İstanbul’un orta yerinde, herkesin gözünün önünde bir inşaatta 10 işçi hayatını kaybetti. “Bu sektörün doğasında ölüm var!” cümlesi o ölümleri açıklamak için sarf edildi. Soma’yı da fıtratla açıklamıştık. Sorumluların ağzından tekrar tekrar işçi olmanın doğasında ölmek var sözünü duydukça, bize de ısrarla şu soruyu sormak düşüyor: İş kazalarında ölüm gerçekten işin doğasından ya da fıtratından mı kaynaklanıyor, yoksa böyle söyleyerek sistematik bir açıklama yapmaktan mı kaçınıyoruz?
Öncelikle ne Soma’da ne de Mecidiyeköy’deki inşaatta meydana gelen iş kazaları münferit olaylar. Aşağıda son 7 yılın inşaat sektörü kaza istatistikleri var. Ortalama olarak her sene 343 işçimiz inşaatlarda hayatını kaybetmiş. Yani bu ölümler münferit değil, bir genel trendin uzantısı.
Türkiye İnşaat Sektörü İş Kazaları İstatistiği
Yıl
İş Kazası
Son 10 yılda kişi başı milli gelirimiz 4 değil, yarım kat arttı! Bu artış oranı daha önceki 50 yılın ortalamasıyla aynı! Son 10 yıldaki artışın neredeyse tamamı 2008’den önceki 5 yılda gerçekleşti! 2008’den sonraki 5 yılda milli gelirimiz olduğu yerde sayıyor! Oysa 2008’den önceki 5 yılda kişi başı milli gelir 3 bin dolardan 10 bin dolara yükselmişti. Bunları niye mi yazıyorum? Çünkü senede 150 bin işletmeci-iktisatçı mezun ediyoruz ama ülkemiz ekonomisinin en temel kalkınma verileri hakkinda hala kafamız çok karışık.
Türkiye ekonomisi son 10 yılda ne kadar büyüdü?
Aşağıdaki grafiği Dünya Bankası verilerinden, yani bu konudaki en geçerli ve güvenilir kaynaktan çıkarttım. Bu verilere göre 1960’dan günümüze kişi başına milli gelir artişına baktığımızda Türkiye’nin her 10 yılda %45-50’ye denk gelen bir kişi başı milli gelir artışı kaydettiğini görüyoruz. Bu oran son 10 yılda kaydedilen %46’lık artışla neredeyse aynı. Yani 2000’li yıllarda adını koyduğumuz ‘mucize’ aslında her her 10 yılda bir yaşanan bir mucize.
‘Ekonomi 4 kat büyüdü’ ya da ‘kişi başı gelir %46 arttı!’
Geçtiğimiz hafta Avrupa Birliği eğitim bakanların acil koduyla bir çağrı yapıldı. Obama benzer çağrıyı daha önce yapmıştı. Uzak Asya ülkeleri zaten seferberlik ilan etmiş durumda. Herkesin derdi kodlama! Yüksek teknolojiye dayalı yeni bir ekonomik düzen kuruluyor ve bu ekonomide rekabet etmek için program yazma kabileyeti şart. Peki biz neredeyiz bu yarışta? Hemen söyleyeyim. Yeni ekonominin borsası NASDAQ’da Yunanistan’ın 18, nüfusu onda birimiz İsrail’in 65 şirketi işlem görüyor ama bizden tek bir şirket yok! Sanayi devriminden sonra yüksek teknoloji devrimini de kaçırıyor muyuz?
Avrupa Birliği’nden Eğitim Bakanlarına Acil Eylem Çağrısı!
AB geçen hafta acil çağrısıyla tüm üye eğitim bakanlarına bir mektup gönderdi. Mektup genç işsizlik ve yüksek teknoloji sektörlerindeki nitelikli eleman açığı istatistikleriyle başlıyor ve lafı uzatmadan kodlama yani programlama bu sorunun çözümüdür elinizi çabuk tutun diyor. Sonra da her bir üye ülkeden kodlamayı ilkokul müfredatına almasını talep ediyor. Mektubun can alıcı yanı şu: Yeni ekonomide rekabet edebilmemiz çocuklarımıza kodlamayı erken yaşta öğretmekten geçiyor! Bir yandan ABD’nin digital pazardaki tekeli diğer taraftan Uzak Asya ülkelerinin tehdidi altında kalan AB çıkışı çocuklara programlama öğretmekte görüyor!
