Gerçekten de resmi verilerde yeni vakalar düşme eğilimine girerken, aynı verilerde yoğun bakımdaki hastaların sayısının istikrarlı bir şekilde yükselmesinde izaha muhtaç bir durum vardı. Kaldı ki, geride bıraktığımız 10 gün içinde açıklanan günlük vakalar da yeniden yükselişe geçerek, dün itibarıyla bir kez daha 1.000 eşiğinin üstüne çıkmıştır.
Yoğun bakıma alınan ve bunlar arasında bir bölümü de entübe edilerek solunum cihazına bağlanan hastaların durumuyla ilgili verilere baktığımızda ana yöneliş olarak şu olgularla karşılaşıyoruz:
Yazıyı tamamlayan grafikte görüleceği gibi ilginç bir paradoks hemen göze çarpıyor. Günlük vakalarda haziran ayının ilk haftasında 1.000 eşiğinin altına inildikten sonra, 1 Haziran’da normalleşmeye geçiş adımlarının ardından yeniden bir artış eğilimi beliriyor. Burada dikkat etmemiz gereken bir nokta var. Haziran ayına yayılan zaman kesitinde yoğun bakımdaki hastaların sayısı günlük vaka sayılarının çok altındadır.
Temmuz ayının başında bir kırılma ortaya çıkıyor ve bu ayın ikinci haftasında günlük vakalar yeniden 1.000 eşiğinin altına iniyor. Ancak yoğun bakımda tutulan ve bir kısmı entübe edilen hastaların toplam sayısı bu düşüşten etkilenmeden artış yönelişini istikrarlı bir şekilde sürdürüyor.
Bu başlığa yol açan, Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca’nın “Kara görülmüştür ama deniz durulmuş değildir. Yakalanmaktan kaçınacağımız olası dalgalar var” şeklindeki sözleriydi.
Türkiye, virüsle mücadelesinde haziran ayı başında günlük vakalarda 1.000 eşiğinin altına inmişken, aynı dönemde normalleşmeye geçişin ardından salgın eğrisinin yeniden yukarı doğru dönmesiyle birlikte bütün hesaplar altüst olmuştu. Daha önce yapılan modellemelerde günlük vakaların haziran ayı sonunda 500’lere inmesi beklenirken geçen ayın sonunda vakalar 1.200-1.300 aralığındaki bir banda girmişti.
Bu yazıdan yaklaşık dört hafta kadar sonra bugün yazın ortasında salgının Türkiye’deki genel görüntüsünü değerlendirmeye çalışalım.
Önce Koca’nın benzetmesiyle devam edersek, evet, kara görünmüş olmakla birlikte gemi hâlâ dalgalarla boğuşmaya devam ediyor. Sevindirici bir haber, günlük vaka sayısının bu ayın ortasından itibaren yeniden 1.000 eşiğinin altına inmiş olmasıdır. Buna karşılık, insan kaybı rakamlarına baktığımızda bir azalma henüz belirmiş değil ve her gün ortalama 18-19 vatandaşımız hayatını kaybediyor.
Bu arada, vakalardaki düşüşün yoğun bakımda tutulan ve solunum cihazına bağlanan hastaların sayısına da yansımadığına dikkat çekmeliyiz. Örneğin, son iki hafta yoğun bakımdaki hasta sayısı neredeyse 6-8 Mayıs tarihlerindeki rakamlarla (1.200’ler) aynı düzeydedir.
Bu durumun neden kaynaklandığı hususunda detaylı bir analizin yapılabilmesi için yoğun bakımdaki hastaların yaş kümeleri dahil olmak üzere bir çok verinin bilinmesi gerekiyor. Ayrıca, yaza girildikten sonra güneydoğudaki vaka toplamının İstanbul’a yaklaştığı, hatta nüfus yoğunluğu itibarıyla İstanbul’u geride bıraktığı da vurgulanmalıdır.
