Bu aşamada tartışmaları izleyebilmek açısından iddianamelerle birlikte açık kaynaklardan da yararlanarak, Korkmaz dosyasındaki bazı kritik dönemeçlerin altını çizmeye çalışalım. Önce Dışişleri Bakanlığı tarafından ABD’den temin edilerek İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilen ve iddianamede geniş bir şekilde yer verilen belgelerde karşımıza çıkan tabloya bakalım.
SUÇU İKİ YIL ÖNCE ORTAYA ÇIKMIŞTI
Buradaki anlatımlardan gidilirse, Sezgin Baran Korkmaz’ı çözmek için önce ABD’nin Utah eyaletinde yaşayan Jacob Kingston ve İsaiah Kingston isimli kardeşlere ve onların işbirliği yaptığı Lev Aslan Dermen (Levon Termendzhyan) adındaki işadamı görünümlü şahsa yakından bakmak gerekiyor. Kingston kardeşler, kurdukları bir biyodizel şirketi üzerinden yapmadıkları ticari faaliyetleri sahte belge düzenleyerek gerçekleşmiş gibi gösterip, ABD Hazinesi’nden muhtelif parasal teşvikler alıyorlar.
Suç işledikleri ortaya çıkınca soruşturma açılıyor ve Utah Başsavcılığı bu şahıslar hakkındaki ilk iddianameyi 1 Ağustos 2018 tarihinde açıklıyor. Bu iddianamede, Kingston kardeşler, vergi teşviklerinden yararlanabilmek için teşekkül kurmak suretiyle nitelikli dolandırıcılık yapmak, gerçeğe aykırı belge düzenlemek, kara para aklamak, ulusal ve uluslararası düzeyde kara para aklama faaliyetlerini gizlemek gibi 46 ayrı suç işlemek, ABD Hazinesi’nden toplam 511 milyon dolar haksız kazanç elde etmekle suçlanıyorlar. İddianamede, haksız kazançların bir bölümünü Sezgin Baran Korkmaz ve bağlantılı kişilerin hesapları ile onların şirketlerinin hesaplarına aktardıkları da belirtiliyor.
Kingston kardeşler, yaklaşık bir yıl sonra 18 Temmuz 2019 tarihinde Utah’ta savcılıkla anlaşma yaparak iddianamede kendilerine yöneltilen suçlamaların tümünü kabul ediyorlar. Jacob Kingston, elde ettikleri haksız kazancı, Lev Aslan Dermen’in yönlendirmesi sonucu Türkiye’deki ortaklarına, yani Korkmaz’a aktardıklarını itiraf ediyor.
Dermen, kendisiyle ilgili iddiaları inkâr ediyor, ancak yapılan yargılamada 16 Mart 2020 tarihinde jüri tarafından suçlu bulunuyor. Kingston kardeşler ve Dermen, halen Utah’ta cezaevinde çarptırıldıkları hapis cezalarını çekiyorlar.
Burada kritik tarih, Kingston kardeşlerin 18 Temmuz 2019 tarihinde suçlamaları kabul edip, Korkmaz’ın da kurdukları düzen içinde oynadığı rolü itiraf etmiş olmalarıdır. Yani yaklaşık iki yıl önce Korkmaz, ABD yargısının gözünde Kingston kardeşlerin haksız kazancını aklayan kişi olarak tescil edilmiştir. Bu, kendisi hakkında soruşturma açılmasını beraberinde getirmiştir.
2020 EYLÜL AYI:
AYM’nin, İletişim Başkanlığı’na “gerekli gördüğü bilgileri” alabilmesi için tanıdığı takdir alanı, önümüzdeki dönemde -kişisel veriler bağlamında- temel haklar alanındaki önemli tartışma konularından birini oluşturması muhtemel görünüyor.