Ama AB yalnız değil bu konmuda! Obama da başkan olur olmaz çocuklara kodlama eğitimini kişisel olarak öncelik yaptı. Sayısız konuşmasında, reklam filmlerinde ve özel hazırlanmış sitelerde bu konuyu detaylı bir şekilde işledi. Hatta Obama’nın çocuklara bilgisayar oyunu oynayın ama oynamakla kalmayın o oyunların nasıl yazıldığını öğrenip daha iyisini siz yazın dediği bir konuşmadan alıntılar bizde de Binali Yıldırım’ın aynı konuda yaptığı bir konuşma ile yanyana koyularak popüler bir youtube videosuna dönüştü. İzlemediyseniz muhakkak arayıp bulun bu Türkçe altyazılı videoyu. Kodlamada nerede olduğumuzu anlamak için güzel bir örnek.
Programlama Çocuk Oyuncağı!
Geçen hafta ‘Erdoğan niçin kazanmaya devam ediyor?’ sorusuna yanıt aramıştım. Bu yazımda ise çatı aday formülünün neden tutmadığı sorusuna yanıt arayacağım. Gündem hızla değişirken bu ‘eski’ konuya dönmemin nedeni yaklaşmakta olan CHP kurultayında ulusalcı kanadın parti içi hesaplaşmayı çatı aday formülü üzerinden yapması.
Çatı aday fikri iki temel teze dayanıyordu. İlk olarak çatı aday hem CHP ve MHP seçmenini sandıkta tek bir aday etrafında toplayacak. İkinci olarak da çatı aday AK Parti tabanından birkaç puanlık bir destek alacak. Bu strateji en azından kağıt üzerinde doğru zira birkaç ay evvel genel seçim havasında bir yerel seçim yaşamış ve ne CHP’nin ne de MHP’nin tek başına AK Parti adayı karşısında bir şansı olmadığını görmüştük. Çatı aday formülü işte bu nedenle ilk turda bir rekabet olması için doğru bir adım olarak duruyordu. En azından kağıt üzerinde. Ama işte evdeki hesap sandığa uymadı. Peki neden?
Ben bu formülün tutmamasının temel nedeninin CHP içindeki ulusalcıların tutumu olduğunu iddia ediyorum. İhsanoğlu geniş kesimlerin tanımadığı bir aday olarak siyaset sahnesine çıktı ve çıkar çıkmaz da ulusalcıların taarruzu ile karşılaştı. İşte bu noktada ‘alnı secde görmüş muhafazakar İhsanoğlu’ argümanı yerini aslında laik kesime yakın, Atatürk’ü annesinin mezarını ziyaret edecek kadar seven (sahi en son hangi siyasetçi Zübeyde Hanım’ın mezarını ziyaret etti?) bir aday olmak zorunda kaldı. Seçim kampanyasının en kritik dönemi olan adaylıktan sonraki birkaç hafta ulusalcılara İhsanoğlu’nu beğendirmek için harcandı. Sınırlı kaynaklar, kampanyanın en kritik ilk birkaç haftası, İhsanoğlu’nu CHP'lileştirmek için harcandı. Bu amaca ulaşıldığında, yani İhsanoğlu CHP tabanı tarafından benimsendiğinde ise milliyetçi muhafazakar kanat İhsanoğlu’ndan uzak durdu. Yani bir anlamda İhsanoğlu’nun e ortadan kalkmış oldu.Özetle ulusalcılar asıl darbeyi sandığa gitmeyerek değil, İhsanoğlu’nu CHP'lileştirerek yapmış oldular.
Ulusalcıların Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki tavrı aslında yeni değil. Görünen şu ki CHP ne zaman kendi tabanı dışından oy almak için bir adım atsa kendi içindeki ulusalcı kanat bu adımı geçersizleştirmek, bulanıklaştırmak için çaba harcıyor.Seçimden önce yazmıştım, ulusalcılar kendi adaylarını çıkartsalar hem katılımı bir iki puan artırır, hem İhsanoğlu’nu sağa yani oyların olduğu yere iter hem de kendi sandık potansiyellerini görmüş olurlardı.
