Dün televizyonlarda haberleri izleyenler verilen bir haberi gördüklerinde muhtemelen benim gibi büyük bir şok yaşadılar. Pek çok haber izlemiş bir insan olmama rağmen, tanık olduğumuz şiddetin sadizm noktasına geldiğini görmek çok ürpertici, çok üzücü ve inanılmaz dehşet vericiydi.
Normal şartlar altında televizyonlarda haber izlemiyorum. Gelişmeleri takip etmek için interneti kullanarak kendimi, çocuklarımı, hepimizin psikolojisini haber adı altında sunulan görsel şiddetten korumaya çalışıyorum. Elbette her zaman mümkün olamıyor ama en azından bir cinayet haberini verirken, arşivden alınmış silahlı şiddet görüntüleri ile destekleyen, kan revan içindeki bedenleri alenen sergileyen, ‘en korkunç, en şiddet içeren haberi ve görüntüleri ben sunacağım’ hırsına kapılmış kanallardan ve haberlerden olabildiğince uzak kalmaya çalışıyorum. Büyük ölçüde başarıyorum da. Her yanımızı saran şiddetin normalleşmesinden, doğal karşılanmasından son derece rahatsızım zira.
İstedikleri kadar şiddete yönelik yasalar koysunlar, istenildiği kadar şiddete karşı olduğunu açıklasın bazı yetkililer; görüyoruz ki henüz bir arpa boyu bile yol alamamışız. Her gün onlarca şiddet haberiyle uyanıyoruz yeni güne. Her gün özellikle kadına ve çocuğa yönelik şiddet ve taciz inanılmaz bir şekilde artarak sürüyor. Bütün bunların üzerine şiddetin içeriği de çeşitleniyor. Asıl inanılmaz olan da bu aslında.
Dün akşam da tesadüfen ve biraz da bulunduğum yerde zorunlu olarak haberleri izlemek durumunda kaldım. Yaklaşık 15 dakika boyunca izlediğim haberlerde neredeyse dakika başına bir kötü haber verildi. Çeşitlemeler çok korkunçtu. Aklımda kalanlar ise şöyle:
• Su dolu çukura düşen iki kardeşten biri boğularak öldü.
• Eşini 11 yaşındaki oğlunun gözleri önünde öldüren cani, ‘Bu çok büyük bir aşk. Aşkım için öldürdüm’ diye naralar atıyordu.
• 3 ayrı yerde trafik kazası olmuştu ve dakikalarca kaza yerinden görüntüler verildi.
Karar vermek her zaman yaptığımız bir seçim olsa da her zaman kolay bir eylem değildir. Karar vermek demek; seçeneklerden birini seçtiğinizde, diğerlerini yok saymak, seçmemek, o seçenekleri kaybetmeyi göze almak demektir. Özellikle alacağımız kararlar hayatımızın yönünü değiştirecek, kendimizin ve başkalarının hayatını etkileyecek kadar önemliyse karar almak hep daha zordur.
Kimi zaman yetiştiriliş biçimimizden, kimi zaman kişilik yapımızdan, kimi zaman da alacağımız kararın kapsamından kaynaklanan endişe ve gerginlik yaşarız. Bu da kararsızlık dediğimiz ne yapacağını bilememe durumuna yol açar.
Kararsızlık hepimizin yaşadığı bir durum aslında, ancak ne sıklıkta ve hangi durumlarda yaşadığımız önemli. Zira bu durum sürekli bir sorun haline gelmişse, karar vermek giderek zorlaşıyorsa ve kararlar verip sonra sık sık değiştiriyorsanız, verdiğiniz kararlardan emin olamıyorsanız, sürekli olarak başkalarının fikrini sormak ve kararınızı onaylatmak ihtiyacı duyuyorsanız, muhtemelen siz de kararsızlık problemi yaşayan onlarca insandan birisiniz.
Karar vermekteki güçlüklerin birçok nedeni var; öz güven eksikliği, alınan kararın sorumluluğundan çekinme, başkalarının eleştirilerinden korkma, alınan kararın sonuçlarından kaçınmaya çalışma gibi pek çok sebep sayabiliriz. Sorun karar vermekten daha çok verilen kararın doğruluğundan emin olamama, sık karar değiştirme, alınan kararın sonuçlarından çekinme şeklinde de ortaya çıkabilir. Kaynağı ne olursa olsun, hayat boyu sürekli olarak kararlar almak ve uygulamak zorunda olduğumuz bir gerçek. Öyleyse bir an önce kararsızlığı aşmak, bazen yanlış sonuçları olsa da kararlar almak zorundayız. Kaldı ki “en kötü karar, kararsızlıktan iyidir” derler. Önemli olan bulunduğumuz koşullar içinde olabilecek en iyi kararı almaya çalışmaktır. Hiçbir kararın ne tam olarak doğru, ne tam olarak yanlış olduğundan emin olamayız. Sadece kararlar alır ve sonuçlarını görürüz.
