“Çok reklam kokan hareketler bunlar” diyeceğim ama adamın işi bu.
Maksat, gündem olsun, konuşulsun.
Seyretmemiş olan varsa bile bir şekilde bulsun buluştursun, izlesin.
Sisteme nanik yapmak gibi bir hinlik aslında:
Siz yasaklayın ki daha çok ilgi çeksin...
Bugün Gülşen üzerinden dönen “sahne kıyafeti” tartışmalarının
bununla bir ilgisi yok tabii.
Biz İstanbulluların hatta toptan Türklerin köpeklerle özel bir ilişkisi var. Tarih boyunca böyle olmuş. 1700’lerde çizilen gravürlerde, Osmanlı’ya gelen gezginlerin yazılarında bile şehrin köpeklerine rastlanıyor.
Mahalle mahalle örgütlenmiş kentte köpekler. O mahallenin de bekçi görevlileri olmuşlar aslında.
Onlar için sokak aralarında barınaklar, su içsinler diye çeşmelerde yalaklar yapılmış.
Fakat bu özel ilişki Tanzimat’la birlikte bozuluyor. Belirlenen yeni “Batılı” yaşam tarzında başıboş köpeklere artık yer yok...
Köpekleri Fransa’ya ihraç edip postundan, kemiklerinden, yağından faydalanma fikri öne sürülüyor.
Halktan hayvanları kurtarmak için evinde saklayanlar oluyor. Fransa’ya gönderilmek üzere Tophane’de bekletilen binlerce köpeği bir baskın yaparak salıyorlar.
Sonuçta 80 bin köpek toplanıyor ama Fransa almayınca hayvanlar Sivriada’ya gönderiliyor. Orada öyle aç kalıyorlar ki, günlerce süren ulumaları, sesleri şehrin Anadolu yakasından bile duyuluyor. Hatta ve hatta 1912’de yaşanan depremi bu köpeklerin günahına girilmiş olmasına bağlayanlar oluyor. Bu olaydan sonra Sivriada’ya ‘Hayırsızada’ denmeye başlıyor...
◊ Çocukken okuduğunuz hangi dergi ileride başarılı bir gazeteci olmanızda daha etkili oldu: Doğan Kardeş mi, Hayat dergisi mi?
- Doğan Kardeş. Hayat dergisi daha ileriki dönemlerde güncel haberleri takip etmek için okuduğum bir dergiydi ama Doğan Kardeş ilkokul sıralarımdan itibaren gerek doğup büyüdüğüm ülkeye gerek dünyaya ve hatta evrene ilişkin her şeyi çocukların anlayacağı dil ve ölçekte veriyordu. Hayal dünyamı genişletiyordu.
◊ O dönem hangisinden daha çok çektiniz: Raşitizm mi, zatürre mi?
- Zatürre. Sürekli öksürük krizlerim sadece beni değil, çevreyi de rahatsız eder boyuttaydı. Bir de beni çok utandırıyordu.
◊ Aileniz “Şipşakçı mı olacaksın?” diye bu işi yapmanıza karşı çıkıyormuş. Gözaltında tutulduğunuz bir ülkede hamam böceği yediğiniz düşünülünce... Bir bakıma haklılar mıymış, haksız mı?
- Ailem, tabii ki her aile gibi çocuklarının geleceği için endişeleniyordu ama bence haksızlardı. Çünkü bu mesleği tanımıyorlardı. Benim bundan alacağım mesleki tatmini hayal bile edemiyorlardı. (Gülüyor)
◊ En çok hangi fotoğraflarınızla gurur duyarsınız: Time ve Newsweek’te yayımlanan 1977’nin kanlı 1 Mayıs’ı fotoğraflarınız mı, L’Express’e kapak olan 12 Eylül fotoğraflarınız mı?
Menüyü boş ver, etrafa bak
BİR KONSEPT
İnsanlar artık yemek yerken çocuk gibi oyalanmak istiyor. İlk kez Londra’daki Inamo’da görmüştüm. Dijital menüdeki seçeneklere tıklayınca o yemek tabağınıza yansıyordu. Zaman içinde animasyon teknolojisi gelişti. Mesela Dolapdere Sheraton’daki Le Petit Chef. Çizgi film karakteri küçük bir şef masada dolaşıyor, hangi yemeği nasıl yaptığını falan gösteriyor.