Öncelikle bu seçim mantığını diğer seçimlerden ayırmakta fayda var. Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunu en çok oy alan aday değil yüzde 50’yi bulan aday kazanacak. Yani kazanma kriteri yüzde 50 artı bir oy. Bu barajın altında kalan her aday ilk turda başarısız sayılacak.
Seçim sonucunu belirleyecek birinci faktör katılım oranı. Eğer katılım son yerel seçimdeki gibi yüzde 90’a ulaşırsa her hangi bir adayın ilk turda seçimi alması pek olası değil. 30 Mart seçimlerinde yüzde 45 oyu olan AK Parti ve onun desteklediği aday Erdoğan tek bir ek oy almadan kendi seçmeniyle yüzde 50 barajını ancak katılım düşerse geçebilir. Ya da şöyle söyleyeyim, eğer 30 Mart’ta sandığa gidip AK Parti dışında bir partiye oy veren seçmenlerin önemli bir kısmı sandığa gitmez ise Erdoğan’ın aldığı oy sabit kalsa dahi bu seçimin ilk turunda yüzde 50 barajını geçebilir. Geçtiğimiz hafta CNN Türk’te katıldığım bir programda iki farklı araştırma firması katılımın oranının yüzde 90'ların üzerinde olacağını ifade etti. Eğer katılım bu seviyeye çıkarsa ülke olarak önemli bir demokrasi sınavını geçmekle kalmaz ilk iki turlu seçimimizi de yaşamış oluruz zira o durumda bir adayın yüzde 50 alması çok zayıf bir olasılık.
Seçim sonucunu belirleyecek ikinci faktör milliyetçi seçmenin tercihi. Pek konuşulmayan bir sırrı var Türkiye siyasetinin; milliyetçilik ülkemizdeki en yaygın siyasal kimlik! Dindarlık, sosyal demokratlık, solculuk hatta Atatürkçülük kimliği milliyetçi kimlik kadar yaygın olarak benimsenmiyor. Daha da önemli bir veri ise şu: MHP Türkiye’de en çok tercih edilen ikinci parti! Yıllardır yapılan araştırmalarda seçmenlere soruyoruz ‘Kendi partiniz dışında bir başka partiye oy verseniz hangi partiye oy verirdiniz' seçmenlerin çoğunluğu bu soruya ‘MHP’ diye yanıt veriyor. Hem AK Partili hem de CHP'li seçmenler kendi partilerinden sonra en fazla 'MHP’ye oy veririm' diyor. En son katıldığım Şirin Payzın programında sonuçları paylaşan araştırmacılar da bu trendi doğrulayıp önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçiminin en dinamik yani kaygan seçmen tabanının milliyetçi seçmenler olduğunu ifade ettiler. Eğer milliyetçi seçmenler ve bir parti olarak MHP kendi tabanını ikna edip oyları ilk turda Ekmel İhsanoğlu lehine çevirirse bu seçim iki turlu bir seçim olacak. Özetle bu cumhurbaşkanını milliyetçi seçmenin tercihi belirleyecek. İlk turda Türk milliyetçileri, ikinci turda Kürt milliyetçileri.
Seçimin sonucunu belirleyecek üçüncü faktör ise Demirtaş’ın muhafazakar Kürt seçmen üzerindeki etkisi. Demirtaş ile İhsanoğlu arasındaki oy geçişkenliğinin seçimin sonucunda hiçbir etkisi olmayacak. Bu adaylardan biri 30 diğeri 15 puan alsa da biri 40 diğeri 5 puan alsa da sonuç Erdoğan’ın zaferi demek. Önemli olan Demirtaş’ın geçtiğimiz seçimlerde AK Parti’ye oy vermiş Kürtlerden alacağı oy. Bu anlamda Demirtaş’ın Batı’da ve özellikle büyük kentlerde yürüttüğü kampanyada liberal, sol, eğitimli seçmenlere yönelmesinin mantığını anlamış değilim zira o oy havuzu sınırlı ve oraya gelecek oylar AK Parti tabanından değil muhtemelen CHP tabanından gelecek. Demirtaş’ın kamuoyuna yansımayan ikinci bir saha operasyonu var mı bilmiyorum. Bildiğim şu; İstanbul’da, İzmir’de, Bursa’da ve tabii ki Güneydoğu’da daha önce AK Parti’ye oy vermiş Kürtler bu seçimde Demirtaş derse bu seçim ikinci tura kalır. Seçimin ikinci tura kalması ise Demirtaş’ı ve temsil ettiği tabanı gerçek anlamda oyun kurucu yapacak.
