Sedat Ergin

‘Vaka’dan ‘hasta’ açıklamaya ne zaman geçildi?

24 Kasım 2020
Bugünkü yazımızda geçen yaz aylarına ait bir grafiğin kullanılmasını ilk bakışta yadırgayabilirsiniz.

Bu görsel malzemeyi 5 Ağustos tarihinde bu köşede “Yoğun Bakımdaki Hasta Sayısı Neden Açıklanmıyor” başlığıyla yayımlanan yazımda kullanmıştım. Sağlık Bakanlığı’nın haziran ve temmuz aylarına ilişkin açıkladığı COVID-19 verileri esas alınarak hazırlanmış olan bir grafik bu.



Bugün yapmak istediğimi, geçen yaz pandemiyle ilgili verileri değerlendirmeye çalışırken uzun bir süre zihnimi meşgul eden bazı soruların yanıtlarını yerli yerine oturtma çabası şeklinde görebilirsiniz. Gazeteci olarak zihninizde asılı duran sorular kaldıysa, bugünün verileri üzerinden geçmişe ait bu soruları aydınlatma, meseleyi sorgulamayı sürdürme çabasından kopmamak gerekiyor.

ARTAN VAKALAR NASIL DÜŞTÜ?

Mesele neydi? Mesele, geçen yazın başında salgınla mücadelede normalleşmeye geçildikten sonra açıklanan COVID-19 vakalarının önce birden artmaya başlaması ve ardından bu vakaların, -üstelik yoğun bakım sayıları da yükselirken- birden düşüşe geçmesiydi. O dönemde garipsediğim, şüpheyle yaklaştığım ve sorular sorduğum bir konuya bugün biraz daha net bir şekilde bakabiliyorum.

Yazının Devamını Oku

Yargı reformu tartışmasına nasıl bakmalıyız?

21 Kasım 2020
Son günlerde kendimizi yeniden bir yargı reformu tartışmasının içinde bulduk.

Bu tartışmanın başlangıç noktalarından biri, ekonomi yönetiminde meydana gelen beklenmedik, sarsıntı yaratan değişikliklerle birlikte Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kuvvetli bir reform söylemine yönelmesi oldu.

Bir başka kulvarda da Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, son günlerde yaptığı konuşmalarda birbiri ardına verdiği bir dizi mesajla kamuoyunun dikkatini yargı reformu başlığına çekti.

Ancak son yargı reformu tartışmasında -geçmişteki benzer süreçlerle kıyaslandığında- bu kez göze çarpan farklı bir durum var. O da kamuoyunun hiç de azımsanmayacak bir kesiminde reform vaatlerinin hemen üstüne atlamayan, önce uygulamayı görmek isteyen ihtiyatlı bir duruşun belirmekte oluşudur.

NETLEŞMESİ GEREKEN SORULAR

Bu temkinli bakış bir dizi faktörden kaynaklanıyor. Bunlardan birincisi, AK Parti’nin 18 yıldır iktidarda olmasının yarattığı psikolojiyle ilgilidir. Kesintisiz bu kadar uzun bir süre iktidarda kaldıktan sonra varılan noktada yargıda köklü bir reform ihtiyacından söz edildiğinde bu bir yorgunluğa yol açıyor.

İkincisi, daha önce gerçekleştirilen benzer reform hamlelerinden sonra reformun ruhundan ve lafzından uzak düşen uygulamaların tetiklediği inandırıcılık meselesidir. Reform düzenlemelerinin yargı alanında hayatın akışıyla sıkça örtüşmemesi, bazı kronik sorunların aynen devam etmesi, kaçınılmaz olarak toplumun geniş bir kesiminde şüpheci bir bakışın belirmesine neden oluyor.

Bu bağlamda, telaffuz edilen reform hazırlığının gerçekten tarafsız ve bağımsız bir yargı hedefiyle değişim yönünde sahici bir arzuyu mu yansıttığı, yoksa konjonktürün dayattığı bir sıkışıklığı aşmak, zaman kazanmak için başvurulan taktik bir hamle mi olduğuna dair kamuoyunda belirmiş olan soruların yanıtlarının netleşmesi gerekiyor.

GÜL: ‘ADALET 

Yazının Devamını Oku

Cemil Çiçek’ten Alaattin Çakıcı tepkisi

20 Kasım 2020
Cemil Çiçek, “Siyaset nezaket içerisinde yapılan bir iştir. Bir siyasi parti genel başkanına, kendisini tasvip edin etmeyin, bu üslupla hakaret edilmesi, kime yapılırsa yapılsın, asla tasvip edilecek bir husus değildir” diye söze girdikten sonra ekliyor:

Bunun aması, fakatı, özel gerekçesi olamaz. Doğru bulmuyorum...”

