Pakize Suda

Bana bebeğini söyle...

15 Mart 2005
<B>YAN </B>masada kalçalarından aşağı düşmüş pantolonlarıyla, minicik bluzlarıyla iki genç kız oturuyordu.<br><br><B>‘Bunlar nasıl anne olacak’</B> dedi annem. Hiç düşünmeden, ‘Ama iyi birer işkadını olabilirler’ dedim. ‘Çünkü onlar bizim bebeklerimizle oynamadılar.’

Annem yüzüme tuhaf tuhaf baktı haklı olarak.

Benim çocukluğumda bebekler ‘bebek’ti hakikaten. Patikleriyle, emzikleriyle, biberonlarıyla... Yatırınca uyuyan, kaldırınca gözlerini açan, bir öne bir arkaya çevirince ağlayan...

İsimler koyar, pışpışlar, yedirir içirirdik. Gazlarını çıkarmaya uğraştığımı bile hatırlarım. Bir doğurmadığımız kalırdı. Hatta bebeği elbisesinin altına koyup sonra çıkarmak suretiyle onu yapan arkadaşlarımız da vardı.

‘İnsan 7’sinde neyse 70’inde de odur’ derler. E, kızları atlayacak değil herhalde bu durum. 7 yaşında bebeklerinin altını bağlayan biri 20 yaşında uçak mühendisliğine nasıl merak sarsın...

‘Neden olmasın... O bir çocukluk hali’ diyeceksiniz. Vallahi olmuyor. Merak sarmış gibi görünse de aklının büyük bir kısmı bir koca edinip anne olmakta kalıyor. Nitekim bizim kuşak evlenip barklandıktan sonra işi gücü terk etmiş kadınlarla doludur.

Kendini tamamıyla mesleğine adamış olanlara ise sorun bakın, çocuklukta bebekle oynamaktan ziyade ağaçlara tırmandıklarını falan söyleyeceklerdir.

Diyeceğim, ortada bir kocayla iki çocuğa şartlanılmış bir durum varsa bunun suçlusu o bebeklerdir.

‘Az önce bebeğinin gazını çıkarmaya uğraştığını anlatan sen, müzmin bekár olarak bu tezi çürütmüyor musun?’ diye soracak olursanız, bendeniz kaideyi bozmayan istisnalardan oluyorum.

***

Peki son durum nedir?

Barbi geldi, vaziyete el koydu!

Evet, şu anda 30’lu yaşlarını sürmekte olan başarılı işkadınlarının tamamı çocukluğunda Barbi’yle oynamıştır.

Barbi’yi biliyorsunuz... Göğüsleri var. Topuklu ayakkabıları, g-string külotu, gece elbiseleri falan... Daha ziyade E-5’e çıkmaya hazırlanan bir fahişeyi andıran bu sözümona bebek, bir çocuğun analık hislerini harekete geçirebilir mi, sorarım size?

Mama yediremezsiniz, ayağınızda sallayamazsınız... Sadece giydirip soyarsınız ki bütün Barbi sahibelerinin yaptığı budur. Habire ötekinin eteğiyle berikinin bluzunu birleştirip yeni kombinler yarattılar, yaratıyorlar. Haliyle bu durum yetişkin olduktan sonraki hayatlarına yansıyor. Aslında topluca modacı olmaları işten değil bakın!

Şimdiki genç kızların saç baş, kılık kıyafet olarak tamamen birbirlerinin kopyası olmaları da bu sebepten olabilir. Her birinin çocukluktaki idolü aynı olduğundan... Yani Barbi...

Hayır, saçmalamıyorum! Psikiyatra gidiyorsunuz, ilk iş çocukluğunuza iniyor biliyorsunuz...

Netice olarak, ‘Bana bebeğini söyle sana kim olduğunu söyleyeyim’ diyebiliriz.

Fakat aşkolsun bana! Çok sosyo-psikolojik bir yazı şeyttirdim. Keşke Radikal İki’ye gönderseydim.

MIŞ-MUŞ

Erdoğan, ‘Dar alanda kısa paslaşmaları bırakalım’ demiş.

Kendisi bireysel olarak dünyaya açıldı biliyorsunuz...

*

Doğubeyazıt, 1968’den beri tek liseyle idare ediyormuş.