*
Türkiye’nin Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne dönem başkanlığı yaptığı 2011 yılında İstanbul’da düzenlenen komite toplantısı sırasında imzaya açıldığı için sözleşmenin adı kısaca bu şekilde geçmektedir. İstanbul Çırağan Sarayı’nda 11 Mayıs 2011 tarihinde düzenlenen törende dönemin Dışişleri Bakanı Prof. Ahmet Davutoğlu ev sahibi sıfatıyla sözleşmenin altına ilk imzayı atan bakan olmuştur.
Türkiye, ardından sözleşmenin onay işlemlerini de süratle sonuçlandırmıştır. Onay sürecindeki adımlar tam bir sembolizmle örülüdür. Sözleşme TBMM Genel Kurulu’nda büyük bir mutabakatla ve alkışlarla kabul edildiğinde tarih 24 Kasım 2011’di. Oylama ‘25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nün bir gün öncesine denk getirilmişti.
Sözleşmenin daha sonra Cumhurbaşkanı tarafından onaylanan bir Bakanlar Kurulu kararıyla Resmi Gazete’nin mükerrer sayısında yayımlanması da Dünya Kadınlar Günü’ne, 8 Mart 2012 tarihine denk getirilmiştir. Kararda dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın imzaları hemen dikkat çekiyor.
Aslında Türkiye bu sözleşmeye her bakımdan tuğrasını vurmuştur. Metnin müzakerelerinde Türkiye’yi temsil eden ve bu süreçte aktif bir rol oynayan ODTÜ öğretim üyesi Prof. Feride Acar, daha sonra sözleşmenin uygulamasını izlemek üzere Avrupa Konseyi bünyesinde oluşturulan Uzmanlar Grubu’nun 2015’ten 2018 sonuna kadar 4 yıl süreyle başkanlığını yapmıştır. Keza, yine sözleşmeye taraf ülkelerin oluşturduğu ‘Taraflar Komitesi’nin 2014’te kurulmasından ardından dört yıl süreyle başkanlığını da o dönemde Türkiye’nin Avrupa Konseyi nezdindeki daimi temsilcisi olan Büyükelçi Erdoğan İşcan yürütmüştür.
*
İstanbul Sözleşmesi’nin önemi, kadının korunması başlığında uluslararası hukuk alanında bugüne dek ortaya çıkmış en ileri metin olmasıdır. Bu metin, kadını hedef alan şiddetin önlenmesi ve kadınların korunması için üstlenilen taahhütler ve getirilen kurumsal mekanizmalar anlamında daha önce kabul edilmiş olan Birleşmiş Milletler sözleşmelerinin çok önüne geçmiştir.
Ancak sözleşmenin en kayda değer yönü, kadının toplum içindeki statüsünü tarif ederken erkek karşısındaki konumuyla ilgili olarak temel aldığı evrensel eşitlikçi bakıştır.
Bu bakış, daha sözleşmenin hemen giriş bölümünde ‘kadına şiddet’ sorununun “
FETÖ’nün kontrolündeki bu mahkeme, 5 Ağustos 2013 tarihinde Ergenekon davasındaki kararlarını açıkladığında, Orgeneral Taşdeler, Ergenekon terör örgütünün yöneticisi olmak ve aynı zamanda Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) ‘Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını engellemeye teşebbüs’ suçunu düzenleyen 312’nci maddesinden müebbet hapis cezasına çarptırıldı.
*
Kardeşi Hasan Nevzat Taşdeler de ağabeyi gibi askerlik kariyerini seçti ve tümgeneral rütbesine kadar yükseldi. Ve onun yolu da ağabeyi gibi tutukluluğa ve ardından mahkûmiyete çıktı...
Taşdeler, İstanbul’da Harp Akademileri Komutanlığı’nın ‘Kurmay Başkanı’ olarak görev yaparken 15 Temmuz kalkışmasından sonra darbe girişimine katıldığı gerekçesiyle tutuklanarak hapse atıldı. Yapılan yargılama sonucu ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı.
Aldıkları cezalar arasındaki farklardan biri, ağabeyin TCK 312, buna karşılık küçük kardeşin TCK’nın ‘anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs suçu’nu düzenleyen 309’uncu maddesinden mahkûm olmasıdır.
*
Fotoğrafa baktığımızda, bir tarafta FETÖ’nün kurguladığı bir davanın hedefi, mağduru olan orgeneral ağabey var...
