Bu konuda kaleme alınan yazılar, yapılan değerlendirmeler Türkiye Cumhuriyeti’nin azımsanmayacak bir zaman kesitine damgasını vurmuş olan bu devlet adamımızı hatırlamamıza, onu anmamıza bir vesile oluşturdu.
Projektörler tarihi şahsiyetlere yöneldiğinde, kendimizi hâlâ tartışılmakta olan bir dizi hadise ve olumlu-olumsuz pek çok yargının iç içe girdiği bir alanda bulmamız kaçınılmazdır, özellikle yakın tarih söz konusu olduğunda...
Demirel ise en azından kendi hesabını verirken devletin okullarında okuyup yetişmiş biri olarak ülkesine “borcunu ödemiş olduğunu” düşünüyordu. Ölümünden sekiz ay kadar önce 26 Ekim 2014 tarihinde Isparta İslamköy’de ‘Süleyman Demirel Demokrasi ve Kalkınma Müzesi’nin açılışında yaptığı ve hayatının bir muhasebesini de yansıtan konuşmasında, “Tümüyle ödemiş miyiz, onu millet muhasebe edecek” diyerek nihai değerlendirme hanesini yine de açık bırakmıştı.
*
Demirel’in yaşamöyküsü Isparta’nın elektriği olmayan, gaz lambası ile aydınlatılan bir köy evinde başlamış, İstanbul Teknik Üniversitesi’nden mezuniyetine, oradan 31 yaşında Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’ne, ardından Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı makamlarına kadar uzanmıştı.
Bu yönüyle Demirel’in öyküsü, Türkiye Cumhuriyeti’nin, mütevazı sosyal dokuların içinden çıkan insanları eğitimle buluşturup önlerini açmak suretiyle ülkenin beşeri sermayesini seferber etmekte gösterdiği başarının tek kişi üzerinden çarpıcı bir özetidir.
Aynı konuşmasında kendisinin ülkesine yaptığı “en büyük hizmeti” bakın nasıl anlatmıştı Demirel: “Bizim yaptığımız en büyük hizmet, İslamköy’den bir çocuk çıkıyor, okuyabiliyor. Ben diyorum ki, ‘Vatandaşım sen nerelisin?’ ‘Çemişgezek’in şu köyündenim’. Senin köyünden, senin çocuğundan da çıkar, okur ve mühendis olur. Onunla kalmaz milletvekili olur, bakan olur, başbakan olur, cumhurbaşkanı olur. Ben bunu gösteriyorum. ‘Bu Cumhuriyet herkese eşit fırsatlar tanır. İşte Demirel’e tanınmış. Bir köylü çocuğu. Herkese fırsat tanıyor. Bu fırsatları kullanın’ diyoruz. Bana açık olan her şey, sizin çocuklarınıza da açık. Ben bunu söylemeye geldim size.”
Demirel
Virüsü alanların çoğunluğunun (ortalama yüzde 85 dolayında tahmin ediliyor) bu teması herhangi bir belirti göstermeden ya da hafif belirtilerle atlatması ve bağışıklık kazandıklarını gösteren antikor geliştirmiş olması, salgınla mücadele stratejilerinin belirlenmesi açısından kritik önem taşıyor.
BAĞIŞIKLIK KAZANANLARA SERTİFİKA TARTIŞMASI
Önemli, çünkü bağışıklık kazananlar, hem tehlikeyi atlattıkları, hem de artık başkalarına bulaştırma riski taşımadıkları varsayıldığından sistem açısından rahatlatıcı bir faktör haline geliyor. Bağışıklık kazananların toplum içindeki oranı arttığı ölçüde teorik olarak normalleşmeye dönüşün de önü açılmış oluyor. Hatta şimdiden bazı ülkelerde bağışıklık kazanmış olanlara üretime, toplum hayatına katılmaları bakımından risk taşımadıkları yönünde özel sertifikalar verilmesi yönünde tartışmalar da başlamış bulunuyor. İnsan hakları kuruluşları, toplumda ayrımcılık yaratacağı gerekçesiyle bu eğilime şiddetle karşı çıkıyorlar.
