Soruyu şöyle de açabiliriz: Darbenin icrası planlandığı şekilde 16 Temmuz sabaha karşı 03.00’te, yani Türkiye’de insanların büyük çoğunluğu uyku halindeyken başlasaydı ne olurdu? Sabah nasıl bir Türkiye’ye uyanırdık?
*
Tarihin akışını geri sarıp, bir varsayımla yeni bir kurgu üzerinden seyredebilmek mümkün olmuyor. Böyle olması yine de bizi makul ölçüler içinde bir dizi tahminde bulunmaktan alıkoymuyor.
Kalkışmanın icrasına kimse fark etmeden sabaha doğru geçilmiş olsaydı, tahmin edebiliriz ki, darbeciler ilk hamle üstünlüğünü ele geçirebilecekler ve bunun sağladığı bir dizi avantaja sahip olacaklardı. Kitlesel direnişin örgütlenebilmesinde en azından başlangıç aşamasında sıkıntı çekilebilecekti.
Ancak darbeye direnecek siyasi kadroların, TSK’nın darbeye karşı duran geniş kesiminin, emniyet örgütünün ve halkın gecikmeli bir şekilde de olsa seferber olmalarıyla birlikte 15 Temmuz’da tanıklık edilen duruma kıyasla, daha da sert bir çatışma dönemi yaşanır ve ardından eninde sonunda ‘demokrasi güçleri’ bu mücadeleden yine muzaffer çıkardı. Gelgelelim 15 Temmuz’a kıyasla çok daha kaotik bir ortamın belirmesi kaçınılmaz hale gelir, ülkenin ödeyeceği bedel her bakımdan daha yüksek olurdu. Türkiye, son tahlilde Fetullah Gülen’e teslim edilmezdi.
*
Aslında bu gibi varsayımlar üzerinden 15 Temmuz’u hatırlamanın bir yararı, o gece Türkiye’nin ne kadar büyük bir felaketin, daha doğrusu uçurumun eşiğinden dönmüş olduğu gerçeği üzerinde derinlemesine bir şekilde düşünmemize fırsat oluşturmasıdır.
Tabii, bu gerçeğin üzerinde düşünürken, böylesine sinsi bir örgütün nasıl olup da on yıllara yayılan sistematik ve sebatlı bir çabayla ülkenin ve devletin kurumlarının en ince kılcal damarlarına kadar sızıp nüfuz edebildiği sorusunun yanıtlarıyla yüzleşmekten de kaçınmamalıyız.
Dava Ayasofya’nın cami olması talebiyle 2016 yılında yeniden açıldığı ve o tarihte henüz Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmediği için Danıştay’da ‘Davalı’ olarak savunmayı Başbakanlık yapmış.
(Kapatılan) Başbakanlık, o tarihte Danıştay’a gönderdiği hukuki görüşte, özetle “1934 yılında yürürlüğe konan Ayasofya’nın müze yapılmasına ilişkin Bakanlar Kurulu kararına karşı yıllar sonra dava açılamayacağını, davanın süresinde olmadığını (zamanaşımı), davacının aynı içerikteki daha önceki başvurusunun reddedildiğini, bu kararın kesinleşmiş olduğunu” belirtiyor.
Başbakanlık, bu görüşleri kayda geçirdikten sonra “Ayasofya’nın tahsis ve kullanım şeklinin değiştirilmesinin yürütmenin takdirinde olduğunu, ulusal ve uluslararası koşullar ile iç hukuk çerçevesinde Bakanlar Kurulu’nca bu konuda her zaman karar alınabileceğini” kaydederek, davanın reddedilmesi gerektiğini savunuyor.
Geçen cuma günü açıklanan kararda, ‘Davalı İdarenin Savunması’ başlığı altında işte bu görüşler kayda geçirilmiştir.
Buna karşılık, 2 Temmuz tarihinde Danıştay 10’uncu Dairesi’nde görülen duruşmaya ‘Davalı’ taraf olarak katılan Cumhurbaşkanlığı’nın avukatı, herhangi bir tutum almayarak, konuyu dairenin takdirine bıraktıklarını belirtmiştir.
Danıştay’ın geçen cuma günü açıklanan ve Bakanlar Kurulu’nun 1934 tarihli Ayasofya tasarrufunu iptal eden kararı öncesindeki en kayda değer gelişmelerden birini yürütme cephesindeki bu tutum değişikliği olarak görebiliriz.
*
Danıştay, bu kararıyla Ayasofya konusunda daha önce yerleştirmiş olduğu ve 2017 yılında İdari Dava Daireleri Kurulu’nda ‘karar düzeltme’ aşamasından da geçerek kesinleşmiş olan içtihadının tümüyle karşıtı bir çizgiye yönelmiştir.