Hayatın size ait bir ömür olduğunu ve bazen yanlış kararların sizi doğruya ulaştıracak yegane yol olduğunu bilerek karar almaya çalışın. Başkalarına bilinçli olarak zarar vermediğiniz sürece her kararın size öğretecekleri vardır. Genellikle karar aldığınız için değil, almadığınız kararlar için pişmanlık duyarsınız.
Karar almaktan korkarak ve kararlar almaktan kaçınarak bir adım dahi ilerlememiz mümkün olamaz. Ne olursa olsun aldığınız kararlar size ait seçimlerdir ve seçimleriniz nedeniyle kimseye hesap vermek zorunda değilsiniz.
Hepimizin hataları, yanlış kararları olacaktır. Yanlış kararlar doğru şeyler öğretiyorsa o kararların bile yanlış olduğundan bahsedemeyiz. Kararımız yanlış olsa da sonuçta bizi doğruya yönlendirerek doğru sonuçlar almamıza yardımcı olmuş demektir. Önemli olan alınan kararın sonuçlarından gereken dersleri çıkarabilmektir.
Karar vermek her zaman yaptığımız bir seçim olsa da her zaman kolay bir eylem değildir. Karar vermek demek; seçeneklerden birini seçtiğinizde, diğerlerini yok saymak, seçmemek, o seçenekleri kaybetmeyi göze almak demektir. Özellikle alacağımız kararlar hayatımızın yönünü değiştirecek, kendimizin ve başkalarının hayatını etkileyecek kadar önemliyse karar almak hep daha zordur.
Kimi zaman yetiştiriliş biçimimizden, kimi zaman kişilik yapımızdan, kimi zaman da alacağımız kararın kapsamından kaynaklanan endişe ve gerginlik yaşarız. Bu da kararsızlık dediğimiz ne yapacağını bilememe durumuna yol açar.
Kararsızlık hepimizin yaşadığı bir durum aslında, ancak ne sıklıkta ve hangi durumlarda yaşadığımız önemli. Zira bu durum sürekli bir sorun haline gelmişse, karar vermek giderek zorlaşıyorsa ve kararlar verip sonra sık sık değiştiriyorsanız, verdiğiniz kararlardan emin olamıyorsanız, sürekli olarak başkalarının fikrini sormak ve kararınızı onaylatmak ihtiyacı duyuyorsanız, muhtemelen siz de kararsızlık problemi yaşayan onlarca insandan birisiniz.
Karar vermekteki güçlüklerin birçok nedeni var; öz güven eksikliği, alınan kararın sorumluluğundan çekinme, başkalarının eleştirilerinden korkma, alınan kararın sonuçlarından kaçınmaya çalışma gibi pek çok sebep sayabiliriz. Sorun karar vermekten daha çok verilen kararın doğruluğundan emin olamama, sık karar değiştirme, alınan kararın sonuçlarından çekinme şeklinde de ortaya çıkabilir. Kaynağı ne olursa olsun, hayat boyu sürekli olarak kararlar almak ve uygulamak zorunda olduğumuz bir gerçek. Öyleyse bir an önce kararsızlığı aşmak, bazen yanlış sonuçları olsa da kararlar almak zorundayız. Kaldı ki “en kötü karar, kararsızlıktan iyidir” derler. Önemli olan bulunduğumuz koşullar içinde olabilecek en iyi kararı almaya çalışmaktır. Hiçbir kararın ne tam olarak doğru, ne tam olarak yanlış olduğundan emin olamayız. Sadece kararlar alır ve sonuçlarını görürüz.
Hayatın size ait bir ömür olduğunu ve bazen yanlış kararların sizi doğruya ulaştıracak yegane yol olduğunu bilerek karar almaya çalışın. Başkalarına bilinçli olarak zarar vermediğiniz sürece her kararın size öğretecekleri vardır. Genellikle karar aldığınız için değil, almadığınız kararlar için pişmanlık duyarsınız.
Karar almaktan korkarak ve kararlar almaktan kaçınarak bir adım dahi ilerlememiz mümkün olamaz. Ne olursa olsun aldığınız kararlar size ait seçimlerdir ve seçimleriniz nedeniyle kimseye hesap vermek zorunda değilsiniz.
Hepimizin hataları, yanlış kararları olacaktır. Yanlış kararlar doğru şeyler öğretiyorsa o kararların bile yanlış olduğundan bahsedemeyiz. Kararımız yanlış olsa da sonuçta bizi doğruya yönlendirerek doğru sonuçlar almamıza yardımcı olmuş demektir. Önemli olan alınan kararın sonuçlarından gereken dersleri çıkarabilmektir.
