Paylaş
Her ülkede iktidarlar, siyasi yelpazedeki muhtelif aktörler, sandıktan Cumhuriyetçi ya da Demokrat bir adayın çıkması ihtimallerinin kendi çıkarları, pozisyonları ve beklentileri açısından bir muhasebesini yapmakla meşgul bugünlerde. Bu durum kuşkusuz Türkiye açısından da geçerli.
Öncelikle tek tek ülkelerden bağımsız olarak genel bir tespit yapmamız gerekir. ABD başkanlık seçimi, her şeyden önce üzerinde yaşadığımız dünyayı özellikle iklim değişikliği ve çevre koşulları başlıklarında nasıl bir geleceğin beklediği sorusunun yanıtı bakımından da önemli.
Bunun gibi kimin kazanacağı uluslararası sistemin yapısı ve işleyişi açısından da bir dizi sonuç doğurmaya aday. Trump’ın başkanlığı, ABD’nin içine kapanma eğiliminin daha güçlü hissedileceği, Avrupa’ya ve NATO’ya dönük taahhütlerinin zayıfladığı, dolayısıyla Transatlantik işbirliğinin kurumsal olarak gerilediği, temelinde uluslararası sistemdeki çözülmenin hızlandığı bir dünya anlamına gelecektir.
Hangi adayın kazanacağı birçok uluslararası meselenin geleceği açasından da belirleyicilik taşıyacak. Örneğin Biden’ın seçilmesi halinde, ABD’nin İran’la nükleer anlaşmaya yeniden dönmesi beklenen bir adımdır.
Bunun gibi birçok konu değişiklik potansiyeli barındırıyor. Bu değişikliklerin kayda değer bir bölümü Türkiye’yi de yakından etkileyecektir. Biden seçilirse nasıl bir Suriye politikası izleyeceği Türkiye açısından hayati önemdedir.
*
Bir de ikinci bir kümede toplayacağımız doğrudan ikili düzeydeki muhtemel sonuçlar var. Bunlar, seçilecek başkanın ve getireceği kadroların doğrudan Türkiye’ye ve Türkiye’de işbaşındaki iktidara bakışlarından ve aynı zamanda kişisel düzeydeki ilişkilerden kaynaklanacak olan sonuçlardır.
Trump ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan arasında şahsi düzeyde yakın, sıcak bir ilişki kurulmuş olduğu için Cumhuriyetçi adayın kazanmasının tercihe şayan olacağı yolunda yaygın bir görüş var. Türkiye’de en azından iktidar cenahındaki bakış bu yönde şekilleniyor.
Kuşkusuz Trump seçeneğinin bir dizi artısı var Erdoğan cephesinde. Söz gelimi, Erdoğan bir mesele çıktığında, kendisiyle konuşma ihtiyacı duyduğunda karşısında kolaylıkla ulaşabildiği, sıkça aynı frekansta buluşabildiği bir ABD başkanı bulabiliyordu. Dahası, Erdoğan ile Trump bazı meselelerde ABD’deki güvenlik bürokrasinin itirazlarına rağmen aralarında bazı hareket tarzları geliştirebiliyorlardı.
Bu durumun en çarpıcı örneği geçen yıl 6 Ekim tarihinde yaptıkları telefon konuşmasında Trump’ın Türkiye’nin Fırat’ın doğusunda Suriye topraklarından içeri girmesine ABD açısından mutabakatını bildirmiş olmasıdır. ‘Barış Pınarı’ harekâtının önünü açan bu görüş birliği ABD’deki güvenlik bürokrasisi için ciddi bir şok olmuştur.
Aralarındaki yakın diyalogun önemli bir başka sonucu, S-400 yaptırımlarının ötelenmesi konusunda ortaya çıkmıştır. CAATSA Yasası diye bilinen mevzuat, Rusya’dan askeri malzeme alan ülkelere ABD Başkanı’nın kararıyla yaptırım uygulanmasını öngörüyor. Ancak Trump, yasaya rağmen bu yaptırımları devreye sokmamıştır. Ayrıca, ‘Barış Pınarı Harekatı’ nedeniyle hazırlanan bir yaptırım tasarısı da Cumhuriyetçilerin çoğunlukta olduğu Senato’da benzer şekilde ötelenmiştir.
S-400’lerle ilgili yaptırımların ertelenmesi büyük ölçüde Amerikan tarafının S-400’lerin ambalajlarından çıkartılmayacağı yolundaki beklentisine dayanıyordu. Oysa geçen ayın ortasında Sinop’ta yapılan S-400’lerin deneme atışları bu beklentiyi boşlukta bırakmıştır. Dolayısıyla S-400 dosyasının Trump kazansa da türbülans yaratması kaçınılmaz görünüyor.
