Türkiye’nin BM’deki beyanı bizzat Bakanlık Sözcüsü Hami Aksoy tarafından duyurulmuştu.
Sosyal, kültürel ve insani işlerden sorumlu olan Üçüncü Komite, özellikle insan hakları konuları ele alındığı için BM Genel Kurulu’nun en kritik organlarından biri. Sincan dosyası, bu dönem Üçüncü Komite’de şimdiden en gerilimli tartışma başlıklarından birini oluşturuyor Batı grubu ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında.
BATI GRUBU’NDAN SERT ELEŞTİRİSİ
Üçüncü Komite’nin Genel Kurul Başkanı Volkan Bozkır’ın konuşmasıyla açılan 6 Ekim tarihli oturumunda meselenin alevlenmesi, ağırlıklı olarak başını ABD ile AB ülkelerinin çektiği 39 ülke adına yapılan ortak bir tutum açıklamasıyla başlıyor. Bu açıklamayı 39 ülke adına Almanya’nın BM Daimi Temsilcisi Christoph Heusgen okuyor BM Genel Kurulu’nda.
Bu açıklamada, Çin Halk Cumhuriyeti’nde hem Tibet hem de Sincan bölgesindeki dini ve etnik gruplara yönelik “ağır insan hakları ihlalleri”nden duyulan “büyük kaygılar” dile getiriliyor. Sincan’da bir milyondan fazla insanın “siyasi eğitim kamplarında keyfi bir şekilde alıkondukları” yolunda inandırıcı raporlar bulunduğu belirtiliyor. Din ve inanç özgürlüğü ile hareket etme ve dernek kurma özgürlükleri ve aynı zamanda Uygur kültürünü hedef alan sert sınırlamalardan söz ediliyor.
Açıklamada, Uygurlara ve diğer azınlıklara dönük yaygın gözetim sistemi devam ederken, zorla çalıştırma ve kısırlaştırma dahil zorlayıcı doğum kontrol yöntemleri uygulandığına ilişkin haberlerin artmakta olduğu kaydediliyor. Büyük ölçüde BM İnsan Hakları Konseyi’nin bağımsız uzmanlarının raporlarına dayanan bu açıklama, neresinden bakılırsa bakılsın içeriği itibarıyla ağır bir metin.
İlginçtir ki, bu açıklamanın imzacıları arasında 27 AB üyesinden Yunanistan, Kıbrıs Rum Yönetimi, Macaristan, Çekya, Romanya, Malta ve Portekiz yer almıyor. Ancak Kuzey Makedonya, Bosna-Hersek ve Arnavutluk gibi AB’ye tam üye adayları metne imza atmışlar.
44 ÜLKEDEN ÇİN’E
Bu hafta kaleme aldığım yazıların tümü Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) yakın zamanda aldığı kamuoyunda da tartışılan bazı kritik kararları ve bu çerçevede bireysel başvuru hakkının geleceğini konu aldı.
Haftayı yine AYM’de bireysel başvuru hakkının kullanılmasıyla ilgili bir yazıyla kapatacağız. Ancak yazının AYM ekseninde gündeme gelen siyasi konularla ilgisi yok. Tecavüz mağduru 18 yaşın altındaki bir genç kızın kürtaj olabilmek için verdiği mücadelede başına gelenleri konu alan, geçenlerde kısaca basına da yansıyan bir AYM kararını büyüteç altına yatıracağız bu kez. Bunu yapmaktaki amacımız, AYM’nin vatandaşların kamu otoritesi karşısında uğradıkları her türlü mağduriyet üzerine ‘bireysel başvuru’ yoluyla kapısını çalabilecekleri bir hak arama mercii olduğu gerçeğinin altını çizmek, mahkemenin bu bağlamda üstlendiği yaşamsal role dikkat çekmek. Özetle, AYM’nin işlevini yalnızca bugünkü güncel tartışmaların konusu olan alanlarla sınırlı görmemek gerekiyor.