Çiçek ile dün yargı reformu konusundaki tartışmalar ve kendisinin bu konudaki son beyanlarıyla ilgili sohbet ettik. Bir sorum üzerine konu Alaattin Çakıcı’nın CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu hedef alan açıklamalarına geldi. 

Eski TBMM Başkanı, Böyle bir hakaret varsa savcılığın zaten kendiliğinden soruşturma açması gerekiyor. Kaldı ki, Kemal Bey’in avukatının da bir müracaatı var” diye konuştu.

KAYIT DIŞI SİYASETİN TEZAHÜRÜ

Çiçek’in bu sözlerinden kısa bir süre önce Çakıcı’nın tehditleriyle ilgili olarak Cumhuriyet Savcılığı’nın soruşturma açtığı AK Parti Grup Başkanvekili Bülent Turan tarafından gazetecilere açıklanmıştı.

Peki, organize suç örgütü lideri olduğu gerekçesiyle yargılanıp 20 yıl hapis cezasına çarptırılan ve infaz yasasında yapılan son değişikliklerden yararlanarak serbest bırakılan bir hükümlünün ülkedeki siyasi tartışmanın bir parçası haline gelmesini Cemil Çiçek nasıl değerlendiriyor?

Çiçek, “Ben senelerdir kayıt dışı siyaset diye bir kavramdan söz ediyorum. Bunun birçok alternatifi var. Bu da sözünü ettiğim kayıt dışı siyasetin bir tezahürüdür” diye yanıtlıyor.

KAYIT DIŞI DİN VE EKONOMİYE DE DİKKAT

Yazının Devamını Oku

Pompeo’nun Patrikhane ziyareti ABD ile ilişkilerde hasarı arttırdı

19 Kasım 2020
“Bu cami çok değerlidir. Mimar Sinan’ın mimari dehasını göreceli olarak küçük bir fiziki mekânda ortaya koymasının muhteşem bir örneğidir. Ayrıca, camideki İznik çinilerinin devam eden restorasyon süreci de hayranlık uyandırıyor. İznik’ten gelen ustalar 16’ncı yüzyılın çinilerinin tarzını ve kalitesini aynen yaratıyorlar.”

Bu ifadeleri Mimar Sinan üzerine bir sanat tarihi seminerinden değil, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın üst düzey bir yetkilisinin geçen pazartesi günü Bakan Michael Pompeo’nun İstanbul’a yapacağı geziye ilişkin basına verdiği resmi brifingden alıntılıyoruz.

ABD’li yetkilinin sözleri, Pompeo’nun önceki günkü İstanbul ziyareti sırasında neden Tahtakale’deki Rüstem Paşa Camisi’ni programına dahil ettiği konusundaki bir soruya yanıt olarak geliyor.

Gelgelim Pompeo’nun Rüstem Paşa Camisi’ne de uğraması, İstanbul gezisinin Washington ile Ankara arasında yol açtığı büyük sarsıntıyı hafifletmeye yetmemiştir. Çünkü, ziyaretin ağırlık merkezini ABD Dışişleri Bakanı’nın Fener Patrikhanesi’ne giderek, burada Rum Ortodoks Patriği I. Bartholomeos ile yaptığı görüşme oluşturmuştur.

Pompeo, ziyareti sırasında kaldığı Çırağan Oteli’nde ayrıca Vatikan’ın Türkiye’deki diplomatik temsilcisi Başpiskopos Paul Russell ile de görüşmüştür. ABD doğumlu olan Russell, Pompeo’nun Boston’dan tanıdığı bir din adamıdır.

POMPEO ANKARA’YI ÇOK KIZDIRDI

 Türkiye’ye gelen Batılı devlet adamlarının birçoğunun İstanbul’da Fener Patriği’ni ziyaret etmeleri artık alışılagelmiş bir gelenek olmakla birlikte, Pompeo’nun teması her bakımdan farklıdır. Şu nedenle ki, Pompeo bizzat bu görüşme için Türkiye’ye ayak basmıştır.