Kabahat kendisinde... Batıbeyazıt olacaktı.
Yazının Devamını Oku

Tefrika tıbbı

13 Mart 2005
<B>SABAH </B>kalkıyorum... İçimde nedenini bilmediğim bir sıkıntı. Hatırlamam uzun sürmüyor.<br><br><B>‘Sahi ya... Ölüyoruz, daha ne olsun!’</b> Eksik olmasınlar tıp ve basın el ele verdiler bizi bilinçlendiriyorlar.

Ölüyoruz.

‘Daha önce bilmiyor muydun?’ diyeceksiniz. Evet ama bu kadar dank etmemişti. Hem benim dediğim, sırf bildiğimiz ölüm değil. Daha çok ‘yaşarken ölmek’.

Bunun için 40 yaşına gelmiş olmanız yeterli. Sizi nelerin beklediğini tekrarlayıp yeniden asabınızı bozmayayım fakat şu kadarını söyleyeyim, 40 yaşından sonra yatağa sağ salim girebildiğiniz her gece için şükredeceksiniz.

40 yaş dönüm noktasıymış. Öyle diyorlar. Her an her tarafınızda bir arıza çıkabilir. Ne iyi değil mi bunu öğrenmeniz! Hele sık sık dile getirilmesi...

Durmadan tahlil yaptıracaksınız. O test, bu test...

Ne keyifli di mi?

Aman iyi çıkarın keyfini zira 50’ye geldiniz mi sağlığınızı hálá koruyor olmanız artık bir mucize!

Sizi kafese koyup gezdirseler yeridir. Öyle rastlanmaz bir vaka yani.

Diyelim ite kaka 60’a geldiniz...

Bir dakika! Panik yapmayın ama siz aslında ölmüş olabilirsiniz!

70’e hiç girmesek daha iyi. Hem konu olarak hem yaş olarak. Zira ‘tefrika tıbbı’ onları zaten yok sayıyor. Bakıyorum tavsiyelere, uyarılara falan 70 üstünden bahis yok. Hani neredeyse ‘Siz hálá burada mısınız?!’ diye soracaklar.

* * *

Sizi bilmem ama ben bilinçlenmek falan istemiyorum.

Kendi bildiğim gibi, anamdan gördüğüm şekilde beslenmek, yaşamak, hayatın tadını çıkarmak istiyorum.

Ancak habire yaşımın getirdiği riskler, içeriği ‘Dikkat dikkat! Ölüyorsunuz’ şeklinde özetlenebilecek yazılar karşıma çıktıkça hakikaten moralim bozuluyor.

Yaşanan estetik çılgınlığını da bu yazılanlara bağlıyorum ben. Madem 40’tan sonrası ölümden beter, 40’ta kalmakta fayda var tabii.

‘Ne alakası var?’ diyeceksiniz. İnsan hiç olmazsa aynaya baktığında kendini hayattan demir almaya yakın görmezse belki bu kadar koymaz yazılanlar çizilenler. Bir nevi ‘kendi kendine söylenmiş pembe yalan’ diyebiliriz. Yoksa hakikaten tası tarağı toplayıp bu hayattan gidesi geliyor insanın. Mesela bir menopoz anlatıyorlar... Aslında bu kadar süründüreceğine öldürse daha iyi diyorsunuz.

Kısacası, kimsenin 40’tan sonra kendini bekleyen felaketler konusunda bu kadar bilinçlenmeye ihtiyaç duyduğunu sanmıyorum. Daha çok moral istiyoruz. Fazla gerçekçiliğin lüzumu yok.

Ha bir de habire ‘Amansız hastalık’ deyip durmasak... Umutla tedavi olan binlerce hasta var. Hani bu hastalıkta en önemli şey moraldi?

MIŞ-MUŞ

Erdoğan’a göre sorun dayak değil, dayağın haber olmasıymış.

Sorunun her ikisi de olmayıp aslında ne olduğu ortada ama...

Erdoğan’la aynı gün televizyon programına katılan Gökçek reytingde Başbakan’ı sollamış.

Bu, ilk kurultayda aday olacak demektir.

Türkiye de uzaya açılacakmış.

Erdoğan’ın gezip görmediği ülke kalmadığından...
Yazının Devamını Oku

Boyun bosun devrilsin adam!