Diğer tarafta, bu orgeneralin FETÖ’nün planlayıp icra ettiği bir darbe girişiminde yer aldığı iddiasıyla suçlanıp mahkûm olan tümgeneral kardeşi...
Darbe girişiminin yol açtığı olağanüstü koşullarda yanıt bulunması gereken pek çok soru belirdi, uygulamada, benimsenen yargı pratiklerinde bir dizi problemli durum ortaya çıktı.
Örneğin, suçüstü yakalanan darbecilerle suç kastı taşımadıkları halde salt verilen emirleri yerine getirdikleri için kendilerini birden darbe faaliyetinin ortasında bulan askerler birbirinden nasıl ayırt edilecekti? Darbecilerin hazırladıkları görevlendirme belgelerinde adı geçen askerlerin hepsi darbeci mi kabul edilecekti? Birliğinin başına giden, darbeye katılmayan ama o geceki hareket tarzları nedeniyle kendilerinden bir şekilde şüphe duyulan bazı komutanlara ne gibi bir işlem yapılacaktı?
Aradan dört yıl geçtikten sonra şimdi geriye dönüp baktığımızda, o dönemde savcıların, tutuklama kararlarını veren hâkimlerin ve özellikle birinci derece mahkemelerin sıkça ‘maksimalist’ bir anlayışla hareket ettiklerini, darbecilik suçlamasına geniş bir şekilde başvurulduğunu görüyoruz. Bu çerçevede, örneğin emirle sahaya sürülen erler de darbecilikle suçlanmış ve 16 Temmuz günü kendilerini demir parmaklıklar arkasında bulmuşlar, sonuçta büyük mağduriyetler yaşanmıştır.
Ancak yargılamaların başlamasıyla birlikte mahkemelerden beraat kararları da çıkmaya başlamıştır. Çok sancılı bir süreç izlemekle birlikte kalkışmanın dördüncü yıldönümünü geride bırakırken artık istinaf (bölge adliye mahkemeleri) ve ağırlıklı olarak da temyiz (Yargıtay) aşamasında anlamlı sayıda beraat ve tahliye kararlarının çıkmasına tanıklık ediyoruz.
GÖREVLENDİRME BELGESİ YETERLİ DELİL Mİ?
Yargıtay’da darbe davalarına bakan 16. Ceza Dairesi’nin bu konuda attığı ilk adımlardan biri 14 Temmuz 2017 tarihinde aldığı kritik bir karardı. Daire, bu kararda, darbecilerin sıkıyönetim direktifine ek ‘görevlendirme listesi’nde ‘sıkıyönetim komutanı’ olarak atanmanın, tek başına darbe suçuna katılmanın delili olarak kabul edilmesinin mümkün olmadığı ölçütünü getirmişti. Birçok komutan salt isimleri –gıyaplarında- bu listede geçtiği için hapse atılmış, KHK’larla ordudan ihraç edilmişti. Bu karar, sınırlı sayıda da olsa bazı tutuklu sanıkların serbest bırakılmasının önünü açtı.
Soruşturma ve kovuşturma süreçlerinde sıkça karşılaşılan sıkıntılı konulardan biri, genellikle sanıkların neredeyse hepsine Türk Ceza Kanunu’nun 309’uncu maddesi çerçevesinde ‘anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs etme suçu’nun atfedilmesi, istisnalar olmakla birlikte mahkemelerin de genellikle mahkûmiyetlerle ilgili hükümleri bu madde üzerinden kurmalarıydı.
Buna karşılık Yargıtay kararlarında ‘darbe faaliyeti’ ile ‘darbe faaliyetine yardımcı olma’ fiilleri arasında ayrım gözeten bir çizgi yerleşmeye başladı.
Bu dosya, Ege Ordu Komutanlığı darbe davasında yargılanmakta olan, 15 Temmuz tarihinde Edremit 19’uncu Motorlu Piyade Tugay Komutanı Tuğgeneral Nihayet Ünlü’nün durumunu konu alıyor.
