Yenilginin çok temel bir nedeni vardı. Yaklaşık 70 yıl Sovyet sistemi altında yaşamış olan Azerbaycan’ın organize bir şekilde gelen silahlı Ermeni gruplarına ve Ermenistan ordusuna karşı direnç gösterecek, savaşabilecek güçte düzenli bir ordusu yoktu. Sonuç, ‘Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi’ dahil Azerbaycan topraklarının yüzde 20’ye yakın bir bölümünün Ermenistan’ın işgali altına girmesi, evlerini terk etmek zorunda kalan 1 milyona yakın insanın kendi ülkesinde göçmen durumuna düşmesi olmuştur.
Bundan 30 yıl sonra Azerbaycan ordusu, Ermenistan ordusuna karşı giriştiği ve geçen pazartesi gece yarısı ilan edilen ateşkese kadar toplam 44 gün süren bir askeri harekâtla 1990’lı yılların başında kaybettiği toprakların önemli bir bölümünü geri alırken sahada mutlak bir üstünlük sergilemiştir. Rusya’nın son anda ağırlığını koyması sonucu ateşkes ilan edilmeseydi, muhtemeldir ki Azerbaycan ordusunun sahadaki ilerlemesi, toprak kazanımları devam edecekti.
Azerbaycan ordusunun otuz yıl sonra sahada bu farkı yaratabilmesinin gerisinde hangi nedenler yatıyor? Geçmişte Ermenistan karşısında yenilgiye uğrayan Azerbaycan hangi faktörlerin bir araya gelmesiyle bu kez hasmı karşısında kazanan taraf olabildi?
YENİDEN İNŞA EDİLEN ORDU
Kuşkusuz, bir dizi neden söz konusu. En başta da Azerbaycan’ın bu kez iyi eğitilmiş, disiplinli profesyonel bir orduya sahip olması geliyor. Ancak Azerbaycan Silahlı Kuvvetleri’nden söz ederken, bu yeni ordunun neredeyse sıfırdan inşa edilmesinde Türkiye’nin oynadığı hayati rolün de vurgulanması gerekiyor.
Özellikle 1992, 1993’te sahadaki seri yenilgilerin travması o dönemde yalnızca Azerbaycan’da değil, Ankara’da da yaşanmıştı. Daha o zamanlarda Cumhurbaşkanlığı makamında oturan Turgut Özal’la başlayan, halefi Süleyman Demirel ve bütün hükümetlerce benimsenen bir devlet politikası devreye sokulmuştur. Bu politikanın hedefi, Azerbaycan’ın genç bir devlet olarak ayakları üzerinde durabilmesi için öncelikle güçlü profesyonel bir orduya sahip olmasıdır.
Bu milli politikanın hayata geçirilmesi muhtelif düzlemlerde yürümüştür. İlk dönemde öncelikli atılan adımlardan biri Türkiye’den gönderilen emekli ya da muvazzaf askeri danışmanlar üzerinden Azerbaycan ordusunun yeniden organize edilmesi faaliyetine başlanmasıdır.
PİYADE, TOPÇU İHTİSAS EĞİTİMLERİ TÜRKİYE’DE
Dağlık Karabağ ve çevresinde yaklaşık bir buçuk aydır sürmekte olan savaş Rusya Cumhurbaşkanı Vladimir Putin’in pazartesiyi salıya bağlayan gece yarısı duyurduğu açıklamayla son buldu. Yapılan ateşkes anlaşması, Güney Kafkasya’da yeni güç dengesinin Ermenistan’ın kayıpları çerçevesinde bu kez Azerbaycan lehine şekillendiği, ancak Rusya’nın da baskın bir şekilde bölgeye iyice yerleştiği bir döneme kapıyı açtı.