Yaklaşık 2 ay önce. Yer Taksim Levent metro hattı. Araç kalabalık ve bazılarımız ayakta yolculuk ediyoruz. Kapı yanında ayaktayım ben de. Sol tarafımdaki koltuklarda bir yer boşaldı. Doğal olarak koltuğun önünde bir hareketlenme oldu ve 30’lu yaşlarındaki genç bir erkek boşalan koltuğa kız arkadaşını oturttu. Genç kız en fazla 23- 24 yaşında. Işıl ışıl, güler yüzlü, etrafa gülümseyerek bakıyor. Erkek elindeki çantayı kız arkadaşının kucağına koydu ve bir şeyler söylemeye başladı. Ne olduysa bundan sonra oldu zaten.
Kız çantayı kucağında tutuyor, erkek sürekli çantayı düzeltmeye çalışıyor ve bu arada da genç kıza sürekli söyleniyor. İlk birkaç cümle çok dikkat çekmedi aracın içinde. Ancak erkek söylenmenin dozunu saniyeler içinde artırdı ve kız arkadaşına alenen hakaret etmeye başladı. Aracın içinde, ikiliye yakın olan bizler her şeyi görüyor ve duyuyoruz. Çok rahatsızız, ancak mecburen tanık oluyoruz çünkü dip dibeyiz. Anladığımız o ki, erkek, kız arkadaşından çantayı kendi istediği şekilde dik tutmasını istiyor. Kız tutmaya çalışıyor ama adam memnun değil, zira daha başından kucağına yerleştirdiği şekilde kalmasını istemiş ve genç kız ilk saniyede bunu başaramamış. İnanılır gibi değil ama durum bu.
Bu arada genç kızın yanındaki yer boşalıyor ve erkek, kız arkadaşının yanına oturuyor. Ancak etraftan bakanlara rağmen genç adam öfkenin dozunu düşürmediği gibi kelimeler daha da ağırlaşıyor, hakaretler peş peşe geliyor ve genç kıza tıpkı bir böceğe bakar gibi bakıyor. Bir ara acaba bu kalabalık ortam şov yapmasını tetikliyor olabilir mi diye düşünüyorum.
Benim içimi sızlatan ise genç kızın tavrı. O güzel bakışlı genç kız, gözlerini yerden kaldıramıyor, kıpkırmızı bir yüzle fısıldayarak arkadaşını sakinleştirmeye çalışıyor. Tamam, yeter diyor, sus diyor, herkes bize bakıyor diyor. Ama erkek susmuyor. Genç kız gülümseyerek bize bakıyor ve durumu kurtarmaya çalışıyor ama nafile. Erkek hala söyleniyor. Derken, çok ilginç bir şey oluyor. Oturma grubunun an sonunda ve kapı tarafında oturan bir hanımefendi, eğiliyor ve genç kıza, ‘kızım arkadaşın seni yiyip bitirmeden sen benim yanıma gel’ diyor. İkili şaşkın, biz şaşkın. Ortamda buz gibi bir hava esiyor. Hanımefendi ısrarla kızı yanına çağırıyor. Erkek toparlanıp bu defa hanımefendiye karşı bir saldırı başlatıyor: Sen ne karışıyorsun, bu benim arkadaşımla aramda bir mesele’ diyor. Fakat hanımefendi beni ve tüm araçtakileri hayran bırakacak kadar dişli, akıllı ve saygılı. Genç adama ailesinin veremediği bir saygı dersi veriyor ve diyor ki; öncelikle ben sizden büyüğüm, bana sen diyemezsiniz. Sonra hanım arkadaşınıza etmediğiniz hakareti bırakmadınız, bunu yapamazsınız. Çünkü bu yaptığınız şiddettir ve hepimiz buna tanığız.
Erkek gerçekten afallıyor ve iyice saçmalamaya başlıyor ama o arada araçtaki kadın ve erkek herkesten çok ciddi tepki görüyor. Özellikle yaşlı bir beyefendinin, ‘sen erkeklik bu mu sanıyorsun?’ sözüne bayılıyorum. Asıl o genç kızın bütün bu hakaretlere rağmen neden tepki göstermediğini, gösteremediğini anlamak zor. Meselenin can alıcı noktası bu, öz saygı ve öz güven! Kadınlarımızın sırtına yüklenen gereksiz bir ‘durumu kurtarma’ çabasını o genç kızda da görmek üzücü.
Bizim annelerimiz bunu yapmışlardır ama artık biz ve bizim kızlarımızda bu olmamalı. Bir genç kadına her ne sebeple olursa olsun, hakaret etmemesi gerektiğini, bu davranışın en hafif ifadesiyle saygısızlık ve aslında şiddet olduğunu bilmeyen, bunu öğrenememiş bir erkeğin yanında olmamalıdır hiçbir kadın. Biz kadınlar, anneler, ablalar, eşler olarak kızlarımıza insanca saygı göstermeyen hiçbir erkeği hoş görmemeliyiz.