12 Mart 2005
Kadın <B>‘Yemeğini mi pişirmedim, çamaşırını mı yıkamadım’</B> diye bağırıyordu telefondaki kocasına. Ekranda tabii. Yurdum insanı artık ne yapacaksa orada yapıyor. Evlenilecek mi, kocadan hesap mı sorulacak... Doğru televizyona. Her biri için bir program var çok şükür!

Eskiden ‘dünürlük müessesesi’ diye bir şey vardı. Birtakım kadınlar etraflarında evlenecek çağa gelmiş çocuğu bulunan aileler arasında gider gelir, çöpçatanlık yapardı.

Sonra evlenecek olanlarda yurt geneline açılma hevesi doğdu. Böylece gazetelerin ‘Gönül postası’ köşeleri çıktı ortaya. Medyanın çöpçatanlık işini ilk misyon edinmesidir bu köşeler. Medya dediysem, sadece gazete. O zaman televizyon, internet, cep telefonu, şu bu yok. Ha bir de radyo var. Ama orayı bu işler için akıl edemediler nedense. Radyo devletin radyosu olduğundan belki de. Özel radyolar yok tabii.

O zamanlar devletin radyosu, ciddiyetten sabayla hüzzamdan başka makamda şarkı çalmıyor bile olabilir. Kaldı ki gayri ciddi bir mesele olan evlendirme işine girecek!..

‘Dikkat kan aranıyor!’ anonsunun arkasından ‘Dikkat koca aranıyor!’

‘1.65 boyunda, 23 yaşında, esmer, sarı saçlı, hafif tombul, orta şirret, ağır dekolte bir bayan için acele elektrik alabileceği bir erkek aranmaktadır.’

Ne bileyim böyle bir şeyler derlerdi herhalde. Ama ben güncelleştirdim biraz. ‘Gönül postası’na verilen ilanlarda böyle denmezdi. O zamanlar mazbut kızlar modaydı. Bu belirtilirdi illá ki. Bir de ‘elektrik alma’yı bilmezdi kimse. Onun yerine ‘fikren ve ruhen anlaşma’ isteği dile getirilirdi.

*



Uzatmayayım, çeşitli aşamalardan geçtikten sonra bu günlere gelindi. İnsanlar sadece birbirlerini göre göre, elleye elleye değil, 70 milyona da göstere göstere evleniyorlar. Evleniyorlar dediysem, lafın gelişi. Daha iki çift evlenebildi, onların da biri ayrıldı.

Aslında bu programların adı ‘Koca uyduramadık şöhret şeyttirelim’ olabilir bakın!

Neyse... Bunlarla ilgili çok şey yazıldı çizildi. Ben esas yazının başında içlerinden birinin seslenişine yer verdiğim BAZI kadınlara takığım. Ve onlar bağırırken alkışlayan öteki kadınlara da.

Akşam yemeğin tuzunu az bulan kocasına kızan kadın, sabah televizyona koşuyor adeta.

‘Boyun bosun devrilsin adam!’

Ve alkış.

Tamam, sırayla dört kadından ikişer çocuk yapıp hepsini ortaya saçtıktan sonra beşinci kadını döllemeye giden erkeğin hakikaten boyu bosu devrilsin! Ama hálá böyle adamların geri gelmesi için sunucu ablalarından yardım isteyen kadınların da boyu bosu devrilsin bence. Bela kendiliğinden almış başını gitmiş işte, daha ne istiyorsunuz?

Beş çocuklu adama imam nikáhıyla ikinci karı al, sonra koş televizyona! Ayol bu kadının sorununun olmaması televizyonluk haberdir esas.

Dövülüp üç çocuğuyla sokağa atıldıktan sonra aynı adamdan iki çocuk daha doğuran kadın için ağlayamayacağım kusura bakmayın! Sırf kadın olduğu için hak veremem kimseye.

‘Ekonomik şartlar’ demeyin lütfen! Çünkü bu adamların hiçbiri Rahmi Koç değil. Neredeyse tamamı işsiz güçsüz, alkolik, kumarbaz falan filan. Çoğu hikáyede parayı kazanan taraf kadın zaten.

Fakat ‘koca’ önemli bir şey herhalde. İnsan her haline alışıyor zahir. ‘Döver idi, içer idi lakin kocam idi.’