FOTOĞRAFLA ŞANTAJ YAPILINCA
Bireysel başvurucunun adı dosyadaki gizlilik kararı sonucu ‘R.G.’ olarak geçiyor. R.G., Mersin’in Mut ilçesine bağlı bir köyde yaşayan 7 Ocak 2000 doğumlu, bireysel başvuruda bulunmasına yol açan olaylar meydana geldiğinde 18 yaşından küçük olan bir genç kızdır.
Olaylar R.G.’nin 15 Mayıs 2017 tarihinde Mut Devlet Hastanesi’nde yapılan muayenesinde on hafta üç günlük gebe olduğunun tespit edilmesiyle başlar. Yaşının küçük olması ve birden çok kişiyle birlikte olduğunu söylemesi üzerine konu polise ve ardından Mut Cumhuriyet Başsavcılığı’na intikal eder. Savcılık, R.G.’nin adını verdiği beş kişi hakkında soruşturma açar.
R.G., kimden hamile kaldığını bilmemektedir. Polise verdiği ifadesine göre, 2016 başında tecavüze uğramış, daha sonra çıplak fotoğraflarının ailesine gönderileceği tehdidi karşısında başka bir kişiyle de cinsel birliktelik yaşamak zorunda kalmıştır. Sonraki birlikteliklerinde rızasının olduğunu belirtir. Ancak daha sonra her seferinde fotoğraf tehdidi altında temasa zorlandığını söylemiştir.
R.G.’nin ailesi, aynı gün yaşı küçük olan kızlarını istismar eden kişilerden şikâyetçi olur ve gebeliğin sona erdirilmesi talebinde bulunur. Bu arada R.G., babasından korktuğu, ailesiyle birlikte kalamayacağını belirttiği için Başsavcılık talimatıyla yine aynı gün Mersin Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdürlüğü Şiddet Önleme ve İzleme Merkezi’ne teslim edilir.
SULH CEZA HÂKİMİ HER
İktidar blokunda bu yöndeki niyetler açığa vurulunca, bu hedefin hayata geçirilebilmesinin parametrelerine bakmakta yarar var. AYM’nin yeniden yapılandırılması her şeyden önce Anayasa değişikliği gerektiriyor. Çünkü AYM’nin yapısı, kaç üyeden oluşacağı, bunların nasıl seçileceği, nasıl görev yapacakları, mahkemenin görev ve yetkileri gibi başlıkların hepsi, ayrıntılı bir şekilde Anayasa’nın dokuz ayrı maddesinde (145-153) tanımlanmıştır.
Anayasa değişikliğinin referanduma götürülebilmesi için TBMM üye sayısının en az beşte üçünün oyu zorunlu. Bir başka anlatımla, 600 sandalyenin bulunduğu TBMM’de en az 360 milletvekiline ihtiyaç var. AK Parti’nin 291, MHP’nin 48 milletvekilinin bir araya geldiği 339 toplamı, bu eşiğin altında kalıyor. Bu durumda AK Parti-MHP blokunun diğer partilerden, bağımsızlardan destek araması gerekecek ki, mevcut sayısal dengede projenin bu yasama döneminde TBMM’den geçirilebilmesi zor görünüyor.
Böyle de olsa AYM sisteminin değiştirilmesi ileriye dönük bir siyasi hedef olarak gündemden çıkmayacak ve mahkeme bu taleplerin baskısını üzerinde hissedecektir.
AK PARTİ’NİN 2004 REFORMU DÖNÜM NOKTASI
AYM’ye dönük rahatsızlığın önemli bir boyutu, anayasal yargının ‘kuvvetler ayrılığı’ çerçevesinde yürütme erkinin alanını -göreceli olarak- denetleyebilme, sınırlandırabilme gücüyle ilgilidir. Bununla birlikte, mahkemeyle ilgili son dönemdeki şikâyetlerin hatırı sayılır bir bölümünü bireysel başvuru talepleri karşısında verdiği ‘ihlal’ kararlarının oluşturduğu sır değildir.
