiz gerektiğine ve doğru yaptığımıza kendimizi de ikna ederiz. Oysa güzel bir söz vardır: Evetler başkalarının kararı, hayırlar sizin kararınızdır.
Bizden bir şey yapmamızı isteyen ve hayır diyemediğimiz pek çok kişi aslında bizim en yakınımızdakilerdir. Bazen çocuklarımız, eşimiz, anne babamız, yakın arkadaşlarımız, herkes olabilir. Belki isteklerine evet diyerek onlara yardımcı olduğunuzu düşünüyorsunuz ama ya böyle değilse ve ya onların deneyim kazanmalarına, ayakta durmalarına engel olacak kadar hayatı kolaylaştırıyorsanız. Belki evet’leriniz onların olgunlaşmalarını da engelleyen evetlerdir, bilemezsiniz.
Hayır diyememek, onaylanma, başkaları tarafından beğenilme ve sevilme ihtiyacınız olduğunu gösterir. Bu ihtiyacınız doyurulmadığı sürece istemediğiniz halde ‘evet’ demek zorunda hissedersiniz. Oysa siz evet dediğiniz sürece, kendiniz olarak davranmadığınızı ve başkalarının düşünce ve isteklerini kendi değerinizin önüne koyduğunuzu göz ardı etmiş oluyorsunuz. Unutmayın ki siz istemedikçe başkaları için bir şey yapmak zorunda değilsiniz:
Kime ve neye hayır demeniz gerektiğini iyi hesaplayın
Gerçekten yardıma ihtiyacı olan bir arkadaşınıza yardım gerektiğinde hayır demeniz doğru olmayabilir. Ancak sizi zorlayacak ve angarya yaratacak bir iş için de evet demeniz yanlıştır.
Yeni nesil dediğimiz gençlerin kendi dilleri, teknolojileri ve yaşam tarzları var. Ebeveynler onların konuştukları dili, hedeflerini ve ne düşündüklerini maalesef bilmiyorlar ve geleneklerle büyümüş anne babalar olarak hala kendi kurallarını, yaşam biçimlerini genç jenerasyona dayatmaya çalışıyorlar. Oysa anlamaya çalışmak en doğrusu. Peki, ne yapmalı, onlarla iletişim kurarken nelere dikkat etmeli? İşte ebeveynlerin dikkat etmesi gerekenler…
• Yeni nesil gençler, dolambaçlı yollara başvurmuyor, düz bir iletişimi tercih ediyorlar. İstemedikleri bir şeye kolaylıkla ‘hayır’ diyor, beklentilerini ve taleplerini de çok net bir dille ortaya koyuyorlar. Dolayısıyla keskin cümleler kurduklarında size karşı olumsuz bir tavır olarak algılamayın ve durumu netleştirmeye çalışın.
• Zorluklar ve sıkıntılar geçmiş dönemlerde kaldı. Yeni nesil, bilgisayar aracılığıyla istedikleri pek çok imkana ulaşabiliyor, her şeyden haberdar olabiliyorlar. İşte bu nedenle geçmişte yaşadığınız sıkıntıları anlamalarını beklemeyin, onları suçlamayın ve onlara sağladığınız imkanları sürekli gündeme getirmeyin.
• Çocukların bilgisayar başında ya da odasında çok vakit geçirdiğinden şikayet etmek çözüm değil, hatta bir süre sonra sizden gelen tüm uyarılara kulaklarını tıkayabilirler. Onlarla konuşabilecek ortak noktalar bulmaya çalışın. Siz de iyi bir bilgisayar kullanıcısı olun, teknolojik gelişme ve yenilikleri takip edin.
DİJİTAL EĞİTİMİ SEVEN BU KUŞAK, VİTAMİN’LE DERS ÇALIŞMAYI ÇOK SEVİYOR.
