Sedat Ergin

Türkiye'nin Ayasofya karşısındaki 'Dünya Mirası' yükümlülüğü

3 Temmuz 2020
Ayasofya’nın müze statüsünden çıkartılıp yeniden cami statüsüne geçirilmesi yolundaki tartışmalar ağırlıklı olarak ulusal egemenlik ve aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun fetih anlayışını simgeleyen ‘Kılıç Hakkı’ gibi kavramlar üzerinden cereyan ediyor.

Ancak bu tartışmaların bir de Türkiye’nin altına imza attığı uluslararası sözleşmelerle üstlendiği yükümlülükler gibi çok önemli bir boyutu daha var. Ayasofya dosyasını değerlendirirken meselenin bu parametresini gözden uzak tutmamak gerekiyor.

Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) Genel Konferansı’nın 1972 yılında sonuçlandırdığı ve Türkiye’nin 1983 yılında taraf olduğu ‘Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme’den söz ediyoruz.

*

Bu sözleşme, yaşadığımız yerküre üzerindeki doğal ve kültürel varlıkların korunması alanında insanlığın bugüne dek geliştirmiş olduğu yegâne ve oldukça etkili bir rejimin esaslarını, uygulanması taahhüt edilen kuralları ve bu çerçevede tasarlanan kurumsal mekanizmaları tanımlıyor.

Bu sözleşmenin ruhuna ve lafzına evrensel bir bakış hâkim. Sözleşme, daha başlangıcında “Kültürel ve doğal mirasın herhangi bir parçasının bozulmasının ya da yok olmasının, bütün dünya uluslarının mirası için zararlı bir yoksullaşma yarattığını” belirterek yola koyuluyor.

Ardından bu varlıkların üstün bir öneme sahip oldukları” için “tüm insanlığın dünya mirasının bir parçası olarak korunmaları gerektiğine” dikkat çekiyor. Metinde bu mirasın korunması “bütün ulus- lararası camianın ödevi” olarak tanımlanıyor.

Sözleşme, kültürel ve doğal mirasın korunması görevini öncelikle devletlere veriyor. ‘Egemenliğe tam saygı’ vurgusunu yapmakla birlikte, bu tür varlıkların “bütün uluslararası toplum tarafından işbirliği ile korunması gereken bir evrensel miras olduğunu” da kaydediyor. Burada devletlerin egemenliği ile ulus-

Yazının Devamını Oku

Danıştay’ın Ayasofya kararları bize ne söylüyor?

2 Temmuz 2020
Ayasofya’nın ibadete açılıp açılmayacağı tartışması haftalardır Türk kamuoyunu meşgul ediyor. Danıştay 10’uncu Dairesi’nin bugün yapacağı ve bu konudaki yeni bir başvuruyu değerlendireceği toplantı meselenin bundan sonra kazanacağı seyir bakımından önem taşıyor.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da 8 Haziran tarihinde TRT’de yaptığı bir açıklamada “Türkiye’nin kurumları var, böyle bir adım atılacaksa bunun yetki sahipleri bellidir. Parlamentosu var, bunun Danıştay’ı var. Dolayısıyla buralar kararını verir, bu karar verildikten sonra da icra makamı gerekli olan adımı atar. Danıştay’ın vereceği karar önemlidir. Danıştay ne karar alırsa biz de ona uyarız” diyerek, buradan çıkacak kararın kendileri açısından belirleyici olacağını belirtmişti.

Projektörler Danıştay’a çevrilince, bu kurumun Ayasofya konusunda geçmişte nasıl bir tutum aldığını incelemek amacıyla önceki kararları gözden geçirdiğimde karşıma şöyle bir tablo çıktı:

BAŞBAKANLIK 2004’TEKİ BAŞVURUYU REDDEDİYOR

 Bu konudaki hukuki girişimleri 2004 yılında başlatan, ‘Sürekli Vakıflar, Tarihi Eserler ve Çevreye Hizmet Derneği’ adlı kuruluş. Dernek, Ayasofya Camisi’nin müzeye çevrilmesine ilişkin 24 Kasım 1934 sayılı Bakanlar Kurulu kararının kaldırılarak mekânın yeniden ibadete açılması talebiyle Başbakanlığa başvuruda bulunuyor. Başvuruda Bakanlar Kurulu’nun bu konuda yeni bir karar alması talep ediliyor.

Başvurunun tarihi 22 Ekim 2004. Bu tarih AK Parti iktidarının ikinci yılının sonuna rastlıyor. Başbakanlık makamında Recep Tayyip Erdoğan oturuyor. İlginçtir ki, bu karara Başbakanlık tarafından bir yanıt verilmiyor.

