Bir üniversite seçme hakkını elde etmiş sayılı gençten birisin. Tebrikler! Başarının keyfini çıkar. Tercih yaparken bir çok yerden sana nasihatlar yağdığını biliyorum. Ben şurayı seç, burayı yazma diyecek durumda değilim ama yıllardır benden bu dönemde fikir isteyen arkadaşlarla paylaştığım tercih prensiplerini seninle de paylaşmak isterim.
Üniversite tercihi geri dönüşü olmayan bir karar değil! Önceki kuşaklardan farklı olarak sizler kariyer gelişiminin üniversiteyle bitmediği, mesleklerin hızla değiştiği ve insanların en az üç farklı kariyer değiştirdiği bir zamanda yaşıyorsunuz. Öyle olduğu için artık, üniversiteler daha esnek programlar sunuyor, çift anadal olanağı veriyor, yatay ve dikey geçişi teşvik ediyor. Bütün bunlar olurken pek çok profesyonel meslek artık lisansa değil yüksek lisans derecesine göre belirleniyor. İşte tüm bu nedenlerle üniversite tercihi artık eskisi kadar berirleyici değil insan hayatında. Sözkonusu kariyeriniz ise daha pek çok tercih yapma fırsatınız olacak.
Taban puanlarına değil aynaya bakarak tercih yapın! Sıralamalar başkalarıın tercihlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Sıralamalara göre herkes neyi tercih ettiyse sizin de o alanı tercih etmeniz size arzu ettiğiniz huzuru (be başarıyı) getirmeyecek. O nedenle benim tavsiyem tutkuyla bağlı olduğunuz bir alanı tercih etmeniz zira artık ne yaptığın değil nasıl yaptığın önemli. Sıradan bir tıp doktoru olacağınıza mesleğine tutkuyla bağlı bir hemşire olun. Tutkunuzu somutlamanız için şu basit soru işinize yarayabilir: En son zamanı ve mekanı unuttuğunuz uğraş ne idi? Her meslekte başarılı olmanın sırrı bu soruda yatıyor. Biliyorum bu söylediklerimi yazmak kolay uygulamak zor zira üniversite tercihinizi kendiniz için olduğu kadar aileniz ve çevreniz için de yapıyorsunuz. Ama günün sonunda aynaya baktığınızda bir tek kendinizi göreceksiniz.
Bölüm değil üniversite seçin! İlki spesifik bir mesleği ikincisi genel bir akademik ortamı işaret ediyor. Meslekleğe bağlı tercihlerin giderek daha riskli zira mesleklerin ömrü giderek kısalıyor. Bugün olan mesleklerin bir kısmı siz iş hayatına başladığınızda olmayacak ve şu an size tercih olarak sunulmayan pek çok meslek iş piyasasında sizi bekliyor. Meslek ilanlarıyla üniversite tercih rehberinde sunulan meslekler arasındaki uçurum yeterince uyarıcı olmalı. O nedenle başta tıp, hukuk, psikoloji gibi profesyonel meslek alanları dışında spesifik meslek odaklı bölüm tercihleri yerine akademik ortamına güvendiğiniz size iyi bir sosyal network sunan bir üniversite tercih ediniz. Sıradan bir üniversitenin iyi bir bölümündense iyi bir üniversitenin sıradan bir bölümü daha evladır.
Öncelikle bir tespit: Dünyanın 17'nci ekonomisi 42 gün sonra sandığa gidiyor ama ortada tek bir aday var. Henüz AK Parti’nin de, BDP’nin de ulusalcıların da ne yapacağı meçhul. Adayını yıllardır hazırlayan iktidar partisi daha bu hafta en resmi ağızdan ‘ters köşeye yatırma’ olasılığını ilan etti. Yani hala Erdoğan dışında bir aday sözkonusu. Cumhurbaşkanlığı gibi önemli bir makam için yapılacak bir seçimde bu kadar belirsizlik akıl karı değil. 2016 ABD başkanlık seçimi adayları hakkında bizimkilerden daha net bilgiye sahibiz.