Aslında can acıtıcı olan kadının kadına şiddeti. Bu ne demek diyenler olabilir. Bu şu demek, bir kadın olarak anne olduğunuzda kızınıza, kayınvalide olduğunuzda gelininize, bir gelin olduğunuzda kayınvalidenize, görümcenize, yengenize, iş arkadaşınız olan kadınlara, kırıcı, yaralayıcı, üzücü davranışlarda bulunma hakkını kendinizde görmemelisiniz. Oysa biz ne çekiyorsak kadınların kendi hemcinslerine uygulanan şiddete, baskıya, eziyete seyirci kalmalarından ya da doğal karşılamalarından çekiyoruz.
Anlattığım olayda içimi ferahlatan şey, kadınların bu duruma tepki gösterebilmiş olmalarıdır. Görmezden gelinmeyip aksine genç adama tavır alabilmek gerçekten yürek işiydi. Kadınlar ve erkekler olarak gördüğümüz şiddete daha küçük boyutlardayken tepki gösterebilirsek, fiziksel şiddete dökülmeden belki bazı şeylerin önüne geçebilmek mümkün olabilir. Mesela biz anneler, kızlarımıza kendisine saygı göstermeyen hiçbir erkeğin yanında olmaması gerektiğini öğretebilirsek, sözel, fiziksel ya da manevi şiddet gösteren hiçbir erkeğin sevilmeyeceğini, sevilemeyeceğini anlatabilirsek onlara en doğru eğitimi vermiş oluruz. Sevilmemelidir çünkü o yalancı sevgi uğruna kadınlarımızın hayatları eziliyor, yok oluyor. Şiddet gösterdiği anda yalnız kalacağını bildiğinde, bu kadar kolayca şiddete yönelemeyecek erkekler. Belki her şeyi çözümlemeyecek ama tepkimizi bir şekilde göstermeliyiz, adımlar atmalıyız.
Evlilikler zaman zaman çıkmaza girdiğinde eskiden aile büyükleri araya girer ve eşlerin sorunlarına yardımcı olmaya çalışırlardı. Sorun neyse ortadan kaldırmaya çalışılır, bazen sorun yarattığı düşünülen tarafa karşı tavır alınır ve mağdur olduğu düşünülen eşe taraftar olunurdu. Bütün çabalar iyi niyetliydi ve evliliğin özellikle çocuklar varsa bitirilmemesi için elden gelen yapılırdı. Geçmişten gelen toplumsal bağlarımızın da bu durumda çok büyük etkisi olduğunu unutmamak lazım.
Sıkı komşuluk ilişkilerimiz, çocukların anne-baba ayrı büyümemesi konusundaki özenimiz, birbirine yakın aile, akrabalık ve komşuluk ilişkilerimizin katkısı gerçekten çok değerli ve önemliydi.
Sonra devir değişti; yıllar geçti, kent yaşamı ve teknolojinin getirdiği bireysel yaşamlar hem komşuluk ilişkilerimizi hem de akrabalık ilişkilerimizi zayıflattı. Bir de daha yalnız bireyler olduk ve sorunlarımızı daha tekil yaşamaya başladık. Elbette aile sorunları çok da yayılıp büyütülmeden çözülmelidir ancak bu kadar kopuk hayatlar yaşamak, erken çözülebilecek sorunların artık boşanmaya ya da şiddete kadar gidebilen büyük sorunlara dönüşmesine yol açtı. Sorun yaşayan çiftler, birbirine mesafeli yaşanan aile ve akrabalık bağları nedeniyle kimseden yardım alamaz hale geldi ve yeni kurumlar, yeni uzmanlıklar ortaya çıktı. “Aile/Evlilik Terapistliği” ya da “Aile Danışmanlığı” da bu tipte bir uzmanlık alanı olarak son yılların en gözde alanı. Dolayısıyla artık evlilikle ilgili sorun yaşayan çiftlerin sıklıkla kapısını çaldığı aile terapisti ya da evlilik terapisti önemli görevler üstlenmiş durumda.
Ancak durumun geldiği noktada olayın iki farklı yönü olduğunu belirtmek isterim. İlki bir evlilik danışmanı kimdir ve ne yapar, ikincisi de evlilikle ilgili sorunlar için bir terapiste başvurmak yarar sağlar mı?
Evlilik danışmanlığı çok önemli bir uzmanlıktır ve psikoloji; yani insan bilimi ve sosyoloji yani toplum bilimi konusunda muhakkak eğitim alınmış olması gerekir. Ek olarak da evlilik ve evliliğin getirdiği sorunlar konusunda deneyimli olunması son derece önemlidir. En ufak bir yanlış yönlendirme, aşılabilecek sorunların daha çok büyümesine yol açabilir. Tam tersi taraflara zarar veren ve sürdürülmesinde ciddi tehlikeler olan evliliklerin de gereksiz yere sürdürülmesine yol açabilir. Hatta ayrılmışken yanlış yönlendirmeler nedeniyle tekrar bir araya getirilmiş çiftlerin nasıl büyük sorunlar yaşayabileceğini gazetelere yansıyan ve sonu akıl almaz şiddete varabilen ilişkileri görüyoruz.