Ortaya çıkan sonucun bir muhasebesini yaptığımızda şu gözlemleri öne sürebiliriz:
1) PUTİN’İN TUĞRASI: Çatışmalar sahada kritik bir eşiğe geldiği noktada Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ve Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan ile müzakereleri bizzat yürütüp uzlaşı zeminini yaratarak, ayrıca bizzat varılan mutabakatı açıklayarak hadiseye tuğrasını vuran kişi Rusya Cumhurbaşkanı Vladimir Putin olmuştur. Rusya lideri, bu hamleleriyle Güney Kafkasya bölgesinde nâzım rolü oynayan aktörün kendisi olduğu yolunda kuvvetli bir mesaj vermiş oluyor.
2) RUSYA BÖLGEYE YERLEŞTİ: Rusya’nın rolü yalnızca varılan mutabakatın şekillenmesiyle sınırlı kalmadı. Rusya, aynı zamanda ilan edilen ateşkesin ve bölgede kurulan yeni düzenin sahadaki başat denetleyicisi konumuna da geçti. Dağlık Karabağ’daki cephe hattı ve Laçin koridoru boyunca Rus Barış Gücü olarak 2 bine yakın asker ve 90 zırhlı personel taşıyıcı ile konuşlanacak olması bu durumun altını çiziyor. Rusya, anlaşmazlığın çözümü üzerinden Güney Kafkasya’daki ağırlığını arttırarak askeri gücüyle bölgeye tam anlamıyla yerleşmiştir. Kremlin, böylelikle, sahada barışı gözetmenin yanı sıra bölgedeki güç dengesi ve denkleme dahil olan bütün ülkelerle ilişkileri açısından önemli kaldıraçlara sahip olacaktır.
3) YA RUSYA AĞIRLIĞINI KOYMASAYDI?: Bundan önce Rusya’nın devreye girdiği iki ateşkes denemesi de sonuç getirmemişti. Rusya’nın ateşkes için sonuç alabilmesi, Ermenistan’ın Dağlık Karabağ’da sahada askeri yenilgisinin kesinleştiği, Şuşa’ya Azerbaycan bayrağının dikildiği, özerk bölgenin başkenti Hankendi’nin düşme menziline girdiği, Ermenilerin kontrolündeki Hankendi ile Ermenistan arasındaki bağlantının koptuğu bir kırılma noktasında olmuştur. Rusya ağırlığını koymasaydı ve Azerbaycan ilerlemesini sürdürseydi sahadaki durum muhtemeldir ki, Hankendi’nin de düşmesiyle sonuçlanabilirdi. Paşinyan, daha fazla zararı göze alamayacağı bir noktada ateşkese razı olmak zorunda kalmıştır. Muhtemelen Rusya da Ermenistan’ın sahada daha fazla gerilemesini uygun bulmamıştır.
4) PAŞİNYAN İÇİN ZOR DÖNEM: Kuşkusuz, uğradığı kayıpların ardından ateşkesi kabul etmek zorunda kalması, iki yıl önce büyük bir halk hareketi ile iktidara gelen ve Batı’ya dönük bir vizyona sahip olan Paşinyan’ın siyasi gücüne, prestijine ciddi bir darbe vurmuştur. Erivan’da şimdiden patlak veren hadiseler bundan sonrasında Paşinyan’ı Ermenistan’da zor bir dönemin beklediğine işaret ediyor. Rusya’nın, Batı yanlısı gördüğü ve güven duymadığı Paşinyan’ın bu süreç içinde sıkışmasından bir rahatsızlık duyması beklenmemelidir. Aksine, Kremlin’in Azerbaycan’ın güçlenmesi çerçevesinde Paşinyan ve Ermenistan karşısında elindeki kartları güçlenmiştir.