Bugün de AYM’nin geçenlerde Anayasa’nın “Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz” şeklindeki 17. maddesinin üçüncü fıkrası uyarınca aldığı ilginç bir kararı değerlendirmek istiyorum. Anayasa’nın 17’nci maddesindeki bu hüküm, büyük ölçüde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin üçüncü maddesinin tekrarı niteliğindedir.
Tartışma konusu olan karar, 2006 yılında Cudi Dağı’nda ‘güvenlik güçleri tarafından yakalanmadan önce yakınında patlayan bir patlayıcı madde nedeniyle sağ kolunu dirsek seviyesinden kaybeden’ Ersan Nazlier isimli bir PKK’lı teröristin özel durumunun cezaevi koşullarında yol açtığı sorunlarla ilgili olarak verilmiş.
HUKUK SÜRECİ BAŞLIYOR
Dosyaya baktığımızda şunu görüyoruz. Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi, yapılan yargılama sonucu 12 Mart 2013 tarihinde Nazlier’i devletin birliğini ve bütünlüğünü bozma, kasten öldürme, ateşli silahlar hakkındaki kanuna muhalefet etme, resmi belgede sahtecilik suçlarından iki kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına ve ayrıca 10 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırır.
Hakkındaki en önemli delillerden biri kullandığı ileri sürülen silahın bir hafta önceki bir çatışmada bir askerin şehit edilmesinde de kullanıldığının balistik raporuyla tespit edilmiş olmasıdır.
Ceza, temyiz sürecinin ardından 18 Mart 2014 tarihinde kesinleşir.
Başvurucu, yakalandığı günden itibaren Diyarbakır’daki D Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda bir koğuşta tutulmaktadır. Ancak ceza kesinleşince ve daha sonra 2015 başında cezaevinde tek kişilik hücre yeri açılınca Nazlier koğuştan tek kişilik hücreye nakledilir. Bunun nedeni, 5275 sayılı İnfaz Kanunu’nun 25’inci maddesinin 1’inci fıkrasının ‘ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılanlar’ için “Hükümlü, tek kişilik odada barındırılır” düzenlemesini getirmiş olmasıdır.
Kendisinin tek kişilik hücreye konmasıyla birlikte AYM’ye kadar uzanan hukuk süreci de başlamış olur.
Mavi rengin baskın olduğu kamuflaj üniformasıyla Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’a esas duruşta tekmil veren Astsubay Öztürk, bakanın ne kadar zamandır Libya’da olduğu yolundaki sorusuna yanıt olarak da şöyle diyor:
“Dört buçuk aydır komutanım...”
Radar görevi yapan Başçavuş Öztürk’ün geçen şubat ayı sonundan bu yana burada olduğu anlaşılıyor.
*
Burası, Libya’nın başkenti Trablus’un 210 kilometre kadar doğusunda sahil kenti Misurata’daki askeri üs. Konuşma 4 Temmuz Cumartesi günü Akar’ın bu üste kurulmuş olan Türk Silahlı Kuvvetleri karargâhına yaptığı ziyaret sırasında geçiyor.
Milli Savunma Bakanlığı’nın web sitesine konan video dikkatli bir şekilde incelendiğinde, fondaki ekranlara düşen görüntülere bakıldığında, burada kapsamlı bir askeri faaliyetin yürütüldüğünü gözlemek mümkün.
Görüntü, Akar’ın Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Güler ile birlikte 3-4 Temmuz tarihlerinde gerçekleştirdiği Libya ziyaretiyle ilgili olarak bakanlığın internet sayfasında paylaşılan videolardan yalnızca biridir.
Bir başka videoda Milli Savunma Bakanı’nın Orta Akdeniz’de görev yapan Türk Deniz Görev Grubu gemisi ‘TCG-Giresun’ firkateynine helikopterle inişi görülüyor.
THY’nin Çin Halk Cumhuriyeti’ne –Hong Kong hariç- bütün uçuşlarının 31 Ocak tarihinde durdurulması bu sürecin başlama vuruşudur. İran’da COVID-19 vakalarının baş göstermesi üzerine ikinci adım olarak 23 Şubat’ta bu ülkeyle karadan sınır kapıları kapatılmış, bütün uçuşlar da durdurulmuştur.
Ardından kademeli bir şekilde Avrupa ülkelerine THY tarifeli seferlerinin durdurulması kararları gelmiştir. THY uçuşlarının 29 Şubat’ta durdurulduğu İtalya bu kıtada kısıtlama getirilen ilk ülkedir. Bunu 13 Mart’ta dokuz, 16 Mart’ta üç Avrupa ülkesinin bulunduğu toplu kısıtlama kararları izlemiştir. Son grupta Suudi Arabistan, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri de yer almıştır. 22 Mart tarihinde alınan bir kararla New York, Washington D.C., Moskova, Hong Kong ve Addis Ababa dışında THY’nin dünyayla bütün hava bağlantısı kesilmiştir. 28 Mart’ta bu şehirler de dahil THY’nin tarifeli tüm dış hat uçuşları fiilen durmuştur.