Kararı değerlendirebilmek için önce getirilen düzenleme neydi, kısaca hatırlayalım. Tartışmanın odağında 23 Temmuz 2018 tarihinde çıkartılan (14) numaralı “İletişim Başkanlığı Teşkilatı Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi” yer alıyor.
GEREKLİ GÖRÜLEN BİLGİLERİ VERME YÜKÜMLÜLÜĞÜ
Kararnamenin 17’nci maddesi, Başkanlığın “İşbirliği ve Bilgi Toplama” faaliyetlerini düzenliyor. Tartışmayı yaratan bölüm 17’nci maddenin ikinci fıkrasında karşımıza çıkıyor. Bu fıkrada aynen şöyle deniliyor:
“Başkanlık, görevleri ile ilgili olarak gerekli gördüğü bilgileri bütün kamu kurum ve kuruluşlarından ve diğer gerçek ve tüzelkişilerden doğrudan istemeye yetkilidir. Kendilerinden bilgi istenen bütün kamu kurum ve kuruluşları ile diğer gerçek ve tüzelkişiler bu bilgileri istenilen süre içinde öncelikle ve zamanında vermekle yükümlüdürler.”
Bir sonraki üçüncü fıkrada “Bu şekilde elde edilen bilgilerden ticari sır niteliğinde olanların gizliliğine uyulur” hükmü getiriliyor.
Özellikle iki noktaya dikkat çekelim. Birincisi, talebe muhatap olan kişi ve kuruluşların gerekli bilgiyi vermekle “yükümlü” kılınmasıdır. Gerçek kişiler, yani vatandaşlar ile tüzelkişiler, yani ticari ya da sosyal amaçla bir araya gelmiş kişilerin oluşturduğu örgüt ve kuruluşlar da bilgi verme yükümlülüğü altındadır.
İkincisi, bu bilgiler içinde ticari sırların da olabileceğinin kabul edilmesidir.
Erdoğan’ın Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırarak, dümeni Doğu’ya doğru çevirdiği, Rusya’ya yaklaştırdığı eleştirileri üzerinden yürüdü bu tartışmalar. Rusya’dan S-400 hava savunma sistemlerini alması da bu tezi savunanlar açısından görüşlerinin bir teyidi olarak değerlendirildi.
Türkiye Batı’dan uzaklaşıyor mu? Bu konuda yapılan yorumların, çıkan yazıların şimdiden ciltler dolusu yüklü bir literatür oluşturduğunu söylemek hata olmaz.
Bu durumu bir tarafa not edelim ve şimdi projektörlerimizi geride bırakmakta olduğumuz haftanın başında Brüksel’de yapılan NATO zirvesine çevirelim, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın NATO karargâhında düzenlediği basın toplantısından uluslararası camiaya gönderdiği mesajlara kulak verelim.
NATO ASYA’YA KADAR AKTİF OLMALI
Mesajlarını dinlediğimizde şunu anlıyoruz: Bir kere, bugün dünyanın manzarasına baktığında Erdoğan’ın çıkardığı sonuçlardan biri, NATO’nun ruhu ve işlevselliğiyle ilgilidir. Erdoğan, “Dünyanın içinde bulunduğu manzaranın NATO’nun üzerine inşa edildiği ittifak ve dayanışma ruhunun önemini gösterdiğini” düşünüyor.
Erdoğan’a göre, “Küresel istikrarın korunmasında NATO’nun hem belirleyiciliği, hem de üstlenmesi gereken sorumluluklar artmıştır.”
Bu saptamayı yaptıktan sonra Cumhurbaşkanı, “Üye devletler kurucu ilkelerine sahip çıkmalı ve ittifakı güçlendirmelidir” çağrısında bulunuyor.