5) AZERBAYCAN KAZANÇLI, TOPRAKLARINI KURTARDI: Varılan mutabakatla bu krizden en kazançlı çıkan aktör Azerbaycan’dır. Bu ülke, 1990’lı yılların başında çıkan çatışmalarda yalnızca ‘Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi’ içinde Türk nüfusun yoğun olduğu Şuşa gibi yerleşimleri değil, aynı zamanda Karabağ’ın dışında kalan, bu bölgeye bitişik çok geniş topraklar da kaybetmişti. Azerbaycan, geçen bir buçuk ay içinde bu toprakların bir bölümünü savaşarak zaten geri almıştı. Bunlar Karabağ’ın güneyinde İran sınırına bitişik ya da çevresindeki Zengilan, Kubadlı, Cebrayil ve Fuzuli rayonlarıdır (idari bölge). Ermenistan işgalinin halen sürdüğü 3 rayon daha var. Bunlar, Karabağ’ın doğusundaki Ağdam ile batısı ve güneybatısındaki Kelbecer ve Laçin rayonlarıdır. Ermenistan, varılan mutabakata göre 15 Kasım’a kadar Kelbecer’den, 20 Kasım’a kadar Ağdam’dan ve en geç 1 Aralık’ta Laçin rayonundan çekilecektir. Sonuçta Ermenistan, ağırlıklı olarak 1992-1993 döneminde işgal ettiği bütün Azerbaycan topraklarından çıkmış olacaktır. Bu toprakların kendisine “iade edilmesi” Azerbaycan için çok büyük bir başarıdır.
6) ‘KAÇKINLAR’A DÖNÜŞ KAPISI AÇILDI:
Azeri birliklerinin Şuşa’yı işgalden kurtardığı haberlerini okuyunca, Nuri Paşa’nın komutasındaki İslam Kafkas Ordusu’nun 1918’de, yani yüzyıl önce Suşa’da kendisine katılan yerli birliklerin desteğiyle Hankendi’yi Ermeni gruplardan geri alıp Karabağ’da Azerbaycan’ın egemenliğini tesis ettiğini hatırlayabiliriz. Kızıl Ordu’nun 1920’de Kafkasya’yı işgaliyle Karabağ’daki çekişme de dondurulmuştur.
Sovyet Rusya’nın bulduğu çözüm Azerbaycan toprakları içinde kalan, Ermenistan ile sınırdaş olmayan, Azerilerin yanı sıra kuvvetli oranda bir Ermeni nüfusun da yaşadığı Yukarı Karabağ’a özerklik statüsü verilmesi olmuştur. 1924’te egemenliği Azerbaycan’da kalmak üzere (haritada sınırları kırmızı çizgilerle gösterilen) ‘Özerk Karabağ Yukarı Bölgesi’ ilan edilir. Özerk bölgenin başkenti de Türk nüfusun baskın olduğu Şuşa’dan, bu şehrin hemen kuzeyindeki Hankendi’ye taşınır. Ermeniler, bu şehri Stepanakert olarak adlandırıyor.
SOVYETLER BİRLİĞİ DAĞILINCA KARABAĞ DA KARIŞTI
Sovyetler Birliği’nin 1936 ve 1977 anayasaları Yukarı Karabağ’ın Azerbaycan’a ait olduğu hükmünde bir değişiklik yapmamıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecine girmesiyle birlikte Azeriler ve Ermenilerin Karabağ’la ilgili karşılıklı hak iddiaları sıcaklığından hiçbir şey kaybetmemiş bir halde yeniden su yüzüne çıkıp bütün Güney Kafkasya’yı içine alacak bir çatışmayı tetiklemiştir.
Ermenilerin ağırlıklı olarak söz sahibi konumda bulunduğu Yukarı Karabağ’daki Özerk Yönetim, Sovyetler’in çözülmesiyle birlikte bünyesindeki Azeri unsurları da büyük ölçüde tasfiye etmiştir. Ardından Karabağ Özerk Yönetimi’nin Ermenistan’ın cesaretlendirmesiyle 31 Ağustos 1991 tarihinde tek taraflı bağımsızlık ilanı, zaten başlamış olan çatışmaların tam anlamıyla açık bir savaşa dönüşmesine yol açmıştır.