Şimdi bunun da üstüne çıkıldı, Beyoğlu’ndaki JW Marriott İstanbul Bosphorus oteline ‘Whimsy’ kuruluyor. Artık sadece masa değil; tavan, yer, duvarlar, bütün salon animasyon gösterisine fon oluyor. (0212) 806 20 20
Mart boyunca midyeli pizza
O yüzden sıkıcı mentor kitaplarından farklı olarak gayet eğlenceli. Üstelik tam da kar altında olduğumuz bu günlerde okunacak cinsten.
348 sayfalık kitabın 189’uncu sayfasında şöyle bir şeye denk geldim mesela...
Olay, 1994 ekonomik krizinde cereyan ediyor.
İnsanların çok zor koşullar altında bile espri yeteneklerini kaybetmemelerine şahane bir örnek. O bölümü kısaltarak aktarıyorum:
“Şubat ayında sömestir tatilinde ailemle Kartalkaya’ya tatile gittim. Piyasalardaki olağanüstü huzursuzluk yüzünden kayak yaparken bir yandan Merkez Bankası’nın açıklayacağı kurları takip ediyordum.
Bir gece dikkat çekici bir durum oldu ve kurlar bir türlü açıklanmadı. 22.00 civarında otel lobisinde ismimin anons edildiğini duydum. Cep telefonu olmadığından arayanların ancak otel santralinden ulaşabildiği dönemdi. Koşarak telefon kulübesine girdim.
◊ EFSANE NESİL: İstanbul’a 1987’de yağan karı, küresel ısınma çocukları bilmez, hatırlamaz. O karda ilköğretimdeydim. Biz zamane öğrencileri kendimizden “15 gün tatil yapan efsane nesil” diye bahsederiz. “Benzeri hatta beteri geliyor” dediler, heyecanlandık tabii.
◊ DEMET AKALIN: Gece 1’de başlayacak diyen vardı, sabah 4’te başlayacak diyen... Neredeyse öğlene geliyoruz, şimdilik “meteorolojik asayiş berkemal”. “Bence hiçbişey olmıcak, kar mar yok” diyen Demet Akalın an itibarıyla haklı çıkmış gibi.
◊ BERMUDA KAR ÜÇGENİ: Çatılarda olsun olsun iki parmak kar var. Şehir trafiğine bakıyorum... “Bermuda Kar Üçgeni”nde bile (Geçen karda araçların mahsur kaldığı 3B: Büyükçekmece-Beylikdüzü-Başakşehir üçgeni) trafik yemyeşil.
◊ KAHRAMAN’DA KALKAN: Bizim Sütlüce’den Rumelikavağı’ndaki Balıkçı Kahraman 35 dakika gösteriyor mesela... Şu anda İstanbul’da tanıdığım tek İngiliz Hellen. Ama o da Anadolu yakasında oturuyor, gelmez ki kalkan yemeye...
◊ KARI ÜFLEYEREK YEMEK: Okulların kapatılmasını eleştiren paylaşımlar yapılıyor: Daha kar yağmadan okul mu tatil edilirmiş... Bir açıdan haklılar tabii ama 1 ay önce sütten ağzımız yandı, yetkililerin bu kez yoğurdu üfleyerek yemelerini normal karşılamak lazım.
◊ EVDEKİ ERZAK: Yanarım, yanarım eve yığdığım erzaka yanarım. Marketlerden mesajlar geldi; annem, kız kardeşim, aramayan kalmadı. Makarnalar falan durur, bir şey olmaz da şimdi kim yiyecek o kadar bayat ekmeği? Keşke gaza gelmeseydim.
◊ BARAJLARA YARASIN: Tek teselli barajlar... Doluluk oranı yüzde 83’lerde seyrediyor. Bu sene bunca yağışa rağmen, son 10 yıl ortalamasında sondan dördüncü haldeyiz. Bu yağışla altıncıya yükselme ihtimalimiz var, heyecanla İSKİ’nin sayfasını takip ediyorum.