Bir evlilik terapistine başvurulurken bilinmesi gereken şey şu ki, evlilik terapisti var olan sorunları çözmenizde yardımcı olmak üzere eğitim almış insandır. Sorunlara rağmen mucizeler yaratacak, eşinizi ve sizi melek haline getirecek ve kalan yaşamınızı sorunsuz geçirmenizi sağlayacak kişi değildir. Terapiste gitmekte amacınız karşınızdaki insanı değiştirmek ve sizin olmasını istediğiniz insan olmasını sağlamak değildir. Aksine birbirinizin kişiliklerine saygı göstererek, sizin de olduğunuz insan olmanıza saygı duyulmasını istemek ve beklemektir.
Kişiliklerin ezildiği, silindiği, yok sayıldığı bir evlilik sağlıklı bir evlilik değildir. Sorunları çözebilmek, karşılıklı olarak iletişim içinde olmak, farklı kişiliklere rağmen bir arada yaşamayı sürdürebilmek, empati duygusunu kaybetmemek, olayları ve durumları eşinin gözünden de değerlendirmek becerisine sahip olmak sağlıklı bir evlilik için en önemli koşuldur.
Hayatın içinde bazen bütün bu iletişim ve anlayışı kaybedebiliriz. Böyle anlarda bir evlilik terapistine gidilmelidir, evet ama artık bitmiş ve taraflara zarar veren bir evliliği de terapist vasıtasıyla kurtarabileceğimize inanmak ya da beklemek anlamsız bir beklenti olur.
Evlilikte gözetilmesi gereken asıl nokta kişilerin, çocukların psikolojik ve fiziksel sağlıklarıdır. Bunların tehlike altında olduğu hiçbir evlilik sürdürülmemelidir. Evlilik terapisti bu noktayı da görebilen ve gerektiğinde evliliğin bitmesi sürecine gelindiğinde eşlere, çocuklara yol arkadaşlığı ya da rehberlik yapabilecek kişidir.
Açıkça vurgulamak isterim ki evlilik ya da aile danışmanı dediğimiz kişi, sorunlu evlilikleri sorunsuz hale getirecek bir uzman değildir. Sorunları fark edip, çözüm yollarınızı bulma aşamasında size rehberlik edecek, karşılıklı sağlıklı bir iletişim oluşturmanızın önündeki engelleri aşmanızda yolunuza ışık tutacak kişidir. Unutmayın sorun da sizsiniz, çözüm de.
Evlilikler zaman zaman çıkmaza girdiğinde eskiden aile büyükleri araya girer ve eşlerin sorunlarına yardımcı olmaya çalışırlardı. Sorun neyse ortadan kaldırmaya çalışılır, bazen sorun yarattığı düşünülen tarafa karşı tavır alınır ve mağdur olduğu düşünülen eşe taraftar olunurdu. Bütün çabalar iyi niyetliydi ve evliliğin özellikle çocuklar varsa bitirilmemesi için elden gelen yapılırdı. Geçmişten gelen toplumsal bağlarımızın da bu durumda çok büyük etkisi olduğunu unutmamak lazım.
Sıkı komşuluk ilişkilerimiz, çocukların anne-baba ayrı büyümemesi konusundaki özenimiz, birbirine yakın aile, akrabalık ve komşuluk ilişkilerimizin katkısı gerçekten çok değerli ve önemliydi.
Sonra devir değişti; yıllar geçti, kent yaşamı ve teknolojinin getirdiği bireysel yaşamlar hem komşuluk ilişkilerimizi hem de akrabalık ilişkilerimizi zayıflattı. Bir de daha yalnız bireyler olduk ve sorunlarımızı daha tekil yaşamaya başladık. Elbette aile sorunları çok da yayılıp büyütülmeden çözülmelidir ancak bu kadar kopuk hayatlar yaşamak, erken çözülebilecek sorunların artık boşanmaya ya da şiddete kadar gidebilen büyük sorunlara dönüşmesine yol açtı. Sorun yaşayan çiftler, birbirine mesafeli yaşanan aile ve akrabalık bağları nedeniyle kimseden yardım alamaz hale geldi ve yeni kurumlar, yeni uzmanlıklar ortaya çıktı. “Aile/Evlilik Terapistliği” ya da “Aile Danışmanlığı” da bu tipte bir uzmanlık alanı olarak son yılların en gözde alanı. Dolayısıyla artık evlilikle ilgili sorun yaşayan çiftlerin sıklıkla kapısını çaldığı aile terapisti ya da evlilik terapisti önemli görevler üstlenmiş durumda.