Yeni nesil dediğimiz gençlerin kendi dilleri, teknolojileri ve yaşam tarzları var. Ebeveynler onların konuştukları dili, hedeflerini ve ne düşündüklerini maalesef bilmiyorlar ve geleneklerle büyümüş anne babalar olarak hala kendi kurallarını, yaşam biçimlerini genç jenerasyona dayatmaya çalışıyorlar. Oysa anlamaya çalışmak en doğrusu. Peki, ne yapmalı, onlarla iletişim kurarken nelere dikkat etmeli? İşte ebeveynlerin dikkat etmesi gerekenler…
• Yeni nesil gençler, dolambaçlı yollara başvurmuyor, düz bir iletişimi tercih ediyorlar. İstemedikleri bir şeye kolaylıkla ‘hayır’ diyor, beklentilerini ve taleplerini de çok net bir dille ortaya koyuyorlar. Dolayısıyla keskin cümleler kurduklarında size karşı olumsuz bir tavır olarak algılamayın ve durumu netleştirmeye çalışın.
• Zorluklar ve sıkıntılar geçmiş dönemlerde kaldı. Yeni nesil, bilgisayar aracılığıyla istedikleri pek çok imkana ulaşabiliyor, her şeyden haberdar olabiliyorlar. İşte bu nedenle geçmişte yaşadığınız sıkıntıları anlamalarını beklemeyin, onları suçlamayın ve onlara sağladığınız imkanları sürekli gündeme getirmeyin.
• Çocukların bilgisayar başında ya da odasında çok vakit geçirdiğinden şikayet etmek çözüm değil, hatta bir süre sonra sizden gelen tüm uyarılara kulaklarını tıkayabilirler. Onlarla konuşabilecek ortak noktalar bulmaya çalışın. Siz de iyi bir bilgisayar kullanıcısı olun, teknolojik gelişme ve yenilikleri takip edin.
DİJİTAL EĞİTİMİ SEVEN BU KUŞAK, VİTAMİN’LE DERS ÇALIŞMAYI ÇOK SEVİYOR.
Geçen yazımda yer verdiğim stres konusuna bu yazıyla devam ediyorum ve kadınları etkileyen ‘Stres’i bu yazımın konusu olarak ele alıyorum.
Stresin kadınları ve erkekleri olumsuz olarak etkiledikleri biliniyor. Ancak yapılan araştırmalar kadınların stresten daha fazla etkilendiklerini, stres faktörlerine erkeklere oranla daha fazla maruz kaldıklarını gösteriyor. Araştırmalara konu olan kadınlar, stres sebebi olarak çocukların sorumluluğu, çocukların okul sorumluluğu, ders ve ödev telaşı, ev işi ve temizlik işleri, eşlerinin sorumluluğu gibi pek çok konuyu kendilerinde strese yol açan etkenler olarak göstermişlerdir.
Özellikle kadınların sanayileşmeyle beraber iş hayatında giderek artan düzeyde yer almaları, onların üzerindeki baskıyı artırmış bulunuyor. Yüklendikleri sorumlulukların artması ve erkeklerle ciddi bir rekabet ortamında yer almak zorunda kalmalarının, kadınların strese bağlı pek çok rahatsızlık yaşamalarına yol açtığı artık bilinen bir gerçek.
Yapılan araştırmalar kadın ve erkeklerin strese karşı tepkilerinin birbirinden farklı olduğunu gösteriyor. Erkek çocuklar stres yaratan durum karşısında daha çok saldırgan davranışlar sergilerken, kız çocukları genellikle kaygı ve çökkünlük belirtileri gösteriyorlar. Üstelik bu farklar çocukluk döneminde daha belirgin olarak görülüyor. İlerleyen yaşlarda bastırma ve geri çekilme mekanizmaları devreye giriyor ve erkeklerdeki saldırganlık eğilimi de ülkeden ülkeye göre farklılaşıyor.
Aile yaşamını etkileyen stresin yol açtığı olumsuz sonuçlar, özellikle eşlerini kaybetmiş orta yaş ve üzeri insanlarda yapılan araştırmalarla gösterilmiş. Eşlerinin kaybından sonraki 6 ay içinde ortaya çıkan ölüm riskinin, herhangi bir sorun yaşamayan aynı yaştaki bireylere oranla %40 daha fazla olduğu bulunmuş. Bu ölümlere yol açan neden de strese bağlı kalp rahatsızlıklarıdır.