Bundan üç yıl önce o sırada birbiri ardına çıkan darbe davalarına ilişkin iddianameleri incelerken en çok dikkatimi çekenlerden biriydi bu dosya; çünkü tek kişilik bir darbe iddianamesiydi... Tuğgeneral Ünlü’nün başında bulunduğu karargâhta darbe faaliyetiyle suçlanan bir başka sanık söz konusu değildi. Dosyası sonradan Ege Ordu Komutanlığı davasıyla birleştirilince buradaki tekil görüntü ortadan kalkmış oldu.
*
Dosyanın dikkatime takılmasının başlıca nedeni, Ünlü’nün suçlandığı delillere baktığımda 15 Temmuz gecesi darbe faaliyetine nasıl katıldığı, bu amaçla ne yaptığı, somut olarak hangi darbe fiillerinden sorumlu olduğu konusunda ikna edici bir delil bulmakta zorlanmamdı.
Ünlü, o gece darbe girişimi başladığında eşi ile birlikte Akçay’dayken televizyonlara da yansıyan haberleri duyunca hemen buradan Edremit’e intikal ederek karargâhın başına geçmiştir. Bu sırada dönemin Ege Ordu Komutanı Orgeneral Abdullah Recep de kendisini arayarak, “Derhal tugayına git ve tugayına sahip çık” emrini vermiştir.
Tanık ifadeleriyle de desteklendiği üzere Tuğgeneral Ünlü, tugayda durumu kontrol altına almış, birlik komutanlarını çağırmış ve anayasal çizgide duracakları mesajını vermiştir. 15 Temmuz gecesi zaten Edremit’teki tugaya bağlı Ayvalık, Burhaniye ve Bergama’daki birliklerde -askeri raporlarda da teyit edildiği üzere- herhangi bir hareketlilik gözlenmemiştir.
Ayrıca, sabaha karşı Ege Ordusu Kurmay Başkanı Tümgeneral Memduh Hakbilen Bergama’daki tank taburunu İzmir’e göndermesini kendisinden istediğinde bu talebi geri çevirmiştir. Hakbilen, o gece karargâhta darbe faaliyeti yürüttüğü gerekçesiyle dönemin Ege Ordu Komutanı Orgeneral Recep tarafından gözetim altına alınarak polise teslim edilen generaldir.
Orgeneral
Bu tablodan yola çıkarak, kalan 14 davanın önümüzdeki dönemde sonuçlanmasıyla birlikte, topun artık önce ‘istinaf’ aşamasında bölge adliye mahkemeleri ve ardından ‘temyiz’ aşamasında Yargıtay’ın sahasında olduğunu vurgulamıştık.
Aslında daha şimdiden istinaf ve temyiz aşamalarında belli bir mesafenin kat edildiğini belirtmeliyiz. Aldığım bilgilere göre, Yargıtay’a intikal etmiş olan 193 dolayında dosya var. Bundan, birinci derece mahkemelerde kapanmış olan 275 dosyadan 193’ünün, yani yüzde 70’inin bölge adliye mahkemelerindeki istinaf sürecini tamamlamış olduğunu anlıyoruz.
İSTİNAF VE TEMYİZDEN SONRA GÖREVE DÖNEN TUĞGENERAL
İstinaf aşamasındaki kararlar nasıl seyrediyor? Muhtelif kategorilerde örnekler verebiliriz. Bu çerçevede mahkemelerden gelen mahkûmiyet kararlarını ayrıntılı gerekçelerle bozan istinaf kararlarına rastlanabiliyor.
Çarpıcı bir örnek 15 Temmuz’da Tokat Jandarma Bölge Komutanı olarak görev yapan Tuğgeneral Adnan Arslan’ın durumudur. FETÖ’cü darbecilerin görevlendirme belgelerinde gıyabında ‘Tokat Sıkıyönetim Komutanı’ olarak gösterilen Tuğgeneral Arslan, Tokat Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 2017 Ekim ayında örgüt üyesi olduğu gerekçesiyle 6 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırılmıştır. Ancak istinaf sürecinde Samsun’daki Bölge Adliye Mahkemesi, 2018 yılında görevlendirme belgesinin tek başına yeterli bir delil olamayacağı gerekçesiyle bu kararı bozmuştur.