Ancak durumun geldiği noktada olayın iki farklı yönü olduğunu belirtmek isterim. İlki bir evlilik danışmanı kimdir ve ne yapar, ikincisi de evlilikle ilgili sorunlar için bir terapiste başvurmak yarar sağlar mı?
Evlilik danışmanlığı çok önemli bir uzmanlıktır ve psikoloji; yani insan bilimi ve sosyoloji yani toplum bilimi konusunda muhakkak eğitim alınmış olması gerekir. Ek olarak da evlilik ve evliliğin getirdiği sorunlar konusunda deneyimli olunması son derece önemlidir. En ufak bir yanlış yönlendirme, aşılabilecek sorunların daha çok büyümesine yol açabilir. Tam tersi taraflara zarar veren ve sürdürülmesinde ciddi tehlikeler olan evliliklerin de gereksiz yere sürdürülmesine yol açabilir. Hatta ayrılmışken yanlış yönlendirmeler nedeniyle tekrar bir araya getirilmiş çiftlerin nasıl büyük sorunlar yaşayabileceğini gazetelere yansıyan ve sonu akıl almaz şiddete varabilen ilişkileri görüyoruz.
Bir evlilik terapistine başvurulurken bilinmesi gereken şey şu ki, evlilik terapisti var olan sorunları çözmenizde yardımcı olmak üzere eğitim almış insandır. Sorunlara rağmen mucizeler yaratacak, eşinizi ve sizi melek haline getirecek ve kalan yaşamınızı sorunsuz geçirmenizi sağlayacak kişi değildir. Terapiste gitmekte amacınız karşınızdaki insanı değiştirmek ve sizin olmasını istediğiniz insan olmasını sağlamak değildir. Aksine birbirinizin kişiliklerine saygı göstererek, sizin de olduğunuz insan olmanıza saygı duyulmasını istemek ve beklemektir.
Kişiliklerin ezildiği, silindiği, yok sayıldığı bir evlilik sağlıklı bir evlilik değildir. Sorunları çözebilmek, karşılıklı olarak iletişim içinde olmak, farklı kişiliklere rağmen bir arada yaşamayı sürdürebilmek, empati duygusunu kaybetmemek, olayları ve durumları eşinin gözünden de değerlendirmek becerisine sahip olmak sağlıklı bir evlilik için en önemli koşuldur.
Yine bir hafta başladı, yine birçoğumuz yeni haftanın telaşındayız. Anneler çocukların okul, ders telaşında. İşe gidenler ise bütün işleri nasıl yetiştireceklerini düşünüyor kara kara. Her birimizde ayrı bir telaş, ayrı bir koşuşturma. Hepimizin işi başından aşkın, sürekli bir şikayet halindeyiz, mutsuzuz.
Mutsuzuz, çünkü işlerimiz bitmiyor, hiçbir şey zamanında yetişmiyor. Hep yarına ertelenen, sarkan işlerimiz var.
Oysa düşünmüyoruz, iyi ki YARIN var! Yarından o kadar eminiz ki, sanki yaratıcıyla sözleşmemiz varmış gibi. Yarına çıkabilecek miyiz, ya da yarın diye bir şey bizim için var mı bilmiyoruz. Son bir haftadır bunu sorguluyorum ben.
Zira geçtiğimiz hafta tam da bu gün, tam da yılbaşına saatler kala, hepimiz birbirimize hediyeler alıp ağaçlar süslemişken, hepimiz heyecanla yeni yılı beklerken İstanbul Ataköy’de bir facia yaşandı. 2 yıl öncesine kadar oturduğum binada görevlimizin eşi ve iki küçük çocuğu evde çıkan yangında hayatlarını kaybetti. Binada insanlar varken, herkes herkesi tanır, bilir ve görüşürken yangın son ana kadar fark edilmediği için ve anne kapıyı kilitleyip kapı kolunu da çocuklar açıp çıkmasın diye yerinden çıkardığı için içeride mahsur kaldılar. İtfaiye kapıyı kırıp müdahale ettiği anda artık hayatını kaybetmiş 3 can için yapılabilecek hiçbir şey kalmamıştı. Yıllar önce master yaparken kızımı emanet ettiğim anne Leyla ve sonrasında doğan iki yavrusu yangında zehirlenerek hayattan koptular. Geride bütün ailesini kaybetmiş yıkık dökük, perişan bir baba kaldı. Hayat bundan sonra asıl onun için çok zor.
O yangın bizi, hepimizi yaktı geçti. İstanbul’un orta yerinde, Ataköy’de hiç kimse kaderin önüne geçemedi. O gencecik anne ve iki küçük yavrusu YARIN’ı göremedi. Yeni yılı göremedi.
