TUSKON, TÜSİAD, MÜSİAD vardı. Herkes aynı muhataba gidiyordu. Amerikalılar ‘Geçen hafta Türkiye’den heyet geldi. Siz kimi temsil ediyorsunuz’ diyordu. Tüm temasların tek kanaldan yürümesi doğru” dedi.
ASLINDA soru bizden gelecekti ama o erken davrandı. Yüzünde gülümsemeyle ‘DEİK meselesinde ne düşünüyorsunuz’ diye kurnazca sordu. Ardından cevabı da kendisi verdi:
“İnşallah hayırlı olur. Öncelikle dış ilişkilerde veya dışarıda yapılan operasyonların koordinesi çok önemli. Ortada bir kavram kargaşası yaşanıyor. 3-4 ayrı kurum ayrı kanallardan gidiyor. Amerika’nın da kafası karışıyordu 90’lı senelerden beri. Eğer onu önleyecek bir sistem ise, bence enteresan olabilir. İnşallah da öyle olur. Bunu zaman gösterecek.”
Soruyu soran da cevabı veren de Mustafa Koç’tu.
Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa V. Koç, Koç Holding CEO’su Turgay Durak ve Holding’in Dayanıklı Tüketim Grubu Başkanı ve Arçelik A.Ş. Genel Müdürü Levent Çakıroğlu ile Koç Holding Dış İlişkiler ve Kurumsal İletişim Direktörü Oya Ünlü Kızıl’ın davetlisi olarak gittiğimiz Madrid’te, FIBA 2014 Basketbol Dünya Kupası final maçı öncesinde sohbet de ettik.
O DA GÖREV ALMIŞTI
Havada buz gibi bir gerilim vardı.
Aradan16 ay gibi bir süre geçti. Şimdi Atatürk Havalima’nın işletmecisi TAV, Limak’tan Sabiha Gökçen’in işletmesini satın aldığını açıkladı. Peki ama ne değişti?
Dün bu soruyu sorduğumda TAV CEO’su Sani Şener’den şu cevabı aldım: “Onlar işin magazin tarafıydı. İş hayatında rekabet olur ama kan davası olmaz.”Çok mutlu Şener. Çünkü ‘amiral gemimiz’ dediği Atatürk Havalimanı’nın yerine yapılacak yeni havalimanı ihalesini kaybetmişler, TAV’ın başarı hikayesi adeta sekteye uğramıştı. Oysa İstanbul TAV için en önemli operasyon noktasıydı. ‘İstanbulsuz olmaz’ mantığıyla yola çıkan Şener bizzat çalmış Limak’ın kapısını ve şöyle demiş:
“Siz yeni havalimanına çok ciddi bir yatırımı yapacaksınız. Oraya konsantre olacaksınız. Burayı satar mısınız.”
“Ederi olursa olur” yanıtını almış ve pazarlıklar başlamış. Sonuçta Sabiha Gökçen’in işletmesinin yüzde 40’ı için 285 milyon euro’ya el sıkışılmış. Yanlış anlama olmasın. TAV Sabiha Gökçen havalimanını almadı. 2034 yılına kadar devam eden bir işletme anlaşmasında Limak’ın payına düşün yüzde 40 hisseyi satın aldı.
Sani Şener’e “Pahalı değil mi? Siz ince hesap yapıp yeni havalimanı ihalesinden çekilmiştiniz” diye sordum. Güldü. “Zamanında Sabiha Gökçen ihalesinden de çekilmiştik. Ama şimdi şartlar değişti. Öncelikle herhangi bir inşaat yapmayacağız. Zaten hazır bir havalimanının işletmesini aldık. Ayrıca bizim buraya girmemiz, Limak’ın da çıkması gerekiyordu. Limak’tan aldığımız hisse yüzde 40 ama anlaşma gereği yönetimde yüzde 50 söz hakkı var. Sabiha Gökçen’in Atatürk ile rekabeti güçtü. Ancak yeni havalimanı ile rekabet edebilir çünkü şehir içinde kadı. Yeni pist ile kapasitesi de artacak. Son olarak TAV’ın birikimini Türkiye’de bir havalimanına aktarmış olduk Tüm bunlar düşünüldüğünde pahalı diyemeyiz” yanıtını aldım.