Bu yönüyle diplomatik gelenekleri altüst eden, Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin tarihinde benzerine pek rastlanmayan bir ziyaret olmuştur. ABD Dışişleri’nin bu seyahati ilk kez duyurduğu resmi açıklamasında, Fener Patriği ile görüşmede “Türkiye ve bölgedeki dini meselelerin ele alınarak, ABD’nin tüm dünya genelinde dini özgürlükler konusundaki güçlü duruşunun vurgulanacağı” belirtilmiştir.

Ankara’yı sinirlendiren noktalardan biri, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın ziyareti açıklarken kullandığı bu ifadeler oldu. Dışişleri Bakanlığı, 11 Kasım’da sözcü

Yazının Devamını Oku

COVID-19’la mücadelenin başarısı için şeffaflık vazgeçilmez

18 Kasım 2020
Bütün olgular COVID-19 salgınının tahminlerin de ötesinde son derece tehlikeli bir seyre girmiş olduğunu gösteriyor.

Prof. Osman Müftüoğlu, “muhtemel bir tsunaminin patlamak üzere olduğu” yolundaki kaygılarını gizlemedi önceki günkü yazısında. Yeniden kısıtlamalara gidilmesi yönünde bir dizi önlem alınırken,  Türkiye’nin büyük ölçüde başa dönmekte olduğu ileri sürülebilir.

Üstelik, Sağlık Bakanlığı’nın veri açıklama yönteminde gittiği değişiklikler salgının geçen ilkbahardaki ilk dönemiyle bugünkü tablo arasında sağlıklı bir karşılaştırma yapabilmemize de izin vermiyor.

Örneğin, ilk dönemde yoğun bakımda tutulan ve ayrıca entübe edilen hastaların toplam sayıları ayrı ayrı verilirken, 29 Temmuz’dan bu yana ‘ağır hasta’ şeklinde farklı bir kategori açıklandığından, bu göstergeleri birbirleriyle kıyaslayamıyoruz.

Keza ilk dönem COVID-19 testi pozitif çıkan bütün vakalar paylaşılırken, artık testi pozitif çıkanlar arasında yalnızca belirti gösterenler ‘hasta’ başlığı altında duyuruluyor. COVID-19 pozitif olup belirti göstermeyenlerin sayısı paylaşılmıyor. Dolayısıyla farklı durumları gösteren ‘vakalar’ ile ‘hastalar’ı kıyaslamak yanıltıcı olabilir.

BİRİNCİ DALGADA EN YÜKSEK VAKA 5 BİN 138 ÇIKMIŞTI

Geçen nisan ayında salgının en yüksek eşikte olduğu 11 Nisan’da bir günde 5 bin 138 vaka açıklanmıştı. Bu, o dönemde kaydedilen en yüksek vaka sayısıydı. Ardından günlük vaka sayılarında sürekli bir düşüş eğrisi gözlenmişti. Buna karşılık temmuz ayında vaka değil hasta sayısı duyurulmaya başlanınca, bu eğrinin sonraki seyrini bilemiyoruz.

Yeni hasta sayısı önceki gün 3 bin 316 olarak açıklanmıştır. Ancak günlük vaka sayısının bunun çok üstünde olduğunu tahmin etmek hiç de güç değil. COVID-19 vakalarının genellikle yüzde 20’si belirti gösterdiğinden, toplam vaka sayısını tahmin etmek için genellikle belirtili hasta sayısı beşle çarpılıyor. Bu yöntemi uyguladığımızda 16 bin 580 gibi tahmini bir sayıya ulaşırız ki, bu da bizi aslında nisan ayındaki zirve eşiği olan 5 bin 138 vaka sayısının çok üstünde bir noktaya taşır. Kaldı ki, bu rakamın daha da yüksek olması muhtemeldir.

Vefat sayılarına bakıldığında, ilk dönemde en yüksek vakanın görüldüğü 11 Nisan günü COVID-19’dan 95 ölüm raporlanmıştı. Önceki akşamki vefat sayısı ise 94’tü. Birinci dalgada bir günde en yüksek vefat sayısı 127 kayıpla 19 Nisan’da kaydedilmiştir.

Yazının Devamını Oku

Salgında her gün bir İzmir depremi oluyor, farkında mıyız?

17 Kasım 2020
Sağlık Bakanlığı, geçen temmuz ayının sonunda COVID-19 vakalarının yeniden kötüleşme yönelişine girdiği sırada birden ‘yoğun bakım’da tutulan ve ‘entübe edilen’ hastaların sayılarını açıklamayı kesmiş ve bu iki kategori yerine ‘ağır hasta’ başlığı altında yeni bir göstergeye ilişkin verileri paylaşmaya başlamıştı.