1994 başına kadar devam eden çatışmalarda Ermeni gruplar, Dağlık Karabağ’da Türklerin nüfus olarak ağırlıklı olduğu başta Şuşa olmak üzere önde gelen yerleşim merkezlerinin tümünü ele geçirmiştir. Ancak Ermeniler, bu noktada durmayıp Karabağ Özerk Bölgesi’nin sınırlarını çevreleyen Azerbaycan topraklarının batıda, doğuda ve güneyindeki çok geniş alanları da işgal etmiştir. Bu askeri operasyonlar Karabağ’daki silahlı Ermeni gruplarla Ermenistan ordusu tarafından birlikte yürütülmüştür.
Savaşın sonucu A) Dağlık Karabağ’ın tümüyle Ermenilerin kontrolüne geçmesi, B) Ermenistan’ın doğuya doğru genişleyerek fiilen Karabağ ile birleşmesi, C) İki tarafın birbirine eklemlenmesiyle ortaya çıkan bu yapının güneyde İran sınırına doğru büyümesi, aynı zamanda D) Karabağ’ın doğusundaki Azerbaycan toprakları üzerinde de genişlemesi olmuştur.
Son anda çok büyük bir sürpriz yaşanmadığı ve sandıklardaki son yönelişler doğrultusunda Demokrat aday Joe Biden’ın galibiyeti kesinleştiği takdirde önümüzdeki döneme ilişkin bir dizi ihtimal üzerinde durabiliriz.
Bunlardan birincisi, yapılan sayımlarda Biden ipi önde göğüslese bile, seçimin nihai sonucunun kesinleşmesinin zaman alabilecek olmasıdır. Başkan Donald Trump’ın ekibinin şimdiden bazı eyaletlerde ya da belli seçim bölgelerinde tamamlanmış sayımların iptal edilip yeniden sayım yolunun açılması için hukuki kanallardan yürüttüğü girişimler resmi sonucun açıklanmasını geciktirebilecektir.
Bundan yirmi yıl önce 7 Kasım 2000 tarihinde yapılan ABD başkanlık seçimlerinde Florida eyaletinde yaşanan tecrübe bu dönemin pekâlâ çok sıkıntılı olabileceğini gösteriyor. O dönemde Florida’da ortaya çıkan kilitlenme nedeniyle ne Demokrat aday Al Gore ne de Cumhuriyetçi aday George W. Bush, 538 üyeli Seçiciler Kurulu’nda başkan seçimi için gerekli 270 eşiğini tutturamamış ve nihai sonucun belli olması Florida’dan gelecek habere kalmıştı.
İki tarafın avukat orduları arasında yürütülen hukuk mücadelesinde karşılıklı itirazlar üzerinden eyaletteki birçok seçim bölgesinde yinelenen sayımların uzamasıyla süreç tam bir belirsizliğe girmiş, ABD beş hafta süreyle yeni başkanının kim olacağını öğrenememişti. Ardından bir başvuru üzerine ABD Anayasa Mahkemesi’nin 12 Aralık 2000 tarihinde aldığı bir kararla sayım durdurulmuştu. Bu noktada Bush’a 2 milyon 912 bin 790, Gore’a ise 2 milyon 912 bin 253 oy çıkmıştı. Aradaki fark 537 oydu. Cumhuriyetçi aday Bush 537 farkla Florida seçimini kazanarak bu eyaletin 29 delege kontenjanıyla Seçiciler Kurulu’nda 271’e gelmiş ve böylelikle ABD Başkanı olmuştu.