MAHSUN KIRMIZIGÜL HAKLI ÇÜNKÜ: “Bir şarkıcının hayatını oynayabilirsiniz ama onun şarkıcılarını onun gibi asla söylemezsiniz” diyor. E doğru. Zaten Metin Akpınar, Ata Demirer gibi birkaç istisna dışında kaç oyuncunun bir şarkıyı hakkıyla okuyabilecek güzellikte kadar sesi var ki?
ÖZCAN DENİZ HAKLI ÇÜNKÜ: “Farinelli filminde sanatçının sesi teknoloji yardımıyla oluşturulmuştu. Onun dışında tüm biyografik filmlerde oyuncular full performans sergilediler” diyor. Sinema yazarı Uğur Vardan’a sordum, “Doğru, Özcan Deniz haklı” diyor.
MAHSUN KIRMIZIGÜL HAKLI ÇÜNKÜ: “Milyonlarca insanı etkileyen şarkıcıların filmlerinde kendi sesleri yok. Oyuncu kendi sesiyle şarkı söylediği anda sinemadan çıkıyorum” diyor. Sinemadan çıkar mıyım, sanmam. Ama sanatçı sadakati diye bir şey var. Bir şarkıyı birinden bir kere sevdiğin zaman, bir başkasından dinlemek bile zor oluyor.
ÖZCAN DENİZ HAKLI ÇÜNKÜ: “Beklenilen, hikâyenin doğru aktarılması. Oyuncunun kendisi Bergen ya da Müslüm değilse, onları bir oyuncu canlandırıyorsa olması gereken sesin de oyuncuya ait olması” diyor. E tabii... Madem birini canlandırıyorsun sesinden mimiğine, bakışından gülüşüne kadar o kişiyi her yönünü izleyiciye yansıtabilmen lazım.
◊ Kitaplarınız yabancı ülkelerde yayımlanıyor. En keyiflisi hangisi: “Kumral Ada Mavi Tuna”nın İspanyolca’ya çevrilmesi mi, “İstanbullular”ın ABD’de yayımlanması mı?
- Birbiriyle kıyaslanamayacak mutluluklar vardır. Akdenizli benzer bir kültürde, çok etkilenerek büyüdüğüm “Don Kişot”un yazarı Cervantes’in ana dilinde okunmak, sanki kendi çocukluğuma bir nanik keyfi gibi. Amerika ise apayrı bir dünya: Türkçe gibi henüz edebiyat alanında çok az çevrilmiş bir ana dilden, Amerikan Kitap Dünyası’na girebilmek zaten başlı başına zordur. “İstanbullular” kitabı “I am Istanbul” adıyla yayınlandığında o yıl Amerika’da yayınlanmış yabancı romanlar arasında en iyi 50 çeviri listesine seçilmişti. Çevirmen Kenneth Daken’ı sevgiyle anıyorum.
◊ Hangi ödülünüz sizin için daha kıymetli: “Balık İzlerinin Sesi”yle 1993’te aldığınız Yunus Nadi Roman Ödülü mü, Türkiye Yayıncılar Birliği’nin verdiği 2020 Düşünce ve İfade Özgürlüğü ödülü mü?
- 21. yüzyılda hâlâ “sansüre hayır” manasına gelen “Düşünce ve İfade Özgürlüğü” adlı bir ödülümüz olması hiç güzel bir şey değil. Hakaret, nefret ve şiddet içermeyen düşüncenin ve bunun ifadesinin suç sayılmadığı bir ülkede yaşamak demokrasidir, berekettir, huzurdur. Bu nedenle son ödülüm yayınlanışından 36 yıl sonra yasaklanan, sansürlenen “Ayın En Çıplak Günü” adlı kitabım adına bir direniş olarak önemli. Ama ilk önemli edebiyat ödülüm olan Yunus Nadi Roman Ödülü de “Aferin Buket, önüne çıkan tüm engellere rağmen yazmaktan vazgeçmedin” anlamında bir teşvik.
◊ Biyolog ve çevre bilimcisiniz. Sizce insanlık için en büyük tehdit: Pandemiler mi, iklim değişikliği mi?