Aradaki anlaşma gereği aslında Limak hissesini satışa çıkardığında öncelikle satın alma hakkı Malezyalıların. Şimdi bu anlaşmaya onların ne diyeceği önemli. Ancak anladığım kadarıyla TAV ve Limak anlaşmadan önce Malezyalılar ile bir ön görüşme yapmış Herhangi bir sorun çıkmayacak. Bu prosedür yerine geldiğinde hemen Rekabet Kurulu’na başvuruda bulunulacak. Oradan da izin alınırsa belki de yeni yılda Sabiha Gökçen’in işletmesini Malezyalılar ile TAV yapmaya başlayacak.
BÖYLE KURULDU...“1987 yılında Sayın Turgut Özal bizleri çağırıp 20 -30 kişilik bir toplantı yaptı ve Sakıp Sabancı, Asım Kocabıyık, Jak Kamhi, Feyyaz Berker, Nihat Gökyiğit, Necati Akçağlılar gibi çok değerli büyüklerimiz ve işadamlarının da aralarında olduğu bu gruba ‘Bu örgütlenmenizi bütün dünyaya yayacaksınız’ talimatı verdi. Biz de öyle yaptık. Gururla, onurla, dayanışma ile çalıştık, Yurtdışında tanıdığımız, iş yaptığımız tüm şirketleri toplantılarımıza davet ederek ülkelerimiz arasındaki ilişkileri desteklemeye davet ettik. Türkiye ihracatının yüzde 70’ini yapan şirketlerin içinde olduğu bir yapı kurduk.”
Zeynel Abidin Erdem.
BÖYLE KAPANDI.....“....DEİK’in tüzel kişiliği son bulmuştur. DEİK çatısı altında 5 kıtada bugüne kadar yürüttüğünüz özverili çalışmalar ve kıymetli emekleriniz için teşekkür ederim. Koyduğumuz ekonomik hedeflere ulaşma yolunda sizlerle, devletimizle, üniversitelerimizle ve halkımızla el ele verip, var gücümüzle ülkemize hep birlikte hizmet ettik. DEİK sizlerin katkılarıyla ülkemizin zenginleşmesine hizmet etti. DEİK çatısı altında bugüne kadar, Türkiye’nin ekonomi diplomasisine ve dış ticaretinin artışına yönelik çalışmalardaki yakın işbirliğiniz ve başarılı çalışmalarınız için teşekkür eder, sizlere başarılar dilerim.” Rifat Hisarcıklıoğlu.
YENİSİ YOLDAEski DEİK dün itibariyle kepenk indirdi. Ekonomi Bakanlığı’nın kuracağı ‘yeni DEİK’ ise pazartesi ya da salı günü çıkarılacak bir yönetmelikle kurulacak. Bu yönetmelik mevcut yönetimin ve iş konseyi başkanlarının da geleceğini belirleyecek. Başta Rifat Hisarcıklıoğlu olmak üzere DEİK’te gönüllü olarak görev alan iş dünyasının ünlü isimleri sessizliğini koruyor. Bir bölümü konuşmak istemiyor, bir bölümü ise görüşlerini ‘yazılmamak kaydıyla’ paylaşıyor. Çıkardığım sonuç şu. DEİK’in bir torba kanun içinde, bir gecede, aniden, oldu-bitti ile Ekonomi Bakanlığı’na bağlanması iş dünyasının onurunu kırmış.