Yine eşlerini kaybeden kadın ve erkeklerde, kayıptan 8 hafta sonra fiziksel hastalıklara karşı oluşturulan bağışıklığın son derece azalmış olduğu görülmüş ve bu tip önemli kayıpların sadece hormonları etkilemediği ve savunma sistemini de dışarıdan gelecek virüs, bakteri gibi hastalıklara karşı güçsüz bıraktığı anlaşılmıştır.
Aynı araştırmalara göre 18 yaşın altında çocukları olan evli kadınların % 70’ini çalışan kadınlar oluşturuyor. Bu kadınlar, işyerlerindeki rekabetçi ortamda erkeklerin kurallarıyla başa çıkmaya ve ayakta kalmaya çalışırken aynı zamanda evde de her işe yetişen mükemmel eş ve anne olmaya çalışıyorlar. Kadınların yapısal olarak “Hayır” demekte zorlandıklarını ve eşleri ve çocuklarını memnun etmek gibi bir görev duygusuyla yetiştirildiklerini unutmamak gerekiyor. Kısaca kadınlar yetiştirilme biçimlerinden ve doğalarından gelen anaç özelliklerinden dolayı diğer insanlara da “Hayır” demekte zorlanıyorlar. Tüm bunlar da kadınlar açısından fazladan stres yüklenmek anlamına geliyor.
Bu durum, kadınlardaki kalp hastalıklarını tam dört katına çıkarmış. Ülser ve gastrit gibi hastalıklar önceden erkeklere ait bir hastalık olarak görülürken günümüzde, erkeklerden iki kat daha fazla kadını etkilemekte. Kadınların ekonomik özgürlüklerini elde etmeleri inanılmaz pahalıya mal olmuş gibi görünüyor.
Kabul etmek gerekiyor ki yaşadığımız toplum başarı odaklı bir toplum. Bu sadece bizim insanımıza özgü, yerel bir duygu da değildir. İnsanın varoluşundan bu yana başarı, her insanın ulaşması gereken bir hedef olarak önümüze konulmuş. Çocukluktan itibaren hep daha fazlasını, daha iyi olanı elde etmek üzere şartlandırılırız. İyi olanı istemek ebette kötü bir şey değil. Sorun ‘en iyi olanı’ elde etmek üzere şartlandığımızda ortaya çıkıyor.
İster spor olsun ister okul veya iş hayatı, hep kazanmak üzerinedir tüm planlarımız. Aynı kulvarda yarıştığımız rakiplerimize "Önemli olan kazanmak değil, iyi oynamaktır" desek de aslında hepimiz biliriz ki önemli olan kazanmaktır. ’İyi kaybetmek’ diye bir kavram yoktur. M.Ö. 776 yılında ilk karşılaşmaların sergilendiği Olimpiyat Oyunları da ‘İyi Kaybedenler’ üzerine kurulmamıştı. Yarışlarda ikinci ya da üçüncü olanlara hiçbir ödül verilmiyor, sadece birinci olanın başına çelenkten bir taç konuyordu. Yani sadece en iyi olan ödüllendiriliyordu.