Dosya temyiz edilince, Yargıtay 16. Ceza Dairesi, yine 2018’de Samsun istinaf mahkemesinin kararına katılmış ve Tuğgeneral Arslan’ın suçsuzluğu kesinleşmiştir. Arslan, OHAL Komisyonu’ndan kamu görevine dönebileceğine ilişkin karar aldıktan sonra üniformasını yeniden giyerek Jandarma Genel Komutanlığı’nda mesaiye başlamış, ancak üç ay kadar görev yapmasının ardından kendi isteğiyle emekliye ayrılmıştır.
YARGITAY MAHKÛMİYET KARARINI NASIL BOZDU
Farklı bir örneği 15 Temmuz’da Diyarbakır’da Yedinci Kolordu Komutanı olarak görev yapan ve darbecilerin görevlendirme belgesinde adının karşısına yine gıyabında ‘Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanı’ yazılan Korgeneral
Bu değerlendirmeyi yaparken o gece kalkışmaya fiilen katılmış olan darbecilerin adalet önünde hesap vermeleri sürecinde kat edilen mesafeyi de görmüş oluyoruz. Ancak bu envanteri çıkartırken, açılan davalarda beraat eden askerlerin sayısının hiç de az olmadığını tespit etmek, soruşturma süreçlerinin yol açtığı mağduriyetlerin boyutları hakkında göz açıcı oluyor.
AKINCI DAVASI HÂLÂ BİTMEDİ
Meselenin mağduriyet kısmına geçmeden önce yargılamaların genel bir fotoğrafını çekelim. Son verilere baktığımda ilk dikkatimi çeken gelişme, davaların sonuçlandırılmasında geride bıraktığımız bir yıl içinde kaydedilen gelişmenin biraz sınırlı kalmış olması. 15 Temmuz sonrasında Türkiye’nin muhtelif illerinde toplam 289 darbe davası açılmıştı. Geçen yıl bugünlerde bu davalardan 265’i sonuçlanmış bulunuyordu. Bu yıl ise biten dava sayısı 275’e ulaşmıştır. Yani bir yıl içinde yalnızca 10 dava bitirilebilmiştir. COVID-19 salgını nedeniyle duruşmaların görülmesinde yaşanan duraklamayı bunun gerisindeki faktörlerden yalnızca biri olarak not etmeliyiz.
Bu durumda birinci derece mahkemelerdeki yargılamalarda parantezin kapatılabilmesi için 14 davanın daha sonuçlanması gerekiyor. Bunlardan biri, bu gruptaki en kritik dosyalardan biri olan 475 sanıklı Akıncı Üssü davası. 15 Temmuz 2016 gecesi darbe girişiminin ana karargâhı işlevini üstlenen bu üste yürütülen faaliyete ilişkin açılmış olan davada, halen savcılığın esas hakkındaki mütalaası üzerinde sanıkların yaptıkları savunmalar alınıyor.
Bunun gibi sürmekte olan bir diğer kritik dava 142 sanıklı Kara Kuvvetleri Komutanlığı dosyasıdır. Ayrıca, 512 sanıklı Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı davası da bu kategorideki önemli bir başka kovuşturmadır. Keza, Ege Ordu Komutanlığı davasında haklarında hüküm açıklanan 137 sanık dışında kalan 145 sanığın yargılanmasına oldukça ağır bir tempoda devam ediliyor.
Devam eden bu 14 davada yargılanan sanıkların toplamı 1.369’dur. Bu sanıklardan yalnızca 605’i tutukludur; 18’i hakkında ise yakalama kararı var... Kalan sanıklardan 544’ü adli kontrollü, 202’si ise adli kontrol önlemi de olmaksızın tutuksuz bir şekilde yargılanıyor.
Muhtemelen bu yılın sonunda kalan davaların da çoğunun, belki de tümünün sonuçlanmış olduğuna tanıklık edeceğiz. Böylelikle, darbe davalarında 2021’den itibaren top herhalde artık yalnızca istinaf mahkemeleri ve Yargıtay’ın sahasında olacaktır.
DAVALARIN GÖRÜNMEYEN MAĞDURLARI: ERLER...