Araştırma sonuçlarına geçmeden bu konunun niçin önemli olduğunu rakamlarla hatırlayalım. Suriye içsavaşı toplam 9 milyon Suriyeliyi evinden yurdundan etmiş bir içsavaş. Birleşmiş Milletler verilerine göre bu 9 milyon’un yakşalık 3 milyonu ülkeyi terketmiş, yani mülteci. Filistinli ve Afganlardan sonra en büyük mülteci grubu Suriyeliler. Bir başka ifadeyle dünyadaki her 20 mülteciden biri Suriyeli ve bu mültecilerin neredeyse yüzde 90’ı üç komşu ülkede yaşıyor: Lübnan, Turkiye, ve Ürdün. Bu istatistiklerin belki de en can alıcı tarafı bu sayıların önemli bir kısmı çocukları temsil ediyor. Korunmasız ve olup biteni en az anlayacak bir gruptan söz ediyoruz.
Bahçeşehir Üniversitesi'nden bir ekiple yürüttüğümüz saha araştırmasının amacı işte bu çocukların yaşadıklarının dökümünü yapmak. Yaşanan içsavaşın özellikle çocuklar üzerinde bıraktığı tahribatı ortaya koymak. İç savaş, yaşayanların gözünde, anlaşılması en zor şiddet olaylarından biri. Yıllardır birlikte yaşadığınız komşunuz bir sabah size düşman oluyor. Koruyup kollaması için vergi verdiğiniz devlet silahı size doğrultuyor. Ve bütün bu şiddet sonucu evinizi barkınızı ve geçmişinizi bırakıp başka bir diyara göç ediyorsunuz. Bu korkunç savrulmayı yetişkinler idrak etmekte zorlanırken çocukların yaşadıklarını tahayyül etmek zor. İşte bu nedenle biz çocukların gözünden olup biteni anlamak ve belki oradan yola çıkarak neler yapılması gerektiğine ışık tutmak için topladığımız veriler önemli.
Proje kapsamında Psikolog Dr. Serap Özer liderliğinde Bahçeşehir Üniversitesi Psikoloji Bölümünden bir ekip kamplarında kalan çocuklarla bire bir görüştü. Toplam 500’ü aşkın çocuktan toplanan verilerin detayına şu linkten ulaşabilirsiniz.
Araştırma sonuçları ürpertici:
Rakamlar bazen yanıltıcı olabiliyor. O nedenle bu veriler ışığında tek bir çocuğu gözünüzün önüne getirin ve o çocuğun ailesinden birini kaybettiğini, fiziksel şiddete uğramamış olsa bile ailesinden birine uygulanan fiziksel şiddete tanıklık ettiğini varsayın. Böyle bir çocuk bazen ailesiyle bazen başka tanıdıklarıyla sınırı aşıp geliyor bize sığınıyor. Bu çocuğun yaşadığı tahribatın bir ölçüsü elbette olamaz. O nedenle yaptığımız ölçümlerde ortaya çıkan şu korkunç tablo kimseyi şaşırtmadı:
Bu sonuçlar küçük bir grubu ilgilendiren sorunlar olarak kalsa dert etmeyebiliriz belki ancak Suriye içsavaşının boyutları bize bu sorunları dert etmeme lüksü vermiyor. Zira dünyanın başka yerlerinde bu ve benzeri içsavaş mağduru mülteciden öğrendiğimiz bir şey var. Eğer birinci kuşak mültecilerin temel insani ihtiyaçları ve psikolojik sorunlarına çare aramaz iseniz sonraki kuşaklarda şiddet sarmalını kıramazsınız.