Bu noktada son haftaların en önemli gelişmesi HDP çizgisinin aday çıkartma kararı alması. Bu karar tek başına bu seçimin ikinci tura kalma ihtimalini arttırdı. HDP adayı ile girilecek bir seçimde bir adayın ilk turda tek başına yüzde 50 bandını yakalama olasılığı ciddi oranda ortadan kalktı. Peki dördüncü bir adayın, yani Ulusalcı bir adayın, ilk tur seçimine girmesi katılımı ve İhsanoğlu algısını nasıl etkiler?
BOYKOT KİMİN İŞİNE GELİR?
Ulusalcılar bir süredir kendi adayları olmasa seçimi boykot edeceklerini ima ediyor. Gerçekten boykot ederler mi? Seçmenlerin yüzde kaçı seçimi boykot eder? Bu sorulara bugünden yanıt vermek mümkün değil ancak bildiğimiz bir vakadan yola çıkarak akıl yürütmek münkün. Evet Mansur Yavaş’ın adaylığından sözediyorum. Çok değil daha birkaç ay evvel sayın Yavaş aday olunca CHP içinden benzer bir tepki gelmişti. O zaman da alternatif sol bir aday çıkartmak için bir çaba harcanmıştı. Sonuçta gördük ki seçim atmosferiyle birlikte boykot çağrısı yapanlar Yavaş etrafında kenetlendi ve seçimden sonra da Yavaş’ın asıl tabanından daha çok ona sahiplendi.
Nedir peki tatilde öğrenme kaybı? Sayısız araştırma sonucu ortaya çıkan veriyi aşağıdaki görselde özetledim. Özetle bildiğimiz şu: Çocuklar okulda öğrendikleri bilgi ve becerilerin bir kısmını yaz tatilinde kaybederek bir sonraki sınıfa geçiyor ama bu kayıp her çocuk için geçerli değil. Bazı çocuklar okulda öğrendiğini yazın kaybederken başka bir grup çocuk okulda öğrendiğinin üstüne tatilde yeni bigli ve beceriler ekliyor. Birinci grup yaz tatilinde öğrenme ortamı bulurken ikinci gruptaki çocuklar yaz tatilinde öğrenme fırsatı bulamıyor. Bu iki grup arasındaki fark okulun açık olduğu aylarda biraz kapanıyor ama yaz tatilinde giderek daha fazla açılıyor. Üniversite sınavına gelindiğinde bu iki grup arasındaki başarı farkı yaklaşık 1.5 yıllık bir öğrenmeye denk geliyor! Ciddi sonuçları olan bir farktan sözediyoruz.
Maalesef bizde tatilde öğrenme kaybını artıran önemli faktörler var. Bunlardan ilki yaz tatilinin uzunluğu. Avrupa’da bizim kadar çok tatili olan okul sistemi yok. Uzun yaz tatili öğrenme fırsatı olan çocuklar için bir dezavantaj değil ancak okul dışında öğrenme fırsatı sınırlı olan çocuklar için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Yani tatil uzadıkça bu iki grup arasındaki eşitsizlik de artıyor.
Bizde öğrenme kaybını artıran bir diğer faktör de evlerdeki eğitici kaynakların, örneğin kitapların, son derece sınırlı olması. Aşağıda 2012 PİSA’dan bir veri paylaşıyorum. Türkiye’de çocuğu 15 yaşında olan bir ailenin evinde kaç kitap var diye baktığımızda karşımıza sefil bir tablo çıkıyor. Bizde evinde 100’den çok kitabı olanların oranı Türkiye yüzde 18! OECD ülkeler ortalaması yüzde 38! Avrupa’daki ülkelere tek tek bakarak moral bozmak istemem ama bu tabloda da gördiğünüz gibi bizdeki evlerin yüzde 54’ünde 25 ya da daha az kitap var. Tatilde öğrenme kaybı işte en çok bu çocuklar için geçerli. Yani okuldan uzak bir ortamda evde kitap ve diper kaynakları zengin olan çocuklar bir sonraki yıla çok daha hazır geliyor.