AYM’nin adil yargılanma hakkı, ifade özgürlüğü, toplanma hakkı gibi başlıklarda verdiği kararlar, önemli ölçüde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihatlarıyla uyumlu bir çizgide şekilleniyor. AYM, bu içtihatları içselleştirilirken kendi özgün içtihatlarını da ortaya koymaktadır.
Buradaki temel konu, AİHM içtihatlarının bugün -siyasiler beğensin beğenmesinler- temel hak ve özgürlükler alanında Türkiye’deki hukuk düzeninin bağlayıcı bir şekilde belirleyici üst normunu oluşturmasıdır. Bu durum, AK Parti’nin reformcu kimliğiyle ön plana çıktığı 2004 yılında CHP ile işbirliği yaparak TBMM’den geçirdiği Anayasa değişikliğinin bir sonucudur.
Meselenin özünde Anayasa’nın 90’ıncı maddesinin sonuna eklenen şu cümle yatıyor: “
Anayasa Mahkemesi (AYM), Türkiye’de siyaset alanında ve kamuoyunda oldukça sert çizgilere tırmanmış bulunan bir tartışmanın konusu haline gelmiş bulunuyor. AYM’nin aldığı kararlar sıkça siyasi aktörlerin ağır eleştirilerine hedef oluyor. Bu kararlar siyaseti ilgilendiren sonuçları nedeniyle önemli sarsıntılara yol açarken, Enis Berberoğlu kararından sonra görüldüğü gibi yargı alanından meydan okumalarla da karşılaşabiliyor. Ayrıca, bazı durumlarda AYM’nin bir üyesinin yaptığı bir sosyal medya paylaşımı mahkemeyi birden dalgalı suların içine de çekebiliyor.
Özetle, bugünlerde bütün projektörler Anayasa Mahkemesi’nin üstünde.
Bütün bu hareketliliğin gerisinde AYM kararlarının taşıdığı ağırlık yatıyor. Birçok kritik konuda son sözü yüksek mahkeme söylüyor. Mahkeme, iktidarın TBMM’den geçirdiği bir yasayı ya da yasanın bazı hükümlerini Anayasa’ya aykırı bulup iptal edebiliyor. Keza, bireysel başvurularda devletin vatandaşa haksızlık yaptığını tespit edip devleti tazminat cezasına çarptırabiliyor. AYM kararları kesin ve bağlayıcı. Anayasa’nın 153’üncü maddesi “Anayasa Mahkemesi’nin kararları kesindir” diye başlıyor ve şöyle bitiyor: “Anayasa Mahkemesi kararları Resmî Gazete’de hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.”
MAHKEMEDEKİ OYLAMA KALIPLARI
Peki, AYM’de bu kritik kararlar nasıl alınıyor? Mahkeme içindeki oylama kalıpları nasıl şekilleniyor. Daha doğrusu, yerleşmiş oylama kalıpları var mı? Yoksa dosyadan dosyaya farklılaşan bir örüntü mü söz konusu? AYM içindeki dengeler nasıl oluşuyor? On Birinci Cumhurbaşkanı Abdullah Gül döneminde üyeliğe gelen AYM yargıçlarının bugün mahkemedeki etkileri ne derecededir? Cumhurbaşkanlığı’na 2014 yılında Recep Tayyip Erdoğan’ın gelmesinden sonraki 5-6 yıl içinde mahkemeye seçilen yeni üyeler kararlarda belirleyici olabiliyorlar mı?
Can alıcı iki soru daha var. Mahkemeye Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından atanmış olup iktidarın beklentisinden farklı yönde oy kullananlar oluyor mu? Keza, Gül döneminde seçilip iktidarla aynı dalga boyunda hareket eden yargıçlar var mı?