*

Ben size bir şey diyeyim mi... Bu kadınlar televizyon seyircisi için Semranımlar’dan daha tehlikeli. Duyarsızlaştırıyorlar insanı. Her şeyin bir dozu var zira. Öyle dozu kaçmış trajedi var ki her birinde, artık üzülemiyorsunuz. Zaten çoğu hikáye fos çıkıyor, o da ayrı konu.

Bu, tüm detaylarıyla ortaya dökülen trajik hayat hikáyelerinin, seyredene, ‘Halime şükür, beterin beteri var’ hissi yaşatması açısından faydalı olduğunu iddia edenler var bir yandan. Olabilir tabii. Savaşları, depremleri çekirdek çitleyerek seyrettiğimize göre...

MIŞ-MUŞ

Senarist Birol Güven ‘Çocuklar Duymasın’da Pınar yerine başkasını oynatsaydım Türk Sineması yeni bir Türkán Şoray kazanacaktı’ demiş.

Hatta film Oscar bile alabilirdi!

Dünyada ince kadın azmış. Fakat biz bu diyet çılgınlığıyla kıtlığın belini kıracağız inşallah!

Erdoğan kadınlara polis dayağıyla ilgili, medyayı suçlamış.

Evde lavabo tıkansa bizden bilecek.

Başbakanları tanıtan ‘Dünden Bugüne Başbakanlık’ kitabında en geniş yer Erdoğan’a ayrılmış.

E, normaldir; sırf gezilerini alt alta yazsalar...
Yazının Devamını Oku

Cevap veriyorum

10 Mart 2005
Zeynep Özdemir

‘Yaklaşık 2 yıldır Amerika’da yaşıyorum. Birçok arkadaşımın aksine İstanbul’u özlemediğimi zannediyordum ama öyle içten ve duygulu yazmışsınız ki tren istasyonları ve özellikle beni daha çok etkileyen vapur iskeleleri hakkındaki yazınızı... Umarım kimse onları yenilemeye (!) kalkmaz.’

Ne komik değil mi... Karşılıklı ‘Umarım kimse yenilemeye kalkmaz’ diye dilekte bulunuyoruz. Başka hangi ülkede güzelliklerin bir gün birileri tarafından mutlaka bozulacağı endişesiyle yaşar acaba insanlar?

***

Ufuk Taşgülük

‘Selam Pakize Abla. Arkadaşlarla okulda bir tartışma programı hazırlıyoruz. Konusu ‘Kadınlar çalışmalı mı, yoksa çalışmamalı mı?’ Bizim grup ‘Kadınlar çalışmalı’ diyenlerden. Sizden ricam köşenizde bu konuyla ilgili bir yazı yazmanız. Eğer böyle bir yazı yazarsanız bizleri çok sevindirirsiniz.’

Sen şimdi benden ‘üretime katkıda bulunmak’, ‘ayakları üzerinde durmak’, ‘ekonomik özgürlük’ gibi fiyakalı laflarla bezenmiş bir yazı bekliyorsun. Fakat boşuna. Ha, mail’in, gazeteye yazı yetiştirmenin üstüne bir de dizi çekimine koşacağım bir güne denk gelmeseydi elbet beklediğin gerçekleşirdi. Ancak şu andaki psikolojiyle ‘Kadınlar asla çalışmamalı, yan gelip yatmalı, bol bol uyumalı!’ diyorum.

M. Altunok

‘Yazılarınızı sürekli okuyorum, açık yürekliliğinize ve espri kabiliyetinize hayran olduğumu öncelikle belirtmek istiyorum.

Nedenini bilmiyorum ama her konuda duyarlı olan siz bile, kapkaç olaylarını sıradan bir olay gibi görüp yazı yazmıyorsunuz hakkında (...) Hükümet hırsızlığı durdurmak için ne yapıyor? Lütfen yazın bu konuda.’

Yakalandınız Sayın Altunok!

Demek beni sürekli okumuyorsunuz. Yoksa daha yirmi gün önce ‘Eşekten düşenin halinden eşekten düşer anlarmış’ sözünden doğan umutla ‘Darısı başbakanın başına’ diyen bir yazı yazdığımı hatırlardınız.

***

Nihal Genç

‘Sevgili Pakize Suda Hanım, ahçı mı, aşçı mı... Biraz özen lütfen.’

Siz de beni özene davet etmeden önce bir araştırma yapsaydınız keşke!