DEİK’le temas için gelen Çin heyeti ortada kalmış, Hırvatistan Ekonomi Bakan Yardımcısı da öyle... Önde gelen bir iş insanı kalplerinin kırıldığını şu sözlerle özetledi dün: “Bu iş daha kibar yapılabilirdi. Yasa çıkarılacaksa istişare edilirdi, neyi kaçırıyoruz ki. Hadi istişare edilmedi, bir madde ile geçiş süreci konulabilir, hem DEİK personeli hem de İş Konseyi başkanları kadük duruma düşürülmezdi. 27 yıllık birikimi olan bir kurumun bir gecede bu şekilde yok edilmesi içimize dokundu.”
İŞ dünyasının ünlü isimlerinin gönüllü olarak görev yaptığı DEİK bir gecede Ekonomi Bakanlığı’na bağlandı.Bu isimler göreve devam ederse yapacakları her türlü faaliyeti Ekonomi Bakanlığı’na bildirmek zorunda.
İŞ dünyası önceki gece ani bir operasyonla Ekonomi Bakanlığı’na bağlanan Dış Ekonomik İlişkiler Konseyi’nin (DEİK) şokunu yaşıyor. Yasaya son dakika eklenen bir madde ile DEİK’in yanı sıra bu kuruluşta gönüllülük esasına göre görev alan özel sektör temsilcileri de bu şapkaları ile Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi’ye bağlanmış oldu. Öyle ki bu özel sektör temsilcileri arasında çok önemli isimler var.
Aynı zamanda DEİK Başkanı da olan TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, Türk Rus İş Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan, Türk ABD İş Konseyi Haluk Dinçer, DEİK Başkan Yardımcısı Zeynel Abidin Erdem, Türk Çin İş Konseyi Hüsnü Özyeğin, Türk İngiliz İş Konseyi Başkanı Suzan Sabancı Dinçer, Türk İtalyan İş Konseyi Başkanı Zeynep Bodur Okyar, Türk Kore İş Konseyi Başkanı Ali Kibar, Türk Alman İş Konseyi Başkanı Ferit Şahenk, Dünya Türk İş Konseyi (DTİK) Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Muhtar Kent, DTİK Yönetim Kurulu üyeleri Rahmi Koç, Güler Sabancı, Ahmet Çalık, Mehmet Öz ve Atıl Kutoğlu bu isimlerden bazıları.
KRİTİK YÖNETMELİK
Yeni düzenlemede çok kritik bir cümle var: “DEİK ile İş Konseylerinin görev ve yetkileri, teşkilatlanma ve işleyişleri, organları, bütçeleri, yönetim ve denetimleri ile üyeliğe ilişkin usul ve esaslar Bakanlık tarafından çıkarılacak yönetmelik ile düzenlenir.” Yani yasa yürürlüğe girer girmez yukarıda saydığımız isimler tartışmalı hale gelecek. Bakanlık sözkonusu yönetmelikle isterse bu isimleri görevden alabilecek. Düzenlemede ayrıca “DEİK, T0BB, TİM ve bunun gibi diğer sivil toplum kuruluşları ve işadamı örgütleriyle temas ve faaliyetleri öncesinde ve sonrasında ilgili tüm kurumsal yapılar ile faaliyet gerekçelerini ve sonuçlarını daha etkin paylaşacak ve tüm paydaşlar DEİK’in plan ve programlarının yönetim ve denetiminde daha aktif yer alabilecektir” deniliyor. Böylece yukarıda saydığımız özel sektör temsilcileri eğer göreve devam ederlerse yapacakları tüm faaliyetlerin öncesinde ve sonrasında bakanlığı bilgilendirecekler.
İSO Başkanı Erdal Bahçıvan, sanayinin önünü açmak için Emlak Konut gibi ‘Emlak Sanayi’ isimli bir kuruluşun oluşturulabileceğini belirterek, “Bu kuruluş, uygun devlet arazilerini projelere göre özel sektöre tahsis edip kira alır” dedi.