YA TRUMP YENİLGİYİ KABUL ETMEZSE
Burada kritik mesele, Biden’ın başkanlığının kesinleşmesi halinde Başkan Trump’ın yenilgiye çatışmacı bir stratejiyle karşılık vermesidir. Seçim günü gece yarısı “Hile yapıldı” şeklindeki çıkışı, önceki günkü basın toplantısında suçlamalarını tekrarlayarak “seçimin çalınmasına izin vermeyeceklerini” söylemesi, Trump’ın geçiş döneminin yumuşak bir zeminde yürütülmesine yanaşmayacağını gösteriyor.
ABD’deki teamül seçim sonuçlarının belli olmasıyla birlikte resmi süreçlerin tamamlanmasını beklemeden kaybeden tarafın kamuoyuna bir konuşma yaparak durumu “kabul ettiğini” belirtip çekilmesidir. Trump’ın ise izleyeceği kutuplaştırma stratejisiyle uyuşmazlık çıkartarak, en azından ilk aşamada böyle bir adımı atmayacağı anlaşılıyor. Bu arada, fanatik taraftarlarının “seçimin Demokratlar tarafından çalındığı” gerekçesiyle sokağa dökülerek yapabilecekleri taşkınlıklar ve bunun tetikleyeceği karşı tepkilerle ABD’de kaotik bir ortamın belirmesi ihtimali birçok insanı kaygılandırıyor.
BIDEN’LA DEVİR TESLİM
Bu ülkede 1950 sonrasındaki seçimlere baktığımızda en yüksek oran Demokrat John F. Kennedy’nin seçildiği 1960 seçiminde kaydedilmiştir. Katılım yüzde 62.8’e çıkmıştır. Sonraki seçimlerde hiçbir zaman bu eşik geçilmemiştir. Son 2016 seçiminde ise nadir rastlanan bir şekilde oran yüzde 59.2’ye yükselmiştir.
Geçen salı günü yapılan seçimin sayım işlemleri sonuçlanmadığından katılım oranını henüz bilmiyoruz. Bir önceki 2016 seçiminde 230.9 milyon seçmen içinden toplam 136.6 milyon katılım olmuştu. Katılım oran yüzde 59.2’ydi. Geçen salı günü seçmen sayısı 239 milyon dolayında hesaplanmıştı. Dün öğle saatleri itibarıyla 143 milyondan fazla oy sayılmış ve yüzde 60 eşiğine çoktan gelinmişti. Sayım bittiğinde bu oran daha da yükselecektir.
TRUMP OYUNU 5 MİLYONDAN FAZLA ARTTIRDI
Buradaki artış yalnızca Cumhuriyetçi aday Donald Trump’ın yeniden seçilmesini önlemek isteyen insanların sandıklara yığılmasından kaynaklanmıyor. Trump da sandıklarda 2016’ya kıyasla yabana atılmayacak oranda bir artış sağlayabilmiştir. Trump, 2016 seçiminde 62.9 milyon oyla sandıktaki oyların yüzde 46.09’unu almıştı. Trump için dün akşam saatleri itibarıyla 68.5 milyon oy sayılmıştı. Oran olarak yüzde 47.8’e çıkmıştı. Bu, Trump’ın seçmen sayısında 5.6 milyonluk bir artış anlamına geliyor.
Buna karşılık 2016 seçiminde Demokrat aday Hillary Clinton 65.8 milyon oy alırken (yüzde 48.18), geçen salı günü Demokrat aday Joe Biden oy sayısını –dün akşam itibarıyla- 72.2 milyona çıkartmıştır. (Yüzde 50.4) 6.4 milyon dolayında bir artış söz konusudur. Unutmayalım ki, bu sayılar nihai durumu göstermiyor.
Amerikan basınında yayımlanan yorumlarda yanıtı aranan soru, Trump’ın geçen dört yıl içinde yaşanan bütün çalkantılara ve COVID-19 salgınında 230 binden fazla insanın hayatını kaybetmesine rağmen, nasıl olup da bu artışı sağlayabildiğidir.
