Sedat Ergin

Doğu Akdeniz’de NAVTEX hamleleri

18 Ağustos 2020
GAZETELERDE, TV haberlerinde Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hamleleriyle ilgili yeni ‘NAVTEX’ bildirimleriyle karşılaşmak artık rutin bir hale gelmeye başladı. Türkiye’nin bu hamlelerini, sıkça Yunanistan’ın yaptığı NAVTEX duyuruları izliyor.

Örneğin, Türkiye geçen pazar günü Kıbrıs’ın güneybatısındaki bir alana yönelik 18 Ağustos-15 Eylül tarihleri için geçerli olacak yeni bir NAVTEX ilan etti. Bu
bildirimde Yavuz gemisinin bu alanda çalışmalarını sürdüreceği belirtilerek 'Çalışma sahasına girilmemesi şiddetle tavsiye olunur” denildi.

NAVTEX duyurularının basında, kamuoyunda, daha önemlisi uluslararası politikada bu kadar çok geniş yer tutmaya başlaması aslında Doğu Akdeniz’in
Türkiye’nin gündeminde giderek artan bir ağırlık kazanmasının en kayda değer göstergelerinden biridir.

AB’Yİ HAREKETE GEÇİREN NAVTEX

NAVTEX,

Yazının Devamını Oku

Dünyanın yeni sıcak noktası: Doğu Akdeniz

15 Ağustos 2020
Ne zaman geçmişte Ege’de Türkiye ile Yunanistan arasında bir kriz patlak verse, ne zaman iki ülkenin donanmaları birbirlerini cepheleyerek bu denizin ısınmakta olan sularına açılsalar, her seferinde aynı mekanizma çalışırdı.

Ege’de gerilimin kontrolden çıkmasından ve bir sıcak çatışmaya dönüşmesinden endişe eden ABD yönetimi, iki müttefiki üzerinde bütün ağırlığını koymak suretiyle devreye girerdi. Birden telefon diplomasisi işlemeye başlar, tarafların karşılıklı olarak gerilimi düşürme taahhütleriyle birlikte kriz yavaş yavaş kontrol altına alınır, gerginliğin ibresi aşağı iner ve bir süre sonra ortalık sakinleşirdi.

Örneğin, 1987 ilkbaharında Yunanistan’ın Bern Mutabakatı’na uymayacağı ve Ege’de sismik araştırmalara başlayacağı yolundaki açıklamalarına misilleme olarak Türkiye de aynı şekilde hareket edeceğini duyurmuştu. Ardından donanmanın Gölcük’ten demir alıp Ege’ye çıkması büyük bir krizi beraberinde getirmişti. 1987 Mart ayı sonundaki bu kriz Amerikan diplomasisinin telaş içinde devreye girmesi ve dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın sergilediği esneklik sayesinde aşılmıştır.

Keza 1996 yılı ocak ayı sonunda çıkan ve iki ülkeyi bir savaşın eşiğine getiren Kardak krizinin atlatılmasında da dönemin ABD Başkanı Bill Clinton’ın yoğun bir çabası söz konusu olmuştu.

*

O yıllarda krizlerin yatıştırılmasını kolaylaştıran en önemli zemin Bern Mutabakatı’nın varlığıydı. Bu mutabakat, 1974 sonrasında iki ülkenin Ege kıta sahanlığı üzerinde sismik araştırmalara başlamaları üzerine patlak veren anlaşmazlığın yol açtığı ve BM Güvenlik Konseyi’ne kadar taşınan büyük bir krizin sonucu olarak ortaya çıktı. Ege’de kıta sahanlığının karasuları dışında kalan alanları ihtilaflı olduğu için tartışmalı sularda atılan her adım krize davetiye çıkartıyordu.

İki ülke arasında 11 Kasım 1976 tarihinde imzalanan Bern Mutabakatı’nın önemi, kıta sahanlığı sorununun çözümü konusunda belli ilkeler getirip müzakerelerin önünü açmasıydı. Ama galiba daha önemli yönü, tarafları müzakerelere zarar verebilecek adımlardan kaçınma taahhüdü altına sokmasıydı. Türkiye ile Yunanistan, çözüm bulununcaya kadar araştırma yapmak için kendi karasuları dışındaki tartışmalı kıta sahanlığı alanlarına çıkmayacaklardı.

