Türkiye’de sol hiçbir zaman çoğunluğun desteğini almadı, neden?

Yolsuzluklar neden seçim sonuçlarını ciddi bir şekilde etkilemedi? Somalı madenciler neden iş kazaları konusunda parlak bir karnesi olmayan AK Parti’ye oy verdi? Patlamanın ardından Reyhanlı’da AK Parti oylarında niçin hiç bir düşüş olmadı? Geçen hafta bu sorulara, “ekonomik bir kriz olmadıkça sağcılar sağdaki en güçlü partiye; solcular da soldaki en güçlü partiye oy veriyor sağ Türkiye’de mutlak çoğunluğu elinde tuttuğu için bu olaylar sonuçları belirlemiyor” diye cevap vermiştim. Peki Türkiye’de görülen bu sağ hegemonyanın sebepleri nelerdir? Sol neden hiç bir seçimde mutlak çoğunluğun desteğini alamıyor?

Haberin Devamı

New York Üniversitesi'nden (NYU) meslektaşım Jonathan Haidt tam da bu tür soruları dert etmiş bir sosyal psikolog. Hindistan’dan Brezilya’ya pek çok ülkede araştırmalar yapan Haidt, siyasal ideolojinin arkasında yatan temel prensipleri ortaya çıkartan kişi olarak biliniyor ve Foreign Policy dergisi tarafından En Etkili 100 Global Düşünür arasında gösteriliyor. İşte bu nedenle de Haidt’in son kitabı (Niçin İyi İnsanlar Politika ve Din Yüzünden Birbirinden Ayrışıyor?)şu sıralar seçim kampanyası yürütenlerin elinden düşmüyor. Peki nedir ideolojik tercihin arkasında yatan temel prensipler?

Bir kere ideolojik tercihler rasyonel değil duygusal bir tercih. Siyasal tercihlerini parti programlarına bakarak belirleyen seçmen sayısı yok denecek kadar az. Seçmenler daha ziyade aileden ve çevreden edindikleri kültürel değerler üzerinden duygusal bir refleksle ideolojilerini belirliyor. Aklın da bir işlevi var elbet, meşrulaştırmak! Akıl bir anlamda duyguların kölesi bu süreçte. İdeolojimize duygusal olarak bağlandığımız için de bir parti ya da lideri sevdik mi tam seviyoruz. Nefret ettik mi de tam nefret ediyoruz. Soma gibi, Reyhanlı gibi, yolsuzluk dosyaları gibi tekil olaylar bu güçlü duygusal bağı kolay kolay zedelemiyor. Bir kere sağcı oldunuz mu kolay kolay sola geçmiyorsunuz. Tersi de geçerli.

İdelojimizi kolay kolay terkedemiyoruz çünkü temelde bu kimliğin altında ahlaki bir değerler sistemi yatıyor. Haidt bu sistemi altı temel prensiple açıklıyor: Dayanışma, adalet, özgürlük, sadakat, otorite ve kutsallık. Eğer sizin için ilk üç ahlaki değer önemli ise, yani zayıflarla dayanışmaya, adalet ve eşitliğe, insanların özgürlüğüne önem veriyorsanız sol ideolojilere meylediyorsunuz demektir. Eğer sizin için devlete sadakat, dirlik düzenlik (otorite) ve kutsal değerlere saygı önemli ise sağ ideolojilere meylediyorsunuz demektir. Sol partiler genelde ilk üç prensibe önem verirken sağ partiler son üç prensibe önem veriyor. Ancak burada önemli bir nüans var. Sol partiler nadiren sağın hegemonyasında rekabet ederken, sağ partiler mütemadiyen solun sahasında rekabet ediyor. Sağ, hem özgürlüğü hem kutsal değerlere saygıyı hem otoriteyi hem de adaleti savunurken; sol, adalet, özgürlük ve toplumun kenara ittiği kesimlerle dayanışmaya öncelik verip; sadakat, itaat ve kutsal değerlere saygıya gereken önemi vermiyor. İşte tam da bu nedenle sağ ideoloji dünyanın pek çok ülkesinde egemen ideoloji konumunda.

Bu noktada Türkiye’nin dünyadan ayrılan bir tarafı var. Bizde sağ egemen değil mutlak egemen. Aşağıda sağ partilerin Türkiye’de yapılan serbest seçimlerde aldığı oy toplamlarını çıkarttım. Şimdiye kadar yapılan hiç bir seçimde sol çoğunluğun oyunu alabilmiş değil. Bu sıradışı bir durum genelde dindarlık seviyesi ve askeri müdahalelerin sola vurduğu darbe ile açıklanır. Ancak dünyada bizden daha dindar pek çok ülkede, sol tek başına iktidara geliyor ve başka ülkelerdeki askeri darbelerin ardından sol mütemadiyen iktidara geliyor. Dindarlık ve darbeler konusunda bizimle yarışan Şili, Bangladeş, Pakistan gibi ülkelerde sol, çoğunluğun desteğini alıp iktidara gelebilirken bizde 60 yıllık bir kuraklık var.