Başarı odaklı insan hayatı, 19.yüzyıl yazarlarından Lord Lytton tarafından "Kendi durumundaki insanlar arasından sıyrılarak başarıya ulaşan insan, hayatta erkenden hedefini sezebilen ve bütün gücünü bu hedefe doğru yöneltebilen insandır" şeklinde yorumlanmıştır. Ancak bu kadar başarı hedefli olmak insanı bencil, hırslı ve agresif yapabilir. Özellikle okul çağı çocuklarında yapılan araştırmalar bu görüşü destekler durumdadır. Bir çocuğun okulda başarıya yönlendirilmesi ve rekabetçi hayata hazırlanması olumlu bir yaklaşımdır. Ancak araştırmalar göstermiştir ki, çocuklar ders saatleri bittiğinde, teneffüste ya da serbest zamanlarda da bu rekabetçi tutumlarına devam ediyorlar. Rekabet ve hırs dozu iyi ayarlandığında elbette gerekli duygular. Fakat bireyin doğal yeteneklerinin üstünde akademik başarılar beklentisi, çocukların ve gençlerin kendilerine olan inanç ve güvenlerine çok ciddi zarar veriyor. Birçoğu akademik başarı beklentilerini karşılayamıyorlar ve var olan potansiyellerini dahi ortaya koyamıyorlar. Bu çocukların bazıları uyuşturucu madde kullanımına yöneliyor, bazıları içkiye sarılıyor, intihara teşebbüs ediyor, başka bir takım davranış bozuklukları gösteriyor ve bilinen bütün stres kaynaklı sorunları yaşıyorlar.
Tüm bu bilgilere baktığımızda önemli bir durumu fark ediyoruz; sınırlarımızı bilmek. Bu kendimize sınırlar koymak anlamına gelmiyor, sadece neleri ne sürede ve nasıl yapabileceğimizin bilincinde olmak anlamına geliyor. Her şeyi yapabilirsiniz, örneğin muhteşem bir yetenek olmayabilirsiniz ama bir müzik aleti çalmayı öğrenebilirsiniz. Spor yarışmalarında rekor kıramayabilirsiniz ama bu spor yapmayacaksınız demek değildir. Yapabilirsiniz, yüzme, tenis, jimnastik her şeyi öğrenebilirsiniz. Bilmeniz gereken nokta, tüm bunları bir günde öğrenemeyeceğinizdir. İşte sınırlarını bilmek derken kastettiğim budur. Demek ki, sınırları doğru belirlemek gerekiyor. Bunun için de bazı ipuçlarına ihtiyacımız olacak.
Stres ve stresle mücadele konusuna bir sonraki yazımda devam edeceğim.
Tıpkı yayınlama hazırlandığım kitabımdaki gibi: ‘Stresinize Sahip Çıkın’
Sağlıcakla...
Günümüzde Türkiye’nin en önemli yaralarından biridir kayıp çocuklar. Emniyet Genel Müdürlüğü verilerine göre, 2012 yılında bir günde 24 çocuk kaybolurken 2013 yılında kaybolan çocuk sayısı 30 oldu. Yılın sonunda kaybolan çocuk sayısının ortalama 33 olacağı tahmin ediliyor.
Bu yılın ilk 7 ayı içinde kaybolan çocuk sayısı 6.500. Yazıyla altı bin beş yüz! Çok ciddi bir rakam. Emniyetin verilerine göre Gaziosmanpaşa, Bağcılar ve Beyoğlu ilçeleri en çok kayıp yaşanan ilçelerimiz. Çocuk kayıplarının ardında pek çok etken var elbette.
Önceki yıllarda kaçırılanların fazla olduğu ancak bu yıl kaçırılan çocuk sayısında azalırken evden kaçanların sayısında artış olduğu dikkat çekiyor. Evden kaçan çocuklar arasında ilk sırada terör örgütüne katılanlar var, sonra uyuşturucu ve fuhuş sektörünün eline düşebiliyor bu çocuklar. İlginç ve üzücü bir diğer nokta ise kayıp çocukların büyük bir kısmını Sosyal Hizmetler'in koruma ve bakımındaki çocuklar oluşturuyor. İstanbul içinde bir günde kaybolan çocukların üçte biri devlet yurtlarında kalan çocuklar. Demek ki bakamıyor, koruyup güvende tutamıyoruz çocuklarımızı. Geçtiğimiz yıl Bahçelievler bakım yurdundan kaçan 60 kadar çocuk kaybolmuş. Kayıp çocuk sayısındaki artış bir yılda %25 iken, son beş yılın rakamlarına göre artış %200 olmuş. Durumun korkunçluğu bu rakamlarla bile anlaşılıyor.