DİKKATİNİZİ çekmiş miydi bilmiyorum. 2011 Genel Seçimleri öncesinde AKP Kanal İstanbul Projesi’ni tanıtmıştı. Proje ciddi bir gündem yaratmış, gerekliliği üzerinden fazlaca tartışılmıştı. İstanbul’un yeni gelişim bölgesi olarak sunulan Çerkezköy hattına bu proje ile birlikte milyonlarca yeni insan aktarılacaktı. İstanbul’u neredeyse Tekirdağ ile birleştirecek bu projenin simülasyonununda kanalda yüzen gemilerin yanı sıra kıyı şeridi boyunca uzanan binlerce konut hemen dikkat çekiyordu. Oysa unutulan, ihmal edilen önemli bir ayrıntı vardı. Bu kadar yeni nüfus o konutlarda yaşacaktı yaşamasına da ne iş yapacaktı? Hafta başında Başbakan Ali Babacan’ın ‘dikine konut projeleri yerine sanayi yatırımlarına yönelmeliyiz” sözlerini dinlediğimde aklıma Kanal İstanbul Projesi’nin eksik tarafı geldi.
KRİTİK NOKTA ARAZİBabacan, sanayinin önünü açacak politikaları hayata geçirmenin önemine dikkat çekti. Ben de dün sanayicinin önünün nasıl açılabileceğini, hükümetten beklentilerini İstanbul Sanayi Odası Başkanı Erdal Bahçıvan’a sordum. Bahçıvan ilk etapta yapılması gerekenleri bir çırpıda sıraladı. Öncelikle sanayiciyi uzun vadeli TL bazlı kredilerle finanse edebilecek bir Kalkınma Bankacılığı’nın bu yeni sanayi hamlesinde olmazsa olmaz olduğunu vurguladı. İstihdam başta olmak üzere teşvikler, bürokratik sorunların çözümü, özellikle kur ve kriz riskini bertaraf edecek enstrümanların devreye alınması, kalifiye çalışan sorununun çözümü için sıkı bir politika yürütülmesi sanayicinin başlıca beklentileri.
Ancak Bahçıvan’ın talepleri içinde en kritik nokta arazi tahsisi. Ben önerisinin önümüzdeki dönemde tartışma yaratacağını düşünüyorum. Bahçıvan, “Bedava arsa gerçekçi değil. Aslında bu işten hem devletin hem de özel sektörün kazanacağı bir model yaratabiliriz. Nasıl Emlak Konut devlet arazilerine yapılacak konutlarla ilgili bir kuruluşsa aynı model bizim için de hayata geçirilebilir. Adına örneğin Emlak Sanayi diyeceğiniz bir kuruluş, uygun devlet arazilerini projelere göre özel sektöre tahsis eder. Özel sektör 49 yıl boyunca bu arazilerin aylık ya da yıllık kirasını Emlak Sanayi’ye öder. 49 yıl sonra arazi şirketin aktifine belirlenecek koşullarla geçer. Bunun en büyük faydası o arazinin 49 yıl boyunca fabrikaya hizmet vermesi garanti altına alınır. Böylece bölge ‘para etti’ diye 10 yıl içinde fabrika sahibinin konut projesi gerçekleştirebileceği bir alan olmaktan çıkar” dedi.
SÜREÇ TERSİNE İŞLER MİBahçıvan, Emlak Sanayi kuruluşunun da piyasaya tahvil gibi enstürmanlar çıkarabileceğini bunun yatırımcıların da ilgisini çekebileceğini de sözlerine ekledi. İlginç bir öneri. Sanayiciler biz de önce milyon dolarlarla arazi alır. Sonra da bankadan fabrika kurmak için işletme kredisi. Teminat ise o fabrikanın arsası olur. Kim bilir? Belki Bahçıvan’ın Emlak Sanayi önerisi hayata geçer, süreç tersine işler.
Kanal İstanbul Projesi’nin görsellerinde sadece konutlar vardı. Bölgeye aktarılacak yeni nüfusun çalışacağı işyerleri ve fabrikalar ise unutulmuştu.