Taraflar bu taahhüde uydukları sürece çatışma ihtimalini de asgariye indiriyordu Bern Mutabakatı. Bu yönüyle mutabakatın 1976’dan bu yana Ege’de barışı korumak anlamında kayda değer bir işlev gördüğü teslim edilmelidir.

Ama çözümün kapısını da açamamıştır bu mutabakat. Başta kıta sahanlığı olmak üzere Ege sorunlarının çözümü için on yıllarca kesintilerle ve farklı yöntemlerle yürütülen sayısız müzakereye rağmen bir sonuca varılamamıştır. Neredeyse yarım yüzyıla yaklaşan bir zaman diliminden söz ediyoruz. Hem Türk hem de Yunan hariciyelerinde farklı kuşaklardan pek çok diplomat bu sorunlarla yetişip, kariyerlerini bu sorunlar üzerinde geçirip emekli olmuştur.

Yazının Devamını Oku

Akdeniz’de büyük çekişmenin perde arkası

14 Ağustos 2020
Türk kamuoyunun dikkati günlerdir Akdeniz’deki gerilime çevrilmiş durumda. Yunanistan’ın geçen hafta Mısır’la imzaladığı ‘Münhasır Ekonomik Bölge’ anlaşmasının yol açtığı tepkilerin ardından Türkiye’nin Oruç Reis sismik araştırma gemisini savaş gemilerinin eşliğinde Doğu Akdeniz’in ortasına göndermesiyle birlikte patlak veren gerilim iyice tırmanmış bulunuyor. Aslında uzun bir zamandır birikmekte olan bu gerilimin temelinde kıta sahanlığından başlamak üzere Akdeniz’deki deniz yetki alanlarının sınırlarının nereden geçeceği, bu sınırların nasıl çizileceği meselesi yatıyor. Bu soruların yanıtları Akdeniz’deki doğal kaynakların nasıl paylaşılacağını da belirleyecek.

Doğu Akdeniz’de keşfedilen hidrokarbon kaynakları, özellikle de doğalgaz rezervleri, bölgenin içinde bulunduğumuz yüzyılda bu denize kıyıdaş ülkeler arasında önemli bir paylaşım mücadelesine sahne olacağına işaret ediyor.

Denizdeki yetki alanlarının sınırları üzerinde patlak veren anlaşmazlıkları yazımızı tamamlayan harita üzerinden açıklamaya çalışacağız. Bu haritada yer alan bir kısmı düz, bir kısmı farklı renklerdeki kesik çizgiler Akdeniz’deki aktörlerin denizdeki yetki alanlarının sınırlarını nasıl tanımladıklarını, bu alanların kapsamını ne kadar genişletmeye çalıştıklarını gösteriyor.



Akdeniz’deki deniz yetki alanları bazı bölgelerde ikili anlaşmalarla düzenlenmiş durumda. Üçüncü bir ülkeden itiraz gelmediği sürece bu sınırlar geçerli kabul ediliyor. Ancak üçüncü bir ülke karşı çıktığı noktada anlaşmayla çizilen sınırlar da ister istemez bir anlaşmazlığın konusu haline geliyor. Örneğin, Türkiye-Libya anlaşması Yunanistan ve Mısır’ın itirazıyla karşılaşıyor. Benzer şekilde, Türkiye de son Yunanistan-Mısır anlaşmasını tanımadığını söylüyor.

Bir de ikili anlaşmaların dışında kalan, ülkelerin tek taraflı beyanlarıyla ortaya koydukları, Birleşmiş Milletler’e bildirimde bulunarak kayıt altına aldıkları, bu yönüyle daha çok bir hak iddiasını gösteren sınırlar var. Bu şekildeki bildirimler, bir bakıma gelecekte yapılacak nihai çözüme ilişkin müzakereler öncesinde tarafların maksimalist düzeydeki müzakere pozisyonlarını anlatmış oluyor.