BEYAZLARIN YÜZDE 57’Sİ TRUMP’A OY VERDİ
New York Times’ta dün yayımlanan, ‘Edison Research’ adlı bir araştırma kuruluşu
Bu sonuç, Amerika Birleşik Devletleri’nin kültürel, sosyolojik ve siyasi hatlar üzerinden kendi içinde bölünmüş, ortak paydaları zayıflayan bir ülke olduğu gerçeğinin tescil edilmiş olmasıdır.
Demokrat aday Joe Biden’ın Cumhuriyetçi aday Donald Trump karşısında sandıklar açılır açılmaz mutlak üstünlük sağlayacağı bir sonuç, Amerika’da son dört yıldır Trump’ın şahsında temsil ettiği değerler üzerinden kök salmakta olan yönelişin tersyüz edildiği, bu açıdan bir kırılmanın yaşandığı gibi kuvvetli bir mesajla algılanacaktı. Seçim, böyle bir kırılmayı tetiklememiştir. Amerika, içine girdiği bölünmenin her alanda doğurmakta olduğu sonuçları önümüzdeki dönemde yaşamaya devam edecektir.
COVID’DEN ÖLEN 231 BİN KİŞİYE RAĞMEN
Sandıktan çıkan sonuç bazı açılardan özellikle şaşırtıcıdır; en başta da ABD’nin dünyada en çok COVID-19 vakasının yaşandığı ülke olması gerçeği açısından. ABD’de önceki gün itibarıyla 9 milyon 400 bin dolayında vaka kayda geçmiştir. Seçim günü 75 bin kadar vaka raporlanmıştır. Salgında yine önceki günkü rakamla toplam 231 bin kişi hayatını kaybetmiştir.
ABD’nin 20 yıla yayılan Vietnam Savaşı’nda toplam 58 bin kadar askerinin öldüğü hatırlanırsa, bundan yaklaşık dört kat fazla Amerikalı geçen dokuz ay içinde COVID’e kurban gitmiştir. Ancak bu kayıpların yarattığı düşünülen travma dışarıdan tahmin edildiği ölçüde sarsıcı olmamıştır.
Daha önemlisi, Başkan Trump, COVID-19’u yeterince ciddiye almamış, salgına karşı kuvvetli bir mücadele stratejisi ortaya koymamıştır. Trump, kendi ülkesinin önde gelen sağlık otoriteleriyle COVID-19 konusunda polemiğe girip, onların bilimsel görüşlerine meydan okumaktan da çekinmemiştir. Gelgelelim salgın karşısındaki bu sicili seçmen tabanını herhangi bir şekilde etkilememiştir.
‘ÖNCE AMERİKALILARA İŞ’ SÖYLEMİ
Keza
Birincisi, 1988 seçimiydi ve Demokratların adayı Massachusetts Valisi Michael Dukakis’e karşı Cumhuriyetçi aday George Bush kazanmıştı. Bush, buna karşılık bir sonraki 1992 seçimini Demokratların adayı 46 yaşındaki Arkansas Valisi Bill Clinton’a kaybetti.
Her iki seçim de o yıllarda ABD demokrasisine özgü renklilik içinde herhangi bir krize sahne olmadan sükûnet ortamında tamamlandı. Bush görevi sekiz yıl süreyle başkan yardımcılığını yürüttüğü Ronald Reagan’dan devraldığı için, işbaşı yaptığında partiler arası bir iktidar değişimi söz konusu olmadı. Kendisi Beyaz Saray’ı Clinton’a devrederken de sancısız, her bakımdan centilmence bir iktidar değişimi yaşanmıştı.
Hatta Clinton, 20 Ocak 1993 günü Beyaz Saray’a resmen adım attığında Bush’un elyazısıyla kaleme alıp kendisine bıraktığı, “Dear Bill” (Sevgili Bill) diye başlayan son derece zarif bir mektup bulmuştu. O günün tarihini taşıyan mektupta, “Senin başarın ülkemizin başarısıdır. Bütün gücümle yanındayım” diyordu selefi George Bush.