Bugünkü yazımızda AYM Genel Kurulu’nun yakın dönemde bazı kritik oylamalarına hâkim olan oy kalıpları üzerinden bu sorulara yanıt aramaya çalışacağız. Beş üyenin katılımıyla alınan bölüm kararlarını bu değerlendirmenin dışında tutuyoruz.
ÜYE SAYISI 16'DAN 15'E DÜŞÜYOR
AYM’nin bu kararı önemliydi, çünkü mahkemenin aynı konuda önceki içtihadını 180 derece değiştirmekteydi.
Meseleyi açıklayabilmek için önce geçmişteki içtihadı hatırlayalım. Kısaca “Rahşah Affı” diye bilinen, 2000 yılında çıkartılmış olan infaz sistemindeki değişikliklere ilişkin yasa, ertesi yıl AYM’nin verdiği ilginç bir karara konu olmuştu. AYM, yasanın bazı maddelerini iptal eden, bazı maddeleriyle ilgili itirazları reddeden, sonuçta iptaller nedeniyle kapsamın genişletilmesi sonucunu doğuran bir karar almıştı. Mahkemenin Anayasa’nın ‘eşitlik ilkesi’ne dayandırdığı bu kararı yasanın kapsamı dışında tutulan birçok suç kategorisini de affa dahil etmişti.
CUMHURBAŞKANI SEZER’İN VETOSU
Dönemin koalisyon hükümeti, bunun üzerine yasayı yeniden düzenleyerek TBMM’den geçirmiş, ancak yasa bu kez Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in vetosuna takılmıştı.
TBMM, Sezer’in vetosuna rağmen yasayı aynı haliyle yeniden çıkartınca Sezer Anayasa’nın kendisine verdiği yetkiyi kullanarak yasayı ‘şekil’ yönünden AYM’ye götürmüştü. Sezer’in AYM’ye başvuru gerekçesi, yasa geçerken TBMM’de kullanılan kabul oyları sayısının Anayasa’da af yasaları için öngörülen sayısal eşiğin altında kalmasıydı.
Anayasa’nın 87’nci maddesi, TBMM’nin görev ve yetkilerini sıralarken “Üye sayısının beşte üç çoğunluğunun kararı ile genel ve özel af ilanına karar vermeyi” de sayıyor.
AYM, 28 Mayıs 2002 tarihinde ‘oybirliği’ ile aldığı kararda, Sezer’in başvurusunu yerinde bulmuştur. Mahkeme, yapılan infaz düzenlemelerinin af niteliğinde olduğuna kanaat getirerek, Anayasa’nın 87’nci maddesinin öngördüğü beşte üç çoğunluğa ilişkin usul şartının karşılanmadığı gerekçesiyle yasayı iptal etmiştir.
CHP’nin bu yıl AYM’ye yaptığı başvuru da aynı mantığa dayanıyordu.
AYM’nin 16 üyesinin oybirliğiyle aldığı bu kararın gerekçesinin geçen cuma günü Resmi Gazete’de yayımlanmasıyla birlikte, merkezinde Berberoğlu’nun yer aldığı dört yıldır sürmekte olan bir hukuk tartışması nihayet buluyor.
Kararı değerlendirmeden önce dosyayı ana hatlarıyla hatırlayalım.
Bütün süreç İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 18 Nisan 2016 tarihinde Enis Berberoğlu hakkında casusluk suçlamasıyla hazırladığı bir fezlekeyi TBMM’ye göndermesiyle başlamıştı. Bu yazışmadan bir süre sonra TBMM’de 20 Mayıs 2016 tarihinde Anayasa’ya eklenen geçici 20’nci madde ile bu tarihe kadar TBMM’ye intikal etmiş bütün fezlekelerdeki milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması kararlaştırılmıştı.