Yazının Devamını Oku

ABD-YPG petrol anlaşması Suriye’de Türkiye-Rusya-İran hattını güçlendiriyor

12 Ağustos 2020
PKK’nın Suriye’deki uzantısı YPG’nin başını çektiği oluşumun bir ABD şirketiyle Trump yönetiminin resmen himaye ettiği bir petrol anlaşması yapmış olması, bu hareketin yeni bir eşiğe atladığına işaret ediyor.

YPG’nin ana omurgasını oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG), 2015 sonrasında Suriye’deki IŞİD tehdidine karşı mücadelede ABD ile askeri ittifaka girerek, kendisini Amerikan yönetimi nezdinde etkili bir muhatap olarak tescil ettirmişti. ABD ile YPG arasında askeri düzlemde kurulan işbirliği bu kez petrol alanına doğru bir sıçrama yapmıştır.

Bu anlaşmaya göre, Suriye’nin kuzeydoğusundaki petrol kaynakları Şam’daki merkezi otoritenin onayı dışında doğrudan yerel aktör YPG tarafından ABD ile işbirliği içinde çıkartılarak uluslararası pazara sevk edilecektir. 

Bu enerji anlaşmasına en kuvvetli itirazların Esad rejiminin yanı sıra Türkiye, Rusya ve İran olmak üzere Astana sürecinin üç ortağından gelmesi, Fırat’ın doğusundaki oluşumun kazandığı yeni zeminin yol açtığı karşı saflaşmayı çarpıcı bir şekilde gösteriyor.

Burada ilginç olan nokta, bu üç ülkenin anlaşmaya karşı aldıkları tutumun söylem analizi yapıldığında, tarafların pozisyonları arasında neredeyse tam bir örtüşmenin ortaya çıkmasıdır. Benzerliklere şöyle dikkat çekebiliriz:

ANKARA’DAN ABD’YE TERÖRE DESTEK ELEŞTİRİSİ

Ankara, bu anlaşmaya tepkisini önce Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan bir açıklamayla duyurdu. Açıklamaya göre, “Bu adım PKK/YPG terör örgütünün Suriye halkının doğal kaynaklarına el koyarak bölücü gündemini ilerletme emelini açıkça gözler önüne sermiştir. Suriye’nin doğal kaynakları Suriye halkına aittir. ”.

Ankara, YPG’nin Fırat’ın doğusundaki petrol kaynakları üzerinde kendi başına tasarrufta bulanabilmesini, ABD ile bu alanda işbirliğine girmesini Suriye’nin bölünmesine yol açabilecek bir durum olarak değerlendiriyor.

Yazının Devamını Oku

ABD, PKK uzantısı ile Suriye’de petrol anlaşması yapınca...

11 Ağustos 2020
Bugün projektörlerimizi geride bıraktığımız günlerde Suriye cephesinde meydana gelen sürpriz bir gelişmeye çevirelim. Bu gelişme, ABD’li bir enerji şirketi ile PKK’nın Suriye’deki uzantısı YPG’nin denetimindeki Suriye Demokratik Güçleri (SDG) arasında Suriye’nin kuzeydoğusundaki petrol yataklarının işletilmesi konusunda varılan mutabakat.

Trump yönetiminin bu anlaşmaya bir hayli kuvvetli ifadelerle arka çıkarak, varılan mutabakatın tarafı olduğunu duyurması, siyasi boyutları açısından konunun ciddiyet derecesini iyice yukarı çekti.

‘Delta Crescent Energy’ isimli ABD enerji şirketiyle ile SDG arasında imzalanan anlaşmanın varlığı ilk kez geçen 30 Temmuz tarihinde ABD Senatosu Dış İlişikler Komitesi’nde düzenlenen bir oturumda ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo tarafından yapılan bir açıklamayla ortaya çıktı.

Pompeo, South Carolina Cumhuriyetçi Senatörü Lindsey Graham’ın bir sorusu üzerine, ABD yönetimi olarak bu anlaşmayı desteklediklerini açıklarken, “Anlaşmanın yapılması bizim umduğumuzdan biraz daha uzun zaman aldı. Şimdi uygulama aşamasındayız” diye konuştu.