Cumhurbaşkanlığı seçimine giderken ideolojik manzara gayet açık. Bir siyasi parti seçmenlerin neredeyse yarısına yakınının desteğini ipoteklemiş durumda. CHP kendi tabanının benimsediği bir adayla yüzde 30 oy bariyerini aşamıyor. MHP tabanı serbest kaldığında CHP kadar AK Parti’ye de destek veriyor. Bu durumda CHP ve MHP’nin ortak adayı Ekmeleddin İhsanoğlu alt bandı 2010 referandumundaki yüzde 42 olan oy potansiyeline sahip bir aday olarak sahaya çıkıyor. Çatı aday formülü hiçbir şey başarmamış olsa da daha şimdiden rekabet seviyesi yüksek bir seçimi garantilemiş oldu.
Hatırlamamız gereken bir başka nokta ise Türkiye’nin siyasal haritası. Çok partili dönemde yapılan hiçbir seçimde sol partiler yüzde 50 çizgisini yakalayabilmiş değil. CHP’nin birinci parti olduğu 1977’de dahi bu baraj aşılamamış. Böyle bir ideolojik zeminde solcu bir adayla girilecek seçimde alınacak sonuç ortada. İşte tam da bu noktada CHP’nin solcu görünmeyen bir aday ile seçime girmesi partinin sadece yarışmak değil kazanmak istediğini gösteriyor. Bu durum aynı zamanda CHP’nin daha geniş bir tabanda makul bir parti olarak algılanmasına da hizmet edebilir ki bu durum bir sonraki genel seçimde daha da çok önem arzedecektir.
Ekmeleddin İhsanoğlu ismi açıklandıktan sonra sosyal medyada hem adı hem badem bıyığı hem de doğum yeriyle alay edilmesine baktığımızda onun halktan biri, yani bir ‘taşralı’ olarak algılandığını ve sözde ‘elitler’ tarafından hor görüldüğünü söyleyebiliriz. Türkiye’de taşra ile merkezin siyasal çatışmasında kazanan hep taşra olmuştur. Dolayısıyla İhsanoğlu’nun adaylığı duygusal kodlama bakımından Türkiye siyasetinin kazanan akımını temsil ediyor.
İhsanoğlu ismi açıklandıktan sonra AK Partili kalemlerin sosyal medyada göstermiş olduğu tepkiler yıllar evvel Erdoğan ismine seküler kesimin göstermiş olduğu tepkilerle neredeyse aynuı. Henüz ‘Ekmeleddin İhsanoğlu’ndan muhtar olmaz!’ diyeni duymadım ama yakındır. Eğer AK Parti söylem düzeyinde İhsanoğlu’na tepeden bakmakta ısrar ederse, kendi tabanında çok az da olsa bir erozyon yaşayabilir. O tabandaki bir-iki puanlık bir kesim İslam örgütü liderliği yapmış, makul ve mülayım bir adayın horlanmasını içine sindirmeyebilir.Ekmeleddin İhsanoğlu isminin en kayda değer tarafı bu potansiyelin telaffuz edilmesine olanak vermesidir.
WhatsAPP’ı kullandığım için kıymetini biliyorum. Akıllı telefonu olan herkese bireysel ya da grup halinde yazılı, sesli ve görüntülü mesaj göndermenin en kolay ve ücretsiz yolu. Reklam yok, kurulumu çocuk oyuncağı ve bireysel kadar grup iletişimi için de ideal bir uygulama. Öyle olduğu için de 2009’da kurulmuş yani beş yılını henüz doldurmamış bu uygulama yakında 1 milyar kullanıcıya ulaşacak. Zaten Facebook da bu potansiyeli gördüğü için kendisine ileride rakip olabilecek bu uygulamayı yüklü bir bedelle bünyesine katmakta tereddüt etmemiş.