Dokunulmazlıklar kaldırılınca Berberoğlu, İstanbul’daki 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanmış ve 14 Haziran 2017 tarihinde casusluk suçundan müebbet hapis cezasına çarptırılmış, daha sonra bu ceza infaz ve iyi hal indirimleriyle 25 yıla indirilmişti. Berberoğlu, aynı gün tutuklanarak hapse atılmıştı. Ardından istinaf sürecinde Berberoğlu’nun mahkûmiyeti casusluk suçlamasından bozulup, yalnızca devlete ait gizli bilgileri açıklama suçu sabit görülerek, cezası 5 yıl 10 ay hapse çevrilmişti. (13 Şubat 2018)
YARGITAY VE TBMM’DEKİ SÜREÇ
Berberoğlu cezaevinde tutuklu iken 24 Haziran 2018 seçimlerinde partisi tarafından aday gösterilip yeniden milletvekili seçilmiştir. Buna karşılık Yargıtay 16. Ceza Dairesi, 19 Temmuz 2018 tarihinde aldığı bir kararla, Berberoğlu bir kez daha seçildiği için yeniden dokunulmazlık kazandığı, dolayısıyla yargılamanın durması ve tutukluluğunun kaldırılması gerektiği yolunda yapılan başvuruyu reddetmiştir.
Bu arada Yargıtay’ın aynı dairesinin daha sonra kendisiyle ilgili mahkûmiyeti onarken, cezasının infazının milletvekilliği sona erinceye kadar ertelenmesi yolundaki bir başka kararı sonucu Berberoğlu, 15 ay sonra 20 Eylül 2018 tarihinde serbest bırakılmıştır.
Yargıtay’ın ikinci kararı bir anlamda topu TBMM’ye atıyordu. Bu çerçevede ertelenen ceza “
Raporda bir sözcüğün çok sık kullanılması dikkatimi çekti. Gerileme, geriye doğru gitme, kayma anlamındaki “backsliding” sözcüğü tam 26 kez kullanılmış.
Avrupa Komisyonu’nun bu fiili, demokrasi, temel haklar, ifade özgürlüğü, yargı bağımsızlığı gibi başlıklarda Türkiye’nin hal ve gidişini değerlendirirken bu kadar sıklıkla kullanmış olması, 115 sayfa tutan ayrıntılı rapora ne kadar eleştirel bir bakışın hâkim olduğunu görmek bakımından yeterlidir.
Daha sonra 29 Mayıs 2019 tarihinde açıklanmış olan bir önceki ilerleme raporuna baktığımda aynı sözcüğün 27 kez kullanılmış olduğunu tespit ettim. Aslında ikisini yan yana koyduğumuzda, AB Komisyonu’nun bu başlıklarda ‘geriye gidişi’ bir süredir Türkiye’deki yerleşik yöneliş olarak gördüğü ortaya çıkıyor.
Komisyon raporunu tamamlayan ‘Genişleme Stratejisi Belgesi’nde de aynı terminoloji hâkim olmakla birlikte ayrıca “uzaklaşma” teması da işleniyor. Sıralanan bütün bu alanlardaki geriye gidiş nedeniyle “Türkiye’nin AB’den daha da uzaklaştığı” belirtiliyor. AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Oliver Varhelyi, raporun takdimi sırasında yaptığı açıklamada “Maalesef Türkiye, AB’den daha da uzaklaşma eğilimini tersine çevirmedi” diye konuşmuş.
DIŞİŞLERİ’NDEN ÇOK SERT AÇIKLAMA
Bu yılki raporda dikkatimi çeken bir başka nokta, özellikle Türkiye’deki başkanlık sistemi ile ilgili eleştirel bakışın kuvvetlenmiş olması. Raporda, anayasal mimarinin, gücün Cumhurbaşkanlığı’nda merkezileşmesine yol açmak suretiyle etkili bir kuvvetler ayrılığını olumsuz etkilediği, bu durumun fren ve dengeleme mekanizmalarını sınırladığı tezi işleniyor.