Bir de yaz aylarında tatil sırasında kaybolan, ya da evden kaçan çocuklar var. 16 yaş altı çocukların çalıştırılması yasak olmasına rağmen kaçak olarak çalışmak amacıyla kaçan çocuklar özellikle yaz aylarında işçi arayanlar açısından önemli bir kaynak olarak görülüyor. Evden kaçan çocukların bir diğer bölümü ailenin tepkisinden korkarak kaçanlar. Kayıp çocuk sayısı rakamlara yansıyanlardan daha fazla. Ancak bazı aileler çocukları kaybolduktan sonra polise bildirmiyor, bir şekilde döneceğini düşünüyor ya da aslında nerede olduğunu biliyor.
Bütün bu rakamlara bakıldığında kaybolan çocuk sayısının ne denli ciddi boyutlarda olduğu görülüyor. Bu durumda belki de en önemli sorun ortaya çıkıyor. Çocuklarımız kaybolursa ne yapacağız? Daha doğrusu çocuklarımız kaybolmasın diye ne yapacağız? Ya da şöyle sorayım: Çocuklarımız kaybolurlarsa ne yapacaklarını nasıl öğreteceğiz? Evet, sorunun can alıcı noktası bu! Çocuklarımız kaybolmasınlar, kaybolmamaları için de, eğer başlarına böyle bir şey gelirse nasıl davranacaklarını, ne yapacaklarını öğretmek zorundayız.
Genel olarak anne tavrımız, çocuğun elini tutmak ve gözümüzün üzerinde olacağından emin olarak hareket etmektir. Ancak küçük çocuklar çok hareketlidir ve saniyeler içinde bile alabilecekleri yol çok hızlı olabilir. Özellikle kafasını kaldırıp baktığında yanında annesini göremeyen çocuklar çok çabuk paniğe kapılabilirler ve annesini aramak amacıyla bulunduğu yerden ayrılarak hızla hareket etmeye başlarlar. Anne baba olarak çocuklarımıza karşı en büyük sorumluluğumuz yanlarında olsak da olmasak da güvenliklerini sağlama almak olmalıdır. O nedenle çocuklarımıza kaybolmaları halinde neler yapması gerektiğini öğreterek siz onu bulana kadar da olabildiğince güvende kalmasını sağlayabilirsiniz.
• Öncelikle bir alışveriş merkezine girdiğinizde çocuğunuza ana kapıları gösterin. ‘Beni bulamazsan bu kapıda ben gelene kadar beni bekle’ diyebilirsiniz.
• Bulunduğunuz binadaki ya da ortamdaki güvenlik personelini veya polisi gösterip, sizi bulamadığında o personel dışında kimsenin yanına gitmemesini tembih edin.
Son birkaç gündür haber bültenlerinde ilik kanseriyle mücadele eden çocukların haberleriyle karşılaşıyoruz. Sosyal medya olarak tanımladığımız Facebook ve Twitter gibi paylaşım alanlarında kampanyalar düzenleniyor. İnsanlar gönüllü verici olmak ve kampanyaya destek bulmak adına uğraşıp çabalalıyorlar. Bizim toplum olarak belki de en bozulmamış, en güzel halimiz bu. Paylaşmak, yardımlaşmak, destek olmak, kanından kan, canından can vermek. Derdi olanın derdine çare bulmak için çıkarsız, beklentisiz ve karşılıksız yardıma koşmak.
Bütün çabalara rağmen birkaç gün önce ilik nakli için uygun ilik bulunmasını bekleyen çocuklardan güzeller güzeli 9 yaşındaki Emir Efe’yi kaybettiğimizi öğrendik. Hem de doğum gününe birkaç gün kala. Bugün yani 24 Temmuz Emir Efe’nin 9. Doğum günü ama o artık aramızda değil. Çok üzüldük ve belki birkaç damla kanla, bulunacak bir vericiyle hayatı kurtulabilecekken, hiçbir şey yapamadan ölümüne engel olamamış olmak daha üzücü oldu bizim için.