Rakamlara dalmadan UNDP Beşeri Kalkınma İndeksi’ne dair birkaç teknik not. Öncelikle bu veri tabanını hazırlayan kurum dünyada kalkınma ve refah üzerine en kapsamlı araştırmaları yapan ve Birleşmiş Milletler’in bu konuda görevlendirdiği UNDP. Bizler daha ziyade Kemal Derviş’in başkanlık yaptığı dönemde tanıdık bu önemli organizasyonu ama dünyada kalkınma ve refah denince gelen ilk organizasyon bu. UNDP 1990’dan beri her yıl Beşeri Gelişim İndeksi yayınlıyor ve bu veri tabanıyla kamuoyuna her bir ülkeyi uluslararası standartlara göre değerlendirme fırsatı sunuyor. Aralarında Nobel ödüllü ekonomistlerin de yer aldığı geniş bir heyet tarafından hazırlanan bu indeks bir mihenk taşı kabul ediliyor zira refah ve kalkınma sadece ekonomik göstergelerle değil aynı zamanda sağlık, eğitim, gelir eşitsizliği, toplumsal güven vb. de hesaba katılarak hesaplanıyor.
Peki UNDP Beşeri Kalkınma İndeksi’nde neredeyiz? Dünyada insani kalkınma seviyesi hesaplanan 187 ülke arasında Türkiye 69'uncu sırada yer alıyor! Norveç, Avustralya ve İsviçre zirvede, Orta Afrika Cumhuriyeti, Kongo ve Nijer ise listenin sonunda. UNDP ülkeleri sadece sıralamıyor aynı zamanda dört lige ayırıyor: Çok yüksek, yüksek, orta ve düşük insani gelişim seviyesine sahip ülkeler. Birinci kalkınma liginde Yunanistan ve İtalya gibi AB ülkeleri var ama Küba, Polonya ve Şili de var. İkinci ligde ise bizimle birlikte Malezya, Lübnan, Azerbaycan ve Tunus yer alıyor.
Yıllara göre gelişmişlik seviyemizin seyrine baktığımızda ise genel bir iyileşme söz konusu. 1980 yılında 1 tam puan üzerinden .496 olan beşeri kalkınma puanımız 1990 yılında .576, 2000 yılında .653 ve 2010 yılında .738 olmuş. Her 10 yılda yüzdelik artış olarak hesapladığımızda ise 1980’lerde yüzde 6.2, 1990’larda yüzde 5.3 ve 2000’lerde de yüzde 8.5 oranında bir beşeri gelişme söz konusu. Son beş yılda ise Ruanda, Suudi Arabistan ve Zimbabve ile birlikte Türkiye en çok kademe kaydeden ülkelerden biri. Fakat bu gelişmenin önemli bir kısmı 2011 öncesi yaşanmış. Maalesef beşeri gelişme bakımından son üç yıldır olduğumuz yerde sayıyoruz.
Raporda benim en çok ilgimi çeken verilerden biri toplumsal güvene dair vahim halimiz. Türkiye’de birbirimize güvenmediğimizi biliyordum ama bu rapor ülkemizdeki toplumsal kutuplaşmanın dünyada pek eşi benzer olmayan bir boyuta ulaştığını gösteriyor. Dünyada bizim kadar birbirine güvensiz bir toplum yok! Her 100 kişiden sadece 8’i evet (yüzde 8!) başkalarına güveniyor. Birbirimize güvenmiyoruz ama garip bir şekilde devlete güveniyoruz (Türkiye’de devlete güveniyorum diyenlerin oranı yüzde 53!). Yüzde 8’lik güven oranına yakın olan ülkeler elbet var ama onların çoğu iç savaş mağduru ülkeler. Bu sonuçlar hepimizi kaygılandırmalı...