Bağışıklık bilgisinin değeri şurada: Bir ülkenin virüs tehlikesini atlatabilmesi bakımından ulaşması gereken sürü bağışıklığı noktasına olan mesafesini gösteriyor. Genelde yüzde 60-65 orandaki bir toplumsal bağışıklık eşiği, virüsün mutlak yenilgiye uğrayacağı kırılma noktası olarak kabul ediliyor.
Pek çok ülke geçen nisan ayından itibaren başlattıkları araştırmalarla bağışıklık oranını öğrenmek üzere kolları sıvamıştır. Ancak gelen haberler bugüne kadar genellikle çok cesaretlendirici olmadı.
TÜRKİYE’DE BAĞIŞIKLIK YÜZDE 1.5
Türkiye’ye gelirsek... Bu ayın başından itibaren Sağlık Bakanlığı tarafından oldukça iddialı bir proje yürütülüyor. Türkiye’nin 81 iline dağılan ekipler kapıları çalarak girdikleri hanelerde katılımcılardan hem PCR testi için burun ve ağızdan bir çubuk yardımıyla sürüntü, hem de antikor testi için 3 ml kan örneği alıyor. Ayrıca, katılımcılara bir dizi soru soruluyor. TÜİK ile birlikte hazırlanan örneklem üzerinden 153 bin haneye ulaşılması hedefleniyor.
Bu saha çalışmasının yaklaşık yarısını yansıtan ön sonuçlar geçen salı günü Sağlık Bakanı Dr.
Bakan, bir süredir yaklaşık 153 binlik bir örneklem üzerinden sahada yürütülmekte olan ‘PCR’ ve ‘antikor’ testi çalışmalarının -yaklaşık yarısına dayanan- ön sonuçlarını açıkladı. Çalışmada her katılımcıya hem PCR hem de antikor testi yapılıyor.
Bu sonuçlar A) PCR testi ile ortaya çıkartılan, halen enfekte durumda, yani virüsü taşımakta olan insanlar ile B) Geçmişte enfekte olup atlatmış ve vücudunda atlattığını gösteren antikorlar geliştirdiği saptanan, yani bağışıklık kazanmış insan grupları hakkında bize fikir veriyor.
Şimdi bu iki grubu Dr. Koca’nın açıklamalarından yola çıkarak tek tek değerlendirelim. Önce PCR testiyle başlayalım.
TOPLUMDA 200 BİNİN ÜSTÜNDE TAŞIYICI VAR
Koca, PCR testlerinin “ön bilgileri”nden söz ederken, “Toplumda PCR ile yapılan numune sonuçlarında binde 2-2.5’larda olduğunu görüyoruz” dedi ve ekledi: “Yani çok yüksek olmadığını görüyoruz...”
Bakanın telaffuz ettiği bu oranı nüfusun bütününe teşmil ederek virüsün toplumdaki aktif yaygınlığını anlamaya çalışalım. Karamsar senaryo olarak binde 2.5 rakamını esas alalım. Türkiye’nin nüfusu 2019 sonu itibarıyla TÜİK’in resmi rakamına göre, 83 milyon. Araştırmanın sonucundan hareket edersek, 83 milyon nüfusun binde 2.5’inin şu an itibarıyla enfekte durumda olduğunu anlamamız gerekir. Bu da bizi yaklaşık 207 bin gibi bir rakama götürüyor.
Bu durumda 207 bin kişinin önemli bir bölümü, COVID-19 belirtilerini göstermeden, enfekte olduklarından habersiz bir şekilde yaşamlarını sürdürmektedir. Bununla birlikte, farkında olmasalar bile bu insanlar evlerinde, sokakta bulaştırıcı konumdadırlar.
BAKANA GÖRE YAYGIN
Türkiye’de normalleşmeye geçildiği sırada vakaların birden yükselmeye başladığı bir zaman kesitinde, bu egzersizi son veriler üzerinden dün bir kez daha tekrarladım. Karşıma bazı açılardan bundan öncekilere kıyasla farklı bir tablo çıktı.