Raporun bu yönü Dışişleri Bakanlığı tarafından aynı gün yapılan son derece sert bir açıklamada özel bir vurgu aldı. AB’nin genel yaklaşımını “önyargılı, yapıcılıktan uzak ve çifte standartlı” olarak nitelendiren Dışişleri açıklamasında rapora getirilen eleştirilerden biri de Türkiye’nin “yönetim sistemi”nin hedef alınmasıydı.
Dışişleri’nin açıklamasının en kuvvetli bölümlerinden biri şu paragraftı:
Bu kez salgının Türkiye’deki seyrini dünyadaki gidişatı ve özellikle önde gelen Avrupa ülkelerindeki son gelişmelerle karşılaştırmalı bir şekilde değerlendirmeye çalışalım.
Yola çıkarken önce Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) web sitesinde yayımladığı küresel tabloya göz atalım. DSÖ, bu tabloda dün Sağlık Bakanlığı’nın önceki günkü paylaşımında duyurulan 329 bin 138 sayısını kullanmıştı. Bu tabloda, Türkiye toplam vaka sayısı 300 binin üzerinde olan ülkeler için kullanılan koyu mavi renkle kaplı bir ülke. Bakanlığın son dönemde COVID-19 testi pozitif çıkmış belirti gösteren ‘hastalar’ için verdiği bu sayı DSÖ’nün tablosunda ‘teyitli vaka’ olarak takdim ediliyor.
Bir başka önemli veri tabanı ABD’deki prestijli Johns Hopkins Üniversitesi’nin açık kaynaklar üzerinden oluşturduğu gösterge tablosu. Türkiye, dün buradaki toplam vaka sıralamasında Sağlık Bakanlığı’nın önceki gün açıkladığı 329 bin 138 sayısı ile dünyanın 20’nci ülkesi olarak görünüyordu. (Hasta sayısı bu listede de vaka olarak gösteriliyor.)
Bu sıralamada ABD 7.5 milyon teyitli vakayla birinci geliyor. Onu 6.8 milyon vakayla Hindistan ve 5 milyon vakayla Brezilya izliyor. Tepedeki bu kümeden sonra dördüncülükte 1.2 milyon vakayla Rusya’yı görüyoruz. Bunlar dışındaki bütün ülkeler vaka sayısında 1 milyon eşiğinin altında yer alıyor.
Sıralamada Avrupa cephesinde İspanya yaklaşık toplam 835 bin vakayla 7’nci, Fransa 693 bin vakayla 10’uncu, Birleşik Krallık 546 bin vakayla 12’nci, İtalya 333 bin vakayla 18’inci geliyor. Almanya 311 bin vakayla 23’üncü sırada yer alıyor.
*
Geride bıraktığımız yaz aylarıyla kıyasladığımızda Türkiye’nin toplam vaka sıralamasındaki yerinin gerilediğini belirtmeliyiz. Türkiye, geçen nisan ayında salgının ilk dalgasında bu başlıkta ilk 10 içinde yer almış, örneğin 20 Nisan tarihinde 7’nciliğe kadar çıkmıştı. Ardından vaka artış hızının düşmesi ve yeni ülkelerin denkleme girmesiyle birlikte, Türkiye listede aşağı doğru inmeye başlamıştı. Örneğin, 17 Haziran’da 13’üncü sıraya inmişti.
Bir ülkenin salgınla mücadelede küresel sıralamadaki yerini değerlendirebilmek bakımından başvurulacak önemli bir referans test yapma kapasitesidir. Türkiye, geçen salı günü 11 milyonun üzerine çıkan toplam test sayısıyla sıralamada 11’inci geliyor. Çin’in bugüne dek 160 milyon, ABD’nin 114 milyonun üstünde test yaptığını kayda geçelim. Avrupa cephesinde Birleşik Krallık 26 milyon, Almanya 18 milyon, İspanya 13.7 milyon testle yukarı sıralarda yer alıyor. İtalya 12 milyon, Fransa ise 11.7 milyon toplam test sayılarıyla Türkiye’nin hemen üstünde konumlanıyor.