Peki bu kadar büyük bir değeri yaratan WhatsAPP’ta kaç kişi çalışıyor? Duymadıysanız yazayım, 53! Peki nasıl oluyor da 53 kişinin kurduğu bir şirket Cumhuriyet tarihimiz boyunca kurduğumuz, devlet himayesiyle koruduğumuz ve her biri uzunca bir süre tekel olarak el üstünde tutulmuş dev şirketlerimizden daha kıymetli oluyor? On binlerce çalışanı, binlerce gayrimenkulü, uçağı gemisiyle toplayıp satsanız bu şirketler bir basit uygulama etmiyor piyasada. Bu hesapta sizce de bir gariplik yok mu? Ya da tersinden soralım, eğer bu hesap doğruysa biz neden bu yeni piyasada top koşturmuyoruz. Evet soru basit: Bizden bir WhatsAPP çıkar mı?
Bu soruyu geçen hafta dünyanın pek çok noktasında start-up hızlandırma merkezleri (evet böyle bir sektör var!) kuran bir girişim gurusuna sordum. Şartlı bir yanıt aldım: İyi bir ekosistem ve yaratıcılığa dayalı bir eğitim sistemiyle bir değil onlarca WhatsAPP çıkartmak mümkün! Doğrusu bu yanıtı beklemiyordum zira girişim işine kafa yoranlar genelde başarıyı açıklarken bireye vurgu yapar. Dahi bir girişimci çıkar kimsenin aklına gelmeyeni yaparak garajdan milyarder olur. Bu hikayelerde ne eğitimin rolünden ne de ekosistemden pek söz edilmez. Gates’in hikayesinin bu bağlamdan nasıl koparildığını başka bir yazımda anlatmıştım. Madem inovasyonu ve yaratıcılığı destekleyen bir ekosisteme sahip olmadan işimiz mucizelere kalkmış o halde ülkemizdeki duruma bu iki mercekten bakarak bizden bir değil pek çok WhatsAPP nasıl çıkar ona bakalım.
Bilgi ekonomisi, adı üstünde, bilgiye özgürce ulaşılan ve bireylerin özgürce tahayyül edebildiği bir ekosistemde gelişiyor. O halde her iki faktörde nerede olduğumuza tek tek bakalım. Bilgiye ulaşımda, yani basın özgürlüğünde 180 ülke arasında 154'üncü sıradayız. Böyle olunca da inovasyon seviyesinde 142 ülke arasında 68'inci sıradayız. Bir taraftan bilgiye erişimin önüne her türlü engeli koyup diğer taraftan bilgiye dayalı inovasyonda ciddi bir rekabet yakalayabilmek mümkün değil.
New York Üniversitesi'nden (NYU) meslektaşım Jonathan Haidt tam da bu tür soruları dert etmiş bir sosyal psikolog. Hindistan’dan Brezilya’ya pek çok ülkede araştırmalar yapan Haidt, siyasal ideolojinin arkasında yatan temel prensipleri ortaya çıkartan kişi olarak biliniyor ve Foreign Policy dergisi tarafından En Etkili 100 Global Düşünür arasında gösteriliyor. İşte bu nedenle de Haidt’in son kitabı (Niçin İyi İnsanlar Politika ve Din Yüzünden Birbirinden Ayrışıyor?)şu sıralar seçim kampanyası yürütenlerin elinden düşmüyor. Peki nedir ideolojik tercihin arkasında yatan temel prensipler?