Boş bir arsanın önünde duruyoruz. Burası benim büyüdüğüm ev diyor Özcan Bey. Sokağın sonunda Berlin Duvarı varmış. Yani çıkmaz sokak! 1980’lerde bu binalar iyice harabeye döndüğü için kiralar ucuz o nedenle de Türkiyeli göçmenler ve solcu Alman gençler burayı mekan tutmuş. Belediye ‘kentsel dönüşüm’ planı yaparak bu mahalleyi düşük gelirlilerin elinden almağa karar verdiğinde mahalledeki solcu Almanlar evleri işgal etmeye başlıyor. Polis günlerce çatışıyor gençlerle. İşte bu ortamda 13 yaşında bir çocuk mahalle direniş komitesinin toplantısına katılıyor. Meraktan. Mahallede oturanların çoğu Türkiyeli göçmen ama toplantıda o hariç herkes Alman. Yaşına ve nereden geldiğine bakmadan başlıyor konuşmaya. Türkiyeli göçmenlerin sorunlarını, onların konut talebini bir bir sayıyor. Bugün Bundestag’daki en etkili parlementerlerden biri olan Özcan Mutlu’nun hikayesi işte o toplantıda başlıyor. Çünkü dinlendiğini, kaale alındığını ve yetişkinleri ikna edebildiğini farkediyor. 13 yaşında!
Babası, dedesi ve mahallede gördüğü herkes fabrikalarda işçilik yaparken o mahalledeki diğer gençlere bakıyor ve aklına mühendis kafasına koyuyor. Oluyor da! Üstelik mezun olduğu Alman üniversitesinden Amerika’ya bir yıllık bursla gönderilecek tek öğrenci olma onuruyla. Ancak üniversite okurken apartmanın üst katında ona 13 yaşında değer veren, söylediği herşeyi kaydedip uygulayan o solcu abilerin yanında siyasete de atılıyor. 22 yaşında Yeşiller Partisi’ne kaydolduktan 2 yıl sonra Kreuzberg Encümen Üyesi seçiliyor. 7 yıl Encümen Üyeliği yapıyor ve daha o zaman Almanya’daki ilk Türk isimli okul olan ‘’Aziz Nesin Okulu’nu’’ kuruyor. Tamamen Türkçe ve Almanca ders veren bir devlet okulu olarak halen daha model gösterilen bir girişim. Sonra hızla politik kariyer merdivenlerini çıkıyor. 31 yaşında Berlin Eyalet vekili 44 yaşında da Bundesgag yani Alman Federal Milletvekili seçiliyor. Henüz 45 yaşına varmadan Almanya’nın en kıdemli Türkiye kökenli vekili oluyor!
Özcan Mutlu ile iki haftadır Bahçeşehir’in yeni açtığı Berlin kampüsünde Türkiye’den gelen Bahçeşehirli genç bir gruba liderlik semineri veriyoruz. Özcan Bey’den hem kendi hikayesini hem de Alman demokrasisinin trajik hikayesini dinleyen bir öğrencim güzel bir gözlem yaptı ‘80 Milyonluk Almanya’yı mecliste temsil eden sayılı vekilden birisiniz ama ne bir korumanız var, ne yanınızda bir şoförle geziyorsunuz ne de lacilerin içinde kendinizi kasıyorsunuz. Bunu nasıl başarıyorsunuz?’ Özcan Bey’in yanıtı çok anlamlıydı. ‘Almanya’da bir vekil eğer sizin dediğiniz gibi davranırsa seçmenler onu bir daha bu meclise göndermez! Çünkü bu toplum halka tepeden bakan politikacıların nasıl bir bela olduğunu biliyor!’
Özcan Bey Alman demokrarsisinin tek adam dikatörlüğünden çektiklerini anlatırken Bundestag binasının mimarisine dikkatimizi çekiyor. Bundestag, yani yenilenmiş Reichstag binası tek adam yönetiminden dersini almış bir halkın taleplerini yansıtıyor. Meclis başkanı, Başbakan ve Eyalet Başkanlarına ayrılan sandalyelerle halkın vekillerine ayrılan sandalyeler neredeyse aynı seviyede. Yani ne başbakan ne de meclis başkanı halkın vekiline tepeden bakabiliyor. Hepsi aşağı yukarı aynı göz seviyesinde. Hatta bazı meclis sandalyeleri başbakan ve başkan sandalyelerinden daha da yüksekte. Ancak daha da önemlisi vekillerin şeffaf camların ardında üç farklı açıdan seçmenler tarafından gözetleniyor olması. Bu açılardan biri meclis toplantı odasının tepesindeki cam kubbe. Bu şeffaf kubbe her zaman halkın ziyaretine açık ve oradan vekilinize tepeden bakmanız mümkün!