Dün CNN’de başkanlık seçimi nedeniyle Beyaz Saray’ın bütün çevresine 2.5 metre yüksekliğinde bir tel örgü çekildiğini gösteren görüntülerle karşılaşınca, geçmişte izlediğim ABD başkanlık seçimleriyle bugünkü seçim arasındaki sert farkı hissetmemem mümkün değildi.
OLAĞANÜSTÜ HAL GİBİ
Bunun gibi dikkatimi çeken bir başka haber, başta New York ve Washington D.C. olmak üzere ABD’nin birçok kentinde mağazaların ön cephelerinin koruma amaçlı olarak kontrplak panellerle örtülmesiydi.
Benzer önlemlere geçen yaz başında Afrikalı Amerikalı George Floyd’un Minneapolis şehrinde polis tarafından boğazına basılarak öldürülmesi üzerine patlak veren gösteriler ve yağmalama olayları üzerine de başvurulmuştu. Keza Beyaz Saray’ın çevresine tel örgü o zaman da yerleştirilmişti.
Düşündürücü olan, ABD’de birçok şehirde benzer koruma önlemlerine bu kez başkanlık seçimi nedeniyle de başvurulmasıdır. Birçok şehirde, polis önlemleri arttırılırken, bazı eyaletlerde valiler olayların büyüme ihtimaline karşı Ulusal İhtiyat Birlikleri’ni de devreye sokmaya dönük hazırlıklar yürütmüştür. ABD’de neredeyse bir ‘olağanüstü hal’ durumuna girilmiştir.
Her ülkede iktidarlar, siyasi yelpazedeki muhtelif aktörler, sandıktan Cumhuriyetçi ya da Demokrat bir adayın çıkması ihtimallerinin kendi çıkarları, pozisyonları ve beklentileri açısından bir muhasebesini yapmakla meşgul bugünlerde. Bu durum kuşkusuz Türkiye açısından da geçerli.
Öncelikle tek tek ülkelerden bağımsız olarak genel bir tespit yapmamız gerekir. ABD başkanlık seçimi, her şeyden önce üzerinde yaşadığımız dünyayı özellikle iklim değişikliği ve çevre koşulları başlıklarında nasıl bir geleceğin beklediği sorusunun yanıtı bakımından da önemli.
Bunun gibi kimin kazanacağı uluslararası sistemin yapısı ve işleyişi açısından da bir dizi sonuç doğurmaya aday. Trump’ın başkanlığı, ABD’nin içine kapanma eğiliminin daha güçlü hissedileceği, Avrupa’ya ve NATO’ya dönük taahhütlerinin zayıfladığı, dolayısıyla Transatlantik işbirliğinin kurumsal olarak gerilediği, temelinde uluslararası sistemdeki çözülmenin hızlandığı bir dünya anlamına gelecektir.
Hangi adayın kazanacağı birçok uluslararası meselenin geleceği açasından da belirleyicilik taşıyacak. Örneğin Biden’ın seçilmesi halinde, ABD’nin İran’la nükleer anlaşmaya yeniden dönmesi beklenen bir adımdır.
Bunun gibi birçok konu değişiklik potansiyeli barındırıyor. Bu değişikliklerin kayda değer bir bölümü Türkiye’yi de yakından etkileyecektir. Biden seçilirse nasıl bir Suriye politikası izleyeceği Türkiye açısından hayati önemdedir.
*
Bir de ikinci bir kümede toplayacağımız doğrudan ikili düzeydeki muhtemel sonuçlar var. Bunlar, seçilecek başkanın ve getireceği kadroların doğrudan Türkiye’ye ve Türkiye’de işbaşındaki iktidara bakışlarından ve aynı zamanda kişisel düzeydeki ilişkilerden kaynaklanacak olan sonuçlardır.
Trump