Bir kere ideolojik tercihler rasyonel değil duygusal bir tercih. Siyasal tercihlerini parti programlarına bakarak belirleyen seçmen sayısı yok denecek kadar az. Seçmenler daha ziyade aileden ve çevreden edindikleri kültürel değerler üzerinden duygusal bir refleksle ideolojilerini belirliyor. Aklın da bir işlevi var elbet, meşrulaştırmak! Akıl bir anlamda duyguların kölesi bu süreçte. İdeolojimize duygusal olarak bağlandığımız için de bir parti ya da lideri sevdik mi tam seviyoruz. Nefret ettik mi de tam nefret ediyoruz. Soma gibi, Reyhanlı gibi, yolsuzluk dosyaları gibi tekil olaylar bu güçlü duygusal bağı kolay kolay zedelemiyor. Bir kere sağcı oldunuz mu kolay kolay sola geçmiyorsunuz. Tersi de geçerli.
İdelojimizi kolay kolay terkedemiyoruz çünkü temelde bu kimliğin altında ahlaki bir değerler sistemi yatıyor. Haidt bu sistemi altı temel prensiple açıklıyor: Dayanışma, adalet, özgürlük, sadakat, otorite ve kutsallık. Eğer sizin için ilk üç ahlaki değer önemli ise, yani zayıflarla dayanışmaya, adalet ve eşitliğe, insanların özgürlüğüne önem veriyorsanız sol ideolojilere meylediyorsunuz demektir. Eğer sizin için devlete sadakat, dirlik düzenlik (otorite) ve kutsal değerlere saygı önemli ise sağ ideolojilere meylediyorsunuz demektir. Sol partiler genelde ilk üç prensibe önem verirken sağ partiler son üç prensibe önem veriyor. Ancak burada önemli bir nüans var. Sol partiler nadiren sağın hegemonyasında rekabet ederken, sağ partiler mütemadiyen solun sahasında rekabet ediyor. Sağ, hem özgürlüğü hem kutsal değerlere saygıyı hem otoriteyi hem de adaleti savunurken; sol, adalet, özgürlük ve toplumun kenara ittiği kesimlerle dayanışmaya öncelik verip; sadakat, itaat ve kutsal değerlere saygıya gereken önemi vermiyor. İşte tam da bu nedenle sağ ideoloji dünyanın pek çok ülkesinde egemen ideoloji konumunda.
Bu noktada Türkiye’nin dünyadan ayrılan bir tarafı var. Bizde sağ egemen değil mutlak egemen. Aşağıda sağ partilerin Türkiye’de yapılan serbest seçimlerde aldığı oy toplamlarını çıkarttım. Şimdiye kadar yapılan hiç bir seçimde sol çoğunluğun oyunu alabilmiş değil. Bu sıradışı bir durum genelde dindarlık seviyesi ve askeri müdahalelerin sola vurduğu darbe ile açıklanır. Ancak dünyada bizden daha dindar pek çok ülkede, sol tek başına iktidara geliyor ve başka ülkelerdeki askeri darbelerin ardından sol mütemadiyen iktidara geliyor. Dindarlık ve darbeler konusunda bizimle yarışan Şili, Bangladeş, Pakistan gibi ülkelerde sol, çoğunluğun desteğini alıp iktidara gelebilirken bizde 60 yıllık bir kuraklık var.