GERİDE bıraktığımız hafta boyunca pazar günü Siirt Botan Çayı’nda meydana gelen ve 6 kişinin boğulmasıyla sonuçlanan kazanın izini sürdük. Bir tarafta Botan Çayı üzerinde faaliyet gösteren hidroelektrik (HES) santralinin işletmecisi, diğer tarafta Enerji Bakanlığı ve Devlet Su İşleri var. Şirket ve kamu yetkililerinin yaptığı açıklamalar kendilerinin olayda bir ihmali olmadığını tüm uyarılara rağmen vatandaşların piknik amacıyla botan çayına girmesinin yanlış olduğu yönündeydi. Açıkça söylenmese de tüm açıklamalar ‘vatandaşın orada ne işi vardı’ tespiti ile sonuçlandı. Tek kusurlu vatandaş mıydı?
Son dört günümüzü bir hidroelektrik santralının elektrik üretimine geçtiği andan itibaren barajdan aldığı suyu bir akarsuya hangi şartlarla salması gerektiğini, alınması gereken tedbirleri, sorumlu kuruluşları kısacası bu işin kuralını araştırmakla geçirdik. Peki ne bulduk? KOCA BİR HİÇ!
TÜMÜ RİSK ALTINDA
Maalesef bu konuda Türkiye’nin çok büyük bir eksiği var. Bir barajın nasıl yapılması gerektiğini biliyoruz. Yapım aşamasıyla ilgili kurallar belirlenmiş. Baraj sonrası kurulacak HES’lerin özellikleri, nasıl elektrik üretecekleri, devlete nasıl elektrik satacakları yasalar ile düzenlenmiş. Ama suyun gücü unutulmuş. O suyun o santraldan geçtikten sonra nasıl güvenli bir şekilde salınacağı, kimin sorumluluğunun hangi noktada başlayıp sona ereceği, bu işi kimin kontrol edip denetleyeceği hepsi unutulmuş.
Dün Türkiye’nin su konusunda yetiştirdiği çok önemli bir isim olan Dursun Yıldız ile konuştum. Kendisi Su Politikaları Uzmanı ve Hidropolitik Akademi Başkanı. Yıldız söze boğulma olayının geçtiği alanın devlet arazisi olduğunu dolayısıyla bu olayda devletin sorumluluğu olduğunu belirterek başladı ve şöyle devam etti: “İnşaat tamam ama işletmede büyük eksiklik var. Türkiye’de şu anda 450’nin üzerinde HES var. Devletin yaptığı 1000 günde 1000 gölet projesi var. Hepsi de benzer risk altında. Sadece elektrik üretimi nedeniyle su salımı değil. Benzer tehlikelerin son zamanlarda görülen ani ve yoğun yağmurlarla olma riski de bulunuyor. Ama risklere karşı oluşturulmuş ne yasal kurallar var ne de alınacak tedbirleri denetleyecek bir kuruluş” diyor.
ABD ve AB ne yapıyor?
PEKİ Avrupa ve ABD’de bu iş nasıl yapılıyor? Yıldız’ın verdiği bilgiler anlayış farkımızı da ortaya koyuyor. Örneğin ABD’de bu tür ani üretimler veya olası yağışlar neticesinde oluşacak felaketlerden eyaletler sorumlu. Bu yüzden her eyalet mutlaka tedbir alıyor. Günlerce önce televizyon, radyo ve yerel gazeteler aracılığı ile bir nehirde olağanüstü su artışı bekleniyorsa tehlike konusunda uyarılar yapılıyor. Polis gerektiğinde yol keserek olası taşkın öncesi halkın bu bölgelere yaklaşmasına engel oluyor. Suyun akış yolunun daraldığı bölgeler ıslah ediliyor. Yaşam riski bulunan alanlar tehlikeli bölge ilan ediliyor. Avrupa Birliği ise bu konuda ‘Su Çerçeve Direktifi’ oluşturmuş. Burada su için son damlaya kadar neyin nasıl yapılacağı belirlenmiş.
Türkiye ne yapmalı?