Burada hemen not etmemiz gereken bir nokta var. Kongre’de bu konuyu gündeme getiren Graham, Suriye’nin kuzeydoğusundaki bölgede bulunan petrol yataklarının işletilmesi meselesiyle başından beri ilgili olan bir senatör. ABD’deki ‘Foreign Policy’ dergisinde çıkan bir haber analizde, Graham’ın Delta Crescent Energy şirketi ile Trump yönetimi arasında söz konusu anlaşma için görüşmelerin yapılmasını kolaylaştırıcı bir rol oynadığı da yazılmıştır.

 TRUMP ‘PETROLÜ KORUYACAĞIZ’ DEMİŞTİ

 ABD yönetiminin himayesindeki bu mutabakat, aslında ABD Başkanı Donald Trump’ın geçen ekim ayında ABD askeri gücünü Suriye’den çekme kararını açıklamasından sonra, tepkiler üzerine, askerlerin bir bölümünün petrol kuyularını korumak amacıyla burada tutulacağını duyurmasının bir uzantısı olarak görülebilir.

Başkan Trump, 23 Ekim tarihindeki bu açıklamada “Petrolü emniyet altına aldık. Petrolün bulunduğu sahada küçük bir ABD askeri gücü tutacağız. Petrolü koruyacağız ve bununla ilgili ne yapacağımıza gelecekte karar vereceğiz” diye konuşmuştu.

Trump

Yazının Devamını Oku

Basketbol koçluğundan gazeteciliğe uzanan bir yaşam öyküsü

8 Ağustos 2020
Zor bir insan olarak bilinirdi Mehmet Ali Kışlalı.

Ankara gazeteciliğinin en önemli isimlerinden biriydi, ancak gazeteci muhitlerinde hiç görülmezdi. Kendisini gazeteci tayfasından biraz uzak tutardı. Bu, kısmen mesafeli kişiliğinden kaynaklanıyordu ama kendisini biraz farklı konumlandırması da bence burada bir faktördü.



Sonuçta özellikle genç kuşak gazeteciler onu daha çok hakkında anlatılanlar üzerinden tanırdı. Birlikte çalıştığı kişilere sert davrandığı, bazen çok çabuk sinirlendiği bu anlatılar içinde geniş bir yer tutardı.

Örneğin, 1958 yılında Ankara’da yayımlanan Yeni Gün gazetesinin genel yayın yönetmenliğini yaparken yanında gazeteciliğe başlattığı yeni Mülkiye öğrencisi kuzeni Hıncal Uluç, yıllar sonra onun -gazeteciliği öğretirken- çok acımasız olduğunu”, kendisine tahammül etmenin güç olduğunu” yazacaktı. Uluç’un hatırladığı, Kışlalı’nın Yeni Gün’de yanında işe aldığı küçük kardeşi Ahmet Taner Kışlalı’ya bir yazıyı 10 kez yazdırdığı, gelen yazıları her seferinde çöpe attığıdır. Uluç, Kışlalı’nın katı yönteminin mantığını “Yanlışımızı kendimiz bulmalıydık ki, bir daha yapmayalım” diye özetliyor.

Kışlalı

Yazının Devamını Oku

Libya’da sıcak çatışma ihtimali şimdilik gerilerken

7 Ağustos 2020
Geçen temmuz ayının ortalarında Avrupa-Akdeniz-Ortadoğu ekseni üzerinde en çok endişe yaratan konulardan biri, Libya’da sahada bir tarafta Türkiye, karşısında ise Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), hatta kısmen Rusya’nın doğrudan dahil olacakları bir savaş ihtimaliydi.

Gerilim karşılıklı açıklamalarla ciddi bir şekilde yükselirken, askeri strateji uzmanları çatışma ihtimaline dönük olarak, tarafların askeri yeteneklerini karşılaştırmakla meşguldüler. Bu uzmanların en çok tartıştıkları başlıklardan biri, coğrafi uzaklık faktörünün muhtemel bir harekâtta Türk Hava Kuvvetleri’nin operasyonel yeteneklerini ne ölçüde etkileyeceği sorusuydu.

Krizin tırmandığı bir sırada 22 Temmuz’da Türkiye ve Rusya’nın vardıkları mutabakatla birlikte Libya’da bir sıcak çatışma ihtimali -şimdilik- gündemden düşmüş bulunuyor.