VAKA TOPLAMINDA DÜNYADA 13’ÜNCÜYÜZ
Önce biraz geriye gidelim. Türkiye, mart ayının ortalarından itibaren vakaların artmaya başlamasıyla birlikte, kısa zamanda dünya sıralamasında yukarılara doğru tırmanmaya başlamış, nisan ayının ilk haftasında 9’unculuğa kadar yükselmişti. Vaka toplamında Türkiye’nin üstünde ABD, İspanya, İtalya, Almanya, Fransa, Çin Halk Cumhuriyeti, İran ve Birleşik Krallık yer almaktaydı. Türkiye 20 Nisan’a gelindiğinde, Çin Halk Cumhuriyeti ve İran’ın da üstüne çıkarak 7’nci sıraya oturmuştu.
Daha sonra vaka artış hızının düşmesi, ayrıca Rusya ve Brezilya’nın sıçrama yapmasıyla Türkiye yeniden 9’unculuğa inmişti. Dün itibarıyla Türkiye toplam vaka sayısında 13’üncü sıradaydı. Hindistan ile iki Latin Amerika ülkesi Peru ve Şili de Türkiye’nin üstüne geçmiş bulunuyor. Keza İran’ yeniden Türkiye’nin üstündedir. Bu değişiklikler aynı zamanda salgının küresel düzeyde zemin kazanmakta olduğu yeni coğrafyaya da işaret ediyor.
Buna karşılık, nüfus büyüklüklerini dikkate alarak, daha doğrusu nüfus faktörünü eşitleyerek yapacağımız bir sıralamada Türkiye’nin yeri daha aşağılara iniyor. Nüfusun her bir milyon kişilik kümesine düşen COVID-19 vakası sayısına baktığımızda, Türkiye her bir kümeye düşen 2 bin 151 vaka ile küresel sıralamada 51’inci geliyor. Ancak çok küçük nüfuslu bir dizi ülke de bu istatistiklere dahil edildiğinden, Türkiye’nin yerini biraz daha yukarı çekmek daha gerçekçi olacaktır.
TOPLAM İNSAN KAYBINDA İSE 17’NCİ
Toplam ölüm rakamlarına gelirsek... Türkiye önceki gün itibarıyla 4 bin 842 insan kaybıyla dünyada 17’nci sıradaydı. Bu başlıkta nüfusu Türkiye’den çok daha küçük olan Belçika (9 bin 675 vaka) Hollanda (6 bin 70), İsveç (4 bin 939) gibi ülkelerin de toplam insan kaybında Türkiye’nin üstünde yer aldıklarına dikkat çekmeliyiz. Bu sayı yine nüfusları Türkiye’nin gerisinde olan Birleşik Krallık’ta 41 bin 969, İtalya’da 34 bin 405, İspanya ise 27 bin 136’dir.
Her bir milyon kişi içindeki insan kaybı sıralamasına baktığımızda, Türkiye bir milyon kişiye 57 kayıpla küresel sıralamada 41’incidir. Bu sıralamalara yine BM üyesi çok küçük nüfuslu ülkeler dahil edildiğinden, Türkiye’nin konumunu 9-10 basamak yukarı almak bir hata olmaz.
Sağlık Bakanlığı bünyesinde koronavirüs COVID-19 salgınıyla mücadele amacıyla kurulan Bilim Danışma Kurulu’nun üyesi olan Prof. Azap, “Bizim Ankara’da takip ettiğimiz vakalarda ciddi bir artış söz konusu” diye konuşuyor.
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi olan, aynı zamanda ‘Türk Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Derneği’ başkanlığını da yürüten Prof. Azap’ın rahatsızlığının nedeni yalnızca vakalarda meydana gelen artışlar değil. Aynı zamanda yeni vakaların ortaya çıkış şeklinden de kaygılı.
Prof. Azap, bu konuda şunları söylüyor: “Artışlar belli odaklardan kaynaklanmıyor. Belli bir odakta kümelenme, yaygınlığa işaret etmediği için mücadele açısından daha tercih edilir bir durumdur. Oysa karşılaştığımız vakalar çok sayıda farklı odakta ortaya çıkıyor. Dolayısıyla vakalarda bir yaygınlıkla karşı karşıyayız. Bu, salgının yönetimi açısından daha sıkıntılı bir durum.”