Haberin Devamı

Türkiye’de sol hiçbir zaman çoğunluğun desteğini almadı, neden
Figür 1: Türkiye’de Sağ Partilerin Almış Olduğu Oy Toplamı

O halde Türkiye’de sağın egemenliğinin sebeplerini ülkedeki dindarlık ya da askeri darbeler kadar, partilerin kendilerini seçmenlere sunuş biçimlerinde de aramamız gerek. Türkiye solu kendisini yalnızca eşitlik (yoksulluk) ve adalet (yolsuzluklar) değerleri üzerinden tarif edip, diğer dört değeri sağa teslim etmiş durumda. Yalnızca bu iki değer üzerinde top koşturan ve diğer temel değerleri sağa teslim eden bir ideoloji kendi kaderini rakiplerinin eline teslim etmiş demektir. Eğer siz, belli değerleri rakiplerinize hiç bir rekabet olmadan teslim ederseniz, onlar da sizi kolayca kendi istedikleri gibi tarif eder. Türkiye solunun, ihanet içinde (sadakattan yoksun), toplumun dirlik ve düzenine düşman (otoriteye saygısı olmayan) ve yoz bir kültüre sahip (kutsal değerlere saygısı olmayan) bir ideoloji olarak tanımlanıyor olması bundandır. Türkiye’de sağ, bu üç değerde mutlak bir hâkimiyet kurduğu için her seferinde solu bu değerler üzerinden negatif olarak tanımlayabiliyor.

Sol ancak temel değerlerin çoğunluğunda sağ ile rekabet edebildiği zaman seçimlerde de belli bir başarı gösterebiliyor. Türkiye solunun 1970’lerde özgürlük, adalet ve toplumun dışladığı kesimlerle dayanışma kurarak, yani üç temel değerde tartışmasız üstünlük kurarak en başarılı sonucunu alması bu manada bir tesadüf değil. Ancak bu üç alanda rekabet etmek tek başına solu çoğunluğa götürmeye yetmiyor. Solun bu kendi doğal değerleri dışında toplumsal sadakat, dirlik-düzenlik ve kutsal değerlere saygı noktalarında da en azından sahayı sağa teslim etmemesi gerekiyor. Solun çoğunluğun desteğini aldığı yerlere baktığımızda bu realiteyi daha net görebiliriz. Örneğin ABD gibi sağın güçlü olduğu, dindarlıkta bizden çok daha ileri bir ülkede şaibeli Clinton ‘triangulation’ stratejisi ile sağın egemen olduğu değerleri sahiplenerek iktidara gelebilmiştir. Neydi Clinton’un iktidar formülüü? Özgürlük, adalet, dayanışmaya ek olarak, dirlik ve düzenin korunmasına yani otoriteye saygıya da en az sağ kadar vurgu yapmak! (1992 seçimlerini takip edenler Clinton’ın polis katliamını yücelten rap şarkıcılara açtığı savaşı hatırlar!). Obama’nın formülü ise ilk üç değere (özgürlük, adalet ve dayanışma) ek olarak, kutsal değerlere saygı ve ülkeye sadakat konusunda sağ ile rekabet etmeye dayanıyordu. Aynı şekilde hem dindarlık hem de darbeler bakımından bize benzeyen Şili’ye bakabiliriz. Michelle Bachelet Şili’de ahlaki değerlerin her birine, sağ adaylardan daha inandırıcı bir şekilde sahip çıktığı için boşanma ve kürtajın yasak olduğu bir dönemde, solcu, boşanmış ve kürtaj yaptığını saklamayan bir aday olarak, kiliseye rağmen, Şili’nin ilk kadın başkan seçilebildi. İki ayrı seçimde.

İşte bu nedenlerle Soma gibi, Reyhanlı gibi, yolsuzluk söylentileri gibi tekil olguların seçmenlerin ideolojik tercihlerini değiştirmesini beklemek boşa kürek çekmektir. Eğer seçmenler kendi çıkarlarına ters düşen partilere oy veriyor ise bilin ki orada seçmenlerin kültürel kodunu diğerinden daha iyi çözmüş bir ideoloji vardır...

Yazarın Tüm Yazıları