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun ‘İdari Makamların Sükutu’ başlığını taşıyan 10’uncu maddesi, başvurulara idare tarafından 60 gün içinde bir yanıt verilmezse isteğin reddedilmiş sayılacağını belirtiyor. Bu durumda Başbakanlık 2004 yılı sonunda Ayasofya başvurusunu reddetmiş oluyor.

DANIŞTAY ONUNCU DAİRE İTİRAZI REDDEDİYOR

 Söz konusu dernek, bunun üzerine itiraz makamı olarak konuyu Danıştay’a götürmeye karar veriyor. Başvuru 10 Ocak 2005 tarihinde Danıştay Onuncu Dairesi’ne iletiliyor.

Yazının Devamını Oku

COVID-19 ile mücadelede kısırdöngü nasıl kırılabilir?

1 Temmuz 2020
Dünkü yazımız Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın haziran ayı başında “Kara görüldü” demesine rağmen, yaptığı benzetmedeki “dalgalar” nedeniyle geminin karaya bir türlü yanaşamadığını, daha doğrusu Türkiye’nin COVID-19 ile mücadelede arzulanan sonuca bir türlü ulaşamadığını anlatıyordu.

Geminin limana güvenli bir şekilde yanaşıp demir atması bir tarafa, vaka sayılarında ortaya çıkan artışla mayıs ayı rakamlarına dönülmüş, ayrıca yoğun bakımda tutulan ya da entübe edilen hastaların sayıları da düzenli bir şekilde yükselmeye başlamıştır.

Kabul edelim ki, koronavirüsle mücadelede sıkıntılı bir evreye girmiş durumdayız. Salgının yayılma ivmesini nisan ayının ortasından itibaren baskılayıp aşağı doğru çekebilen Türkiye, haziran ayında bu mücadelede kazandığı zeminin bir kısmını kaybederek COVID-19 ile yürüttüğü bilek güreşinde bir kilitlenmeye girmiştir.

Bu mücadelede iki yönelişi aynı anda devinim içinde görüyoruz. Bir yanda, her gün atılan yeni adımlarının işaret ettiği bir normalleşme doğrultusu var. Örneğin, geçen mart ayında kapatılmış olan sinema ve tiyatrolar, düğün salonları, internet kafeler gibi alanlar sıkı kurallarla bugün itibarıyla yeniden faaliyete geçiyor.

Diğer doğrultuya baktığımızda, Sağlık Bakanı’nın akşamları açıkladığı rakamlarda her gün ortalama 1.400 vatandaşımız yeni COVID-19 hastası olarak ülkenin sağlık sisteminde kayda giriyor.

PROF. CEYHAN MAYIS AYINDA UYARMIŞTI

İşlerin bu noktaya gelebileceğine ilişkin ilk uyarıda bulunanlardan biri, koronavirüs konusunda verdiği mesajları Türk kamuoyunun ilk günden itibaren dikkatle izlediği Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi Prof. Mehmet Ceyhan’dı.

Daha geçen mayıs ayı başında AVM’lerin açılması kararı duyurulduğunda bunun riskli bir adım olduğu yolunda kuvvetli uyarılarda bulunmuştu Prof. Ceyhan. Mücadelede gevşeme gösteren ülkelerde virüsün yeniden yükselişe geçtiğini örneklerle hatırlatıyor, “Biz gevşemeyelim...” diyerek tehlike çanları çalıyordu.

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Enfeksiyon Hastalıkları Bilim Dalı Başkanı olan Prof

Yazının Devamını Oku

Virüsle mücadelede kara göründü ancak gemi limana yanaşamıyor

30 Haziran 2020
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, sürmekte olan savaşı anlatırken “zafer” hedefine yaklaşıldığından söz etmişti 3 Haziran tarihindeki açıklamasında.

Zafer”le karşıda görünen “kara”ya ulaşmayı kastediyorsa, evet Türkiye koronavirüs COVID-19’la savaşında zafer menziline girmiş gibi görünüyordu.

Koca, bu açıklamasında şöyle konuşmuştu:

Bu savaşı kazanacağımıza inancımız tamdır. Zaferimizin büyüklüğü ne kadar erken olacağına bağlıdır. Kara görülmüştür ama deniz durulmuş değildir. Yakalanmaktan kaçınacağımız olası dalgalar var.”