Kargo seferleri ise bu kısıtlamalardan etkilenmeden devam etmiştir. Bu arada, yabancı havayollarının Türkiye’ye tarifeli seferleri de aşama aşama devreden çıkmıştır. Salgının bütün Avrupa kıtasını kasıp kavurduğu dönemde İstanbul Havalimanı’na en son tarifeli yabancı yolcu uçağı 19 Mart’ta inmiştir.
İLK ADIM İRAN’LA ATILDI, ANCAK...
Aradan üç ayı aşkın bir zaman geçtikten sonra bugün geldiğimiz noktada, Türkiye günlük vaka eşiği 1.000 eşiğinin üstünde seyrederken bir taraftan da normalleşme ve ekonomiyi yeniden canlandırma yönünde adımlar atıyor. Buna paralel bir şekilde dış dünyayla kesilmiş olan hava ve aynı zamanda kara bağlantılarının yeniden kurulması yönünde ciddi bir çabanın sergilendiği gözleniyor. Ancak bu alandaki normalleşmenin sancılı bir süreçten geçmekte olduğunu hemen belirtmeliyiz.
Bu konuda ilk adımlardan biri İran cephesine dönük atılmıştır. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, 15 Haziran’da İran Dışişleri Bakanı Cevat Zarif ile Ankara’daki görüşmesinden sonra “Sınırları açtık” açıklamasını yapmıştı.
İran’la Gürbulak sınır kapısı açılmış olsa da, hava sahasının bunu izleyip izlemeyeceği bu aşamada belirsizdir. Bunun nedeni COVID-19 salgınının son haftalarda İran’da tekrar tehlikeli bir tırmanışa geçmiş olmasıdır. İran’da yeni vaka ve ölümlerde mart sonu nisan başı rakamlarına dönülmüştür. THY’nin önümüzdeki hafta 16 Temmuz için planlandığı uçuşları başlatabilmesi sıkıntılı görünüyor.
ABD SEFERLERİNDE
Her akşam Sağlık Bakanı’nın Twitter üzerinden yaptığı sosyal medya paylaşımlarına ek olarak ertesi gün bakanlığın web sitesinde yeni bir format üzerinden daha detaylı bir bilgilendirme geliyor. Bu raporlar günlük ve haftalık olarak iki ayrı formatta düzenleniyor.
Yeni bilgilendirme formatı vakaların özellikle bölgelere göre dağılımını haritalarla destekleyerek verdiği için salgının seyrini değerlendirebilmek açısından yararlı bir hizmet olarak görülmeli.
*
Önceki gün (pazartesi) Sağlık Bakanlığı’nın web sayfasında bu raporları incelerken dikkatime takılan bir durumla karşılaştım. Şöyle ki, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın her akşam yaptığı günlük vaka, insan kaybı, yoğun bakıma alınan ya da solunum cihazına bağlanan hastaların sayılarına ilişkin bilgilendirici tweet paylaşımları ile daha sonra bakanlığın web sitesine konan yeni günlük raporlar arasında bazı küçük farklılıklar olabiliyor.
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın her akşam yaptığı sosyal medya paylaşımları günlük bazdaki test, yeni vaka, insan kaybı, yoğun bakıma alınan ya da solunum cihazına bağlanan hastaların toplam sayılarıyla sınırlı tutuldu. Koca’nın haftada bir düzenlediği basın toplantıları da mücadelenin genel seyri ve belli temalara odaklandı.
Buna karşılık, duyurulan vaka ve ölümlerin hangi illerde ortaya çıktığı, keza yaş kümelerine nasıl dağıldığı gibi bilgiler bu günlük paylaşımlarda yer almadı. Kamuoyu, yalnızca toplam sayılarla yetinmek durumunda kaldı. Koca’nın, krizin tırmandığı dönemde İstanbul’daki vakaların toplamın yüzde 60’ını oluşturduğu gibi bazı açıklamaları istisna olmayı geçmedi.
BİLİM KURULU’YLA DA PAYLAŞILMADI
Buradaki şeffaflık eksikliği Türkiye’yi problemli bir noktaya taşıyordu. Salgını Türkiye’den çok daha şiddetli bir şekilde yaşayan birçok Batı Avrupa ülkesinde COVID-19 vakaları ve insan kayıpları genellikle bölge, hatta şehir ve ayrıca yaş grupları bazında ayrıntılı bir şekilde açıklanıyordu. Şeffaflık, virüsle mücadelede toplumun güvenini kazanabilmek bakımından da zorunlu görülüyordu. Örneğin, Almanya’da salgınla mücadelenin merkezi kuruluşu olan ‘Robert Koch Institut’, bu gibi verileri günlük 7-8 sayfalık raporlarla son derece ayrıntılı bir şekilde paylaşmaya devam ediyor.