‘PLATO’DAN ‘KONTROL’ EVRESİNE GEÇİLİYORDU Kİ...
Prof. Azap’ın Ankara Üniversitesi Uygulamalı Bilimler Fakültesi’nden istatistikçi Prof. Fatih Tank ile ortaklaşa hazırladıkları bir akademik makale için geçen ayın ortasında yaptıkları modellemedeki grafik, COVID-19 salgınının seyrine ilişkin –son artış öncesindeki- tahmini içeriyor.
Bu arada Prof. Azap, “Yeni tanı konulan 1.500 hastanın nerelerde yoğunlaştığını bilebilirsek daha iyi modeller ve tahminler yapabiliriz” diye konuşuyor.
Sosyal medyada da paylaşılan bu modelleme Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı verilerden hareket edilerek salgının yaz aylarında kontrol edilebilir bir eşikte seyredeceği tahmini üzerine inşa edilmiş. İçinde bulunduğumuz haziran ayının ortalarında günlük vaka sayısının 500’ün de altına inebileceği ve sonrasında da iniş yönelişini koruyacağı öngörüsüne dayanıyor. Aslında bakanlığın verileri üzerinden yapılan başka modellemeler de büyük ölçüde aynı tahminde buluşuyor.
Oysa bütün bu tahminler altüst olmuştur. Önceki akşam itibarıyla açıklanan yeni vaka sayısı 1.592’dir. Günlük vakalar ilk kez 20 Mayıs’ta 1.000 eşiğinin altına inmiş, ardından bir süre iniş-çıkış hareketleriyle bu eşikte kilitlenmiş, bir ara 786’ya (2 Haziran) kadar indikten sonra yükselmeye başlamış ve geçen cuma günü yeniden 1.000 eşiğinin üstüne sıçramıştır.
Üç ay öncesini hatırlayalım. Büyük bir tedirginlik içinde dev bir dalganın üzerimize doğru gelmesini beklemekteydik. Yanıtı boşlukta olan soru, bu dalganın Türkiye’de hangi boyutlarda bir tahribata yol açacağıydı. Mart ayının üçüncü haftasına girildiğinde salgının Avrupa’da en şiddetli yaşandığı ülkelerden biri olan İtalya’da günlük ölüm sayıları 300’ün, yeni teşhis edilen vaka sayıları ise yine günlük 3 binin üzerine çıkmıştı.
Şimdi geriye dönüp baktığımızda Türkiye’nin COVID-19 dalgasıyla karşılaşmasını, İtalya, İspanya, Fransa ve Birleşik Krallık gibi Batı Avrupa ülkelerinin büyük bir bölümünden çok daha düşük bir yoğunlukta, daha az vaka ve daha az kayıpla atlatmış olması, 5 bine yakın vatandaşımızın hayatını kaybettiği bu sıkıntılı, üzüntü verici sürecin teselli bulacağımız bir yönüdür.
NİSAN AYININ ORTASINDA DÜŞÜŞE GEÇMİŞTİ Kİ...
Geçen üç aya baktığımızda önce iki kritik tarihe dikkat çekelim. Türkiye, günlük yeni vaka sayısında en yüksek noktayı 11 Nisan’da görmüştür: 5 bin 138 vaka... En yüksek günlük insan kaybı sayısı da 19 Nisan tarihinde kayda geçmiştir: 127 vefat...
Prof. Arslan’ın üzerinde durduğu AYM’nin hak ihlali kararlarının yarattığı sonuçların başlıca iki boyutu var. Birincisi, hak ihlallerinin giderilerek gereğinin yerine getirilmesiyle ilgili. Yani kararlarının uygulanması, bu süreçlerin izlenmesi ve denetiminin yapılması. İkinci boyutu da bir bu kadar önemli. Bununla, bu kararlarda saptanan ihlallerin ilk derece mahkemelerde tekrarlanmasını önleyecek bir hukuk ikliminin yaratılması ihtiyacından söz ediyoruz.