Bakın Ali Püsküllüoğlu - Türkçe Sözlük’ten aynen aktarıyorum:

‘Ahçı’ sözcüğünün aslı ve doğrusu ‘aşçı’ olmakla birlikte, doğru Türkçe’ye örnek alınan İstanbul ağzında ‘ahçı’ biçimi kullanılır. Bu yüzden de yazı dilinde sözcüğün bu biçimi yaygınlık kazanmıştır.’

MIŞ-MUŞ

Michael Jackson’a küçük yaştaki çocuklara cinsel tacizde bulunduğu iddiasıyla açılan davada, çocuklardan birinin kardeşi ‘Onu kardeşimle yatakta gördüm’ demiş.

Adam yüzünü beyazlatırken içini karartmış demek.

Alman psikolog sakız çiğneyenlerin IQ’sunun yükseleceğini iddia etmiş.

Ben esas onun IQ’sunu merak ediyorum; doğuştan mı böyle yoksa sonradan mı düştü?
Yazının Devamını Oku

Özel kadınlara...

8 Mart 2005
<B>BUGÜN </B>Dünya Kadınlar Günü.<br><br>Bir kadın olarak bugünü görmezden gelip alakasız bir konuda yazmak yakışık almaz herhalde. Fakat övünmek gibi olmasın, kadınlarla ilgili yazmadığım şey kalmamış. Uğradıkları haksızlıklar, tacizler, tecavüzler; evlilikleri, ilişkileri... E, bir yandan da sütten çıkmış ak kaşık olmamaları durumu falan.

Bugün ihmal ettiğimiz bir kadın grubuna seslenmek istiyorum. Gün onların da günü.

Sırf kadın olmalarından dolayı yukarıda sayıp döktüğüm dertler onları da kapsıyor elbet ama üstüne üstlük ‘genel’ durumlarından gelen ‘özel’ sorunları da var onların.

Genelevlerde çalışan kadınlardan söz ediyorum.

Evet, sevgili çilekeş hemcinslerim! Bugün her birinize çiçek göndermek isterdim ama zor tabii. Nerelerdesiniz, kaç kişisiniz, sizinle nasıl irtibata geçilir... Gönderdiğimi farz edin lütfen.

***

Oh be!

Yasağı deldim en sonunda. Sizden bahsetme yasağını... Çocukluğumdan beri dile getirilmemiş ama yine de var olan bir yasak bu. Toplumun koyduğu. Sizi yok farz ediyoruz. Sadece aramızda konuşuyoruz, yaptığınız işi aklımızın almadığını, nasıl dayandığınızı falan. Böyle geyikler.

Ha, bir de orada olduğunuzu bildiğimiz sokağın önünden geçerken göz ucuyla bakıyoruz. Meraklı meraklı...

Halbuki dönüp kendimize baksak merakımızı gidereceğiz. Hani, akıl hastanesindeki hastaya sormuşlar, ‘İçeride kaç kişisiniz?’ diye, o da ‘Siz dışarıda kaç kişisiniz?’ diye cevap vermiş. O hesap. Siz de sorabilirsiniz herhangi birimize dışarıda kaç kişi olduğumuzu. Ben hemen söyleyeyim, epey kalabalığız.

Eğer bir alışverişse söz konusu olan, vallahi buralarda da álásı yapılıyor. Tek fark, siz bizden açık sözlüsünüz. ‘İşim budur’ diyorsunuz. Ve herhalde bir mesai saatiniz vardır. Bizim yok. Belirsiz yani. Bir de bize ödemeler ev, araba, nikáh cüzdanı, şan şöhret, terfi, torpil vs. şeklinde de yapılabiliyor.

Diyeceğim, yüzünüz yerde olmasın sakın. Hani dünyanın en eski mesleğini icra ettiğiniz söylenir ya hep... Aynı zamanda en yaygınını da yapmaktasınız. Yani sizi tanımlamakta kullanılan ‘genel’ sözcüğü şimdi doğru sayılabilir. Yaptığınız, kadınların genel olarak tercih ettiği bir iş olduğundan... Yoksa benim için çok özelsiniz. Sizleri seviyorum. Gününüz kutlu olsun.

MIŞ-MUŞ

Ata Demirer, ‘Kızlar için kilom hiç sorun değil’ demiş.

Ata bu... ‘Zaten yanımdan bile geçmedikleri için’ diye devam edebilir.

*

Türkiye’de 291 çeşit köfte varmış.