*
Böyle de olsa Trump kaybederse Erdoğan rahat bir çalışma ilişkisi geliştirmiş olduğu muhatabını Beyaz Saray’da bulamayacaktır. Ancak bu gözlemi belirtirken, Trump’ın başkanlığı dönemindeki politikalarının ve bazı şahsi tasarruflarının bir bütün olarak Türkiye için çok olumlu bir çizgide seyrettiği gibi bir genelleme de yapmamalıyız. Unutmayalım ki, ABD’nin Fırat’ın doğusundaki politikasını PKK’nın Suriye’deki uzantısı olan YPG üzerine inşa etmiş olması, Demokrat Başkan Barack Obama’nın döneminde başlamış olsa da, Trump döneminde aynen devam edip ivme kazanmış bir resmi stratejidir.
Trump, bir adım ileri giderek Fırat’ın doğusunda petrol kuyularının kontrolünü de YPG’ye zimmetlemiştir. Buradaki petrolün çıkarılıp satılması için ABD şirketleri devreye sokulmuştur. Bu yönüyle bakıldığında, Fırat’ın doğusunda PKK/YPG’nin kontrolünde bir özerk Kürt yönetim yapılanması Trump döneminde iyice kurumsallaşmıştır.
Ayrıca, Trump döneminin üzerinden giderken, 2018 yılında rahip Brunson anlaşmazlığında ABD yönetiminin Türk ekonomisine verdiği zararı, Başkan’ın geçen yıl “Belirlenmiş sınırların dışına çıkarlarsa Türk ekonomisini mahvederim” şeklinde tehditkâr paylaşımlar yaptığını, keza yine 2019’da Cumhurbaşkanı Erdoğan’a Suriye nedeniyle gönderdiği bir mektupta sergilediği nezaketsizliği hatırlamak durumundayız.
Buna ek olarak, Trump yönetiminin Doğu Akdeniz’in doğalgaz kaynaklarının paylaşımına ilişkin Türkiye’yi dışlayan bütün örgütlenmelere dahil olduğunu, ABD’nin Türkiye ile Yunanistan karşısındaki geleneksel denge politikasından Yunanistan lehine feragât ettiğini de muhasebede terazinin eksileri hanesine koymalıyız. Fetullah Gülen’in iadesi konusundaki hareketsizliği de unutmayalım.
*
Peki ya Biden seçilirse? Demokrat aday Biden, seçim kampanyası döneminde Türkiye’yi konu alan açıklamaları genellikle eleştirel bir çizgide durmuştur. Biden, daha geçen hafta Dağlık Karabağ konusunda Türkiye’ye yüklenen bir açıklama yayımladı. Ayrıca başkan adaylığı kesinleşmeden önce Biden’ın geçen ocak ayında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı eleştirdiği ve muhalefet liderlerini desteklemek gerektiğini ifade ettiği sözleri de kayda geçmiş bulunuyor.
Biden seçildiği takdirde bütün bu açıklamalarının oluşturduğu, ayrıca geçmişte Yunanistan’a yakınlığının da dikkat çektiği yüklü bir envanterden söz ediyoruz. Gelgelelim bir de madalyonun ABD’nin stratejik çıkarlarının baskın olduğu diğer yüzü var.
Biden, Obama’nın başkan yardımcısı olarak görev yaptığı dönemde Türkiye’yi birçok kez ziyaret etmiş, Erdoğan’ı tanıyan, Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin önemini vurgulamış olan bir siyasetçi. Dış politika alanındaki geniş tecrübesiyle Türkiye’nin bulunduğu bölgedeki etkisini, kapasitesini göz ardı edemeyecektir. Bu çerçevede ABD’nin Türkiye’deki ve bölgedeki çıkarları, seçildiği takdirde Biden’ı Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yakın bir çalışma ilişkisi kurma arayışına yöneltecektir.
Burada iki tarafın bu ilişkide nasıl bir denge bulacakları kritik bir sorudur. Bu dengeyi bulabilmeleri zaman da alabilir. Bu arada, Türkiye’de ifade özgürlüğünün durumu gibi başlıkların Demokrat bir yönetimde ABD’nin resmi söylemine de gireceğini tahmin etmek güç değildir. Bu yönleriyle ilişkinin biraz daha ‘çekişmeli’ bir görüntü kazanması söz konusu olabilir.
Bu arada S-400 başlığının, -ister Trump seçilsin ister Biden- ciddi bir pürüz olarak ilişkilerin gündemini meşgul edeceğini söylemeliyiz. Keza ABD’nin Fırat’ın doğusunda YPG’ye verdiği destekte değişikliğe gitmesi her iki senaryoda da uzak bir ihtimal gibi görünüyor.
Her halükârda bütün sorunların iç içe geçtiği son derece zor ve karmaşık bir gündem bekliyor Türkiye ile ABD arasındaki ilişkileri bugünkü ABD başkanlık seçimi sonrasında da.
Paylaş