Bir kesim indirimi az bulacak ve kıyasıya eleştirecek diğer taraf indirimin politik baskılar neticesinde gerçekleştiğini savunacak.
Ancak Merkez Bankası’nın kararı ne olursa olsun iş dünyasının takıldığı noktanın artık faizin seviyesi olmadığına dün iyice inandım. TÜSİAD dahil çok sayıda iş dünyası derneği, 20 bölgesel, 3 sektörel federasyonu bünyesinde barındıran 11 bin 400 üyeli TÜRKONFED’in Başkanı Süleyman Onatça ile kısa bir sohbet imkanımız oldu.
TÜRKONFED’deki görevinin yanı sıra Adana’da otomotiv bayiliği ve bir boya markasının distribütörlüğünü yürüten Onatça hem otomobil hem de emlak piyasasının nabzını tutuyor. Diyor ki: “Türkiye’nin dört bir yanındaki KOBİ, esnaf ve sanayicinin nabzını yoklama imkanı buluyorum. Piyasayı çok iyi tahlil edebiliyoruz. Öncelikle şunu söyleyeyim, piyasada çok ciddi bir durgunluk var. Bu biraz elbette seçim sonuçlarını beklemekten kaynaklanıyor. Ancak asıl neden, tüketicide oluşan faiz indirimi beklentisi. Bir süredir Başbakan’ın bizzat ‘Faizler inmeli’ sözleri ile Merkez Bankası arasında yaşanan polemiğin tüketicide çok farklı bir yansıması oldu. Tüketici, ‘Başbakan faizler inmeli diyorsa, o zaman faiz mutlaka düşer. En iyisi şu evi veya bu arabayı faizler biraz düşünce alayım’ diyor. Böylece faizler düşecek, o zaman alırım mantığı taleplerin ertelenmesine neden oluyor. Dolayısıyla bu ertelenen talep de piyasada durgunluk yaratıyor. Ben bir işadamı olarak asla faizler düşmesin demem. Ama faiz indirimi sürdürülebilir olacaksa yapılmalı. Enflasyon ve dövizdeki yükselişin kontrol edilebilmesi de çok kritik konular. Bütün bunlar gözetilerek adım atılmalı. Hepsinden önemlisi, tüketicide faiz düşecek beklentisi yaratacak söylemlere yer verilmemeli. Bu taleplerin ertelenmesine neden olup, ekonomik canlanmayı da engelliyor.”Onatça’nın söylediklerine yüzde 100 katılıyorum. Son dönemde ekonomide yeni hiçbir beklenti yok. Faiz kavgası ve ekonomi yönetiminin yeni kabinede olup olmayacağına ilişkin tartışmalar dışında gündem yaratacak tek bir gelişme yok. İşte bu yüzden iş dünyası, faiz ve seçim tartışmalarının bir tarafa bırakılmasını artık yeni hükümetle birlikte ekonominin asıl gündemine dönülmesini istiyor.
Peki iş dünyasının yeni hükümetten ve başbakan olması beklenen Ahmet Davutoğlu’ndan beklentileri neler? Türkiye’nin dört bir tarafını gezen ve iş insanlarının nabzını tutan Onatça bu beklentileri de özetle şöyle sıralıyor:
-Seçim değil ekonomiyi konuşalım. Moral ve motivasyon sağlansın istiyoruz.
-Gerginlik, tedirginlik istemiyoruz.
-Belirsizlikler giderilsin.
Elbette ortada milyonlarca dolarlık yatırımlar var. Elbette bunların da bir şekilde eğitim ve sağlık konusunda yatırım yapanlara dönmesi gerekiyor. Ancak çocuk eğitimi ve hasta haklarını hiçe sayan tamamen ticari kaygılarla yapılmasına da bir yerde dur demek gerekiyor.