Erdoğan
Geride bıraktığımız günler Batı dünyasının önde gelen kurumlarının zirve toplantılarına ve ayrıca liderler düzeyinde önemli ikili temaslara sahne oldu. Birbirini izleyen bu toplantılarda ilginç olan bir nokta, zirve toplantılarından sonra yayımlanan ortak açıklamalarda işlenen temalarda büyük ölçüde örtüşmelerin olmasıydı. Sıkça, farklı örgütsel çatılar altından aynı mesajların verildiğini gözledik.
Bugün özellikle dört önemli toplantının sonunda yapılan açıklamalardaki mesajları bu açıdan çok özet bir çerçeve içinde değerlendirmek istiyorum.
80 YIL SONRA GELEN İKİNCİ ATLANTİK ŞARTI
Bunlardan birincisi, geçen hafta perşembe günü Birleşik Krallık’ın güneybatısındaki Cornwall’da ABD Başkanı Biden ile ev sahibi Başbakan Boris Johnson’un imzaladıkları “Yeni Atlantik Şartı”. Bu metnin önemi şurada: İlk Atlantik Şartı, İkinci Dünya Savaşı sırasında 14 Ağustos 1941 tarihinde dönemin ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt ile dönemin Birleşik Krallık Başbakanı Winston Churchill arasında Atlantik Okyanusu’nda Kanada açıklarında bir savaş gemisinde imzalanmıştı. Belge, bu iki ülkenin savaşa ve sonrasına ilişkin temel taahhütlerini duyuruyordu. Bu yönüyle, savaş sona erdikten sonra Avrupa kıtasında ortaya çıkan yeni düzeni şekillendiren fikirlerin ana çerçevesini de çizmişti.
Biden ve Johnson da geçen hafta “Yeni Atlantik Şartı”nı imzaladılar. Bu şart, Roosevelt-Churchill mutabakatından tam seksen yıl sonra ilk metinde ifade edilen kalıcı değerlerin sürdürülmesi, yeni ve eski meydan okumalara karşı korunması taahhüdünü içeriyor. Bir başka deyişle, yeni bildiri, eski mutabakatın, barış döneminde 21. yüzyıl koşullarına göre güncellenmiş bir versiyonu olarak takdim ediliyor.
Bu, aslında son derece yalın bir dille kaleme alınmış iki sayfa tutan bir metin. Demokrasi, kurallara dayalı bir uluslararası düzen, uluslararası sorunlara barışçıl çözüm ilkesi, bilim-teknoloji, güvenlik, kurallara dayalı bir küresel ekonomi, iklim değişikliği ve sağlık olmak üzere sekiz başlık altında bir dizi taahhüt içeriyor.
Bildirinin birinci maddesinde, iki ülkenin demokrasi ve açık toplum ilkelerini, değerlerini ve kurumlarını savunma kararlılıkları ifade ediliyor. Demokrasilerin bugünün kritik meydan okumalarına çözüm bulabildiklerini göstermeleri gerektiği belirtiliyor. Bu paragraftaki en can alıcı bölümlerden biri, “Şeffaflığı savunacağız, hukukun üstünlüğünü yaşatacağız, sivil toplumu ve bağımsız medyayı destekleyeceğiz” ifadesinde karşımıza çıkıyor.
G-7 BİLDİRİsİNDE DEMOKRASİ TAAHHÜDÜ
Büyükelçi Ceylan, diplomasi kariyerinin önemli bir bölümünü NATO konuları üzerinde geçirmiş, Türkiye’nin önde gelen NATO uzmanları arasında yer alan bir diplomatımız. NATO ve ilgili konularda çalışmak üzere üç kez Brüksel’de görev yaptı. Merkez görevlerinde de ağırlıklı olarak yine NATO dosyalarına baktı. 2018 yılı sonuna doğru NATO daimi temsilciliği görevinden emekliye ayrıldı.
Bu tecrübesi, Ceylan’ın 1980’li yılların başından itibaren geçen 40 yıllık dönem içinde NATO’nun tehdit algısının evrimini karşılaştırmalı bir şekilde değerlendirebilmesini mümkün kılıyor.