Aslında o gün iyimser bakmakta haksız sayılmazdı Sağlık Bakanı. Günlük yeni vaka sayıları mayıs ayının ikinci yarısında bir süre 1.000 eşiğinde kilitlendikten sonra ay sonunda yeniden düşüş yönelişine girmiş ve Koca’nın bu sözlerinden bir gün önce 2 Haziran tarihinde 786’ya kadar inmişti. Bu, virüsün zirve yaptığı günlerde 11 Nisan’da kaydedilen 5 bin 318 rakamından sonra bugüne dek açıklanan günlük vakalar içinde kayda girmiş olan en düşük sayıdır.

O günlerde uzmanların yaptıkları modellemelerde günlük vakaların haziran ayı ortasında 500’lere inebileceği tahmin ediliyordu.

EN DÜŞÜK SAYILAR HAZİRAN AYININ İLK HAFTASINDA

Bakanın bu iyimser mesajları verdiği zaman diliminde yalnızca vaka sayısında değil, yoğun bakımda tutulan ya da entübe edilen hastaların sayısında da sürekli bir düşüş eğilimi gözleniyordu. Yoğun bakımdaki en düşük hasta sayısı yine 1 Haziran’da başlayan o hafta 6 Haziran günü kaydedilmişti. 19 Nisan’da 1.922’ye tırmanmış olan bu sayı 6 Haziran’da 591’e kadar gerilemişti.

Keza entübe edilen hastalarda en düşük sayı 3 Haziran’da yani Bakan’ın “

Yazının Devamını Oku

Tarihin Yassıada üzerindeki hükmü 60 yıl sonra TBMM’den geldi

27 Haziran 2020
Geçen salı günü TBMM Genel Kurulu’nda ender rastlanacak bir şekilde bütün partilerin oylarıyla kabul edilen bir yasa teklifi Türkiye’nin meşakkatli demokrasi yolculuğundaki bir kara lekenin üstünün kapatılması ve 27 Mayıs 1960 darbesine bakışın doğru bir perspektife yerleştirilmesi bakımından tarihi önemde bir adıma sahne oldu.

Ülkedeki kutuplaşmaya paralel bir şekilde birbirlerine genellikle çatışma hatları üzerinden bakan siyasi partilerimiz bu kez işbirliği yaparak, 27 Mayıs darbesinin utanç verici sayfalarının en başında gelen Yassıada Mahkemesi’nin bütün tasarruflarını hukuken geçersiz kılan bir teklifin kabulü yönünde hep birlikte el kaldırdılar.

*

Darbeyi gerçekleştiren aktör olarak iktidarı elinde tutan Milli Birlik Komitesi’nin bir kararıyla kurulan, bu komitenin talimatlarıyla hareket eden ‘Yüksek Adalet Divanı’ kimliği altındaki Yassıada Mahkemesi’nin bütün izleri, bu yasayla birlikte hukuken yokluğa sevk edilmiş oluyor.

Böylelikle, aralarında darbeyle devrilmiş olan bir cumhurbaşkanı, bir başbakan, bakanlar, milletvekilleri, bürokratlar, memurlar ve partili sade vatandaşların yer aldığı toplam 592 sanığın muhtelif davalardan yargılandığı bu mahkemenin bütün kararları hükümsüz hale gelmektedir. Adalet Bakanlığı, önümüzdeki iki ay içinde bütün kararların adli sicil ve her türlü arşiv kayıtlarını silmiş olacaktır.

Ayrıca, bu yargılamalardan dolayı zarar görenler ve mirasçılarının kayıplarının karşılanması yönünde de bir düzenleme getiriliyor. Yasa uyarınca maddi ve manevi tazminat başvurularını değerlendirmek üzere Cumhurbaşkanlığı tarafından bir komisyon kurulacaktır.

*

Yassıada’da hukuk adına geçerli olan norm darbecilerin iradesiydi. Demokrat Parti şahsiyetlerini tutuklayıp, önemli bir bölümünü tartaklayarak Yassıada’ya gönderen bu irade kürsüde son sözü de söyleme hakkına da sahipti.

Hukukun darbecilerin elinde keyfi ölçüler içinde bir cezalandırma aracı olarak kullanıldığı yargılamalara tanıklık edildi. ‘Köpek davası’, ‘Bebek davası’ gibi hukukun katledildiği yüz kızartıcı örnekler yaşandı. Bu yönüyle bakıldığında, Yassıada yargılamaları, hukukun bir vesayet odağının elinde araçsallaştırılmasının ibret verici uç örneklerini sergileyen derslerle doludur.

Yazının Devamını Oku

Gösteri özgürlüğünde Anayasa Mahkemesi ölçütleri

26 Haziran 2020
Hadiseler Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) ve Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası’nın (Eğitim-Sen), 2012 Mart ayında TBMM’de görüşülmekte olan ve kısaca 4+4+4 diye bilinen İlköğretim ve Eğitim Kanunu’nda yapılması tasarlanan değişikliklere itiraz etmek üzere Ankara’da geniş katılımlı bir kitlesel gösteri çağrısında bulunmalarıyla başlar.