Resmi rakamlara göre, 28 Temmuz günü COVID-19’dan yoğun bakımdaki hastaların sayısı 1.280 ve bunlar arasında entübe edilmiş olanların sayısı ise 403’tü. Ancak 29 Temmuz günü 542 olarak verilen ‘ağır hasta’ sayısı ile yetinmemiz gerekti.

Kamuoyuyla veri paylaşımına ilişkin yöntem ne kadar değiştirilse değiştirilsin gerçek yine bir şekilde kendini gösteriyor. Önceki akşam Sağlık Bakanlığı tarafından yapılan paylaşıma göre, 29 Temmuz’da 542 olan ağır hasta sayısı 3 bin 439’a çıkmıştı. Bu durumda yaklaşık dört aylık bir süre içinde ağır hasta sayısının altı kattan da fazla arttığı sonucuna varıyoruz.

Yazıda yer verdiğimiz grafikte ağır hastaların haftalık ortalama sayılarına baktığımızda bu göstergenin son dönemde ne kadar kuvvetli bir artış eğrisi çizdiğini görebiliriz. Özellikle 26 Ekim, 2 Kasım ve 9 Kasım’da başlayan haftalarda, yani son üç hafta boyunca ağır hastaların sayısında düzenli bir şekilde sert artışlar yaşandığını vurgulamalıyız.

Ayrıca, tam bir ay öncesine baktığımızda 12-18 Ekim haftasında 1.422 olan haftalık ortalama ağır hasta sayısının geçen hafta 3 bin 201 e çıkmış olması bir ay içinde iki katından fazla bir yükselişe işaret ediyor.

GÜNLÜK HASTA SAYISINDA 3 BİN EŞİĞİ AŞILDI

Sağlık Bakanlığı uzunca bir zamandır günlük ‘yeni vaka’ sayısını açıklamayı kestiği için son günlerde vakaların tırmanışa geçmesi gerçeği karşısında günde ne kadar vatandaşımızın COVID-19’a yakalandığını ne yazık ki bilemiyoruz.

Tek bilebildiğimiz, COVID-19 testi pozitif çıkan ve belirti gösterenlere ilişkin ‘yeni hasta’ sayısıdır ki, o da Türkiye’de tespit edilen günlük toplam vakaların çok altındadır. Çünkü, testi pozitif çıkanlar belirti göstermiyorsa, taşıyıcı olmalarına ve bakanlığın sistemi içinde tedaviye alınmalarına rağmen sayıları gizli tutuluyor.

Önceki gün açıklanan ‘yeni hasta’ sayısı 3 bin 223’tü. Geçen haftanın önemi, bu sayının ilk kez 3 bin eşiğinin üstüne çıkmış olmasıdır. Yeni hasta sayısı, ilk duyurulduğu 29 Temmuz tarihinde 942 idi.

Yazının Devamını Oku

Mesut Bey'in ardından (2) - Mesut Yılmaz’ın tarihteki yerine adil bakabilmek

14 Kasım 2020
Mesut Yılmaz’ın siyasi serüvenini tek bir yazının sınırları içine sığdırıp değerlendirebilmek çok zor.

Onun yakın tarihte oynadığı rolü bütünlüğü içinde yerli yerine oturtmak çok katmanlı bir çabayı gerektiriyor.

Öncelikle, 1990’lı yıllarda Türkiye’de siyasetin akışında, birçok kritik gelişmenin arkasında Mesut Bey’in kararlarının, yaptığı hamlelerin izleriyle karşılaşıyoruz. Bu yıllar, siyasi istikrar anlamında Türkiye’nin genellikle krizler içinde savrulduğu bir dönemdir.

Bu arada, Mesut Bey’e ilişkin bir analizi yalnızca kendisinin 1990’lı yıllardaki rolüyle sınırlı tutmak da haksızlık olur. Bu dönemin ardından AB’ye tam üyelik müzakerelerindeki rolü üzerinden Türkiye’nin 2000’li yılların başlarındaki yönelişine yaptığı etkiye de kuvvetli bir projektör tutmak gerekir.

1991’DE ERKEN SEÇİM KARARI

Türkiye’de 1990’lı yıllarda siyasetin başat oyuncularından biridir Mesut Bey. Siyasi yolculuğundaki ilk büyük dönüm noktası 1991 yılında çekişmeli bir kongrede ANAP genel başkanlığına seçilip başbakanlığı üstlenmesidir. Üstelik, ANAP içinde Turgut Özal ile arasına bir mesafe koyarak, kendisini farklı bir kimlikle tanımlayarak bunu yapmıştır. Özalın reformcu çizgisini korumakla birlikte bazı şeyleri ondan farklı yapacağını taahhüt ederek o göreve gelmiştir.