Her şey Silver’in 1997’de gündemin bir numaralı yarışı olan Obama-Clinton mücadelesine kimin kazanacağına dair yaptığı basit bir istatistik modelini (logistic regression!) bir blogda paylaşmasıyla başladı. 2008 önseçim döneminde herkes Obama karşısında önce Hillary Clinton’a sonra da John McCain’e şans verirken Silver yeni verilerle güncellediği blogunda Obama’nın rahatlıkla başkan olacağını yazıyordu. Seçimden sonra bloguyla New York Times’a geçtiğinde herkes şaşırmıştı ama 2012 seçimlerine geldiğimizde koca Times’ın günlük internet ziyaretçilerinin neredeyse beşte biri Silver’in son dakika tahminini okumak için gelenlerden oluşuyordu. Tabii bu süreçte olan, ‘Obama gaf yaptı oyu düşüyor!’, ‘Romney ilk tartışmayı kazandı oyu yükseliyor!’ türü yorumlar yapan siyaset gözlemcilerine oldu zira Silver onların da bir analizini yapmıştı: Televizyona sıkça çıkan yorumcuların doğru olma olasılığı yüzde 50’nin altındaydı. Bunları dinlemek yerine parayı havaya atın sözü nedeniyle medyanın ağır topları üzerine geldiğinde seçim sandığı açılmıştı. Silver 2012 seçimini de neredeyse virgülüne kadar doğru tahmin etmişti. Peki neydi Silver’in sihirli formülü: Geçmiş seçim sonuçları ile yeni saha araştırmalarının harmanlanması! Bu kadar basit!
Silver’i niye mi anlatıyorum? 2014 seçimlerini Türkiye’den izleme fırsatım oldu da ondan. Hem seçimlerden önce hem de seçimlerin ardından yapılan tartışmalara bakınca doğrusu çok şaşırıyorum. Siyasal yorum adı altında veriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan pek çok sözde analiz AK Parti’nin niçin başarılı olduğunu CHP’nin niçin başarısız olduğunu anlatıyor. Daha da komiği sanki bu seçimler tarihimizin ilk seçimiymiş ve kartlar yeniden dağıtılıyormuş gibi davranılıyor. Öyle olunca da şu tür yorumlar gazete sayfalarını ve televizyon programlarını dolduruyor: ‘Seçmenler yolsuzluğu görmezden geldi!’ ‘Erdoğan şu konuşmasında şöyle dediği için seçimi aldı!’ ‘Kılıçdaroğlu şöyle konuşsaydı iktidar olurdu!’ İyi ki birisi çıkıp yazı-tura testini bizim siyaset yorumcularına uygulamıyor.
Oysa davranışbilimin bize öğrettiği temel prensiplerden biri şudur: Bir davranışı tahmin etmenin en kestirme yolu geçmiş davranışa bakmaktır! Eğer geçmiş tercihlere bakmazsanız, yani seçimleri tarihsel bağlamından kopuk olarak analiz ederseniz ister istemez her seçimi sadece o seçim döneminde olup bitenlerle açıklamak zorunda kalırsınız. Yorumlar tarihten bağımsız olunca seçimde birinci olan partinin aldığı oyda mucizevi bir aktör arar seçimi kaybeden partilerde de akıl almaz beceriksizlikler bulursunuz. Ne var ki seçimlere dair aklımızdan çıkartmamamız gereken temel birkaç prensip var. Bunlardan ilki önemli bir kriz ya da lider değişikliği yok ise seçmenler bir önceki seçimlerde verdikleri oyu büyük oranda muhafaza eder. Yani seçim dönemi olup bitenler kriz anları dışında yapılan seçimlerde oy tercihlerini tahmin ettiğimizden çok daha az etkiliyor. Bunun nedeni insani bir zaafiyet. Alışkanlıklardan vazgeçemiyoruz zira –bir kısmı zararlı olsa da – onlar olmadan hayat çok daha karmaşık bir hal alıyor.
Nasıl alışkanlıklarımızdan vazgeçemiyorsak siyasal tercihlerimizden de kolay kolay vazgeçemiyoruz. Bunun siyasete yansıması bir önceki seçimde oy verdiğiniz partiye tekrar oy vermeniz şeklinde tecelli ediyor. Bu şu demek: İktidarda olan bir parti çok ciddi bir kriz ya da lider değişikliği olmadığı zaman oylarının önemli bir kısmını koruyor. İlla bir oran verecek olursak iktidar partileri kriz olmadığı sürece oylarının ezici bir kısmını koruyor. Bu formülle son seçimlere baktığımızda genel trende uyan bir sonuç olduğunu görüyoruz. Ekonomik krizin olmadığı bir dönemde yapılan bu seçimde iktidar partisi 2011’de aldığı oyların yaklaşık % 85’ini korumuş görünüyor. Yani bu noktadan baktığımızda sonuçlarda bir sürpriz olmadığını söyleyebiliriz.