Şu anda, siz bu satırları okurken de birileri hayata ‘merhaba’ diyor, birileri veda ediyor. Birileri gülerken birileri gözyaşı döküyor. Bazıları kavuşurken bazıları ayrılıyor. Buna hayat diyoruz ve hayatın döngüsü bizi bir yerlere savuruyor, dağıtıyor. Hem hayatımız değişiyor hem de bizi değiştiriyor.
Şimdi evdeki işlerinin bitmediğinden yakınanlara, tozdan, kirden dağınıklıktan şikayet edenlere yaşanan evlerin kirlendiğini ve dağıldığını hatırlatmak isterim. Ben sabah bıraktığım gibi kalan ve yarına da akşam bıraktığım gibi kalan bir ev istemiyorum. Tozlarımı, dağınıklıklarımı seviyorum. Telaşelerimi, yarına kalan işlerimi, yetiştiremediklerimi seviyorum. Çünkü onlar bana ‘YARIN’a çıkabilmek için umut veriyor. Heyecan duyuyorum bir sonraki sabaha uyanabilmek için.
Eğer tersi olsa, yarın için heyecanınızı, isteğinizi ve hevesinizi kaybetseniz depresyona girersiniz. Oysa hayat bunun için çok kısa ve çok güzel. Bugün sorun olarak gördüğünüz şeyler aslında yaşam sebebimiz. Çocukların dersleri, onların gelecek kaygısı, almak istediğimiz ev, ödememiz gereken borçlar, yapmamızı bekleyen işler, gidilecek yerler hep bir noktayı işaret eden yön tabelaları gibi: YARIN!
Her yeni yıl yeni başlangıçlar demektir. Her yılbaşında gelecek yıla ait bazı planlar ve gerçekleşmesi hedeflenen programlar belirlenir ve bu amaçlara ulaşmak için yıl boyu çaba gösterilir. Neredeyse yeni yılın karşılanması sırasında değişmez bir gelenektir bu şekilde hedefler belirlemek.
Aslında bazı ülkelerde gerçekten de bu bir gelenek halini almıştır. Biten yılla birlikte gerçekleşmeyen hedefler yeniden gözden geçirilerek ve belki bazı eklemelerle düzenlenerek yeni yıla aktarılır. Olması gereken de budur. Eğer hedeflerimiz ve planlarımız olmazsa hayatlarımızda ciddi boşluklar ve eksiklikler var demektir. İnsan yaşayan, gelişen ve düşünen bir varlık olduğuna göre elbette ki planları ve amaçları olmalıdır.
Üstelik yeni yıla ilişkin olsun ya da olmasın plan yapmak geleceği planlamak demektir. Geleceğe yatırım yapmak demektir. Bu da olumlu ve güzel bir şeydir. Plan yapmak demek aynı zamanda gelecekle ilgili beklentilerin varlığına işaret eder ki bu da normal bir ruh sağlığının ve var olan umutların göstergesidir.
Günlük hayatta da pek çok hayallerimiz vardır. En çok hayal ettiklerimizi sıralarsak:
Bu sayılan hayalleri hayal olmaktan çıkaran ise bunların gerçekten de birer hedef haline getirilmesidir. Plan program oluşturulup uygulamaya konulurlarsa bir çaba sonucu ulaşılacak amaçlarımız haline gelirler. Her insanın hem kişisel hem de bağlı bulunduğu, içinde yaşadığı aile ve toplum olarak bazı planları, hedefleri vardır. Hedefler inançla oluşturulmuşlarsa gerçekleşmeleri mümkün amaçlardır. Bu amaçlar bizi geleceğe ve yaşama bağlarlar. Mutlu olmamızı ve yaşamdan keyif almamızı sağlarlar.
Hepimiz hemen hemen her dönemde, her yeni yılda yeni hedefler belirleriz. Bu hedefleri gerçekleştireceğimize olan inancımız bir yana, hayal ettiklerimizin gerçekçi olması aslında ne ölçüde gerçekleştirilebileceğinin de ilk adımını oluşturur.
Eğer sağlıklı giden bir beraberlik varsa belki ilk hedef bu beraberliğin resmi olarak da adını koymak ve ilişkiyi evliliğe taşımak olabilir. Belki de çocuk sahibi olmak istiyorsunuz ama hep erteleyip durmuşsanız ya da bazı sağlık sorunları nedeniyle bu dileğiniz gerçekleşmemişse artık ciddi olarak konunun üzerine eğilmenizin zamanıdır. Var olan sorunları ortadan kaldırmak ve hedefe giden yolda yeni çözümler üretmek ilk amaç olabilir.