Şimdi yine sosyal paylaşım sitelerinde adına kampanyalar düzenlenen Dilan da uygun ilik bulunmasını bekleyen bir çocuk. Bu şekilde şu an adını bilmediğimiz pek çok çocuk ve yetişkin var. Geçtiğimiz yıl da genç bir anne olan Gamze için yapılan kampanya ve arayışlar hala hatırımızda.
Bu tip yardım çağrılarında ve ihtiyaç halinde ne yapmamız ve nereye başvurmamız gerektiği hakkında yeterli bilgiye sahip değiliz. Aslında konuyla ilgili sağlık kuruluşlarının sıklıkla duyurular yapması, hatta kamu spotları hazırlatarak sık sık yayınlaması bilgilenmemize yardımcı olacak türden bir adım olur.
Geçtiğimiz yıl genç anne Gamze için gönüllü olanların başvurabileceği farklı illerdeki hastanelerin İlik Bankası bilgileri ve adresleri yayınlanmıştı. O dönemde bu işlemi yapabildiklerine göre hala bu yeterliliklerinin devam ettiğini düşünüyorum. Kaldı ki bu merkezler bulundukları illerin en önemli ve etkin üniversite hastaneleri ve Tıp fakülteleriydi. Ancak Sağlık Bakanlığı resmi anlamda biri İstanbul’da, diğeri Ankara’da olmak üzere sadece iki hastaneyi yetkili kılmıştır. Geçtiğimiz yıl sonu 3. ilik bankasının İzmir’de EÜ Tıp Fakültesi bünyesinde kurulacağı haberleri basında yer almıştı. Ancak şimdilik Ankara ve İstanbul merkezli iki hastane hizmet veriyor.
Kan veya doku vermek isteyen gönüllü vericiler aşağıdaki adreslere ve telefonlara başvurarak gönüllü verici olabilir:
Ankara'dan verici olmak isteyenler: Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, İbni Sina Hastanesi, Akrabalık Dışı Kemik İliği ve Kordon Kanı Bankası
Hayatımıza girdiği andan itibaren sözlü iletişim adına bildiğimiz her şeyi yeni baştan belirleyen aletler, mobil telefonlar, yani cep telefonları, onca kolaylığın yanında kendi açmazlarını da getirmiş bulunuyor.
Son birkaç yıldır yeni bir davranış biçimi geliştirdik. Bu davranışın mimarı ise cep telefonlarımız. Asli görevi olan sözel iletişim ve haberleşmenin neredeyse hafif kaldığı aletler olan telefonlarımızla hemen hemen her şeyi yapabiliyoruz. Alışverişten tutun, video izlemek, resim çekmek, hatta artık sosyal ağlara doğrudan bağlanmak, hesabınıza girip havale yapmak gibi pek çok farklı işi yapan bir tür küçük akıllı robotlarımız var.
Bunca işi birkaç adımda ve oturduğumuz yerde yapabilmek çok güzel ama güzelliğin bir de olumsuz tarafı var, bağımlılık...
Hepimiz az ya da çok bağımlılık geliştirdik. Telefonlarımız vasıtasıyla sosyal ağlarla ve mesaj alıp gönderme işleriyle çok fazla haşır neşir olmaya başladık. Çevremizle olan iletişimimiz sınırlandı, daha bireysel olmaya, yalnızlaşmaya da başladık. Görünürde sosyal ağlar olarak bilinen paylaşım alanlarında pek çok bağlantımız ya da takipçimiz oldu belki ama gerçek yaşamda tamamen kendi içine çekilmiş bireyler olduk. Bunun yansımaları sadece insan ilişkilerinde değil, farklı alanlarında da ortaya çıkmaya başladı. Son birkaç yılda hayatımıza yeni terimler girdi. Bunlardan biri de "Mobil Körlük!"