Sağlık sektöründe keşfedilen son ticari yöntem ise kadro satışı. Temmuz ayında yazarımız Şükrü Kızılot’un gündeme taşıdığı “Diyanet Vakfı’nın elindeki kadroları satışa çakarmasının” ardından bugün de arkadaşımız Şebnem Turhan’ın bu işin nasıl ticarete döküldüğüne dikkat çeken haberini yayınlıyoruz.
Türkiye’de doktor kadroları maalesef tıpkı taksi plakası gibi alınıyor satılıyor. Diyanet Vakfı elinde bir hastene ruhsatı ve 41 doktorluk kadronun boşta olduğunu açıklıyor. İlan vererek bu ruhsat ve kadroları satışa çıkarıyor. Yanlış anlamayın hastaneyi satmıyor bu haklarını satıyor, yani bir nevi hava parası istiyor. Yapılan ihaleyi bir büyük hastane grubu 7 milyon TL + KDV’lik teklifiyle kazanıyor. Ne beklersiniz. Bu şirketin o ruhsat ve kadroları kullanmasını. Yani yeni bir hastane açmasını ya da varolan hastanelerinde bu kadroları kullanmasını. Hayır öyle olmuyor. Sadece 20 gün sonra bu şirket, Lösemili Çocuklar Vakfı’nı (LÖSEV) arayarak Diyanet Vakfı’ndan aldığı ruhsat ve kadroları satılığa çıkardığını duyuruyor. LÖSEV’in bu kadrolara ihtiyacı olduğunu gayet iyi bilen grubun temsilcisi 8 milyon TL + KDV istiyor.Neresinden baksanız yanlış.
Sağlık Bakanlığı’nın hastane enflasyonunu engellemek için 2008 yılında devreye soktuğu sistem adeta bir emtia piyasasına dönmüş durumda. Bu konuda sözde bir yasak var. Kadro satışı yasak. Ama ortada birçok ruhsat ve altında kadrolar fahiş fiyatlara satılağa çıkarılıyor. Geçmişte bir kardiyolog kadrosunun 1 milyon liraya satılığa çıkarıldığına ilişkin haberler arşivlerde duruyor. Peki neydi 2008’deki o düzenleme. Sağlık Bakanlığı her köşe başına hastane açılmasını engellemek için bir düzenlemeyi hayata geçirmişti. 15 Şubat 2008’de hangi hastanenin elinde ruhsat ve kadro varsa onlar hak sayıldı. Yenilerine izin verilmeyeceği açıklandı. Yani ruhsatlı hastanenizde 25 doktor varsa 26’ncısını almanız artık mümkün değildi. Ancak bu tarihten önce Sağlık Bakanlığı’na müraacat edenlere ön izin belgesi verileceği belirtildi. Dün konuyla ilgili Özel Hastaneler ve Sağlık Kuruluşları Derneği Başkanı Reşat Bahat ile görüştüm. Kendisi de ruhsat ve doktor kadrosu konusunda bir planlamanın mutlaka olması gerektiğini düşünüyor. Bahat, “Eğer sektör yanlış yapılandırılırsa ortaya kalitesiz rekabet çıkar. Bunun sonunda da halkı sağlığı sıkıntıya girer. Türkiye’de şu anda 568 özel hastane ruhsatı var. Bu yeterli. Ancak içeriğinde sıkıntı var. Düşünün bir hastaneniz var. 2009 yılında 25 doktorunuz var. Yatırımla büyümek daha fazla kişiye hizmet vermek istiyorsunuz. Ancak yıl 2014 olmuş. Hala mecburen 25 doktorla ilerlemek zorunda kalıyorsunuz. Bu durum sıkıntılı” dedi.
Özetle, elbette önüne gelen hastane açmamalı, sınırsız sayıda doktor çalıştırmamalı. Kapanan hastanin kadrosu niye Sağlık Bakanlığı’na devrolmaz da satışa çıkar anlamak mümkün değil. Bir soruyla bitirelim: Bu yöntem devam eder karaborsada doktor kadrosu fiyatları da tırmanmaya devam ederse, o doktor kadrolarının parası kimin cebinden çıkacak?