TEPAV’ın bilgi notu tam da bu soruya yanıt vermek için hazırlanmış. Ancak oradaki veriler son 5 yılı kapsamadığı için acaba madencilerimizin can güvenliğinde bir iyileşme var mı diye merak edip yeni bir analiz yaptım. Sonuçlar şaşırtıcı!
Dünyada en fazla kömür üreten iki ülke Çin ve ABD. İlki işçi güvenliğinde son derece kötü bir sicile sahip olan bu iki ülke ile kıyasladığımızda bizdeki madencilerin durumu nedir? TEPAV raporunda olduğu gibi ben de kıyaslamayı bir milyon ton taş kömürü üretimi sürecinde hayatını kaybeden işçi sayısı üzerinden yaptım. Elimizdeki en son veriye göre 2012 yılında milyon ton taş kömürü üretmek için Türkiye’de ortalama 4.33 işçi hayatını kaybederken, Çin’de bu oran 0.34’e düşmüş durumda. Bir başka ifadeyle, aynı miktar kömürü üretmek için ölen her bir Çinli madenciye karşılık, Türkiye’de ortalama 12.73 işçi hayatını kaybediyor! Bu hesabı 2011 verileriyle yaptığınızda ise ortaya daha vahim bir sonuç çıkıyor:1 milyon ton taş kömürü için 1 Çinli madenci ölümüne karşılık 25 ve 1 Amerikalı işçi ölümüne karşılık tam 528 madencimiz hayatını kaybediyor. Soma’dan sonra 2014 verileriyle bu hesabın yapılmasının ise bir anlamı yok artık...
Tablo 1: Milyon ton taş kömürü üretimi başına düşen ölüm sayısı
* Bir Çinli madenciye karşılık Türkiyeli madenci sayısı** Bir Amerikalı madenciye karşılık Türkiyeli madenci sayısıNot: Ülkelerin taş kömürü üretimi istatistikleri burada, madenci ölüm istatistikleri ise bizde SGK, ABD’de US Department of Labour, Çin’de ise farklı kaynaklarda yer alan China State Administration of Work Safety verilerinden derledim.
Aynı verilere aşağıdaki trend grafiği eşliğinde baktığımızda ise işçilerimize sunduğumuz çalışma ortamının, özellikle 2006’dan sonra nasıl kötüye doğru gittiğini net bir şekilde görebiliriz. 2000-2012 arasında geçen 12 yılda Çinliler her yıl işçi güvenliğini biraz daha arttırarak madenci ölümlerini ciddi oranda azaltmayı başarmış. Türkiye ise 2000-2006 döneminde görece bir iyileşme trendi yakalamış gibi görünse de sonraki yıllarda ton başına madenci ölümlerinde ciddi bir artış kaydetmiş. TÜİK’in birkaç ay önce yayınladığı iş kazaları raporuna baktığımızda da taş kömür işletmelerindeki bu artışın, madencilik sektöründeki özel bir güvenlik zaafiyetinden kaynaklandığını görüyoruz. TÜİK’e göre 2007-2013 döneminde kazaların arttığı tek sektör madencilik! Peki neden? Neden aynı iş kolunda aynı üretim seviyesi için biz daha çok madenciyi ölüme gönderiyoruz? İşçi güvenliği konusunda en şaibeli ülkelerden biri olan Çin’de ne oldu da madenci ölümleri ciddi bir azalma gösterdi?
Türkiye, Çin ve ABD’de milyon ton taş kömürü üretimi başına düşen ölüm sayısı
Çin nasıl başardı, biz niye başaramıyoruz?