Mobil körlük denilen olayda, biz telefon kullanıcıları için iyi olan ne varsa, satıcı ve pazarlama şirketleri için kötü anlama geliyor. Şöyle ki, anında mesaj alabilmek, mesaj gönderebilmek, bir sosyal ağda resim ya da video paylaşmak artık yolda yürürken bile yapılabilen işlemler haline geldi. Diyelim ki tam alışveriş merkezine girerken bir yavru kedi gördünüz; birinci saniyede ‘aa ne şirin bir kedi’ diye düşünüp, ikinci saniyede resmini çektiniz ve üçüncü saniyede hoopp, profilinizde paylaştınız. Tüm bunları yaparken de aynı anda alışveriş merkezine girip göz ucuyla gitmek istediğiniz hedef reyona doğru yürümeye başladınız. İşte "Mobil körlük" dediğimiz olay tam da bu üç-beş saniye için geçerli bir durum. Siz o kedi ve resmiyle ilgilenirken, yani tüm dikkatiniz elinizdeki telefondayken girdiğiniz alışveriş merkezinin tüm pazarlama stratejilerini çöpe atmış oldunuz. Demem o ki, bütün reklamları, indirimli ürünleri, siz görün, cazibesine kapılın ve almadan geçmeyin diye en öne dizilmiş, belki de asla ihtiyacınız olmayan ama büyüsüne kapılıp almak zorundaymışsınız gibi hissettirmesi istenen ne varsa GÖRMEDEN GEÇTİNİZ. Kısacası elinizdeki o küçücük alet, bütün büyük pazarlama hilelerini görmeden geçip gitmenize sebep oldu. Buna mobil körlük denmesinin sebebi de bu; cep telefonlarına ve sahip olduğu teknolojik üstünlüklere bağımlı hale gelmiş olmamız, bu nedenle de satıcı ve pazarlamacıların bütün planlarını, hilelerini, teknik stratejilerini asla fark etmeyişimiz.
Mobil körlük meselesi, biz sıradan insanlar için çok basit görünebilir ama tanıtım ve satış için ciddi bütçeler ayıran firmalar açısından durum çok berbat bir yöne doğru gidiyor. Düşünebiliyor musunuz müşteriler ya da alıcılar hareket halindeyken sosyal ağlarda gezinebiliyor, mesaj alıp gönderiyor ve bu uğraşılar sırasında da çevrelerindeki ürünlere ilgisiz kalıyorlar. Oysa üretici ya da satıcı firmalar ürünlerini dikkat çekmeleri açısından reyonlarda, raflarda en yüksek fiyatları vererek en önlere koymaya çalışıyorlar ama görülmüyorlar. Ekonomiye olumsuz bir getirisi de var elbette. Bu sorunu aşmak için şirketler yakın zamanda insanları farklı etkileme yolları bulacaklardır mutlaka.
Ben "mobil körlük" konusunu teknik bir terim olmasının dışında insan ilişkileri açısından daha çok önemsiyorum. Bireysel olarak diğer insanlarla olan ilişkilerimizi yeniden sorgulamamıza yol açacak kadar dikkate alınmayı hak eden bir sorun bu. Elimizdeki küçücük dev aletler, yan yana oturduğumuz arkadaşımızla bile sohbet etme imkanını elimizden almış durumda.
Kalabalık görünen bir lokanta ya da kafeteryada dikkat edin, herkesin elinde telefon ve herkes telefonun küçük ekranına kilitlenmiş bir halde. Kimse kafasını kaldırıp karşısındaki insanın gözlerine bakarak konuşmuyor. Sanki diğer duyu organlarımız daha fazla gelişti diye düşünüyorum. Mesaj sesine duyarlı kulaklarımız, en küçük titreşimi algılama kapasitesine sahip dokunma yeteneğimiz oldu belki ama en temel iletişim becerimiz olan, insan insana konuşma ve göz teması kurma olayını kaybettik. Mobil körlük tanımı aslında geldiğimiz noktaya çok uygun bir tanım olmuş. Taşınabilir bir alete olan bağımlılığımız, insan ilişkilerine, birbirimizin sesine, duygusuna olan yabancılaşmayı getirdi bize.