AYM’ye bireysel başvuru mekanizmasının 2012 yılında işlemeye başlamasıyla birlikte, Türkiye’de vatandaşların temel hak ve özgürlükleri açısından karşılaştıkları sorunlarda haklarını arayabilmeleri için önemli bir kapı açılmıştır. AYM'nin 2012 sonrasında esastan incelemeye aldığı 9 bin 598 dosyadan 8 bin 962’sinde ihlal kararı vermiş olması, neresinden bakılırsa bakılsın çok önemli bir sonuçtur.
*
Bütün mesele bu kararların ne kadarının uygulandığı sorusunda beliriyor.
Bir kere, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının uygulanmasında olduğu gibi bu ihlal dosyalarının izlemesini yapacak bir denetleme mekanizması bulunmuyor. AİHM sisteminde -etki derecesi tartışmaya açık olsa da- bir denetim sistemi yürürlüktedir. Strasbourg’daki mahkemede alınan her bir karar Avrupa Konseyi’nin siyasi kanadı olan Bakanlar Komitesi tarafından izlenmekte, gerekleri yerine getirilmediği sürece bu ihlal kararları komitenin önünde açık bir dosya olarak durmaktadır. Ve belli aralıklarla yürütülen gözden geçirme toplantılarında uygulanmayan kararlar hatırlatılarak, ihlali yapan ülke üzerinde bir baskı icra edilmektedir.
Kuşkusuz ulusal düzeyde bu tür bir mekanizmanın işletilebilmesi mümkün değildir.
Başvurucular, AYM’nin ihlalden kaynaklanan tazminat kararlarını Maliye Bakanlığı’na göndererek ödemenin yapılmasını sağlamaktadır. Ancak AYM’nin, ilk derece mahkemelerine gönderilen her bir kararın doğurabileceği yeniden yargılama, tahliye gibi sonuçları tek tek izleyebileceği, uygulamaya bakabileceği bir organizasyonel kapasiteye sahip olduğu söylenemez. Yakın zamanda AYM Genel Sekreterliği bünyesinde kurulan bir müdürlükle bu ihtiyacın belli ölçülerde karşılanması hedefleniyor.
*
AYM Başkanı Prof. Zühtü Arslan’ın bu törende yaptığı konuşma da ‘uluslararası karantina dönemi’nin temel hak ve özgürlüklere dönük etkilerini konu alan kuvvetli mesajlar içermesi itibarıyla içerik anlamında salgınla yakından ilişkiliydi.
“Belki de tarihte ilk kez küresel ölçekte bir karantinayı yaşıyoruz” dedi Prof. Arslan. Ardından “Hayatın yavaşladığı bu gibi dönemlerin kişisel, kurumsal hatta toplumsal muhasebeyi de beraberinde getirdiğini” söyledi.
SALGIN HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİN DEĞERİNİ GÖSTERDİ
AYM Başkanı’na göre, salgın insanlara en az iki gerçeği hatırlattı. Bunlardan birincisi, gelişmiş devletleri bile çaresiz bırakan salgın ulusal ve uluslararası düzeyde yardımlaşmanın ne kadar önemli olduğunu gösterdi.
Salgının hatırlattığı ikinci gerçek ise temel hak ve özgürlüklerin vazgeçilmezliği... Arslan, “Hepimizi uzun süre evlere hapseden salgın, insanın insanca var olmasının önşartını oluşturan başta yaşam hakkı olmak üzere kişi özgürlüğü, seyahat özgürlüğü ve ibadet özgürlüğü gibi temel hak ve özgürlüklerin ne kadar değerli olduğunu bize bir kez daha göstermiştir” diye konuşuyor.
Bu noktada altı çizilmesi gereken bir husus, AYM Başkanı’nın temel hakların korunmasını yalnızca hukuki bir mesele olarak görmemesi, aynı zamanda bir “ahlaki mesele” olarak da takdim etmesidir. Bu ahlaki zemini açıklarken şöyle diyor Prof. Arslan:
“Bizim gibi olmayan, bizim gibi düşünmeyen ve bizim gibi yaşamayanların da haklarının olduğunu kabul etmemiz gerekir. Başka bir ifadeyle, haklar düşüncesi ‘öteki’ni de hakların öznesi olarak tanımayı gerektirmektedir.”
Başkan’ın bu tespitini tamamlayan bir diğer ifadesi, AYM kararlarından yola çıkarak