Ceylan, Çin’le ilgili konuların NATO’nun gündemine girmesinin ilk kez 2017’lerin sonunda başladığını belirtiyor, “Daha çok gayri resmi danışmalar sırasında gündeme geldiği oluyordu. Bugün olduğu gibi bir NATO bildirisine girme şeklinde değil” diye konuşuyor.
Ardından “Çin’den vazgeçtik, NATO, Avrupa’nın göbeğindeki Bosna’ya bile uzun süre uzak durdu” diyerek, 1990’lı yılların ilk yarısında yaşanan sorunu hatırlatıyor: “NATO’nun Bosna’daki katliamlara müdahale edebilmesini sağlamakta bile güçlük çekildi. Çünkü bazı üyeler Bosna’yı da NATO’nun görev sahasının dışında görüyordu. NATO’nun müdahalesi ancak 1995 yılında olabildi. Çok uzun bir zaman kaybedildi.”
ÇİN İLK KEZ BİR NATO BİLDİRİSİNDE
2021 yılına gelindiğinde ise geçen pazartesi günü Brüksel’de düzenlenen zirve sırasında yayımlanan metinle, ilk kez Çin Halk Cumhuriyeti’ne bir -bildiri formatı- içinde yer verilmiş oldu NATO tarihinde. Üstelik oldukça geniş bir şekilde. Bundan önce 2019 yılındaki Londra zirvesinde yayımlanan ve bildiri formatında olmayan deklarasyonda Çin’e bir cümleyle değinilmişti.
Bununla birlikte, Çin’in yine de NATO’nun gözünde ana tehdit olarak görüldüğünü düşünmemek gerekiyor. Bildiride kuvvetle vurgulandığı üzere, Rusya NATO açısından birinci tehdit olma vasfını koruyor. Çin için “tehdit” ifadesi kullanılmıyor, ancak yapılan tarifler üzerinden artan ölçüde bir küresel güvenlik sorunu olarak gösteriliyor.
Bildirinin girişteki üçüncü paragrafında “
Bunun bir nedeni, görüşmenin büyük bir bölümünün, pek alışık olmadığımız şekilde iki lider arasında baş başa geçmiş olmasıdır. Bakanların ve diğer heyet üyelerinin katıldığı bölüm daha kısa bir zaman tuttu Erdoğan-Biden görüşmesinde.
Kuşkusuz, baş başa görüşmede ikisi arasında geçen konuşmaların içeriğinin en azından belli bir bölümünü, şekillenmiş olabilecek mutabakatların birçok yönünü bugünden bilebilecek durumda değiliz.
Bu güçlüğe katkıda bulunan şu faktör de var: Erdoğan’ın görüşmeden sonra Biden’a kıyasla daha ayrıntılı açıklamalarda bulunmuş olmasına karşılık, ABD tarafı kendi basınına mutad bilgilendirmesini bu görüşmeyle ilgili olarak dün akşam saatlerine kadar henüz yapmamıştı. Biden’ın dün gazetecilere Erdoğan ile konuşmasından memnuniyetini belirtip, “Görüşmeyi size anlatmayı Türklere bırakıyorum” diye konuşması dikkat çekicidir.
Bu çerçevede Beyaz Saray’ın, Biden’ın görüşmede demokrasi ve insan hakları alanlarındaki meseleleri açacağını önceden duyurmuş olduğunu da hatırlatabiriz.
İLİŞKİNİN YENİ FORMATI İÇİN BAŞLAMA VURUŞU
Yapılan açıklamaları esas alarak görüşmeyle ilgili şu gözlemlerde bulunabiliriz.