İçişleri Bakanlığı, gösteriyi engellemek üzere Türkiye’deki bütün valiliklere Ankara’daki protestolara gitmek isteyen grupların illerinden çıkışlarına izin vermemeleri yolunda bir yazı gönderir.

Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) önündeki dosyaya konu olan olaylar bu sırada İzmir’de meydana gelir. 27 Mart 2012 tarihinde otobüslerle Ankara’ya hareket etmek isteyen KESK ve Eğitim-Sen mensuplarının İzmir’den çıkışları polis tarafından engellenir. Göstericiler, bunun üzerine önce yolu keserler, daha sonra yolun kenarına çekilerek oturma eylemi yaparlar. Ardından yürüyerek Ankara’ya gitmeye karar verip harekete geçtiklerinde polis biber gazıyla müdahale eder, arbede yaşanır.

Göstericiler, ertesi günü (28 Mart 2012) bu kez Konak Meydanı’ndaki eski Sümerbank binası önünde toplanırlar ve valilik binasına doğru yürüyüşe geçerler. Polis yine müdahale eder, ortalık karışır.

Eğitim müfettişi Ali Rıza Özer ve öğretmen 5 arkadaşı olaylar sırasında polisin fiziki müdahalesi nedeniyle doktor raporu aldıktan sonra demokratik haklarının engellendiği ve orantısız güç kullanımına maruz kaldıkları gerekçesiyle yargıya giderler, ancak bir sonuç alamazlar. Bunun üzerine 31 Mayıs 2013 tarihinde Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunurlar.

Bu başvuru üzerine AYM’nin 6 Ocak 2015 tarihinde alacağı karar, mahkemenin gösteri özgürlüğü konusunda belki de en önemli içtihadını beraberinde getirecektir. AYM’nin “Ali Rıza Özer ve Diğerleri Başvurusu” kararı, Türkiye’de gösteri özgürlüğünün sınırlarının genişliğini gösteren, bu alandaki hukuksal ölçütleri sıralayan temel bir referans metindir.

AYM, AİHM İÇTİHATLARINI İÇSELLEŞTİRDİ

AYM Genel Kurulu, 6 Ocak 2015 tarihinde aldığı kararla 27 Mart 2012 tarihindeki birinci eylemde başvurucuların tümü açısından Anayasa’nın güvence altına aldığı toplantı ve gösteri yürüyüş düzenleme hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Ertesi günkü (28 Mart 2012) ikinci eylemle ilgili olarak -bir başvurucu hariç- Ali Rıza Özer dahil diğer beşi açısından gösteri hakkı başlığında yine ihlal çıkmıştır. Her iki ihlal kararı da 1’e 14, yani oyçokluğu ile alınmış, AYM’nin askeri yargı kökenli üyesi Serdar Özgüldür karşı oy kullanan tek üye olmuştur.

AYM, bu kararında

Yazının Devamını Oku

AİHM, gösteri özgürlüğü için hoşgörü bekliyor

25 Haziran 2020
Dünkü yazımız, baro başkanlarının bu hafta Ankara’ya girişte karşılaştıkları sert polis engellemesinin gösteri özgürlüğünün sınırları meselesini yeniden tartışmaya açtığını, bu konuda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ve Anayasa Mahkemesi (AYM) içtihatları ile Türkiye’de yürürlükte olan Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun muhtelif hükümleri arasında çelişkili bir durumun olduğunu konu alıyordu.

Bugün projektörlerimizi Avrupa Konseyi ve bu sistemin bir parçası olan AİHM’nin merkezinin bulunduğu Strasbourg’a çevirelim. Türkiye’nin de kurucu üyesi olduğu Avrupa Konseyi’nin siyasi kanadında yer alan Bakanlar Komitesi’nin en önemli görevlerinden biri, AİHM’nin verdiği ihlal kararlarının uygulanma durumlarını izleyip bu süreçlerin denetimini yapmaktır.

Avrupa Konseyi içinde kurulan özel bir bölüm, uygulamayı yakından izleyerek Bakanlar Komitesi’ne raporluyor. Bu direktörlüğün web sayfasına (https://www.coe.int/en/web/execution) girdiğinizde, ülkelerin aldıkları ihlal kararlarının uygulanma durumlarını gösteren bilgi notlarına göz atabilirsiniz.