TÜRK-RUS MUTABAKATI

Türk-Rus mutabakatı, “Libya’daki krizin askeri bir çözümünün olmadığını, sorunun ancak Libyalıların öncülüğünde ve Libyalıların sahiplendiği, BM’nin kolaylaştırıcılığında siyasi bir süreçle çözülebileceğini” belirtiyor.

Mutabakatın önemli bir noktası, Türkiye ve Rusya’nın “Libya’da kalıcı ve sürdürülebilir bir ateşkes için Libyalı tarafları teşvik etme”, “Libyalılar arasında siyasi diyalogu ilerletme” taahhüdünü üstlenmeleridir. İki ülke, Libya konusunda danışmalarda bulunmak üzere bir ortak çalışma grubu oluşturacaklardır.

Böylelikle, aslında uzun bir zamandır Türkiye ile Rusya arasındaki siyasi diyaloğun gündemine yerleşmiş olan Libya dosyası, 22 Temmuz mutabakatıyla birlikte, bu diyalog içinde bir mekanizmaya da bağlanmıştır.

LİBYA’DA SURİYE MODELİ

Bu yönüyle bakıldığında, iki ülke arasında Suriye’dekine benzer bir işbirliği kalıbının Libya’da da şekillendiğini görüyoruz. Suriye’deki iç savaşta, Türkiye silahlı muhalefeti, Rusya da

Yazının Devamını Oku

COVID-19 vakalarında resmi rakamlar örtüşmeyince

6 Ağustos 2020
Dün Malatya Valiliği’nin web sayfasına girdim ve burada paylaşılan beşinci haberde Vali Aydın Baruş’un 30 Temmuz tarihinde, yani geçen hafta arife günü düzenlediği basın toplantısının metnini buldum. Haber, “Vali Baruş: Pandeminin artık olmazsa olmaz kuralı maske, mesafe ve hijyendir” başlığıyla verilmişti ve kendisine atfen “Günlük vaka sayılarının 100’leri bulduğunu” anlatıyordu.

Açıklamalarına bakıldığında, Vali Baruş’un COVID-19 vakalarındaki artış nedeniyle bir hayli kaygılı olduğu hemen fark ediliyor. Vali, “Malatya’da 1 Temmuz’a kadar düşük sayılarla seyreden salgın sürecinin bu tarihten sonra sürekli bir artışla kendisini gösterdiğini” kaydederek, şöyle diyor:

Özellikle son iki gündür günlük 100 rakamları aşan hasta sayılarına ulaştık. Toplamda pozitif vaka sayımız 2 binin üzerine çıktı. Şu anda aktif olarak takip edilen bin civarında hastamız var.”

Vali, bu olguların altını çizdikten sonra Malatyalılara bayramda sosyal mesafeye ve temizliğe dikkat etmeleri, maske kullanmaları çağrısında bulunuyor, “Salgının bitmediğini, aksine hasta sayısının arttığını, bulaştırıcılığın yükseldiğini aklımızdan çıkarmayalım” diye konuşuyor.

*

Malatya gibi bir ilimizde günlük vaka sayısının 100 eşiğini aşması her bakımdan düşündürücüdür.

Bunun gibi düşündürücü olan bir durum, Sağlık Bakanlığı’nın günlük olarak web sayfasına koyduğu raporlardaki verilerin Malatya Valisi’nin açıkladığı bu sayılarla örtüşmemesidir.

Sağlık Bakanlığı, geçen temmuz ayının başından itibaren web sayfasında günlük olarak yayımladığı ‘COVID-19 Günlük Durum Raporu’nda tespit edilen yeni vakaların bölgesel dağılımını da veriyor. Bakanlık, bu dağılımı yaparken Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) belirlediği 12 bölgeyi esas alıyor.

Malatya, bu sınıflandırmada ‘Ortadoğu Anadolu Bölgesi’nde yer alıyor. Bu bölgede Malatya dahil 8 ilimiz var. Diğerleri Elazığ, Bingöl, Tunceli, Van, Muş, Bitlis ve Hakkâri...

Yazının Devamını Oku