Siyasi hayatının kritik bir kararı ANAP liderliğini üstlendikten sonra 1991 Ekim ayı için erken seçim çağrısında bulunmasıdır. Bu kararı DYP-SHP koalisyonunu işbaşına getirirken, kendisini de ana muhalefet lideri konumuna düşürmüştür. Mesut Bey, sonradan bu kararını hatalı bulduğunu söylemiştir. Ancak seçimin bir yıl sonra zamanında yapılması Süleyman Demirel’in DYP’sine doğru başlamış olan hareketliliği frenleyebilir miydi, bu da şüphelidir.

ÇİLLER-YILMAZ KAVGALARI

Aslında 1990’lı yıllarda Türkiye’de siyasetin ana akışını belirleyen çerçeve, 12 Eylül darbesinin 1980 öncesinin siyaset kadrolarını yasaklaması sonucu hem merkez sol hem de merkez sağda nehrin yatağının dağılmış olmasının yarattığı tahribattır.

Yazının Devamını Oku

Mesut Bey'in ardından (1) - Gazetecilerle ilişkisi hep çekişmeli oldu

13 Kasım 2020
Gazetecilerle siyasetçilerin ilişkilerinin nasıl olması gerektiği basın tarihi kadar eski bir sorudur.

Bu sorunun yanıtı bitmeyen bir tartışmanın da konusudur. Geleneksel bakış, gazetecilerin siyasetçilerle her zaman mesafelerini korumaları gerektiğini belirten ödünsüz bir çizgiyi savunur.

Teorik olarak doğrusu bu olabilir. Ancak hayatın akışı her zaman bu çizgiyi izlemez. Siyasetçi de gazeteci de insandır. Ve iki insanın bir araya geldiği her ortamda insanlara dair bir durum, durumlar vardır. Bu iki insandan biri hedefleri doğrultusunda giden, siyasi çıkarlarına odaklanmış bir siyasetçi, diğeri ise görevi onu izlemek olan ve gözü haberden başka hiçbir şey görmeyen bir gazeteci ise aralarındaki ilişki –ne kadar yakın olsalar da- dört mevsimin bütün iklim koşullarına açık olacaktır.

Siyasetçi ile gazetecinin tanışıklığı uzun bir zamana yayılmışsa, görevleriyle aralarındaki dostluğun çatışabildiği durumların yaşanması eşyanın tabiatı gereğidir. Eski başbakanlardan Mesut Yılmaz’ın yakın bir zamandaki ölümü, beni bu düşünceler üzerinden eskilere giden hukukumuzun bir muhasebesine yöneltti.

VİYANA’DAKİ SERT ÜSLUP

Benim Mesut Bey’le ilk temasım olumsuz tonda geçen bir konuşmayla başladı. Cumhuriyet gazetesinin Ankara bürosunda diplomasi muhabiri olarak görev yaptığım 1986 yılı eylül ayında dönemin başbakanı Turgut Özal’ın Viyana’da katıldığı, Avrupa Demokrasi Birliği’nin (EDU) düzenlediği ‘Avrupa Muhafazakâr Parti Liderleri Konferansı toplantısını izlemekle görevlendirildim. Özal, 19-20 Eylül 1986 tarihlerindeki bu toplantıda Avrupa’nın önde gelen merkez sağ liderleriyle buluşacaktı.

Özal’ın Viyana heyetindeki isimlerden biri ANAP’ın kurucularından olan ve 1983 seçimlerinden hemen sonra ilk kabinesinde basından sorumlu devlet bakanlığı görevine getirdiği Mesut Yılmaz’dı. O dönemde Dışişleri Bakanlığı’na baktığım için karşılaştığım, tanıdığım bir siyasi değildi kendisi.

Gazeteci olarak görevim, Turgut Bey’in katıldığı toplantıda neler konuşulduğunu öğrenmekti. Toplantıdan sonra otelin lobisinde Mesut Yılmaz’ı gördüm. Yanına giderek kendimi tanıttım ve toplantının nasıl geçtiğine ilişkin bir-iki soru sordum.

O anı çok iyi hatırlıyorum. Bana “

Yazının Devamını Oku