Neden hiç icat yapamadığımız çıktı ortaya. Enerjimizin ve mesaimizin tamamını eti mıncıklamaya vermişiz.

*

Çin’de iki aylık bebek konuşuyormuş.

Çocukcağız çıkar çıkmaz gördüğü manzara karşısında kendini daha fazla tutamayıp ‘N’lan bu kalabalık’ demiştir herhalde.
Yazının Devamını Oku

Herkese bir kitap!

6 Mart 2005
<B>İNGİLİZ </B>sosyologların yaptığı araştırmaya göre okurların kitap tercihleri ülkeden ülkeye değişiyormuş. ABD’liler mesela siyasi içerikli kitapları tercih ediyorlarmış.

İngilizler biyografiyi...

Almanlar kurguyu...

Böyle gidiyor.

Listede biz yokuz. Artık hangi türü daha çok okumaya henüz karar veremediğimizden midir... Fakat araştırmacılar nüfusla yazar sayısını karşılaştırsalardı eminim ilk sırayı alırdık. 70 milyon nüfus, 50 milyon yazar var neredeyse. 20 milyon da kabiliyeti olmadığından değil henüz okuma yazmayı sökmediğinden yazmıyor.

Bakıyorsunuz, bir ev kadını buzdolabının üstüne yapıştırdığı alışveriş listelerini derleyip kitap yapmış.

1 paket un

2 kg. domates

1 demet maydanoz

1 şişe süt

Olabilir tabii. Fakat hangi türe girer bu bilmiyorum. ‘Pratik Bilgiler’e mi, ‘Anı’ya mı...

‘Anı’ daha makul.

‘04.06.2001

1/2 kg. kıyma

1 kg. kabak

İşte kabak kalye pişirdiğim günlerden biri...’

* * *

Sonra ‘Nasıl’ serisi var. Bunu da herkes yazabilir, yazıyor nitekim.

‘Nasıl zayıfladım.’

‘Nasıl gençleştim.’

‘Nasıl zengin oldum.’

‘Nasıl oturdum.’

‘Nasıl kalktım.’

Böyle Ayşegül serisi gibi gidiyor.

En çok rastlananlardan biri de ‘Aile kitapları’. Yok kebapçıların ‘aile salonu’ gibi değil. Yani dedenizin dedesinden başlayarak ailenizi anlatıyorsunuz. Nereden gelmişler, nereye konmuşlar... Saraya konmaları daha makbul tabii. Siz de konduruverin. Kim bilecek dedenizin dedesinin şeyini... Kimse çıkıp da ‘Hayır öyle değil, böyle’ diyemez. Fakat dikkat edeceksiniz, dedenizi tarihin içine oturturken savaşları falan birbirine karıştırmayasınız...

* * *

Ve illa ki şiir kitapları...

Hayatında hiç şiir yazmamış üç Türk ya vardır ya yoktur. Yazılan bu şiirleri kitaplaştırmaksa adeta Allah’ın emridir.

Bakın mesela, kitap olup da bizlere ulaşmaması hakikaten kayıp sayılabileceklerden birinin bir dörtlüğü:

‘Çıkma yücelere kar var tipi var

Boynumda feleğin yağlı ipi var

Elimde kaderin dolmaz küpü var

Korkarım bu hırsla öldürür gönül.’

Diyeceğim, Türkiye’nin son yıllardaki sloganı ‘Herkese bir kitap!’

Ancak ‘okumak’ değil ‘yazmak’ manasında.

MIŞ-MUŞ

Güney Afrika Cumhuriyeti Başkan Yardımcısı Zuna, ‘Erdoğan’la ikimiz hapishane kuşuyuz’ demiş.

İster misiniz Zuna’yı ‘kuş’ dedi diye mahkemeye versin bizimki...

Enflasyonun düşüşü şaşırtıyormuş.

Piyasaları falan boş verin de hükümetin kendisi bile şaşırıyordur bu işin nasıl olduğuna.

Hastalar eczane eczane dolaşıp ilaç ararken, SSK hastanelerinin kapatılan eczanelerinde on binlerce kutu ilaç kilitliymiş.

Ne yani... Aksi olsun da dünyanın sonu mu gelsin!
Yazının Devamını Oku

Gündem dışı

5 Mart 2005
Neden tren hüzün verir insana...<br> Düdüğü bile hüzünlü.

Garlar da hüzünlü. Ama romantik de aynı zamanda. Bütün istasyonların önüne koy bir tahta masa, aç bir şişe kırmızı şarap, eski sevgililerine ağla!