Bu belgelerde “Bakanlar Komitesi’nin önündeki başlıca konular” üst başlığının altında komitenin gereğinin yerine getirilmesini beklediği ihlal kararları ana başlıklar itibarıyla sınıflandırılıyor. Türkiye raporunda “Toplantı ve Dernek Kurma Özgürlüğübaşlığı adı altında, “Barışçıl gösterileri dağıtmak amacıyla aşırı güç kullanılması ve/ya da kötü muamele suçlamalarının yeterli bir şekilde soruşturulmaması...” şeklinde tanımlanan bir bölüm var.

Bu bölümün hemen karşısında “Oya Ataman Grubu” yazılıdır ve  “Yakından Gözetim(Enhanced Supervision) notu düşülmüştür.

BAKANLAR KOMİTESİ 13 YILDIR ADIM BEKLİYOR

 Oya Ataman, AİHM’nin 2006 yılında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) “Toplantı ve dernek kurma özgürlüğü” başlığı altındaki 11’inci maddesinden Türkiye’ye ihlal verdiği ve 5 Mart 2007 tarihinde kesinleşmiş olan bir davanın başvurucusudur. Türkiye’ye bu maddeden ihlal çıkan ve uygulanması beklenen bütün kararlar ‘Oya Ataman pilot davası’ altında toplanmıştır.

Bakanlar Komitesi’nde ya da onun bir altındaki Daimi Delegeler Komitesi’nde her yıl düzenli bir şekilde yapılan gözden geçirme toplantılarında, Türkiye’de gösteri hakkı alanında gündeme gelen ihlal dosyaları bu pilot dava üzerinden ele alınmaktadır. Komitede geçen yıl yapılan bir toplantıda bu gruptaki davaların sayısı 67 olarak görünüyordu.

Komitede alınan kararlarda Türkiye’de toplantı özgürlüğüyle ilgili yasal çerçevenin AİHM ve AYM’nin içtihatlarıyla uyumlu hale getirilmesi çağrısı tekrarlanıyor. AİHM, ihlal kararı verdiğinde, ilgili ülke bu kararı uygulamakla yükümlüdür. “

Yazının Devamını Oku

AİHM ve AYM içtihatlarından baro başkanlarına açılan yol

24 Haziran 2020
2020 Türkiye’sinden geriye iz bırakacak görüntülerden birinin başkentin girişinde Çevik Kuvvet mensuplarının polis kalkanlarıyla yan yana dizilerek oluşturdukları setin önünde yere oturmuş baro başkanlarının fotoğrafı olacağını bugünden tahmin edebiliriz.

Önceki gün Ankara’nın girişinde yaşanan olaylar sırasında bazı baro başkanlarının polisin kötü muamelesine maruz kalmış olması, bir grup meslektaşımızın da bundan payını alması toplumsal hafızamızda kalıcı bir yer edinecektir.

Yargı sürecinde her vesileyle kutsallığına atıf yapılan savunma hakkını üstlenmiş olan baroların tepe yöneticilerine reva görülen bu muamele ve yapılan engellemeler her bakımdan rahatsız edicidir. Görüntüler karar vericileri de uygulamayı gözden geçirmeye yöneltmiş olmalı ki, dün bulunan bir formülle baro başkanlarının Anıtkabir’e gitmelerinin önü açılmıştır.

Aslında baro başkanlarının bu eylemleriyle -baroların seçim esaslarına ilişkin yasa hazırlıkları konusunda- vermek istedikleri mesajın önünün kesilmesi, bu mesajın etkisiz hale getirilmesi amaçlandıysa, başvurulan yöntemin tam tersi bir sonuç yarattığını söylemek mümkündür. Muhtemelen baroların yola koyulurken hedeflediklerinden daha kuvvetli bir etki ortaya çıkmıştır.

ANAYASA’YA GÖRE ÖNCEDEN İZİN GEREKMİYOR

 Bu görüntüler aynı zamanda Türkiye’de gösteri hakkının sınırlarının nereden geçtiği konusunda canlı bir tartışmayı da alevlendirmiştir. Türkiye’de vatandaşların bir mesajlarını duyurmak üzere gösteri yapmak istediklerinde sahip oldukları hakların genişliği nedir? Bu hak hangi hallerde, hangi ölçülerde sınırlanabilir?

Anayasa, “Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı” başlığı altındaki 34’üncü maddesinde “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir” diyerek bu hakkı olabilecek en geniş bir şekilde tanımlıyor.

Bu hakkın kullanılmasının izin alma koşuluna bağlanmamış olması özgürlükçü bir bakışı yansıtıyor. Buradaki temel ölçütlerden biri, gösterinin barışçıl bir nitelik taşımasıdır.

Bununla birlikte, aynı maddenin ikinci fıkrasında “

Yazının Devamını Oku