Şeffaflık örneklerine bakıldığında, Rusya’da bile günlük vaka ve ölüm sayılarının Moskova ve Saint Petersburg gibi büyük şehirler ve bölgelere göre günlük açıklanması dikkat çekiyor.
Daha çarpıcı olan bir husus, Türk kamuoyu bir tarafa, bu ayrıntılı verilerin Sağlık Bakanlığı bünyesinde oluşturulan Bilim Danışma Kurulu üyeleriyle de paylaşılmamasıydı. Günlük vakaların geçen ay birden artış yönelişine girmesi üzerine kurul üyesi Prof. Alpay Azap, yaptığı bir açıklamada “Yeni tanı konulan hastaların nerede yoğunlaştığını bilirsek daha iyi modeller ve tahminler yapabiliriz” diyerek kendilerinin de bu bilgilere sahip olmadıklarına işaret etmişti.
BAKANLIĞIN YENİ RAPOR FORMATI
Sağlık Bakanlığı’nın çok eleştiri alan bu politikası geçen perşembe gününden bu yana değişmiş bulunuyor. Bakanlık, yine her akşam yeni verileri açıklamakla birlikte, buna ek olarak web sayfasına bu verilerin bölgesel ve yaş gruplarına göre dağılımlarını da içeren detaylı
Projektörler bu kez yine Bizans’tan kalan, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden bir süre sonra camiye çevrilen, ancak Cumhuriyet döneminde müzeye dönüştürülen, ardından UNESCO’nun ‘Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınan bir eski kiliseye çevrilmiş durumda.
Tarihi mekânın adı Kariye Müzesi... Geç Bizans döneminden bugüne kalan en önemli eserlerden biri. Bizans mozaik ve fresklerinin dünyadaki en zengin ve en iyi korunduğu kültür varlıklarından biri kabul ediliyor. İstanbul’da Topkapı Sarayı ve Ayasofya’dan sonra en çok ziyaretçi çeken müzelerden biri.
Osmanlı döneminde camiye çevrilen bu kilise, tek parti zamanında 1945 yılında çıkartılan bir Bakanlar Kurulu kararıyla Milli Eğitim Bakanlığı’na devredilerek müzeye dönüştürülmüştü. Yani tam 75 yıldır müze kimliği taşıyor.
Türkiye’nin 1983 yılında UNESCO’nun ‘Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşmesi’ne taraf olmasından sonra ‘İstanbul’un Tarihi Alanları’ 1985 yılında ‘Dünya Mirası Listesi’ne dahil edilmişti. Bu adımın bir sonucu olarak tarihi surlar bölgesinde Edirnekapı ile Balat arasındaki Kariye Müzesi de ‘Dünya Mirası’ statüsü kazanmıştı.
*
Yaklaşık 15 yıldır Ayasofya’yı camiye çevirme girişimlerinin başını çeken ‘Sürekli Vakıflar, Tarihi Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneği’, 2010 yılında Kariye konusunda da bir hamle yapıyor. Daha önce bu derneğin Ayasofya konusundaki başvurusuna ‘ret’ kararı veren Danıştay Onuncu Dairesi, 12 Mart 2014 tarihinde aldığı bir kararla Kariye ile ilgili başvuruyu da reddediyor.
Onuncu Daire, bu kararını ağırlıklı olarak Türkiye’nin uluslararası alandaki yükümlülükleri çerçevesinde gerekçelendirerek, eserin UNESCO’nun ‘Dünya Mirası Listesi’nde yer aldığına dikkat çekiyor. Kararda, Kariye’nin “İnsanlık tarihinin bir veya birden fazla anlamlı dönemini temsil eden yapı tipinin... değerli bir örneğini sunması ve bir veya birden fazla kültürü temsil eden önemli bir örnek olması nedeniyle tüm dünyaya tanıtılma işlevinin gereği gibi yerine getirilebilmesi amacıyla müze olarak kullanılmasında hukuka aykırılık bulunmadığı” belirtiliyor.
Başvurucu dernek, Onuncu Daire’nin ret kararını bir üst itiraz makamı olan Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nda temyiz ediyor. Ayasofya’dakine benzer süreç temyiz aşamasında da tekrarlanıyor ve Kurul 26 Nisan 2017 tarihinde aldığı bir kararla başvuruyu reddederek Onuncu Daire’nin kararının onanmasını kararlaştırıyor.