Ayrılmalar, kavuşmalar yüzünden desem bu hüzünle karışık romantizm... Havalimanlarında, otobüs terminallerinde de ayrılıp kavuşuyor sevenler ona bakarsanız.

Türk filmlerinde, erkeğe ya da kadına, havalanmış olan uçağın arkasından el sallatmak suretiyle seyirciyi ağlattıkları olmuştur gerçi ama yavaş yavaş hareket eden trenin penceresinden sevgilisine bakan erkekle, trenin arkasından koşan kadının yarattığı etkiyi yaratamamışlardır hiçbir zaman.

*

Sahi nedir trenin tılsımı...

Bu kadar içimizde bir yere dokunması nedendir...

Ötekilerden yavaş gidişine mi üzülüyoruz yoksa... Hızlandırılmış tren aynı duyguyu uyandırmıyor zira. Gerçi onun hüznü de ayrı... Gördük geçen sene...

Yalnızlığından mı etkileniyoruz... Geçip gittiği yerlerin kıyısında ‘Dinlenme tesisleri’ olmadığından...

‘Falancanın yeri’

‘Kendin pişir kendin ye’

Yok hiçbiri.

‘Çaylar şirketten’ diyen yok, elinde hortum ‘Yıkayalım mı abi’ diyen de...

Doğayla başbaşa öyle gidiyor...

Karşısına çıkan bir küçük istasyon binası ve bir adam. O adam, istasyon şefi, aynı zamanda makasçı, hem de gişeci, üstüne bir de temizlikçi.

Onların dünyası da ayrı konu. Haftada bir gün bir trenin uğradığı ıssız istasyonlarda hayatları geçen bu yalnız adamların etrafında dönen az film seyretmedik.

İnsanlar yalnızlaştıkça iç dünyaları zenginleşiyor mu ne...

Esas, kalabalıklarla yaşayan, o toplantıdan bu toplantıya koşturanların hayatı tekdüze galiba. Robotlaşıyoruz. Robot dediğiniz nedir... Yapabilecekleri sınırlı. Buna karşılık bütün işi gelecek o treni beklemek olan adamın içindeki ‘insan’ çoğalıyor olabilir.

*

Vapurlar da aynı etkiyi yapıyor bende.

Ama o ‘yüzen saraylar’, deniz otobüsleri falan değil... Daha çok ‘şehir hatları vapurları.’

Boğaz’daki iskeleler aynı o küçük tren istasyonları gibi... Bunların durumu daha da ilginç; burunlarının dibindeki hengameye rağmen sessiz, kendi halinde, eski bir fotoğraf gibi kalabilmişler. Ödüm kopuyor bir işgüzar çıkıp yenilemeye kalkacak diye. Birkaç tanesi yenilendi, gördük... Maalesef ruhu yok.

Bu sözünü ettiğim küçük iskelelerin de her şeyi tek bir adam. Vapur saati yaklaşırken gişeci, vapur yanaşırken çımacı... Sonra bakıyorsunuz paspas yapıyor.

*

Vapurun da düdüğü hüzünlü. Güzel hem de. Hatta ‘Bi kere daha öttürür müsünüz’ dedirtebilir insana. Deniz akort edip de mi yolluyordur nedir...

Bir Boğaz iskelesinde oturup seyretsem vapurların yanaşıp kalkmasını... Çok değil iki vapur sonra gözlerim dolabilir. Hele bir de martılar varsa fonda... Ki ne mutlu hep varlar.

Size bir öneride bulunmak istiyorum. Tıkılıp kaldığınız evlerinizden, plazalarınızdan, fiyakalı restoranlarınızdan çıkın arada bir... Bu iskelelere yakın bir banka oturun. Elinizde simidiniz de olsun. Yakınlarda bir yerde çay da vardır mutlaka... Bırakın kediler sürtünsün bacaklarınıza... Vapurları seyredin.

Belki işe vapurla gelip gidiyorsunuzdur ama o başka. İnsanın aklı gideceği yerde, yapacağı işte oluyor; fark etmiyor nerede olduğunu, martıyı, kediyi, şunu bunu...

Deneyin bakalım bir...