Bir kere, bu görüşmeyi öncesiyle birlikte değerlendirmek gerekiyor. Brüksel buluşması, Biden’ın geçen 20 Ocak’ta Beyaz Saray’da göreve başlamasından sonra Türkiye ile ABD arasında neredeyse beş aya yayılan bir belirsizlik döneminin ertesinde gerçekleşti. Biden, üç ay kadar Erdoğan’ı aramaktan bilinçli bir tercihle uzak durdu. Bunun gerisinde taktik olarak başlangıçta araya mesafe koyarak, ilişkinin yeni dönemde gireceği dengeyi kendi lehine oluşturma, kendi pazarlık pozisyonlarını kabul ettirme çabası yatıyordu. Ayrıca, bu süre zarfında 24 Nisan’da “Ermeni Soykırımı”nı tanıdığını açıklayarak Türkiye’yi karşısına alacak bir adım da attı Biden.
Erdoğan
Konu dün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile ABD Başkanı Joe Biden arasında Brüksel’de yapılan ikili görüşmede de gündeme geldi. ABD’nin Afganistan’dan tümüyle çekilmesi ne gibi sonuçlara yol açar? Geride TSK’nın kalması ne gibi riskler yaratır? Türkiye’nin bu riski alması doğru mudur?
Bu gibi konuları Türkiye’de sormamız gereken en önemli isimlerden biri, 2003-2006 yılları arasında NATO’nun Sivil Temsilcisi unvanıyla Afganistan’da görev yapmış olan eski Dışişleri Bakanı ve TBMM Başkanı Hikmet Çetin olmalıdır.
Çetin, bu görevini tamamladıktan sonra 2011 yılında BM’nin Cezayirli eski Afganistan Temsilcisi Lakhdar Brahimi ile ABD’li diplomat Thomas Pickering’in başkanlıklarında “Afganistan: Barışı Müzakere Etmek” başlıklı raporu hazırlayan ekibin içinde de yer almıştı.
Afganistan’da birçok kesimde “Hikmet Ağabey” diye hitap edilen Çetin, görevinden ayrıldıktan sonra da bu ülkeyle temasını kesmiş değil.
TÜRKİYE AFGANİSTAN’I YALNIZ BIRAKMAMALI
Çetin, “Ben Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Afganistan’da görev yapmasından yanayım. TSK’nın Afganistan’a katkı yapmasının büyük yararı olacağına inanıyorum. Türkiye, Afganistan’ı yalnız bırakmamalıdır” diye söze giriyor ve şöyle devam ediyor:
“Kabul edelim ki, Afganistan’da bugünkü durum benim görev yaptığım 2003-2006 dönemine kıyasla çok daha kötü. Bir kere Taliban, Kabil’i hariç tutarsanız araziye büyük ölçüde hâkim durumda. ABD’nin taahhüt ettiği gibi eylül ayında çekilmesiyle birlikte, önümüzdeki dönemde çok sıkıntılı bir dönemin başlayacağını tahmin etmek hiç de güç değil.”
DİKKAT, TALİBAN
Onun 57 yaşında bir kalp krizi sonucu çok vakitsiz ölümüyle sona eren hayatına sığdırdığı “şey”in büyüklüğünü bir yazının sınırları içinde aktarabilmek benim açımdan çok zor.
Bununla birlikte, Hasan Saltık’ı etkileyici bir şekilde anlatan, hakkını layıkıyla teslim eden çok güzel yazılar da okudum; muhakkak bu yazılara atıf yapmalıyım. Bunlar arasında gazetemizin yazarları Doğan Hızlan ve İhsan Yılmaz ile Gazete Duvar’da Murat Meriç’in ve T-24’te Orhan Tekelioğlu’nun yazılarının hep birlikte Saltık’ı anlamak bakımından çok değerli metinler olduğunu düşünüyorum.
Orhan Tekelioğlu’nun yazısında “Böyle insanlar bir armağan gibi hayatımıza gelir ve asla bizi terk etmezler” şeklindeki sözlerinin, Saltık’ı anlatan güçlü bir ifade olduğunu belirtmeliyim.
UÇSUZ BUCAKSIZ