Hedefler koymak kolaydır ancak o hedefe ulaşmak için gereken çabayı gösterecek bir ruh hali ve disiplin aslında en gerekli şeydir. Bilinir ki kilo sorunu olan pek çok insan hep sıkı bir diyete başlayıp rahatsız olduğu bu kilolardan kurtulmayı düşünür ancak rejime başlama günü hep bir başka güne ertelenir. Nedense de o gün bir türlü gelmez. Oysa hedefleri gerçekleştirmek için öncelikle:
Önceki yazımda evlilikte strese değinmiştim ve daha mutlu bir evliliğin mümkün olabildiğini yazmıştım. “Bu nasıl olabilir?” diyenler için de bu yazımda bazı ipuçlarına yer vermek istedim. Öncelikle bilmemiz gereken şu ki eğer emek harcamıyorsanız, ayrıntılara önem vermiyorsanız aşk biter. Aşk için katkınız olmalı, çaba göstermelisiniz.
Demek ki evlilikte mutluluk için ilk kural işleri oluruna bırakmamak, “Nasıl olsa beni seviyor, o benim eşim” deyip kulağımızın üzerine yatmamak. Ayrıca mutluluğumuz ve evliliğin heyecanını sürdürmesi adına özen göstermemiz gereken önemli durumlar var;
Evlilikte sorun yaşayan çiftlerle konuşulduğunda neredeyse hepsi benzer sorunlardan söz ederler. Bahsedilen sorunların başında yer alan ise eşlerin birbirlerine olan ilgisizliği ve monotonluk. ‘Nasıl olsa evliyiz, nasıl olsa nikâhı bende’ tavrı tarafların birbirlerine olan saygılarını ve birbirlerinden beklentilerini de yaralar. Aynı şekilde kıskançlık, aşırı müdahaleci olma, birbirlerinin kariyerlerini engelleme, öfke, şiddet, cinsel sorunlar, ekonomik sıkıntılar, çocuklarla ilgili sorunlar, çocuk sahibi olamama, ailelerin etkisi, ailelerle beraber yaşamak, evdeki görev paylaşımı, birbirini kısıtlama, iletişimsizlik gibi birçok faktör eşler arasında anlaşamazlığa ve çatışmalara yol açar. Bütün bunlar ana başlıklar ama göz ardı edilen başka sıkıntılar da var. Bunlardan en önemlisi birbirlerinin mahremiyetine ve özel alanlarına saygı duymama halidir. Eşlerin birbirlerine ait özel eşyalarını kurcalamaları, çanta, cüzdan, bilgisayar ve cep telefonlarını karıştırmaları, mesajlarını okumak istemeleri sorunların arasında ilk sıralarda.
Bu şekilde müdahaleler aslında karşı tarafa açıkça ‘ben sana güvenmiyorum’ demenin davranışsal yoludur. Güvenmediğiniz bir insanla hayatınızı sürdürmenizin ve evli kalmanızın da bir anlamı yoktur. Bir insan güvenmediği bir eşle hayatını nasıl sürdürebilir ki? Böyle bir ilişkiyi sürdürmek kendini kandırmak demektir.
Bir diğer sorun evlendikten sonra, öncesinde tanıyarak, severek evlendiğimiz insanları değiştirmeye çalışmamızdan kaynaklanır.
Giyiminden, oturup kalkmasına kadar, hayatının tüm alanlarına müdahale edip, kafamızda yarattığımız bir insan oluşturmaya çalışırız.
Oysa bizim evlendiğimiz insan bu yaratmaya çalıştığımız insan değil. İnsanları değişmeye zorlayarak, olmadıkları bir kişi haline sokmak, bir süre sonra sırf sevgisi nedeniyle ya da biz öyle istediğimiz için buna katlanan kişileri çıkmaza sokacaktır. Hiç kimseyi başkası gibi olmaya ve davranmaya zorlama hakkımız yok.
Aslında geniş açıdan bakıldığında bir hayatı paylaşmak için evlendiğimizin ve amacımızın zorluklara birlikte göğüs germek olduğunun farkında olarak yapılan evliliklerde mutlu olmamak için hiçbir neden yok. Eşler birbirine güven duyduğu sürece ve başkalarını evliliklerine karıştırmadığında her şey daha kolay yürüyecek. Aynı yatağı paylaştığımız, birlikte çocuk sahibi olduğumuz insana güvenmeyeceksek kime güveneceğiz? Gönül rahatlığıyla arkanızı döneceğiniz yegâne insan, hayatınızın tam orta yerine yerleştirdiğiniz eşiniz olmalıdır. Bir ömür sürdürmek üzere yola çıktığınız insanı olumsuz sözlerle inciterek, olur olmaz güvensizliklerle ve kıskançlıklarla bunaltarak ya da olmasını istediğiniz bir insana dönüştürmeye çalışarak nasıl mutlu olabilirsiniz?
Demek ki mutluluk daha başka bir şey. Yola çıkarken doğru insanla çıkıyorsanız ve sen ben kavgasıyla hayatı birbirinize zindan etmiyorsanız mutlu bir evlilik sürdürmek emin olun zor değil.