MIŞ-MUŞ


Erdoğan ‘Atatürk muhafazakárdı’ demiş.

Herkesin bir Atatürk’ü var!

Emine Erdoğan Etiyopya gezisinde ‘Çok güzel oluyor bu siyah çocuklar, iki tane götürsek Başbakan bayılır’ demiş.

Lafı mı olur ‘iki tane’ az gelirse ‘kilo’yla da götürebilirsiniz!

CHP’li muhalifler dağınıkmış.

Birleşik olsalar ‘Dünya Şaşırtma Rekoru’ kıracaklar.
Yazının Devamını Oku

Sevme beni seveyim seni!

3 Mart 2005
<B>‘Ya kalbimin sesini dinleyip sevdiğimle evleneceğim ya da mantığımın sesini dinleyip sevmediğim biriyle bir ömür geçireceğim. Sevdiğim bugüne kadar bana çiçek almış değil, öteki ise dünyayı önüme serdi. Onun sahip olduğu özelliklerin sevdiğim insanda bulunmasını o kadar isterdim ki.’

‘Güzin Abla’
köşesinde rastladım bir kısmını buraya aldığım mektuba... Öyle net ortaya koyuyor ki ‘insan’la ‘sevgi’nin ilişkisini...

Ya öyle ya böyle dediğine bakmayın... Güzin Abla’ya danıştığına da... O kararını vermiş bile. ‘Öteki’ için ‘Onunla sevdiğimle üç senede aşamadığım mesafeyi çok kısa sürede aştım’ demesine rağmen sevdiğini seçecek. Yani kendisini az seveni.

* * *

Hepimizin yaptığı budur.

Bizi az seveni daha çok severiz. Gerçi ‘severiz’ demek yanlış belki de. Bizi az sevene kendimizi çok sevdirmek için yanıp tutuşuruz. Hatta hiç sevmeyene bile...

Seven seviyordur zaten. O elde bir olarak bir kenarda durabilir. Sevmeyene sevdirmek lazımdır şimdi...

Binbir işve, cilve, bütün meziyetleri önüne serme, ölme bitme, sürünme... Hepsi kendimizi sevdirmek içindir. Artık bizi sevdiğinden emin olduğumuzda ise sırada başka sevmeyenler vardır.

Ben şiir bilmem pek. Yani öyle ezberimde yoktur. Gençliğimde bile olsa iki satır yazmışlığım da... Ama Murathan Mungan’ın şu dizesi hiç çıkmaz aklımdan:

‘Bütün kazananlar gibi terk ettin.’

Benim size deminden beri anlatmak istediğimi beş kelimeyle ne güzel anlatmış.

Budur durumumuzun özeti.

Karşıdakini kazanır ve terk ederiz. Sırada kazanacağımız başkaları vardır.

İşte Güzin Abla’ya yazan kız da az seveni kazanmaya gidiyor. Sonra terk eder mi etmez mi bilmiyorum ama kazanmaya gidiyor. Peşin peşin kazandığı ‘öteki’ne ise Murathan Mungan’ın dizesini mırıldanmak kalıyor.

* * *

Aşkı meşki bırakalım isterseniz bir kenara... Ailelerimizle ilişkimize bakalım.

Kimdir bizi en çok seven bu hayatta?

Sonsuza kadar karşılıksız sevecek olan?

Annelerimiz.

Fakat en çok didiştiğimiz, en çok ihmal ettiğimiz, en az hoşgördüğümüz, en az sarıldığımız onlar değil midir?

Düşünün şöyle bir... Sevmediğimizden değil elbet ama...

Onların sevgisi garantidir zira. Önünde takla atacağımız başkaları vardır.

En büyük derdimiz bu galiba bizim. Kendimizi sevdirmek. Daima bire bir çalışma içerisindeyiz.


MIŞ-MUŞ

Cemil Çiçek, ‘Uzanlar’ı bulduk, ölü ya da diri getireceğiz’ demiş.

Kovboy filmlerini seviyor zahir.

Oscar gecesinin yıldızları sırtlarını açmışlar.

Farkındayız... Hiçbir gazetede elbiseleri önden görmek kısmet olmadı.

Yeşil çay, kalpteki hasarı da önlüyormuş.

O lezzetsizlikle kendini sevdirmesi için daha çok işler başarması gerekecek.
Yazının Devamını Oku